Fasıl: 6-10
FASIL: 6
Allah’ın işleri hususunda düşününüz; Allah’ın Zatı hakkında düşünmeyiniz; buyrulduğu gibi Hakkı temaşa etmek isterseniz O’nun zatını düşünmeyiniz. Zira O’nu anlamak gücü sizde yoktur. Bu yüzden üzüntülü ve sıkıntılı olup hiçbir zaman bu bağdan, yani girdaptan kurtulamazsınız. Eğer Allah’ın san’atı ve işleri hususunda düşünürseniz fikriniz daha çok gelişir ve ferahlık duyarsınız.
Eğer bir kimse, baharın gerçeğini, aslını düşünür ve ona, gözünü ancak bu bir noktaya diker ve: “Elbette baharın gerçeğini, aslını ve onun ne olduğunu ve nasıl vücut bulduğunu, neden ibaret olduğunu görmek isterim!” derse o kimse, baharı temaşadan mahrum kalır ve hakikatini de hiçbir zaman bilemez. Gözü kamaşır, kararır ve hattâ kapanır. Bu faydasızdır ve böylece hiçbir neticeye varamaz. Bu hususta ne nisbette uğraşırsa ruhî sıkıntısı ve zulmeti de o nisbette artar. Fakat böyle yapmayıp da sahraya, çemenliğe, bahçelere ve güllüklere, ağaçlara, meyvelere, çiçeklere, rengarenk goncalara, yeşilliklere ve akar sulara bakarsa, bu tabiî sergide baharın fevkalâde güzelliğini görür ve ruhu ferahlık bularak sınıktı ve gamdan kurtulur. Bu hususta ne kadar çok düşünürse onun ferahlığı da o ölçüde artar. Baharın güzelliğini, letafetini daha iyi anlar ve bilir.
Hakkın zatını da bahar mevsimi gibi tasavvur ediniz ve gök, yer, güneş, ay, yıldızlar ve dağlar, denizler, türlü türlü insanlar, suret güzelleri olan kadınlar ve çocuklar, mâna güzelleri olan evliya ve peygamberler hakkında düşüncenizi işletin ve bunları görmeğe, tanımağa çalışın, bu güzelliklerin, eserlerin ve iyiliklerin âşığı olun; sanattan san’atkâra gidin ki Allah’ı görmüş ve tanımış olasınız.
Allah Kur’an-ı Mecidde şöyle buyuruyor: Başları üzerinde olan göğe niçin bakmıyorlar ki biz onu nasıl bina ettik (Sûre: 50, Âyet:6.)
Yani, ne acayip şey! Bizi niçin tanımıyorlar ve görmüyorlar. Biz ise göğü nasıl yükselttik ve yeri onun altına nasıl serdik? Ve başka bir yerde de:
Niçin görmüyorlar ki deveyi nasıl yarattık ve göğe de bakmıyorlar ki onu nasıl yükselttik ve dağlara da bakmazlar ki onları nasıl yüksek durdurduk ve yerin çivileri yaptık ve görmezler ki yeri nasıl dümdüz yaydık! (Sûre: 88, Âyet: I 7, 20) buyuruyor.
Bunun gibi yine buyuruyor:17 Ben ki Allah’ım, benim zikrimi eden, ayakta durdukları, oturdukları ve uykuda bir yandan öbür yana döndükleri zaman, daima beni anan kimseler hakkı için yemin ederim ki onların düşüncesi daima göğün ve yeryüzünün yaratılmasındandır. “Yarab! bu sanat eserlerini yersiz ve faydasız olarak yaratmadın” derler ve bu sanatları gördükçe hayrette kalırlar ve bunlardan faydalar, nimetler, hadsiz hesapsız hikmetler elde ederler. Henüz elde etmedikleri başka faydalar ararlar ve zaman geçtikçe bunlardan da faydalar sağlarlar. Bu suretle onların marifetleri, bilgi ve görüşleri artar. Bu hususta Peygamber Mustafa (Selâm onun üzerine olsun) şöyle buyurmuştur: İki günü bir olan kimse aldanmıştır (H.). Yani, her kim ki onun iki günü faydasından fazla olmazsa, o kimse bu dünya pazarında, dünya mallarını verip, ahiret kumaşları satın alan ahiret tüccarları arasında aldanır ve zarara uğrarlar. Sâlikin, her dakika ve her an terakkî etmesi lâzımdır. Eğer bir insan kendisini sülükte aynı halde görürse, hakikat olarak bilsin ki o, zararda ve vaktini boşa geçirmiştir. Aynı zamanda keyfiyetsiz olan Hazretin huzurundan kovulmuş olanlardandır.
Baharın güzelliğini görmeniz lazımsa onu çemende, yaylalarda, ağaçlarda, gül bahçelerinde, reyhan ve yasemin tarlalarında, goncalarda, renkli yapraklarda, olgun ve tatlı meyvelerde seyredin ki daima mânevi bir genişlik ve huzur içinde bulunasınız ve Didâr’a gark olasınız.
Nazım:
O şah, bazan gizli, bazan aşikâr olarak alemde göründü. O, baştan sona kadar bu cihanın canıdır.
Diğer bir beyit:
Onun güzelliği, bir ilkbahar, alem ise, bir bağ gibidir.
Onun Cemâli ve lûtfunu bağda temaşa et!
İlk beyitte, gizli ve aşikâr göründü, dediğimiz zaman bunun mânası: O, yani Allah, zatı (yani hüviyet-i asliyesi bakımından) gizlidir. Bunu görmek imkanı da yoktur. Ama sanat ve sıfatı bakımından peyda (yani görünebilir) dır. İşte bu yönden hem aşikâr ve hem gizlidir. Nitekim can da, bütün vücutta hem peyda, hem gizlidir. Can, bizzat görünmez, fakat eser ve sıfatı itibariyle açık ve parlaktır. Çünkü vücudun hareketi, ayağın gitmesi, elin tutması, yüzün ve gözün parlaması, işitme, koklama ve söyleme bunların hepsi canın eserleridir. Bunlara baktığınız zaman canın eserleridir. Bunlara baktığınız zaman canın cemalini aşikâr olarak görürsünüz ve canın kıymetini bilir, cana âşık olursunuz. Eğer bir kimse: “Ben canlıların vücutlarının dahli olmadan canın kendisini görmek istiyorum.” diye mezarlığa gitse, gam görmekten uzak kalır. Can, vücuda kendisini göstermek için gelmiştir. Canı vücutsuz olarak görmek imkânsızdır. Bunun gibi Ulu Allah buyuruyor ki:18 Ben keyfiyeti belli olmayan gizli bir hazine idim. Bilinmek ve görülmek istedim bunun için de bu âlemi yarattım. Netice olarak diyebiliriz ki bir kimse kendisini göstermek istediği zaman, ya bir şey söyler veya bir şey yapar yahut kendisini bilmeleri ve görmeleri için bir sanat bir hüner gösterir. Bu adamın yüzünü, insanlar bu adam sanatını göstermeden önce de, görmüşlerdir. Her ne kadar her gün onun zahiri suretini görürlerse de yine: “Bu adamı tanımıyoruz ve bilmiyoruz ki nasıl bir insandır?” derler. Fakat, ondan bir söz işittikleri ve bir iş ve bir huy, bir lütuf, bir hüner ve sanat gördükleri zaman, hepsi: “Onun kim ve nasıl bir adam olduğunu bildik,” derler. Neticede tanıdıkları şey, onun zahiri suretinden başka ve ayrı bir şey olan, işidir. Çünkü onun zahiri suretini daima gördükleri halde hepsi bir ağızdan, onun kim ve ne gibi, nasıl bir insan olduğunu bilmiyoruz ve tanımıyoruz, demişlerdi.Halbuki onun işini, sözünü sanat ve hünerini gördükten sonra onu tanıdılar. Onun suretini gördükten sonra onda buldukları ve tanıdıkları şey, onda benzersiz olarak bulunan mânevi, bir cevherdi; işte bunu gördükten ve tanıdıktan sonra: “Falan kimse güzel bir mâna ve cevhere maliktir ve bunun için elinden o iş ve hüner geliyor; böyle yapıyor, şöyle yapıyor. Keremi, hasisliği, sitemi, sertliği, gönül almayı ve lûtfu yerinde yapıyor” derler. Böylece o adamın sohbeti arttıkça ve ondan bu hasletleri daha çok gördükleri zaman, onu daha iyi bilirler ve daha çok tanırlar. Bu adam gösterişini ne kadar arttırırsa ve kendisini daha iyi tanımaları niyeti ile iyi işlerini ve güzel hünerlerini ne kadar gösterirse, ondaki bu hüner ve iyi haletleri görenler, onu daha iyi ve daha mükemmel tanırlar.
Ulu Allah, o şahsı yaratan ve onun işlerini meydana koyandır. Hadsiz, sapsız yüz binlerce halkın, göklerin, yerlerin, dağların, denizlerin, maden ocaklarının, ejderha, balık ve suaygırı, su kuşları gibi denizde yaşayan canlıların, ay, güneş ve yıldızların, buruc, buruc, arş ve kürsînin, levh ü kalemin, cennet ve cehennemin, eşkıya ve takilerin, evliya, enbiyanın ve meleklerin yaratıcısıdır. Bütün bu işleri, sanatları ve sıfatları ile Ulu Allah’ı birbirlerini tanıdıklarından ve bildiklerinden bin defa daha fazla tanımıyorlar ve bilmiyorlar. Halbuki az bir işle birbirlerini tanır ve : “Onun iyi olduğunu gördük ve onun ne gibi bir insan olduğunu ve nasıl bir fikre sahip bulunduğunu tamamen anladık ve bildik” derler. Böyle olduğu halde, Allah’ı görme ve tanımada niçin kör, nâdân ve ebleh olurlar ve bilgisizlik ve şaşkınlıktan: “Acaba Allah var mı? Varsa onu kim gördü ve kim görür?” diyorlar. Onu görmek imkânsızdır. Ve her kim: “gördüm veya görüyorum.” diye iddia ederse yalan söylüyor ve imkânsız olan bir şeyden bahsediyor, demektir. Ey aptal! O adamda gördüğün pek az bir iş ve hünerle: “Onun iyiliğini gördüm ve onun büyüklüğünü bildim.” Diyorsun. Onda bildiğin, tanıdığın, o şey, onun dış görünüşünden başka bir şeydi. Çünkü, onun dışını her zaman gördüğün halde, onun kim ve nasıl bir adam olduğunu bilmiyordun. O halde bu kadar işler, hünerler ve hadsiz, hesabsız, sonsuz ilimleri ile Allah’ı niçin görmüyorsun ve bilmiyorsun? Senin halin aynen şuna benzer: Meselâ, bir adam bir bahçeye girse ve ben: “Bu bahçede yalnız şu küçük yaprağı görüyorum ve bahçeyi göremiyorum” dese, buna gülmek bile yersizdir. Böyle bir göz ve böyle bir akla ne demek lazımdır? Buna yapılacak hicve ve alaya yazıklar olsun! Çünkü hiciv ve alayı öyle bir kimseye karşı yapmalıdır ki onun vücudu bulunsun. Böyle bir gözün ve aklın mevcudiyetine imkân yoktur. Belki onun yokluğu bu şekilde varlığından daha iyi olur. Bu sebeple kâfir der ki: “Keşki evvelce olduğum gibi yine toprak olsaydım (Sûre:78, Ayet:41) ve vücut bulmasaydım. Toprak olsam benden bir ot, bir nebat biter ve bunlar da bir işe yarardı. İnsanların zevkle bakacakları bir şey olurdum ve onlara bir gıda teşkil ederdim. Toprak olarak mevcut bulunduğum zamanda, benim vücudumdan biten bir bitkinin hali, bahçede bir yaprak gören ve uçsuz bucaksız bahçeyi göremiyen kimsenin haline benzer.Böyle zehirli ve faydasız bir ot çorak bir yerde bile olmasın! Ben yokluktan dünyaya geldiğime ve varlık tabakasının en aşağısından, en yukarısına eriştiğime memnun oldum. Evet bu böyle oldu, aksini düşünme! Fakat, manen geriledim. Şimdi eskisi gibi toprak olmadığım için “Keşki toprak olsaydım.” (Sûre:78, Âyet:4l) diye hasret çekiyorum.”
Ayandan sonra beyan istemek hüsrandır, denilir. Ulu Allah, güneşten daha aşikâr, daha zahir ve daha çok peydadır. Güneşin mevcudiyeti üzerine kim delil ve şahit isterse o, ziyana garkolmuştur ve anadan doğma kördür. Onun derdine, hastalığına hiçbir çare ve ilâç yoktur. O kimse hayvan-ı mutlaktır, belki hayvandan hattâ, cemadâttan bile daha aşağıdır. Çünkü cemâdat olan toprak, ne için yaratılmışsa, onu yerine getirir. Yer kendisinden bitki yetişmesi için yaratılmıştır. Ona ne ekersen ve ne emânet edersen, onu besler ve çoğaltır. Bir taneyi on, belki yüz tane olarak sana geri verir. Eğer arpa ekersen arpa, buğday ekersen buğday, meyve ekersen meyve ve üzüm dikersen üzüm verir. Bunun gibi hayvanı da yük ve insanları taşıması, onları maksatlarına eriştirmesi ve şehirden şehire götürmesi için yaratmışlardır.
İnsanı ise, Allah’ı tanıması ve ona kulluk etmesi için yaratmışlardır. Bunları yerine getirmediği ve Allah’ı tanımadığı, ona kulluk etmediği takdirde, hayvandan daha fena olur. Çünkü hayvan ne için yaratılmışsa onu yerine getirir. Yer ve toprak da bunun gibidir. İnsan, ne için yaratılmışsa onu yerine getirmediği zaman, bir hayvandan daha kötü olur. Bunun için Kur’an’da: Onlar hayvanlar gibidirler, belki daha fenadırlar (Sûre:7 Âyet: 178) buyrulmuştur. Böyle kimselerin kalbi taştan daha serttir. Çünkü taştan su çıkabilir ve akabilir; halbuki onların taştan daha sert olan kalblerinden dumanlı bir hışım ateşinden başka bir şey hâsıl olmaz.
Güneşin ancak biri ışık, diğeri hararet olmak üzere iki sıfatı vardır. Güneş bu iki vasfı ile meşhur ve zahirdir. Gözleri görenler, onun ışığını görürler. Körler ise onun hararetini hissederler. O halde körler ve gözü görenler için güneş gizli değildir, çünkü daima bu iki vasfı ile güneş meydandadır. Celil ve büyük olan Hak ki güneşin, göklerin ve yerlerin, aşikâr ve gizli olan her şeyin yaratıcısıdır, bu vaziyette nasıl gizli ve saklı olabilir? Allah’ın sıfatı sayısız ve sanatı sonsuzdur. Aşağı ve yukarıdan, sağ ve soldan, ön ve arkadan, sıcak ve soğuktan, iyi ve kötüden her neye baksan, hepsi O’nun eserleri ve sıfatlarıdır. O halde nasıl gizli olabilir? Bu yüzden Allah buyuruyor ki 19 Şunu bil ki yüzünü ne tarafa çevirirsen, Allah oradadır. Çünkü yönlerin hepsi onun işi ve yapısıdır. O halde, Allah’dan ayrı bulunan nereye bakabilirsin?
Eğer eşyanın ve insanların müşahadeleri hilâfına, onların tarafından, başka bir tarafa bakarsan, onlar baktığın tarafta artık bulunmazlar ve bu halde senin nazarından kaybolmuş bir vaziyettedirler ve sen de onlar tarafından görülmez olursun. Zira karanlık bir gecede güneşin sıfatı olan ne sıcaklığı ve ne de ışığı görebilirsin. Eğer güneş, gökyüzünde ve sen yerin altında yahut derin bir kuyuda, bulunsan bu vaziyette de güneşten ayrılmış olursun. Çünkü güneş, ancak ışık ve sıcaklıktan ibaretti; halbuki sen, bu derin kuyuda, onun her iki sıfatını da göremiyorsun; öyleyse güneşe nazaran kaybolmuş olursun. Fakat, her şey Allah’ın sıfatı ve yapısı olduğundan Allah’dan ayrılmak imkânı yoktur. Allah’ın bulunmadığı nereye gidebilirsin? Ve Allah’ın sanatları ve sıfatları olmayan nereye bakarsın? O halde Allah, bütün var olan şeylerden daha çok aşikâr ve daha çok peydadır. Her kim zahir olan şeyler hakkında bir delil isterse o, karanlık ve hüsran içinde bulunur.
Beyit:
Ey deniz kıyısında susamış olarak uyuyan kimse!
Ey hazine üzerinde fakirlikten ölen kimse!
Rubaî:
Bir şah ki ne aşağıdadır ne yukarıdadır, nerededir?
Bir hazine ki ne bizimledir ne bizden ayrıdır, nerededir?
Orada; burada, deme de doğru söyle, nerededir?
Âlem tamamen Odur. Bu hakikati gören nerede?
Rubaî:
Her derde daima bir deva görüyorum,
kahır ve cefada lütuf ve vefa görüyorum.
Gök kubbesi altındaki bu yeryüzünde,
her nereye baksam, daima seni görüyorum.
FASIL: 7
Bir gece rüyada gördüm ki Mevlânâ’ (Allah O’nun aziz olan ruhunu takdis etsin!)nın medresesinde sofa ve sahanlık dostlarla dolu idi ve ben onlar arasından yüksek sesle söze başlayıp dedim ki: “Hayat ve canlılık, insanlara tevdi edilen bir feyizdir. Fakat bu feyiz, herkese ayrı bir tesir icra eder. Allah’ın elçisi Muhammed’e tesir eden nur ve feyiz, Ebucehl’e tesir eden aynı nur ve aynı feyizdir. Bununla beraber, Muhammed’i yegâne, Ebucehli bigâne kılmıştır. Birinin gözlerini açtı, öbürünün gözlerini kör etti. Meselâ, bahar mevsimi de her şey üzerine aynı tesiri yapar. Fakat bir yerde gül, bir yerde diken biter. Meyvelerin bazısı tatlı, bazısı acı olur. Mustafa (O’na selâm olsun) insanların fena huyları bırakıp, iyi huyları almaları için onlara birtakım şeriat, emir ve nehiy koydu. Bu suretle o feyiz, fenalıkları değil, iyilikleri artırmış olacaktır. Meselâ, bahçıvan acı olan zerdaliyi kesip onun yerine tatlı şeftaliyi aşılar. Buna bahar mevsimi ve mart ayı tesir ederse bu şeftali büyür ve gelişir. Bir hayvan gibi olan insan da böyledir. Ve onda bilgisizlik, ota tapıcılık, uyku, yemek, tâatsizlik, mürüvvetsizlik, temyizsizlik, haset, hasislik, zulmetmek, tecavüz etmek, iki renklilik ve iki yüzlülükten ibaret olan hayvanlık huyu mevcuttur. Bunun için Peygamberler şöyle buyurmuştur: “Bu hayvani ahlâkı terk ediniz ve Allah’ın emri ile meleklerin huyunu alınız. Böyle yaparsanız cennet ehlinden ve Allah’ın has kullarından olursunuz. Hainlik edenlere hainlikle mukabele etmeyiniz. Emîn insanlardan olmak için çalışınız. Halîm ve kerîm olunuz. Doğruluğu, kendinize vazife ediniz ve yalan söylemeyiniz. Vaktinizi başkalarınin aleyhinde bulunmakla geçirmeyiniz. Kimseye iftirada bulunmayınız. Başkalarını daima kendinize tercih ediniz. Bir ölçü içinde yeyiniz. Haram yemeyiniz. Kendi helâl malınızdan Allah rızası için veriniz. Başkalarının malına tamah etmeyiniz. Hırsızlıktan kaçınınız.
Yukarıda zikr edilen ve meleklerin ahlâkına zıt olan hayvanî ahlâkın dallarını kesiniz ve onların yerine bu dalları aşılayınız ki kaybolmayan baharın feyzi, o dallar üzerine etkisini yarattığı zaman bu beğenilen ve meleklere has olan dallan ziyadeleştiresiniz. Çünkü hayvanî ahlâk bir ateş, meleklerin ahlâkı ise bir nurdur. Ateş cehennemden, nur ise cennetten birer parçadır. Parçalar, her şey aslına döner, kaidesine uyarak, sonunda kendi bütünlerine dönerler. Döneceğiniz yerin cennet olmasını isterseniz hayvanî ahlâkı, melekî ahlâk ile değiştiriniz. Böyle yaptığınız takdirde cehennemin değil, cennetin bir parçası olursunuz.”
Beyit:
Sendeki varlık ve mestlik duyguları hep ateştendir.
Tabiatının başlangıcı da daima cehennemdir.
Beyit:
Eğer sen şimdi cehennem tarafına meyledersen şaşılmaz.
Çünkü parçanın hareketi, daima kendi bütününün bulunduğu tarafadır.
FASIL: 8
20 Ulu Allah buyuruyor ki: “Ey Muhammedi Halkın bölük bölük ve ardarda müslüman olduğunu gördüğün zaman bu, senin davetinin kemal bulduğuna bir işarettir. Allah’a, mücadelesiz, uğraşmadan yüz çeviriyorlar. Yapmış olduğun günahların affını dile. Çünkü bu, senin dünyadan göç etmenin zamanı geldiğine bir işarettir. Bundan sonra Hak yoluna halkı davet etmek için Allah senin gayretine ve mücadelene muhtaç değildir. Senin gayretin olmadan da artık olabilir. O halde senin bu dünyada kalmana lüzum kalmamıştır.
Sofiler, bu âyete başka bir mâna verirler. Onlara göre eşya ve insanlar, bitki, hayvan ve diğer şeyler hepsi de dünyaya olgunlaşmak ve kemale ermek için gelirler. Olgunlaştıkları ve kemale erdikleri zaman onlar için artık hayat ve beka kalmaz. O surette ki eğer bir meyve ise onu yerler, bir insan ise ihtiyarlar, olgun olgun bir meyva gibi onu da toprak yer. Bütün diğer şeyler de bunun gibidir.
Şimdi gelelim bize: Biz ise şöyle anlıyoruz: Ey Muhammedi Senin davetin kemale erdi. Çünkü bu hal hasıl olmadan evvel muharebe, mücadele ve mucize ile, uzun zaman o kadar gayret sarfetmene rağmen, her defasında ancak birkaç kişi, yüzlerini Allah’a çevirdi. Yani müslümanlığı kabul etti. Şimdi davetinin kuvveti öyle bir raddeye geldi ki bütün bu sebepler olmadan insanlar bölük bölük Allah’ın dinine giriyorlar. Allah’a şükret ve onun adını dilinden bırakma! Onların imanı, benim çalışmam ve gayretimledir, zannında idin. Bundan dolayı Allah’dan özür dile. Şimdi ise sende bu hususta bir gayret kalmamıştır. Görüyorsun ki senin çalıştığın zamandan daha çok Allah’a dönüyorlar. Başında da sonunda da hepsini ben yaptım ve yapıyorum gibi düşüncelerinden dolayı tövbe et ve özür dile! Bu tövbeyi de gene bende bil, çünkü bütün bu güzellikler ve parlaklıklar, hidayetler hepsi benim bağışlanındır.
Muhakkiklerden bazıları da şöyle söylüyorlar: “Bundan maksat, müca-hede ahvalidir. O, her işten evvel mücahede ve riyazette bulunur. Bedenî kuvvetlerini yıllarca Hak yolunda sarf etmiştir ve bu kadar mücahede ve gayretten sonra o’na gayb âleminden bir şey gösterilmiştir.İhtiyarladığı, zayıfladığı, bütün küvetleri bittiği ve kendinden ümidini kestiği zaman, çalışmadan ve mücahedede bulunmadan, zaman zaman birtakım garip şeyler ve gaybî mücahedeler ve ilâhî kerametleri, makamları hadsiz hesapsız olarak görüyor. Bunun için Ulu Allah ona: “Ey benim kulum! Evvelce gördüğün şeylerin senin hizmetin , cehd ve tâatin vasıtasiyle olduğunu zannetme. İşte bak, bütün bu sebepler ortadan kalktı ve bizim bağışlarımız yüz binlerden daha fazla olarak, birbiri ardından geliyor. Bu düşünceden dolayı tövbe ve istiğfar et ve bil ki hepsi bizdendir. Başka türlü görünse de, gene bizdendir. Allah doğrusunu bilir.”
FASIL: 9
Hakkın velileri iki türlüdür. Bazısı kibirli, bazısı mütevazı; bazısı korkunç ve heybetli, bazısı da sevimlidir. Büyüklüğü seven, heybetli ve azametli olan velilin kibrine “Kibriya” derler. Veli, nefsi “Ölmeden evvel ölünüz!” (H.). emriyle ölmüş ve yok olmuş kimsedir. O halde onun kibri, Allah’ın sıfatı olan “Kibriya” dandır. Çünkü beşerî vasıflar, o velide artık mahvolmuştur. İnsanların kibirli olması, kötülenmiş olan nefistendir.
Meselâ, dünya padişahları için de böyle iki hal vardır. Bazan tahta otururlar, o zaman perdedarlar ve emirler karşılarında el bağlarlar, köleler, muhafızlar kılıç çekip onları beklerler. Onlar işte bu zamanda yüzlerini adalet ve siyasete çevirmişlerdir. Bu suretle âleme adalet ve fazilet ile nizam verirler. Zâlimlerin şerrinden, mazlumları korurlar ve dâvaları hallederler. İşte bu esnada da hiddetli ve yok edici olurlar. Herkese karşı lütuf göstermezler. Diğer bir hal de, bu halden kurtuldukları zaman hâsıl olur, teklifsiz olarak lûtufla harem ve halvette arkadaşları ve dostları ile karışırlar ve heybetlerini bir tarafa bırakırlar. Lûtufkârca küçük ve büyük ile konuşurlar; en değersiz insanları, birçok edepsizlikleri hoş görürler. Bunun gibi Ulu Allah da kulu kendi âleti yapar ve “Kibriya” sıfatı ile âleme mensup olanlara tehevvür ve heybet gösterir. Bu padişah da başka bir köleyi kendine âlet eder. Böylece âleme mensup olanlar üzerinde lütuf ve tevazu sıfatları ile görünür. Her ne kadar bu iki nevi ahlâk zahiren başka başka ve onların hareketleri ve sükûnetleri birbirine aykırı görünürse de, hakikatte hiç de birbirine aykırı değildir. Çünkü bu iki sıfat bir tek padişahtan zahir oluyor. Bir bakıma alçak gönüllülük, bir bakıma büyüklülük olarak görünür.
Evliyanın bazısı halka iltifat etmez. Hattâ Padişahlara karşı bile büyüklük gösterirler. İnsanların yüzüne gülmezler; küçük bir şeyden onları mes’ul tutarak niçin böyle yaptın, diye itiraz ederler. Bu şekilde, belki emr-i mâruf yaparlar. Bazı evliya da küçük ve büyük herkesi selâmlarlar ve herkese karşı tevazu gösterirler. Onlarla anlaşırlar, kaynaşırlar ve hiç kimseye karşı itiraz etmezler. Halkın, bunların lütuf ve tevazularının bolluğundan dolayı, onlardan korkusu olmaz. Yani halk üzerinde bir heybet ve bir korku uyandırmazlar. Lütuf ve tevazularının çokluğundan her ikisi de Allah’ın velisi olurlar. Fakat, birinin halka karşı gösterdiği kibre, “Kibriya” derler, kibir demezler. Zira Allah’ın sıfatı, onun vasıtasiyle icra edilmektedir. Onda hiçbir beşerî sıfat kalmamıştır. “Ölmeden evvel ölünüz!” (H.) gereğince, ihtiyarî olan ölümden evvelki bu eceldir. Allah’ın büyüklük ve heybetinden, onun kâfir olan nefsi ölmüş ve yok olmuştur.
Beyit:
Ey dost, eğer ebedî bir hayat istiyorsan ölmeden evvel öl!
Çünkü İdris böyle ölümle bizden evvel cennetlik oldu.
Bu bir ev gibi olan vücudumuzun, kalıbımızın hâkim ve emiri, nefs-i kâfir idi. Kalıb ise onun bir âleti idi. Her ne yapmak isterse vücudu onda bir âlet olarak kullanırdı. Nefs-i kâfir, ölüp yok olunca bir ev gibi olan kalıbın emîr ve hâkimi Hak oldu. Bundan sonra vücudun hareketi, nefsin emri ile değil, Allah’ın mazharı ve âleti olur.
Bu hususta Hazret-i Peygamber: Müminin kalbi Hakkın kudretinin iki parmağı arasındadır, O kalbi istediği gibi çevirir (H.), buyurmuştur.
O halde velinin hareket etmesi ve dolaşması, Hakkın kımıldaması ve dönmesi ve dolaşması, demektir. Bu şuna benzetilebilir: meselâ, bir kimse bir başkasına deynekle vursa, bu vuruşu deynekten değil vurandan bilirler.
Allah buyuruyor ki:2I Eğer ben bir kulu seversem, onun vücut evini benden gayrı olan şeylerden boşaltırım ve bu evin efendisi ben olurum. Bundan sonra bu, her ne görürse ben olurum. Bundan sonra bu, her ne görürse benimle görür, her ne işitirse benimle işitir, her ne söylerse benimle söyler. Onun dili ben olurum. Yani onun dilinden söylenen her şeyi ben söylemiş olurum. Evvelce o aynı hayvanî kalıp, bir can ve nefs-i emmare ile yaşamıştı ve onun konuşmak, işitmek, gelmek, gitmekten ibaret olan hisleri, hayvanî olan o can vasıtasiyle işlemekte idi. O hayvanî ruh kalmayınca, bütün o âletleri benim vasıtamla işlediler.
Beyit:
Onlar kendilerinden fâni, dostları ile bakî olmuşlardı.
Bu ne garip şeydir ki hem varlar, hem yoklar!
Kendi nefislerinin tasarruflarında bulundukları zaman yok, Hakkın tasarrufunda oldukları zaman ise vardırlar. Tıpkı kimyadan altın olmuş bir bakır gibi. Bu vaziyette bulunan bakıra hem yok, hem de var derler. Yani bakırlık sıfatından yok olmuştur, bakırlığı altına dönmüştür. Bu yüzden Ulu Allah, Attığın zaman sen atmadın lâkin onu Allah attı (Sûre:8, Âyet: 17), buyurmuştur. Yani: “Ey Muhammed! attığın Oku atan sen değilsin. Allahdır. Bunun mânası yukarıda söylenmiş olduğu gibidir.
Vücudu Allahdan gayrı olan her şeyden temizlenmiş ve boşalmış olan her kuldan meydana gelen bütün şeyler, sevabın ta kendisidir. Hattâ zahiren küfür, günah, isyan bile olsalar. Zira bu artık bir âletten başka bir şey değildir. Ondan her ne meydana gelirse gelsin, onun bunda hiçbir dahli yoktur. Hepsi Allah’dandır. İşte bunun için onların haklarında ve amellerinde “Bu, iyidir; o, kötüdür, bu, zulümdür; o adalettir;” diye tasarruf edilemez. Bu tasarrufu, bu hüküm ve temyizi kulların işlerinde yaparlar. Çünkü onlar kendi nefislerinin âleti olmuşlardır.
Allah’ın işlerine itiraz edilmez. O, isterse yaşatır, isterse öldürür. Her ikisinde de âdildir. Çünkü Allah istediği şeyi yapar; istediği hükmü verir. (Sûre: 14, Ayet: 32)
Âlemde, insanlardan hâsıl olan şeyi iyi veya fena, adalet veya zulüm, diye tavsif etmeleri Hakkın rızasına uygun olup olmaması bakımındandır. İnsanlar bu işleri kendi ihtiyarları ile yaparlar. Varlık ve nefisleri meydandadır. Bu sebepten meydana gelen iş Allah’a ait olamaz.
Peygamberler ve evliya, Hakkın rızasının, zulüm ve şer ehlinden hâsıl olan hainlik ve eğri yola sapmak, serkeşlik etmek, gaflette bulunmak ve diğer kötü işlerle uğraşmakta olmayıp, daima hayır, adalet ve iyi şeylerle meşgul olmak ile, tâat, ibadet ve perhizkârlıkta olduğunu haber verirler. Şu halde , iyide ve kötüde tasarruf etmeleri, Hakkın rızasına uygun gelmesi içindir. Eğer maksat Hakkın rızası olmasaydı aslında iyi ve kötü olmaz ve kimse iyiliği, kötülüğe tercih etmezdi. Akıllılar ise Hakka eriştiren kötülüğü, binlerce iyiliğe tercih ederler. Çünkü Ne kadar masiyetler vardır ki uğurludur ve ne kadar tâatler vardır ki uğursuzdur (K). Bundan da malûm olur ki aslında iyi ve kötü, istenilen şey değildir. Hakkın rızası bu işler için bir ölçü olmuştur. Bunun farkı akıllılar arasında o ümit ile meydana çıkmıştır. Meselâ bir adam ıssız bir çöle gelmiş ve bulut da güneşi kaplamış olsa, kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmez ve kimseyi de bulamaz ki ondan sorsun. Her tarafı araştırır nihayet zannı galip gelerek bir tarafı kıble olarak seçer. Namaz kılar. Kıldıktan sonra kıblenin o taraf olmadığını öğrenirse, namazı tekrarlamaz. Kıldığı namaz doğrudur. Güneşin bulutla örtülü olmadığı, kıblenin bilindiği ve herkesin o tarafa doğru namaz kıldığı bir yerde, bir kimse başka tarafa dönüp namaz kılarsa, namazı kabul olmaz. Madem ki secdeyi kıbleye doğru yapmak lâzımdır, bütün bu ihtiyat ve tedbirlere ne lüzum var?
Eğer Kabe’nin içinde olursanız namazı ne tarafa kılarsanız kılın, doğru olur. Sağdan, soldan men’etmekten maksat, secdenin Kabe’ye doğru olması içindir. Fakat Kabe’nin içinde secde, her ne tarafa yapılırsa yapılsın doğru ve yerinde olur. Malum olan Kabe’nin dışında bulunan bir kimseye, secde için Kabe, belirli bir işarettir.
Peygamberler, insanlar. Allah’ın rızasına uygun bir işi yapabilsinler diye, iyi ve kötüyü, adalet ve zulmü bir ölçü kabul ettiler.
Allah adamı kendisinden tamamen boşalıp, Cüneyd’in: “Cübbemin içinde Allah’dan gayrı bir şey yoktur.” dediği gibi Allah ile dolarsa, yaptığı her şey doğru ve Kabe’de namaz kılarken olduğu gibi olur. Buna iyi veya kötü, yani yanlış veya doğru sığmaz. Allah yaptığı için iyi, kötü, zulüm ve adalet bir olur.
Beyit:
Allah adamı yani Allah ile kendinden geçmiş olan, her ne yaparsa revadır.
Allah için yapılan işlerde hata yoktur. O halde, o ne yaparsa doğrudur.
Ulu Allah isterse yaşatır, isterse öldürür. Âdilleri öldürüyor, zâlimleri ihtiyarlayıncaya kadar yaşatıyor.
Kâfirlerin memleketlerinde rahatlık ve emniyet peyda ediyor; Müslüman memleketlerinde huzursuzluk, tehlike ve kıtlık çıkarıyor. Kâfirleri müslümanlara galip ediyor; müslümanları, tâat ehlini ve salihleri de onlara esir ediyor. Haramiler ve hırsızları denizden gemi ile selâmeten geçiriyor, muttakileri ve Allah’a tapanları batırıyor. Zenginler, padişahlar, sahip oldukları malın ve servetin çokluğundan dolayı, bütün insanları kendi iyalleri yapmış besliyorlar. Allah’dan binlerce niyaz ile bir erkek çocuk istiyorlar ve bunun için bir çok kadın alıyorlar, gene de istedikleri olmuyor. Halbuki hayattan bezmiş ve kendisini beslemekten âciz olan bir fakire, kız veya oğlan bir yerine on beş çocuk veriyor. Eğer Allah’ın yaptığı bu işleri insanlar yapmış olsalardı, onu yakalar ve parça parça ederlerdi. Nitekim Peygamberleri haksız yere öldürdüler; (Sûre: 3, Âyet: 108.)
Bunun gibi, bütün işler Allah’dan olur. Her kim bunları ayırır ve bunlara itiraz ederse kâfir olur. Kabe’de namazı sağa, sola, öne arkaya doğru kılmak nasıl bir ise ve fark yoksa Allah’ın âleti olmuş olan Allah adamlarının kibri, tevazuu, hasislik ve cömertliği, adalet ve zulmü, uyku ve uyanıklığı hep aynıdır ve aynı hükmü taşır. Allah’ın işlerine itiraz etmek doğru olmaz. Müridin de şeyhi hakkında böyle hareket etmesi lâzımdır. Mürit, riyazet etmek, yemek yemek, uyumak, uyanmak gibi inkârı gerektiren her sıfatı şeyhde gördüğü zaman bütün bu çocukça ve alâlede işleri kerametler ve mucizeler derecesinde bilirse, şeyhin kerametlerinden faydalanır, yükselir ve ilerler. Hattâ en kıymetsiz bir işten bile müteessir olması, yani bu kötü olan işin bile, en küçük bir ayrılık olmaksızın onda aynı tesiri uyandırması lâzımdır. Böyle olmazsa ona hakikî mürid denemez. Çünkü hakikî mürit, şekeri bilmiş, tadını tatmış olanlardır. Eğer şekerin tatlılığını muhtelif suretler ve rengârenk şekillerle ortaya koysalar, şekeri bilen ve tanıyan kimse, bunlar arasında bir fark görmez ve yediği zaman hepsinden aynı tadı alır. Eğer; “Şu şeker, bundan daha tatlıydı” derse şekeri, hâlâ olduğu gibi bilmediğinden onda, hamlık damarı mevcut demektir.
Allah adamı değişip, bakır gibi olan ruhu altına dönünce ve acı zehiri şeker gibi tatlılaşınca o, tamamen taât ve müşahede olur. Yaptığı her şey müritlere örnek ve rehber olur. Müritler bu işlerden Allah’ın eserlerinin ‘tadını alırlar ve nurlanırlar.
Geç ey mümin! Senin nurun benim şehvet ateşimi söndürdü (H). Bunun şerhi uzundur.
Mesel:
Akıllı olana bir işaret kâfidir.
Eğer evde biri varsa bir söz yetişir.
Fakat iyi bil ki böyle bir şeyh ve mürit az bulunur. İyice dikkat edersen böyle bir mürit, şeyhin kendisidir. Bunlar ayrı iki şey değillerdir. Hakikatte bir tek kişidir. Bu hal şuna benzetilebilir: İnsanın doğurduğu çocuk insandan başka bir şey değildir. Kuş olmadığı gibi, merkeb yavrusu da olmaz. Anasının sütünü emer, büyür ve anasının, babasının bulunduğu mertebeye erişir. Allah adamı için de bu böyledir. Allah adamının ruhu, bu âlemde cismanî kalıba ve şehvanî tabiata zayıf, garip ve bir çocuk gibi düşmüş olduğundan, tâat ve ibadet vasıtasiyle Allah’ın merhamet sütünü içer, büyür ve böylece beslenmiş olur. “O onları sever. Onlar da O’nu severler” (Sûre: 5, Ayet: 59) buyrulduğu gibi, kemal bulduğu zaman, Allah’dan başka kendisinde ne varsa hepsini yakar ve bu şekilde onda yabancılık damarından tek bir damar ve yabancılık adına hiçbir şey kalmaz. O zaman Ondan: “Ben Hakkım ve kendimi teşbih ederim, şânım ne kadar büyük oldu. Cübbemin içinde Allah’dan başka bir şey yoktur.” sesi yükselir.
Beyit:
Tevhid âleminde, talip ile matlûbun sıfatlarını ayrı ayrı gören, ne talip, ne de matlûptur.
FASIL: 10
Bir hafız, Allah göklerin ve yerin nurudur (Sûre:24, Âyet: 35), âyetini okudu.
Ulu Allah buyuruyor ki: Ben göğün ve yerin nuruyum. Gördüğünüz ışığı, karanlığı, hayatı, tadı ve varlığı hep benden biliniz. Hakikatte bütün bu güzellikler, benim. Sizde benim cemâlimi ve güzelliğimi vasıtasız ve temas etmeksizin görebilecek o saf göz yoktur. Kendi güzelliğimi şekiller ve perdeler vasıtası ile size gösteriyorum. Çünkü sizin keyfiyetsiz olan mânanız keyfî olan suretle karışmıştır. Karışık olan safı göremez. Benim güzelliğim de sizin görmenize uymak için karıştı. Alemin bütün varlığı, bir vücut gibidir. O vücudun başı, gök ve ayağıyerdir.
Onun gözden, kulaktan, dilde ibadet yıldız gibi olan hasselerinin diri, parlak, görücü, işitici ve söyleyici olması ruh-i küllidendir. Bunlar tıpkı bir insan vücudu gibi canlı biridir. Hattâ taze ve canlı görme, gözün, yüzün parıltısı ve bütün uzuvlar ve duygular hep candandır. Canı, yani, bu ruh-i külliyi bunlar vasıtası ile müşahede ediyorlar. Can, bedenden ayrılırsa bu güzellik ve parlaklık kalmaz. Bundan da belli oluyor ki onların hepsi, kalıptan, vücuttan yüz gösteren ruhun güzelliği idi. Bunun gibi, bu âlemin hey’et-i mevcudiyeti dahi göğün yıldızlar ve aydan aydınlanması yerin insanlardan, hayvanlardan, kuşlar, cemadât, ağaçlar ve meyvelerden süslenmiş olması gibi hep uzvundaki varlık nuru candandır. Eğer can dile gelip: “Ben canım, vücudun nuruyum ve onun başı ve ayağıyım” dese, bunun mânası: ben canım ve onun tazeliği, canlılığı bendendir, demektir. Can, eğer bu kalıptan ayrılırsa kalıp, hasta ve harap olur. Bir gök gibi olan başın yıldızları, göz, kulak, ağız ve burundan ibaret olan hasseleridir. Bunların hepsi de işe yaramaz bir hale gelirler. Dökülürler ve yok olurlar. Bunun gibi kol, bilek, kalça, diz, el ve ayak, damar, sinir, mafsallar ve vücudun bağlarından ibaret olan geri kalan bütün uzuvlar da birbirinden ayrılır ve dökülürler. Zerre zerre olurlar. İşte bu âlemin, varlığın kıyameti de böyle kopar. Allah nurunu, bu âlemden keserse âlem cansız kalır. Ağaçların meyveleri, her yıl olgunlaşınca yere düşüp yok oldukları halde, ağaçlar daha uzun müddet nasıl yaşarlarsa, âlemin meyvesi ve bir parçası olan insanlar da yetmiş, seksen sene yaşadıktan sonra ölürler; buna göre bütün olan âlemin ömrü daha uzundur. Alemin eceli gelince, ki bu kıyamet günüdür, âlemin başı olan gök parça parça olur ve dökülür,22 gökler yarılır ve parlak, ışıklı güneş, kararır, yıldızlar dökülür, dağlar yerlerinden oynar, yırtıcı hayvanlar birbirine girer, denizler ateş kesilir. Ve yine âleme ölümsüz diyen ve onun son bulmasını inkâr eden kimselerin basiretsizliğine karşı Allah şöyle buyuruyor: Gökler yarılır, yıldızlar aşağı dökülür, denizler birleşir, mezarlar yerlerinden oynar ve alt üst olurlar. (Sûre: 82, Ayet: I -2.)
Dağlar pamuk gibi atılır. (Sûre: 101, Âyet: 4)
Bunların hepsi, âlemin varlığının ölümü hakkında söylenmiştir. Onun cüz’i bir şahsı olan insan öldükten sonra toprağın altında gök gibi olan kafası parça parça, yer mesabesinde olan ayakları ise darmadağınık bir hale gelir ve mahvolur.
İşte bu âlem de bir ağaca benzer ki o acağın ölümü, onun bütün parçalarının ve meyvelerinin ölümüdür. Yani onun eceli geldiği zaman ne gök kalır, ne de yer. Ne güney kalır, ne de ay, ne deniz kalır, ne de dağlar. Hepsi birbirinden çözülüp dağılır ve ayrılır.Bu tıpkı ölümden sonra insan vücudunda meydana gelen değişikliğe benzer. Öldükten sonra göz bir tarafa, kulak bir tarafa, burun ve ağız bir tarafa gider. Kemik, damar ve sinirler gibi geride kalan diğer âza da birbirinden ayrılır ve toprak olurlar . O topraktan bazan testi, bazan kâse, bazan çömlek, bazan da tuğla yaparlar. Onlara: “Ey parçalar birbirinizden ayrılıyorsunuz! Biz bir ve toplu değil miydiniz?” denilse: “Katiyyen! böyle değildik, biz aslen dağınık ve birbirimizden ayrı idik; bizi ruh bir araya getirmişti ve ruh vasıtası ile bir olmuştuk; ruhsuz kalınca tekrar ilk önce olduğumuz gibi dağıldık ve birbirimizden ayrıldık” derler. Hakikaten yer, gök ve dağlardan ibaret olan âlemin parçaları bir parça halinde görünürler; halbuki bunlarda aslında küçük zerrecikler gibi dağınık idiler. Allah’ın emri onları bir kılmıştır. Onlar canları olan o nurdan mahrum kaldıkları zaman hepsi, ölmüş bir insan vücudu gibi, dağılır ve ufacık zerreler haline gelirler. Mevcut bütün varlıklar gözle görünürler, hissedilebilirler, yaratılmışlardır. Fakat, sonunda hepsi yok olurlar. Allahdan başka her şey yok olur (Sûre: 28, Âyet: 88), Allah göklerin ve yerin nurudur. Sûre: 24, Âyet:35.) Bunun mânası yukarda söylenmişti.
Onun nuru Mişkât gibidir (Sûre: 24, âyet: 35.) Mişkât, manastırda bulunan küçük bir penceredir içine kandil asarlar.
Çerağ, billur içindedir Billur parıl parıl yanan bir yıldız gibidir. (Sûre: 24, Âyet: 35) O kandilde parıldayan, yanan yıldızlar gibi nur saçar. Kandil Allah’ın velisidir. Onun gönlü, saf bir zeytin yağı gibidir. Bu yağ Allah’ın nurunun bir otudur. Mum şule verirken eridiği ve nurunun gıdası olduğu gibi, o gönül de Allah yolunda yok olmuştur. Yağ ve nur arasında bir cinsiyet ve gizli bir birlik vardır. Çünkü, her ne kadar şekil ve aslî maddesi bakımından aynı cinsten olduklarını göstermezlerse de, hakikatte ona uygundurlar. Bir insan için de bu böyledir. Ekmek, su ve diğer bütün türlü türlü yiyecekler, şekil ve görünüş bakımından değil, teşekkülât bakımından onunla bir cinstendir. Yeşillikler, çiçek bahçeleri, akar sular, kuş sesleri ve çalgıcıların nağmeleri de insanla aynı cinstendir. Çünkü, insan bütün bu şeylerden istifade ettiği nisbette kuvvetlenir ve büyür; onunla aynı cinsten olur. Faydasız şeyler, insanı büyütmez. O halde ona zıt olur. Her ne kadar şeklen ona benzer ve onunla aynı cinsten görünürse de, ondan kuvvet almadığı ve bulmadığı için onun ile aynı cinsten olmayıp tersine, onun zıddı olur. Suya yardım, sudandır. Ateşe ise ateşten. Ateşi artıran her şey anca onun cinsinden olur. Yani, ateşi ancak onun cinsinden olan bir şey artırır. Meselâ odun, her ne kadar şekil itibariyle onun cinsinden olmasa ve bu cinse aykırı görünse de, onu artırdığı ve kuvvetlendirdiği için onunla aynı cinsten olduğunu bilmek lâzımdır. Sadaka ve ihsan insanlar için rahmettir. Işık ve tâat de kâfirleri öldürmekte aynı cinstendir. Zalimleri men ve nehy etmek her ne kadar aykırı ve aynı cinsten değilse de, bu her iki iş de sevaba ve rahmete lâyıktır.
Işığın artmasıyla insanın yüzü daha aydınlık bir hal alır; işte bu bakımdan her ikisi de aynı cinstendir. Yani ışık, insanı beyaz gösterir. Birçok şeyler vardır ki zahiren ve gerçekten şekil ve asıl bakımından bir görünürler, fakat hakikatte birbirlerine aykırıdırlar. Çünkü birbirlerine faydaları dokunmaz ve birbirlerinin sohbetinden feyiz almazlar. O halde yukarıdan beri anlatıldığı gibi bir şeyin aslına uygun gelen, onu artıran ve kuvvetlendiren her şey, onunla aynı cinsten olur. Bunun için müminin kalbi yerinde olan zeytin yağı da onunla aynı cins ve o nurun bir hüzmesidir.
Allah insanları karanlıktan yarattı yani cism-i hayvaniyi bu karanlık âleminden var etti ve kadîm olan kendi nurundan, bu yaratılmış olan şeyler üzerine saçtı. O nur, bu karanlığın içinde hapsolunmuş ve karışmıştır. İşte bu karışma yüzünden onun adı, zeytin yağı olmuştur. Fakat nur, aynı nurdur.23 Onun zeytinyağı gibi olan gönlü parlar, vuslat ışığına temas etmeden ve aslına tamamen vasıl olmadan onu gören, tamamiyle asıl nuruna vasıl olmuş zannederler. Öyle ki enbiyanın ekserisi, vâsıl olmadan evvel böyledir, yani o zamanda “biz vasıl olduk” derler. Çünkü onların gönüllerinin yağı o, nurdandır; belki o nurun aynıdır. İbrahim (Selâm onun üzerine olsun) da göğe baktığı zaman kendi kalbini gördü. Kendi gönlünün zeytinini, parlak bir yıldız olarak temaşa etti ve gördüğü nura “İşte benim Allahm budur.” Dedi. Fakat parlayan ayı görünce o zaman da yine “Benim Allahm budur” dedi. Güneşi göğün dördüncü tabakasında görünce: “Benim Allahm budur ve bu hepsinden büyüktür. (Sûre: 6, Âyet: 78.) Yani gördüğüm bu parlaklık diğerlerininkinden daha fazladır” dedi. Bütün o parlaklıklar kandilin içindeki zeytinyağından görünüyordu, sonunda kendi aslî nuruna erişti ve parça bütününe erişti. Ben varlığımı, gökleri ve yerleri yaradana doğru çevirdim. (Sûre: 6, Âyet:79).
Allah göklerin ve yerin nurudur. (Sûre: 24, Ayet:35.) Allah’ın bu sözünün hulâsası şudur: Ben ki Allah’ım yerin ve göğün nuruyum ve bütün varlıkların canıyım, müminin gönlünden parlar ve her şeyi aydınlatırım. Meselâ, büyük bir sarayda bir kandil veya bir lâmba bulunsa, bu lâmbayı sarayın içinde bir köşede bulunan pencerenin içine yahut bir lâmbalığa koymuş olsalar, bu lâmbanın bir dil gibi olan şulesinin parlak ışığı evin içini tamamiyle aydınlatır. O lâmbadan çıkan ışığın o küçük lâmbanın şulesinden olduğu açıktır. Zahiren veya şeklen ev büyük bile olsa, mânaca büyük olan ev değil, lâmbadır. Bunun gibi Allah’ın nuru, Allah’ın velî olan kulunun gönlünden parlar. Yeri ve gökleri aydınlatır; onları diri, parlak ve ışıkla dolu bir halde tutar. Allah, velinin gönlünde bulunması hususunda şöyle buyuruyor: “Ben ki Allah’ım, göklere ve yerlere sığmadım, ancak mümin kulumun gönlüne sığdım” (H.). Bunun gibi lâmbanın ışığı da der ki: “Beni suda aramayınız, çünkü oraya sığmadım; hem su kabil-i vasi değildir. Yani onda sizi bana ulaştırma kabiliyeti ve kuvveti mevcut değildir. Beni granit gibi sert taşlarla dolu yerlerde, bir dağda aramayınız; zira dağ ve taş beni kabul etmezler. Beni içinde zeytinyağı bulunan o küçük lâmbada arayınız. Zira benim arşımın tahtı odur. Yani ben yalnız müminin kalbindeki güzel, temiz zeytinyağı (Müminin kalbindeki iman) ile imtizaç ederim. “Allah insanı zayıf olarak yarattı.” (Sûre:4, Âyet: 32.) gereğince bu lâmba yani müminin vücudu, küçük ve zayıftır. Fakat o lâmba, zeytinyağı olmadan yer ve gök benim nurum ile nasıl dolardı? O halde bütün bu nimetleri, o lâmbadan biliniz. İşte bu lâmba velîdir.
Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım. (H.K.) Allah buyuruyor ki: “Ey Muhammedi Yeri ve göğü senin yüzünden yarattım, sen olmasaydın yaratmazdım. Ben daima seninle beraberim. Sen de benimlesin. Benim âta ve bahşişim sana vâsıl olur; benim kârım seninledir. Nazarım daima senin üzerinedir.” Senin için de böyledir. Çünkü Onlar onu severler, o da onları sever. (Sûre: 5, Ayet: 59) Fakat, benim nazarım senin suretine değil, kalbinedir.
(24), Ben ki Allah’ım; nazarım suretine değil, kalbine ve niyetinedir. Bu kalbden göklere ve yerlere hayat ve ışık vâsıl olur. Gene bu gönülle, âlemin vücudu zinde ve kaimdir. O yerde ve gökte Allah’ın halifesidir. (Sûre: 2, Âyet: 28.) Yer ve gök o veli-i vahdet ile diridir.
Meleklere: “Âdem’e secde ediniz” emri gelince bütün melekler secde ettikten sonra, yer ve gök âlemin varlığının bütün cüzleri, zerreleri, şeytan, peri ve balıktan aya kadar olan diğer bütün yaratıklar niçin secde etmesinler? Bunların hepsi derece itibariyle meleklerden daha aşağıdır. Padişah ve emîrleri secde ettikten sonra köleler ve sipahiler niçin secde etmesinler? Bunların başlarını yere koymaları, secde sayılmaz. Bu, secdenin şerhi ve tercümesidir. Yani, ben senin tahtındayım ve senden aşağıyım ve sen benim fevkimdesin. Ben senin mutiinim, sen ise benim mürebbim ve yardımcımsın, demektir. Bu, tıpkı koruğun, üzümlüğe ibadet etmesi gibidir. Koruğun yüzü üzüme doğrudur ve gayesi üzüm olmaktır. Sonu odur. O halde secde eden koruk, kendisine secde edilen üzümdür.
Cansız cisimler bitkiye secde eder ve onu ister. Bitkiler, hayvana, hayvan insana, insan ise meleğe secde eder. Melek (Melik’e) Allahya secde eder ve melîk insanın hulâsasıdır.
İnsanın iki hali vardır. Hamlık ve mahcupluk halinde meleğe secde eder. Olgunluk ve vâsıl olma halinde -Allahya vâsıl olunca- melek ona secde eder. İnsan kendisine secde edilendir. Melek, felek ve bütün varlıklar ona secde eder. Onun methini söyler ve onu teşbih ederler. Esasen Onun şanını tenzih etmeyen hiçbir şey yoktur. (Sûre: 17, Âyet: 16.)
Allah insanın gönlünün kandilinden iki âlemde parlar ve her iki âlem o Âdemden halk olundu ki o, aydınlık ve münevverlik demidir. Yer ve gökyüzünde Allah’ın halifesidir. (Sûre: 2, Ayet: 28.) Arzdan maksat, bu âlem evidir. Bu ev Allah’dan utanan, korkan ve mütevazı insanların meskenidir. Semâdan maksat, o ebedî âlemin sarayıdır. Orası melekler, temiz insanlar, Allah’a yakın olanlar ve ruhların meskenidir. Binaenaleyh Allah’ın velisi, kendi zamanında her iki âlemin de padişahı ve efendisidir. Onun nurunda bütün âlem aydınlık ve ışıklıdır. Ondan gıda alır, onunla doğru yolu bulur. Mukallit ve mürşit de insanların anladıkları şey, bu ateşin nurlarıdır. Ateş ehlinin parlaklığıdır. Zira dünya, ehli cehennemin odunudur ve dünya cehennem suretindedir.
Beyit:
Eğer cehenneme meyledersen şaşılmaz. Çünkü cüzlerin hareketi, daima kendi küllerine doğrudur.
Şehvet ateşi, kendilerine galip gelen ve nefislerini, tabiatlarını istilâ eden hayvan gibi insanlar cehennemin cüzleridir.
Bu türlü hayvan gibi olan insanları şehvet ateşi ve nefis galip gelmiştir. Bunun için onlar cehennem parçalarına dahildirler. O halde nasıl olur da bunlar şehvet ateşinin cüzlerinden mürekkep olan bu dünyaya meyletmezler?
Fer’in aslına dönmesi tabiidir. Çünkü: İyi şeyler, iyi kimseler için; kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre: 24, Âyet: 26). Bu sûdi nur, ateş ehli indinde gerçek nur gibi görünür. Karada yaşayan kuşlar için toprak hayattır; fakat balıklar ve sukuşları için bu aynı toprak ölümdür ve büyük bir işkencedir. Hayat veren o nurun görmiyenler, hayatı yok eden bu ateşe – nâra- nur derler. Bu nurların aslı, güneşin suretidir. Güneş de ateşin maden ocağı ve çeşmesidir. Ay ve yıldızlar güneşten faydalanırlar. Yeryüzünde bulunan her ateş, her alev ve ışık güneşin bir cüz’ü ve bir asâsıdır. Bu yönden nurlar ateşe mensupturlar, nur değildirler. Onların sadece, adları nurdur. Halbuki mânevi bir nur yakmaz; belki hayat, can verir. Lâmbanın ışığını ve ateşin parıltısını yeşil bir yaprağa değdirirsen yaprağı derhal kurutur ve karartır. Bunun gibi insanın vücuduna ve kalbine de dokundurursan bunları da yakar ve yaralar. Şu halde bunun, isminin “nur” , aslında “nar” ateş olduğu malûm olur.
Mânevi nur eriştiği yere hayat, canlılık, sağlık ve rahatlık bağışlar. Neşe, huzur, ferahlık, marifet bilgisi, görüş, vecd, aşk ve şevk, vuslat, emel, gaye bunların hepsi yıkıcı değil, yapıcı nurlardır. O halde o nur, mânanın parlaklığıdır. Asıl olan, bu nurların aslının aslıdır. Demiştik ki her vücutta bulunan böyle yüz binlerce nurun hepsi o nurun aksinden meydana gelmişlerdir ve o Allah’ın nurudur. Parlıyan bir yıldız gibi, o mishabın dili, velinin bir kandil gibi olan cisminden, yeri, göğü, arşı, kürsiyi nurla doldurmuş ve aydınlatmıştır. Çünkü Allah, göklerin ve yerin nurudur. (Sûre: 24, Ayet: 35).
Bu mesel değil, misâldir. Akıl, bilgi ve zekâ ile bunu halletmek imkânsızdır. Bu havada sıdk ve aşk kanadiyle uçmak lâzımdır. Tadmıyan bu hali bilmez. Yazıyı öğrenmeden okunamayacağı gibi.
Beyit:
Bir şeyi aramadan bulamazsın. Fakat dost,
bu kaideden müstesnadır. Onu bulamayınca arayamazsın.
Söylediğimiz bu kelimelerden her birinin hudutsuz bir şerhi ve hadsiz tafsilâtı vardır. Onu söylemek ve yazmak için ömürler lâzımdır. Lâkin sözlerin sırları, bu hale vâkıf olan kimseler için söylenmiştir. O kimselere bin taneden bir tane söylense, ondan hepsini anlarlar. Meselâ, bir cemâat ortasında birçok kaziyeler vakî olsa birkaç kişi buna vâkıf olsalar, bütün cemaatin bu kaziyeleri bilmesi, anlaması gerekmez. Esasen onlara uzun uzadıya anlatmaya da lüzum kalmaz; özet olarak anlatmak kâfi gelir; bazen “falan kıssa” derler. Kıssanın geri kalan kısmını mufassalan anlatılmaya lüzum kalmadan, bu toplulukça anlaşılır. Allah doğrusunu bilir.
(I7) Onlar Allah’ı, ayakta dururken, otururken veya yatmakta iken zikreder, göklerin ve yerlerin yaratılmasından Allah’ın kudretini istidlal ve tefekkür eylerler. Ey Rabbimiz! Bunları batıl yaratmadın, seni- tenzih ve takdis ederiz, derler. (Sûre: 3, Ayet: 188.)
(18) Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bunun için de halkı yarattım. (H.K.)
(19) Yüzünü ne tarafa çevirirsen Allah oradadır. (Kur’an, Sûre:2, Âyet: 109.)
(20) Ey Muhammedi Allah’ın fethi ve yardımı sana müyesser olduğu ve insanların bölük bölük İslâm dinine girdiğini gördüğün zaman Rabbına hamdet! (Kur’an, Sûre:l 10, Ayet: 1-3)
(21) Eğer ben bir kutu seversem, onun kulağı, gözü, dili, eli ben olurum; o benimle görür, benimle işitir ve benimle konuşur (H.K.).
(22) Göklerin yarıldığı, güneşin karardığı, yıldızların döküldüğü, dağların yürüdüğü, yırtıcı |ıayvanların toplandığı, denizlerin suyunun ısındığı, (Sûre:84, 81 – Âyet: 1-6.)
(23) Şarklıda, garplıda olmayan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Ateş dokunmasa da onun yağı hemen hemen ışık verecek gibidir. (Sûre: 24, Âyet: 35)
(24)Allah sizin suretlerinize ve amellerinize bakmaz. Belki kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H.)