Fasıl: 41-45
FASIL: 41
Peygamberimiz: “Şeref ve mal sevgisinin bir müslümanın dininde yaptığı zararı, iki yırtıcı kurt bir koyun sürüsüne yapamaz” (H.) buyurmuştur.
Dervişin dünyayı terketmesi ve Tanrı’dan başka her şeyden yüz çevirmesi gerekir. Eğer dervişliğe mal, mülk, şan, şeref ve mansıp gibi şeyler için meylederse, böyle bir kimseye derviş denilemez. O, dünya ehlinden olur ve bu gibilerin diğerlerinden farkı da şudur: Birçokları dünyayı emirlikle elde etmek isterler; o, da fakirlikle elde etmek ister. Dervişlik, yalnız görünüşte fakir olmakla olmaz. İnsan ekmeğin yüzüne bakmakla doymaz. Asıl olan, mânadır. Eğer dervişin kalbinde dünya sevgisi varsa o, görünüşte fakir, mânaca dünyaya talip bir emîr, suretten İdris, manen İblis’tir.
Şiir:
Bu yolda ne kadar Âdem yüzlü İblisler vardır.
Sakın! her Adem’e benzeyeni Adem zannetme!
Peygamber (Tanrının selâm ve salâtı O’nun üzerine olsun): “Dünya sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır” (H.) demiştir.
Evet! dünya sevgisi, bütün günahların ve hataların aslıdır; çünkü bütün şehvetler, arzular ve vesveseler vasıtasiyle yapılan günahlar hep bundan çıkar. Meselâ, şaraba “ümmül habais” denilmiştir. Çünkü kargaşalıklar, zina, haram yemek, kavga etmek, israf, saçma sapan konuşmak, küfretmek, kan dökmek gibi bütün kötülüklerin sebebi odur.
İnsanda, dünya, mal ve mansıb sevgisi gizlidir; fakat insan ne kadar baksa, onu göremez. Bu sevgi kalbinden silinmiş, hiçbir eser kalmamış gibi görünür. Halbuki o, tıpkı ayranın içindeki yağ gibi gizlidir. Bunun için sadık ve Tanrı’yı isteyen kullar, ibâdette gösterdikleri bu kadar ihlâslariyle beraber, Tanrı’ya karşı, kendilerine görünen durumdan başka bir durumda görünmek korkusundan, mücahede ve riyazette kusur etmezler. Olanca güçlerini buna sarfederler.
Şiir:
Sen candan ve yürekten ne kadar riyazet etsen, yine emin olma!
çünkü nefs-i emmâre’ daima gizlide, pusudadır.
Tanrı, Kur’anı Kerim’inde münafıklardan bahsettiği sırada: O insanlar ki îman etmişlerdi, kalblerindeki nifakı göremeyip kendilerini sadık bir Mümin zannettiler. Fakat Muhammed (selâm O’nun üzerine olsun), Tanrı’nın hidâyet nuru ile o nifakı onlarda gördü. Çünkü Mümin, Tanrının nuru ile bakar (H.). Tanrının nurundan gizli bir şey kalmaz. Yalnız hayır ve şer denilen sıfatlar gizlidir. İnsan, hiçbir zaman o sıfatları kendinde göremez. Eğer bir kimse: Sende şu var, bu var, dese insan incinir ve o kimseyi yalanlar. Kendi kendine: Ben kendimde bu vasıflan göremiyorum, hattâ bu sıfatlardan tamamiyle uzağım. Halbuki şeytan, bu kadar yıl kendini ibadet eden, adaletli ve meleklerin hocası olarak bildi; fakat bu küfür onda gizli idi ve bunu, bu kötü sırrı Adem’in varlığı meydana çıkardı ve o kâfirlerdendi. (Sûre: 2, Âyet: 32.)
Tanrı’nın bunlar namaza kalktıkça esneye esneye kalkarlar (Sûre: 4, Âyet: 141) âyetinde işaret ettiği gibi, namaza kalktıkları zaman tembellik göstermek, Tanrı’nın ibâdette emirlerini yerine getirmekte gevşek davranmak, münafıkların alâmeti ve delilidir ve bu, kalp ve halisi ayırmak için bir mihenktir. Bir kimse: “Ben övülmekten hiç müteessir olmam, övülmemin üzerimde hiçbir tesiri olmaz” dediği zaman, büyüklerden biri ona şu cevabı verirdi: “Yalan söylüyorsun, bunların senin üzerinde tesiri olur. Çünkü övülmek, tatlıdır; bununla beraber eseri görülmez. Nasıl tatlı bir şey yenilince insanda bir değişiklik hâsıl olursa, övülünce de bunun tesiri insanda hâsıl olduğu halde, dışardan görülemez. Bunun aksine, acı bir şey yenilir veya acı bir ilaç içilirse bunların tesirleri açık olarak görülebilir. O halde övülen kimse, eğer akıllı, uyanık ve bilgin bir insansa tatlı bir şey yediği zaman da kendisinde bir değişiklik, memnuniyet verici bir hal meydana geldiğini kabul eder. Ancak bunun eseri acınınki gibi açık değildir. Halk tarafından övülecek yerde küfre ve hicve maruz kaldığın zaman kızmaz ve canı sıkılmazsa, övülmekten de müteessir olmuyorsun demektir. Çünkü eşya, zıddiyle anlaşılır. Zahiri süslemenin, hiçbir değeri yoktur. Tanrı erleri, Tanrı’nın sıfatı ve ahlâkiyle vasıflanmışlardır. Peygamber’in: Tanrının huylariyle huylanınız” (H.) dediği gibi, olanlar Tanrı’nın sıfatlariyle sıfatlanmışlardır. Kalb casuslardır ve yine Peygamber’in “Tanrı sizin amellerinize, suretlerinize bakmaz, niyetlerinize ve kalblerinize bakar” (H.) dediği gibi bunlar, o kötü sırrı, bu kötü adamın dilinde ve suretinde görürler. Halbuki o, kendisinde göremez. Köpekten daha kötü görünüşlü bir hayvan az bulunduğu halde, mertlerin himmetine sahip ve Hakkı talepte olanlarla beraber bulunduğu için, Tanrı Kur’anında onu dördüncüleri köpekleridir (Sûre: 18, Ayet: 21) Âyetiyle övmüştür.
Hulâsa, Şunu bil ki surete hiç itibar yoktur. Daima mânaya bakılır. İnsanda ne varsa, onu, onunla bilir ve onunla çağırırlar. Kötülük, iyilik, doğruluk, küfür, eğrilik, iman bunların hepsi insanda gizlidir. İnsan bunların eserleriyle bilinir. Peygamber: insanlar gümüş ve altın madenleri gibidirler (H.) buyurur. İnsanlık cevheri, onun topraktan olan kalıbının içinde mevcuttur. Sen bir madene baktığın zaman, topraktan başka bir şey göremezsin. Fakat anlıyanlar baktıkları zaman, o toprakta ne kadar gümüş bulunduğunu, az veya çok olduğunu bilirler. Mücahede kupasına korlar. Şevk ateşiyle eritirler; bu suretle o cevheri topraktan ayırırlar. Safı, tortusu birbirinden ayrılır ve böylece cevher meydana çıkar. Kendi kendini bilir. Kendini bilen, Tanrısını bilmiş demektir.
Rubaî:
Biz, bir müddet taklit ile kendimizi bildik
ve görmeden adımızı işittik. Kendimizde idik.
O yüzden kendimizi bilemedik.
Ne zaman ki kendimizden çıktık, o zaman kendimizi gördük.
İnsan, iki kere doğmadıkça, hakikî bekaya erişemez. Bu, bir kere anadan doğmak, bir de kendinden çıkmaktır. Eğer böyle olmazsa, o kimse tehlikededir, emin değildir. Tanrı’ya karşı ibâdet ve tâatte kusur etmemelidir. Tanrı adamı, saf ve doğru olur. Hilekâr, kurnaz ve yalancı olan bir kimse, evliya zümresinden olamaz. Çünkü Peygamber: Cennet ehlinin çoğu abdaldır (H.) buyurmuştur. Bununla şunu demek istemiştir: Bunlar dünya işlerine karşı abdal ve bilgisizdir; bu bilgisizlik ve abdallık ise en büyük zekâ ve akıllılıktır. Çünkü bunlar akıl ve düşüncelerini, en iyi yerlere sarfedip, başka değersiz şeylere sarfetmemişlerdir. Ve yine Tanrı’yı bilenin dili körleşir, Tanrı ‘yi bilenin dili uzar, buyrulmuştur. Bundan maksat, dünya durumlarından hareketsiz olur ve ahıret durumlarını anlatmak için dili uzar, kaygan, fâal bir hale gelir, demektir. Çünkü bir kimse, eğer bir şeyi severse, onun zikrini çoğaltır. Mademki dünyayı istemiyor ve ona tekme de atmıştır, niçin daima onun sözünü ediyor ve onunla meşgul oluyor? Ahıret ehli, bu dünyanın ahvalinden habersiz ve abdaldırlar. Bunun aksine, o âlemin ahvali hususunda son derece akıllı ve kurnazdırlar. Ona ait olan bütün incelikleri görür ve bilirler. Meselâ bir çocuk eteğini kiremit parçalarıyle doldursa, onun elinden bunları almak için yine kendisi gibi saf bir çocuk çalışır. Onları ele geçirmek için türlü türlü hileler kurar; nihayet kendi eteğine doldurmağı başarır. Aklı başında bir insan, böyle bir şeye teşebbüs etmez. Çünkü bu taş parçaları onun hiçbir işine yaramıyacaktır; o halde bununla neden meşgul olsun? Bu akıllı adamın hareketi aptallık, ahmaklık değil, tersine tamamen aynı ilim ve zekâdır.
Bir kimse hakkında: “Çok namaz kılıyor, ibâdetten başını kaldırmıyor; fakat bütün mümin kardeşleri hakkında kötü düşünüyor, kötü söylüyor” demişlerdi. Mevlânâ (Tanrı O’nun aziz olan ruhunu takdis etsin): “Namaz, kalbini böyle kötü şeylerden temizlik içindir. Zira, namaz insanı hayasızlıktan ve kötülükten korur (Sûre: 29, Ayet: 44) buyurmuştur. Eğer o kimseyi kötülüklerinden ve yapılmaması gereken şeyleri yapmaktan temizlememişse o kimse namaz kılmamış sayılır” buyurmuştur .Mustafa (selâm ve salât O’nun üzerine olsun) da: Gıybet, zinadan daha kötüdür (H.) buyurmuştur. Mevlânâ bu hususta da şöyle buyurmuştur: “Gıybet zinadan daha fenadır. Bir kimse namaz kıldığı halde bu türlü kötülüklerden temizlenmez ve namaz kılıyorum zannederse, namaz kılmış olmaz. Gıybet, bir İnsanda bulunan ve görünen, hattâ gece, gündüz içinde bulunduğu bir şeyden bahsetmektir. Bir insana yapmadığı ve kendisinde olmıyan şeyleri isnat etse gıybet değil iftiradır. Gıybet etmek, zinadan kötü olursa, iftira nasıl olur? Şu halde kendinde böyle bir huy olduğunu bilen bir insan kendini, asla salih, âbit ve namaz kılan bir insan olarak bilemez. Böyle bir kimsenin ibâdet ve tâatte bulunması, kendini kötü huylarından kurtarması, temizlenmesi içindir. Bunları yaptığı halde hâlâ temizlenememişse bu tâat ve ibâdetin onda hiçbir etki yapmadiği anlaşılır. Ve bu hususta çektiği zahmetler tamamen boşa gitmiştir. Hiçbir işe yâramıyan böyle bir kimseden, bir fâsık daha iyidir. Çünkü fâsık kendi çıbanına merhem sürmemiştir. Sürmüş olsaydı belki iyileşirdi. Fakat bu sâlik, yaradılıştan kötüdür, fenalığı aslî ve anadan doğmadır. İşte bunun için bu tâat ve ibâdet ilaçları, onu bu fenalıklardan temizliyememiştir. Tanrı adamı, başkalarındaki ayıpları, kusurları görmez, çünkü o, Tanrının huylariyle huylarınız (H.) buyrulduğu gibi, huylanmıştır. Gıybette bulunan müminlerin ayıplarını ve noksanını gördüğü halde ona “Settar” sıfatı nasıl verilebilir? Şeriat her hususta “Settarlık” takdir etmiştir. Akıllı bir insan, bundan hangi huyların kötü ve hangilerinin iyi olduğunu ayırt edip, iyileri kabul ile, onunla vasıflanmaya çalışır. Eğer bunu yapamazsa, kendisinin kötü bir adam olduğunu, alelade bir müslüman olmadığını bilmeli, şeyhlik ve velilik dâvasına kalkmamalıdır. Çünkü bu kimse, şeytanın elinde esirdir; başkalarını, şeytanın elinden nasıl kurtarabilir? Bu dediklerimizi yapmak, ancak nefs-i emmâreyi tamamiyle öldürmekle olur. Peygamber’in Ölmeden evvel ölünüz (H.) buyurması buna işarettir. Sen de kötü sıfatlardan temizlenmiş ve ölmüşsen, Peygamberlerin ve velilerin ahlâkı sende belirmeğe başlamışsa, ölmeden evvel ölmüş, olduğunu kesinlikle bil!
Beyit:
Ey arkadaş! eğer gerçek varlık istiyorsan, ölmeden evvel öl;
çünkü İdris bu suretle ölmek sayesinde, bizden evvel cennetlik olmuştur.
Kötü vasıflar, bakır gibidir, Gerçek âşk ve sevgi de iksire benzer. Bakırla temas ettiği zaman, bakırı altına çevirir. Yani o bakır, bakırlığından çıkmış, altın olmuştur. Velilerin ilerlemiş olanlarına “Abdal” derler. Çünkü onların hali, bu hale dönmüştür. Bir velinin bulunduğu ilk hal, daha iyi bir hale dönmemişse ona “abdal” denilemez, şayet derlerse, kâfura siyah demiş gibi olurlar, bu da yalan ve iftiradır. Hacca gitmemiş bir adama hacı, gaza etmemiş bir kimseye gazi, denilmesi gibi mecaz kabîlindendir. Tanrı ‘yi tanıyan, gamsız ve asude olur. Bunun aksine hareket eden bir kimse, daimî bir sıkıntı içinde bulunur. Gam ve keder karartılan, kalbinde toplanır, daima meydana çıkmak ister. Çünkü bu kimse, Tanrı’ya kuvvet ve ciddiyetle sarılmamıştır. Eğer yüzünü Tanrı’ya çevirir ve dört elle ona sarılırsa, bu hayaller, bu gamlar ve kederler tamamiyle kalbinden kaybolur.
“İman tamamiyle zevk ve şevkten ibarettir” (H.) buyrulduğu gibi bu adam için her şey zevk ve şevk olur.
Nazım :
Sen başlangıçta tabiatını leşten perhize alıştır ki o, sonunda bir papağan olsun ve şeker avlasın.
Kim Tanrı içinse, Tanrı da onun içindir. Her kim bu âlemle meşgul ve yüzü o âleme dönük ise, onun ruhu, o âlemin ruhâniyetiyle’ doludur. Bu âlemle meşgul ise, bu âlemle doludur. Yani o, şeytan için, şeytan da onun içindir.
Şiir:
Onun ruhu, benim ruhum; benim ruhum, onun ruhu.
Biz bir bedene inmiş iki ruh gibiyiz.
“Tanrının ipine yapışınız” (H.) buyrulduğu gibi, eğer Tanrı’ya böylece sarılırsan, bu ıstıraplardan, bu hayallerden ve bu hicaplardan kurtulursun. Eğer ölmeden evvel, bunu yapamazsan kesinlikle bil ki bunlardan ebediyen kurtuluş yoktur. Evet çünkü: “Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi haşrolursunuz” (Kel. Kib.) buyurulmuştur. Her kim mücâhade ile riyazet potasında aslî cevherini yani cevher-i insanîsini, temizleyip çıkarırsa ve kendi îman nuru gözüyle görürse, bu kimse kendini görmüş ve hakikatini bulmuş sayılabilir. Böyle bir kimse hiç şüphe yok ki Tanrısını da bulmuştur.
Meselâ, bir sanatkârın güzel bir eserini gören bir insan, sanatkârı, bu gördüğü eserden daha çok bilir ve takdir eder. Bir müderristen yüksek ilimler okumuş bir adam, o müderrisi daha “ebced, hevvezle” meşgul olan çocuktan daha iyi bilir. Vereni, verdiği şey ölçüsünde severler ve bilirler. Bir insan ihsanını gördüğü kimseyi, daha iyi tanır. İnsanda gizli bir cevher vardır; fakat bu, insanın gözünden gizlidir. Bu yönden o, Tanrı’nın ihsanının, yalnız bu hayvanî bedenden ibaret olduğunu zanneder. Bu ise umumi ve daima beraberdir. Bu kadarla Tanrı, insanı nasıl tanıyabilir? Tabiî ancak “kendisinde bulabildiği lütuf ve ihsan ölçüsünde bilebilir. Fakat kendisinde bir hazine gizli bulunan bir kimse, bunu göremediğinden Tanrı’nın kendisine nasıl bir lütuf ve ihsanda bulunduğunu nereden bilebilir? İnsan, Tanrı’nın bir usturlabıdır. Fakat bu usturlaptan anlıyan bir müneccim lâzımdır. Evet, sebzeci ve bakkal dükkânında usturlap bulunabilir, ama bakkal bundan ne anlar? Sebzecinin ne işine yarar? Bundan ancak bir müneccim faydalanabilir. İşte bir usturlap, feleğin hallerini nasıl bir ayna gibi gösteriyorsa: Biz hakikaten Adem oğullarını şereflendirdik (Sûre: 17, Âyet: 72) âyeti gereğince, insanın vücudu da Hakkın bir usturlabıdır. Tanrı onu kendisiyle görücü ve bilici yapmıştır. İnsan da bu pis vücut usturlabiyle, benzersiz olan Tanrı’nın cemâlini ve tecelliyatını her an görür. Bu ayna, Tanrı’nın cemâlinden bir an boşalmış değildir. Bir insan annesinden doğar doğmaz gözünü bu dünyaya açar. Gece gündüz bu âlemin, yerin, göğün ve bütün yaratıkların durumlarını görür. Bunun gibi bir veli de gözünü açtığı vakitte daima Tanrı’yı temaşa eder. Ondan başka bir şey görmez. Tanrı herkesten iyi bilir.
FASIL: 42
İnsanda on duygu vardır, bu on duygunun beşi dışta, beşi içtedir. Görme, işitme, koku alma, tadma ve dokunma duyguları dışta; hissi müşterek, hayal, vehim, hafıza ve düşünme de içtendir. Dıştaki beş duygudan ilkine, dıştaki beş duygunun burada toplanmasından dolayı “müşterek his” denilmiştir. Bu duygunun kafada tuttuğu yer, beyindeki boşluklardan ilk boşluktur. Fakat süratle dıştaki suretleri kabul edip diğer kuvvetlere vermesi sebebiyle, bir kapıya benzetilir. Bundan sonra gelen kuvvetin vazifesi de bu suretleri aynen kabul edip, saklamaktır. Bu kuvvet de suretleri kabul edip saklaması itibariyle bir muma benzetilmiştir. Buna hayal veya suret hazinesi denir. Bundan sonra gelen kuvvet ise bu suretlerle mânaları idrak eder. Sureti olmıyan şey, idrak olunamaz. İşte bu bakımdan aklın yardımcısı aynı zamanda suretten mücerret; mânaları idrâk ile de akla karşıdır. Meselâ hiç kurt görmemiş bir koyun, kurtla karşılaştığı zaman, yani kurt suretini ,idrak eder etmez kaçar. Koyunun korkmasına ve kaçmasına sebep, kurdun ne şekli, ne rengi ve ne de cüssesidir. Belki kurdun suretinde koyun için gizlenmiş olan düşmanlıktır. Bu düşmanlığı kurtta gören ve anlıyan kuvvete “vehim” derler. Hayalin suret ve nakışların yeri olması gibi, mâna yeri olan başka bir kuvvet daha vardır. Bu kuvvetin yeri, kafada beynin içindedir. Mânaları saklamasından dolayı buna hafıza ismi verilmiştir. Meselâ kara bir yılan tarafından sokulan bir adam, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, uzaktan veya yakından, o kara yılan büyüklüğünde, kara bir ip gördüğü zaman korkar ve kaçmağa teşebbüs eder. Bunun sebebi: Yılanın sureti, o adamın o görme ayinesinde şekillenir şekillenmez, hayal hazinesinde bulunan aksinin derhal peyda olmasıdır. Vaktiyle çekmiş olduğu acı, hafıza kuvvetinde saklıydı. Bu acı müfekkire kuvvetinde ipin” suretinde münfail olarak, bunun yılan olmasına hüküm vermiştir. Yani bu adamın kara ipten korkması,muhayyile kuvvetindeki suretle, hafızada saklanmış olan mânanın birleşmesinden meydana gelmiştir. Kendisini hiç yılan sokmamış bir adamın kara ipten korkmaması, böyle bir adamda korku infiali görülmemesi hafıza kuvvetinin en bariz delilidir.
Muhayyile veya müfekkire kuvveti denilen başka bir kuvvet daha vardır. Bunun yeri beynin ortasındadır.
Bunu vazifesi bakımından bir terziye benzetmişlerdir. Bir terzi nasıl elbiseleri ölçer, biçer ve bunlar arasında bir ölçü kurarsa bu kuvvet de suretler hazinesinden suret, mâna hazinesinden de mâna alarak, bunlar arasında ölçüler kurar. Meselâ bir hayvanı: “Başı öküz başı, ayağı deve ayağı, kanatları kuş kanadı ve kuyruğu at kuyruğu” diye tasvir eder. Dışarıda böyle bir suret yoktur. Fakat o, her bir suretten bir parça küçük bir hayvan vücuda gelmiştir. Bu kuvvet, sultanına hizmet eden bir vezir gibi, daima aklın hizmetindedir. On duygu, idrak ettikleri her şeyi buna arzederler, bu da akla arzeder. Akim kabul ettiği herşeyi kabul, reddettiği şeyleri de reddeder. Tanrı herkesten iyi bilir.
FASIL: 43
Mesnevide: “Bu duyguya, ancak akıldan ve kendinden geçmiş olan kimseler mahrem olabilir” buyrulduğu gibi benliksiz âlemine, benlikle nasıl mahrem olunabilir? Varlık yoklukla nasıl bulunabilir? Uyanık bir adam rüya görebilir mi? Rüya görmek için mutlaka uyumak lâzımdır. Senin aklın başında ve kendinden geçmemişsin, hattâ aşırı bilgi ve duygu gösteriyorsun, bu durumda nasıl rüya görebilirsin? Mücrimleri Tanrıları huzurunda boyunlarını eğip durdukları zaman bir görsen (Sûre: 32, Âyet: I I) buyrulduğu gibi ters işler yapıyorsun, bu yüzden mutlaka baş aşağı düşeceksin.
Şiir:
Sen varlığından geçmedikçe,
mutlak yokluk havasında uçacak bir kuş haline gelemezsin.
Ulu Tanrı, Bayezid’e (Tanrının rahmeti O’nun üzerine olsun): “Ne istersin? İste ki sana vereyim” buyurdu. Bayezid: “Bir şey istememeği isterim” dedi. Çünkü istemek, varlığın bir delili ve varlık da bir perdedir. Ben tamamen aradan yok olmak isterim ki irade, bahşiş, dua icabet ve her şey senden olsun!
Nazım:
Bizden ayrı olan nasıl biz olur? Sen ve ben aradan çıkmışız, yalnız Tanrı kalmıştır.
Nazım:
Benim vücudum, senin güzelliğini ihtiva eden bir evdir; sen bu evin bazan damında, bazan penceresindesin. Bu şekilde güzelliğinle benim varlık evimin temelinden toprak, çamurlar koparıyorsun. Ey herkesten zengin olan Sultanım! bensiz, yalnız nasıl kalırsın?
Bir kimse çıkıp da: “Bu sıfatla muttasıl olmak ve bu hale gelmek için ne yapmalıyım?” dese, ona Şu cevabı veririm: “Onun yolu, lâzım gelen eshabın etrafında dolaşmaktır ki o da sıdk, niyaz, kulluk, yahut huşu, hudu ve huzurdur. Kulluk, sıtkı ve niyazı artırarak bunları birbirlerinden çoğaltmış olur. Eğer sen talip isen, bu her ikisini hasıl etmeğe çalış ömrünü bu iki şey için harca! Bu iki şeyle meşgul olmak, sıdk ile yokluğa doğru gitmektir Varlığı eritmektir. Bu hal son haddine vâsıl olduğu zaman akılsızlık hâsıl olur. O halde senin yoklukta ve bensizlikte yolun açılır ve o sırrı mahremi olursun. Havuzun etrafında dolaşır, sonunda havuza düşersin. Ondan sonra, senin etrafında sudan başka bir şey olmaz, suyun komşusu olur, sudan başka bir şey göremezsin. Binaenaleyh: “Cübbemin içinde Tanrıdan başka bir şey yoktur.” diyebilirsin. Havuza düştüğün zaman, altı yön ve beş duygu senin ortaya gelmen için bertaraf olurlar; bu durumda ne uzunluk, ne kısalık, ne alçaklık ve yükseklik, ne de sağlık ve solluk kalır.
Tanrının: “O gün, bazı yüzler, parıl parıl parlar ve Tanrısına bakar” (Sûre: 75, Âyet: 22) buyurduğu gibi ahırette birtakım yüzleri şen ve şâtırdır. Çünkü onlar Tanrı’nın cemâlini görmekle meşguldürler. Bu âyetin mânası da bu şekilde hâsıl olmuştur. Çünkü evvelâ o talip, havuzun etrafında dolaşmakta idi; şimdi ise kevserle dolu bir havuz içindedir. Noksanlıktan kurtulmuş demektir. Bu, ebedi bir ölümdür ve bu talip artık Tanrı ile beraber olmuştur.
Böyle bir insanın hareketi, kendi varlığından değil, tamamiyle Tanrı’dandır. Bir insanın aklı fazlalaşırsa, evvelce hayvanî tabiatinden ve bilgisizliğinden ileri gelen gövde hareketi, bundan böyle, akıldan hâsıl olur ve o kimse aklın âleti olmuştur. İşte aklı hâkim olduktan sonra, bu âlet gibi olan vücudunda Cemâli görür. Âşk galip geldiği vakit vücudun hareketleri, aşkın cemâlini gösterir. Her emîrin bu bir şehir gibi olan gövdesinde, bir ordusu, barışı, savaşı, zevk ve sefası başka türlüdür. Vücut, bir âletten başka bir şey değildir. O halde o memlekette hüküm süren kimdir? Vücudun hareketinden, hüküm sürenin kim olduğu anlaşılabilir. Eğer sıdk ve aşk, bu yolda sana yoldaşlık etmiyor, ibâdet ve tâatin de yoksa, bu işe hiç girişme. Öyle bir kimsenin etrafında dolaş ki o, bu işle meşgul olsun ve sen onun sohbetinden sıdk ve îmana erişesin.
Şiir:
Daima bir âşıkla düş, kalk ve daima âşıklığı seç!
Âşık olmıyan bir kimse ile bir dakika bile beraber oturma.
Evet, onların tek sohbeti, yüz sene çalışmak ve mücahade etmekten daha faydalıdır. Peygamberimiz Hazret-i Ali’ye şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar Hâliklerine türlü türlü hayırlarla yaklaşmak istedikleri vakit sen, akılla yaklaşmağa çalış. Bu, dünyada insanların ve ahirette Tanrının indinde daha çok makbuldür” (H.). Başka bir defa da Peygamber: “Aklen ne kadar yükseldinse, Tanrıya o nispette yaklaştın” (H.) buyurmuştur. Tâat ve içtihat, aklın bir meyvesidir. “Akıl” asıl, tâat onun gölgesidir. Şunu bil ki akıl azizdir; Tanrı aziz olan böyle bir cevheri her kuluna vermez. Evet o kimseleri ki onlar, dünya işlerinde bir havuz gibidirler ve bütün dünya işleri onlardan sâdır olur, onlar akılları olduğunu zannederler. Tanrı ile meşgul olmayan her akıl, akıl değildir, ona akıl denilemez. Böyle bir akıl, akla benzemekle beraber akıl sayılmaz. Serap ta uzaktan suya benzer; fakat yaklaşmak istediğin zaman, bir şey bulamazsın, susuz dönersin. Kalp para da bunun gibidir; hakikî paraya benzer fakat, bir puldan daha değersizdir. Bunun gibi yalan da doğru gibi görünür; fakat yalancılık yüz karasıdır. Serçe yumurtası, yılan yumurtasına benzer. Siyah bir Hintli ile beyaz bir Türk’ün aslı ayrıdır; fakat, ondan siyah bir Hindli, bundan beyaz bir Türk meydana gelir. Buna benzer örnekler pek çoktur. Akıl, her şeyin sonunu düşünür, nefis ise bunun aksine hareket eder; aklın yardımcıları melekler, nefsinkiler ise şeytanlardır. Tanrı ile meşgul olan her akıllı insan işin sonunu görmüş, meleklerin yardımına mazhar olmuş demektir. İbâdet, meleklerin sıfatıdır. İbâdet eden, insan suretinde, bir melektir. Madem ki melektir, o halde onun cinsinden olan melekler de ona yardımda kusur etmezler. Akıllı bir insan, insan suretinde bir melek, kötü nefis ise insan suretinde bir şeytandır. Sen bunların ikisini gördüğün zaman, melekle şeytanı beraber görmüş sayılırsın. Melekler, mücerret akıllardır. Şu halde aklı selim ibâdetle meşguldür.
Bu hususta Senaî şu şiiri söylemiştir::
Bu yolda, insan suretinde yüzbinlerce şeytan vardır;
bu bakımdan her insan yüzlüye insan demekten sakın.
Mevlânâ’da:
Dünyada insan yüzlü pek çok şeytan bulunduğundan,
herkese el uzatmak, güvenmek doğru değildir, buyurmuştur.
Evliya ukaladır; fakat onları tanıyacak kimsede de ayırt etme hasasının bulunması lâzımdır. Ancak bu suretle onların eteğine yapışabilir. Bu hassa, insanda göze görünmez, mânevidir. Eğer ömrünü bundan mahrumiyet içinde sarfedersen, sadece bu bedenin hizmetlerini yapmış olursun. Tanrı vergisi olan bu mânevi hassayı, elde edemezsin. O halde insanlar arasındaki farkı da göremezsin ve senin bu gayretin, sana bir şey temin etmemiştir. Gül, diken gözünde bir, mushaf ve zünnar mezhebinde aynı olan bir dostun tasasını niçin çekmeli? Böyle bir dostun gözünde topal bir eşekle, rahvan bir atın farkı yoktur. Azizlerin sohbeti, uzletten, vahdetten, mücahede ve riyazetten daha faydalıdır ve insanı Tanrı’ya ulaştıran bir sebeptir. Bir şeyhin sohbetinden bir günde elde ettiğin faydayı, aylarca ve yıllarca yaptığın mücahede, halvet ve zikirden temin edemezsin. Bunun için Peygamber İslâmiyette “papazlık” yoktur (H.) buyurmuştur.
Mesnevî’ de Mevlânâ:
Halvet ve uzlet yabancılardan lâzımdır. Yârdan değil. Kürk,
bahar için değil, kış içindir. O halvette göz diktiği o şeyi de yine yârdan öğrenmiştir.
Bir kimsenin, mücahededen ve şeyhin sohbetinden istifadesi olmamışsa, muhakkak ki o kimse mücahedede ve sohbette ihlâs sahibi değildir. Onun maksadı Hak değil, Hakka ulaşmaktan başka bir şey, yani tamamen dünya sevgisidir ve bu şekilde halk arasında şöhretini yaymaktır. Eğer bu talepte samimî olsaydı, her halde bir şey elde ederdi. Çünkü bir şeyi talep eden ve onu elde etmeğe alışan her halde o şeyi ele geçirir. Tanrı herkesten iyi bilir.
FASIL: 44
Tacüddin-el Buharî, Hazret-i Veled’den (Tanrı O’nun gölgesini uzun ve bereketini çok etsin) şunu sordu:56 Tanrı Kur’anda: Tanrı gökleri ve yerleri altı günde yarattı, sonra arz üzerinde istiva etti, buyuruyor. “İstiva” kelimesi lügatte terahi içindir. O halde Tanrı yeri, göğü yaratmadan evvel, arş üzerinde istiva etmemişti. Bu arş üzerinde istiva keyfiyeti, yerin, göğün yaradılışından sonra vaki olmuştur. Sultan Veled karşılığında, şöyle buyurdu: İstivadan istenilen, bir şeyde tasarruf etmektir; yani bu tasarrufun o şeyi alçak, yüksek, var ve yok etmesi demektir. Onda tasarruf kuvveti vardı. Bu zamanda, o kuvveti, tasarruf etti; işte bunun için, sonra arş üzerinde istiva etti (Sûre: 7, Âyet: 52) buyuruldu. Bu zahiri bir cevaptır, bâtını mânası ise şudur: Yani ben Tanrıyım, benim baktığım yer bütün eşyanın hülasası üzerinedir ve tasarrufum buradadır. Nitekim Tanrı sizin suretlerinize, âmellerinize bakmaz, fakat kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H,) ve müminin kalbi, Rahmanın parmaklarından iki parmağı arasındadır, onu istediği gibi çevirir (H.) buyurulmuştur. Bunun mânası: Müminin kalbi, benim kudretimin iki parmağı arasındadır; o kalbi, nasıl istersem öylece çeviririm, demektir. Şu halde bu tasarruf ve hitap kalbe mahsustur. Meselâ, insanın vücudu ve başı, gök gibidir, orada hassalar yıldızlar gibi dolaşırlar; bu suretle yer hükmünde olan bedeni, diri ve taze tutarlar. Bununla beraber bunların hiçbiri, Tanrı’nın baktığı yer değildir ve Tanrı bunların hepsinde tasarruf etmez. Tanrı’nın bir tasarrufu varsa o da gönüldedir. İnsanın hülâsası gönüldedir; bu da arştır. Arş, hepsini kapsar, Tanrı’nın baktığı yer de ondadır, Meselâ, bir padişahın sûreten sözü ve sırrı, veziredir; vezirden de emirlere, bundan da en son kimseye kadar gider. Yine meselâ: “yeryüzü kutbu” derler, bunun mânası şudur: Ulu Tanrı, evvelâ orada tecelli eder, söylenecek şeyi ona söyler, göstereceğini ona gösterir; ondan da diğer insanlara gelir. İşte bunun gibi beden parçalarının kutbu da gönüldür, buradan da hassalara ve diğer şeylere erişir. “Kutub” da evliya arasında, aynen bu durumdadır. Onun sureti ve varlığı gönül, onların varlıkları ise beden hükmündedir; gönülden bedene erişir. O halde âlemin hülâsası olan bir şey vardır, o da arştır; gönül de bu aynı şeydir. Tanrı’nın baktığı yer ten vasıtasiyle bu hülâsadadır. Tanrı, ufak tefek şeylere bizzat karışmak ve tasarruf etmekten çok yüksektir. Bu müdahaleyi bir hülâsa olan kutub vasıtasiyle yapar, yapacağı işleri ona havale eder. Bundan da geri kalan ulvî, süflî, nur, ilim ve marifetten ibaret namütenahi parçalara her birinin istidadı ve yakınlığı nispetinde gider.
FASIL: 45
Evliyanın birtakım makamları vardır. İlk makamat, mücahede ve riyazette bulundukları zaman bir ayna gibi parlak olur ve insanların kalbleri ve halleri bu aynada görünür; fakat bunları halk göremez, ancak bu makama erişenler görebilir ve bilebilir. Buradan: “Evvelki gün şunu yedin; dün şunu söyledin; şöyle yaptın; falan kimse ölecek; falanın ömrü uzundur; falan şehirde büyük bir zarar meydana gelecek veya gelmiyecek gibi haberler verirler. Bu makam, bir nevi kayıptan haber vermektir. Yalnız, bu cihanın kayıplarındandır. Uhrevî kayıplardan haber veren, bundan daha yüksek bir makam daha vardır. Eğer bir kimse, ilk makamdan, bu ikinci makama geçerse burada, hakikî kayıpların bulunduğunu görür ve bunlardan haber verir. Burada yukarda söylediğimiz kayıplar yoktur.. Böyle kayıplar olmaması, velinin manevi rütbesinin eksikliğinden değil, belki fazlalığındandır; onda eriştiği yerden haber vermek üstünlüğü hâsıl olmuştur.” Meselâ bir aynayı çarşının ortasına assan, pazarda bulunan kimseler aynada görünür. Aynı aynayı başka bir yere meselâ, bir padişahın sarayına götürsen, onda bu defa padişahı ve adamlarını görürsün, pazardaki adamları artık göremezsin. Binaenaleyh bazı evliyanın mertebesi ve makamı, öyle bir yere erişmiştir ki bu kerametle oraya da sığmaz. Bu makamların sonu yoktur.
Başka bir makam daha vardır ki Tanrısal olan şekiller, dünyalık olan o yere sığmazlar, çünkü ayrıca daha yükseğe götürülmüştür. O ikinci makamdaki şeyhten işittiğin, hakiki kayıpları bu makamdaki şeyhten işitemezsin.
Çünkü onun esrarı başka türlü olmuştur; başka bir makamdan haber vermektedir. Böylece bu makamların sonu yoktur ve bunların yorumuda sonsuzdur. Bir kutub bir veliye demiştirki:
Nazım:
Eğer sen, Hakkın nuru olduysan doğudan batıya kadar git. Çünkü bizde o hassa yoktur. Eğer sen Hakkın sırrını bildiysen git, sırlarla beraber ol! Çünkü bizdeki bu sırların, o sırlarla ülfeti yoktur.
56‘Sizin Tanrınız O Allahtır ki gökleri ve yeri zamanın altı devrinde yaratarak arşından her şeye hükümran’lir. (Sûre: 7, Ayet: 52.)