Fasıl: 36-40

A+
A-

FASIL: 36

(53) Yusuf, (Selâm O’nun üzerine olsun), “Yarabbi! sen bana dünya ve ahiret mülkünü verdin ve hadîslerin tevilini öğrettin”, buyuruyor. Bunun mânası: Sen bana, dünya ve ahiret mülkünü verdin demektir. Çünkü dünya su ve çamur âlemidir. Bunun sureti mahsustur. Ahiret mülkü, ilimdir ki bunu beş duygu ile bilmek mümkün olamaz; yalnız fehim ve idrâk olunur. İlimle hadîs iki kısımdır. Bazı, lafızların gerçeği kast olunur, bazılarının ise gerçeği söz konusu değildir. Meselâ bir kadın, nefsini velisinin izni olmadan nikâh ederse, o nikâh bâtıldır (H.). Hiç şüphe yok ki bunun hakikati söz konusu değildir. Çünkü eğer bir kadın velisinin izni olmadan evlenirse caizdir. Bunun gibi “Ben ok atan bir arslan gördüm” sözü de böyledir. Meselâ Peygamber (Selâm O’nun üzerine olsun) Mescid civarında oturan bir adamın yalnız mescitte kıldığı namazı caizdir (H.) ve namaz yalnız huzuru kalb ile kılınırsa caiz olur” (H.) buyurmuştur. Kur’anda da, Yemeklerinizi yedikten sonra dağılınız. (Sûre:33, Âyet:53), İkramdan çıkınca avlanın (Sûre: 5, Âyet:3), Bulunduğunuz kasabadan sor! (Sûre: 12, Âyet:82) gibi tefsire muhtaç sayısız âyetler vardır. İmdi Tanrı bana sözlerin tevilini öğrettiği için hiçbir ilim bana gizli kalmaz. Çünkü hakikati murat olan har lafzın mânası açıktır ve herkese malûmdur; fakat tevile muhtaç olanlar için: “Ey Tanrım! sen, bana bunu, öğrettin, artık bana bir şey gizli kalmaz. Benim iki mülküm vardır: Biri dünya, öteki ahirettir. Dünya yemek, içmek ve mahsusat âlemidir. Ahiret ilimdir.(54) âyetinin mânası: “Ey yerin ve göğün Yaratanı! Ayetinin dünya ve ahirette benim dost matlûbum sensin. Bana, müslüman olarak ölmeyi nasip et, beni tehlikeden kurtulmuş, senin yanında makbul olan sâlihler zümresine kat! demektir. Yusuf (selâm O’nun üzerine olsun) “Hızır’dan  kurtulmuş diyor”  Çünkü  muhlisler büyük bir tehlikededirler, buyrulmuştur. Tanrı’nın bu devletleri verdiği insanlar, tehlikede oluyorlar. Bu bakımdan Yusuf’un (selâm O’na olsun) münâcatı yerindedir. Ey sadakat sahibi Tanrı’yı arıyanlar! Ey aşk yolunun yolcuları! Biliniz ki Tanrı’yı bu gözle görmek mümkün değildir. Çünkü her şeye mahsus bir âlet vardır. Meselâ ilim ve sözün gözü kulaktır, anlayıştır. Tadma âleti dil, dudak ve damaktır. Bir yemeğin lezzeti, bunlarla anlaşılır. Güzel kokularınki burundur. Göz, kulak ve ağız kokudan anlamazlar. Her âletin ödevi ayrıdır. Görmeğe mahsus olan âlet ile bir şey tadılmaz, tatmak âleti ile de görülmez. İşitmek âleti ile de kokular birbirinden ayırdedilemez. İşte sende gizli bir âlet daha vardır ki Tanrı’yı ancak onunla anlamak ve görmek mümkündür. Başka bir âlet ile O’nu görmeğe çalışmamalıdır.

Nazar ikidir. Biri mahsus, diğeri vicdanîdir. Mahsus, başımızda bulunan gözdür. Vicdanî de kendisiyle, kendimizdeki hışım, barış, kahır, lütuf, cömertlik, hasislik, güven, korku, açlık, tokluk, zenginlik, fakirlik, sadakat, yalancılık, dostluk, düşmanlık, uyuşma, karşı koyma, şehvet ve iffet hallerini görebildiğimiz gözdür. Sen, bunların hepsini başındaki gözle göremezsin. Vicdanî nazarla görmek, öbüründen daha kuvvetli olur. Meselâ, bu görünen gözle, kırmızı veya sarı bir şeyi görürsün; ama gözlerini kapadığın vakit bunları göremezsin. Fakat vicdanî gözle içinizdeki şehvet, korku ve hışım hallerini görürsün. Başındaki gözlerini açsan veya kapasan, bunlar kaybolmaz. İşte bundan da anlaşılıyor ki vicdanî görüş, daha kuvvetlidir. O halde ey ahmak! Bu görmek ve bilmekten, zayıf ve aşağı olanı muteber tutuyorsun da bundan daha kuvvetli, fıtrî göze neden kıymet vermiyorsun? Bu, senin her şeyi yerinde yapmaktan ve bilmekten malûl ve zayıf olduğundandır. İşte bizim bu söylediğimiz mânalar o kadar lâtiftir ki mahsus olan bu gözle bunların hepsinden lâtif ve niteliksiz olan Tanrı’yı nasıl görebilirsin? Cisimler, kesif, ruhlar ise lâtiftir. Böyle olduğu halde, ruhlar bile Tanrı’ya nazaran kesif sayılırlar. Fakat sen, canını bedeninde gördüğün gibi, Tanrı’yı da canında görmeğe çalış. Çünkü beden candan, can da Tanrı’dan diridir. Görülüyor ki bütün mânalar bizden meydana geliyor; fakat asıl ve makbul olan mânayı, kendimizde artırmağa çalışmalıyız. Kullanılan her şeyin arttığı, terk olunursa azaldığı tecrübe ile sabittir. Meselâ insanın vücudunda kuvveti azalsa, onu kullanmakla, taş kaldırmak, güreş tutmak, yay çeymek gibi idmanlarla çoğaltabilirsin. Her gün bunları yapmakla kuvvetin eskisinden daha fazla olur, bırakırsan yine azalır. Memede de süt emmekle, sağılmakla artar. Yerde bulunan kuyuların suları, çekilmekle çoğalır, çekilmezse azalır. Hattâ kurur. Bu bakımdan Tanrı: Namazlarınızı kılınız; zekâtlarınızı veriniz. (Sûre: 2, Âyet:40) âyeti ile şöyle söylemek istiyor: Sizin varlık kuyularınızda bir su vardır ki o, îman ve bağlılıktır. Siz zikr, tâat, geceleri namaz kılmak, gündüz oruç tutmak, zekât vermek ve saire ile o suyu artırırsınız. Eğer terk ederseniz, bu su azalır; belki sonunda büsbütün kurur. Sen de bildin ve tecrübe ettin ki her iş, uğramakla, ona kendini vermekle ve onu düşünmekle ilerliyor, artıyor ve daima senin için, onunla doluyor. O halde hak, dünyada bütün işlerden hangi iş daha yüksek ve şereflidir, onu kendine seç, onunla meşgul o|, ömrünü harca. İçine düşünceye kadar o havuzun kenarında dolaş.

Beyit:

Sen her zaman, o havuzun etrafından döndün, dolaştın,âşık oldun. Sonunda o havuza düşüp şekere gark oldun. Şimdi, haydi bütün vücudunla onu tat.
Bu küpten öyle bir bal fışkırır, taşar ki dünyanın altı yönünde böyle bir bal bulunmaz. Şimdi dünyanın her altı yönünde, bu baldan beş parmağını yalıyor.

Bu cihandan çıkan kimse, bizim kadir ve kıymetimizi bilir; bizi anlıyabilir. Cihandan çıkmak demek, göğü delip yukarı çıkmak yahut yeri ve dağları delmek değildir. Bunlar da bu cihandadır. Ey dinleyiciler! Cihandan çıkmak istiyorsanız, gelin benim sözümü dinleyin, anlayın. Cihan ve kendinizden ve kendi cihanınızdan dışarı çıkın. O zaman, benim kadirimi bilirsiniz. Beni ne kadar anlarsanız, o kadar bilmiş olursunuz. O halde geliniz el ele verelim! Bu uzun ve tehlikeli yoldan kolaylıkla gidelim. Yer ve gökten İsa gibi geçelim. Yer varlıktır, gaflettir. Gök ilim ve marifettir. Eğer bir yolkesen, önümüze çıkarsa ilim kılıcı ile, onun boynunu vuralım. Şeytanın askerleri olan karanlık düşüncelerle, Hakkın askerleri olan ruhanî ve nurlu düşüncelerle vurup kıralım. İyilikler, kötülükleri götürür. (Sûre: I I, Âyet:116.) Eğer nefsin boynunu vurur ve yok edersen, onu başka suretle diriltirsin. Meselâ: harabata gitmek suretinin boynunu vurursan, mescide gitmek sureti vücut bulur. Yani bakırı altın, şeytanı melek yapmış olursun.

Beyit:

Eğer varlığımızdan bir çömlek kırarsak,
yokluk âleminden yüz çömlek sahibi oluruz

Eğer bi su kumluk, çorak ve dikenlik bir araziye doğru akarsa, ondan bir fayda hâsıl olmaz. Bu su zayi olmuştur. Fakat, bu suyun bu tarafını, bağlarsan, aynı su, güllük, elmalık, çiçeklik bir yere doğru akar ve bundan pek çok faydalar hâsıl olur. O ölüm, dirilik olur. “Ölmeden evvel ölünüz” (H.), sözünün mânası. “Kötülüklerden öl ki senden ilimler doğsun!” demektir. Bunun adı ölmek; fakat gerçekte dirilmektir. Korkaklar, başkasını sevenler, surete bakanlar ondan mahrum olsun diye, dirilmeğe, “ölüm” adını verirler. Bakır altın olur, meni ana rahmine gider ve Yusuf gibi güzel bir yaratık olur. Tane, toprağın altına gider, ağaç olur. Ekmek midede can olur. Akıllı olana bir işaret yetişir.

Mısra :

Çayır çimen içinde ayımız yüzün görürüz.

Bundaki “ayımız” kelimesinin iki mânası vardır, Biri, ay gibi yüzümüzü görürüz, ikinci mânası, en güzel yüzümüzü görürüz, demektir. Çünkü, insanın birçok yüzü vardır. Hattâ insanın değil, insanın bir parçası olan sözün bile birçok yüzü vardır. İnsanın sözünden, herkes bir yüz görür. O sözden her zaman bir yüz görülebilir. İnsan ki asıldır; onun hayatının çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık gibi her devrinde bir yüzü vardır. O halde insan için lâzım olan, her an kendisine bir yüz görmeğe çalışmaktır. Ve gördüğü her yüzden geçip, ilânihaye başka bir yüz görmelidir. Pişmemiş bir etin yüzü başkadır. Yarı pişmişken daha başka, tam pişmişken yine başkadır. Süflî, ulvî, karanlık, nur, cehennem ve cennet bunların hepsi, insandadır. Bunun için insanda yedi yüz, karanlık ve yedi yüz, nur perdesi olduğunu söyler. Onun yedi yüzü bedende, yedi yüzü candadır. Karanlık perdeleri zahirde, nur perdeleri içtedir. İnsanın varlığında, “Miraç” vardır. O, kendi âleminde, karanlık olan cisminden nurlar âlemi olan içine ve iç âleminden de Tanrısına yükselir. Onun cismi abanozdan yapılmış siyah ve içi fildişinden yapılmış beyaz bir merdiven gibidir. Bunların hepsinden çıkıp, arşın çatısına vâsıl olur. Esirgeyen Tanrı arşı âlâsında hükümrândır (Sûre: 20. Âyet: 4) buyrulduğu gibi bu makam, padişahın tahtıdır, Padişahı, tahtını üzerinde görürsün. O, arş üzerinde olduğu gibi, aynı zamanda ferş üzerindedir. Hiçbir şey ondan boşalmış değildir O, her şeyde vardır ve her şeyin dışındadır. İşte bu zaman, her şey senin gözünde bir olur. Arş ve ferş birleşir; küfür ve îman birbirinden ayırt olunamaz.

Beyit:

Küfür ve iman hep beraber
“O her şeyi yok eden, “bir” bizim Yaratanımızdır .” derler.

Böyle bir göz, öyle bir kimseye verilir ki, o, her şeyden geçmiş, sâf ve aydınlık olmuş, zikre karışmış, belki zikrin kendisi olmuştur. O zaman o, kendini bilir ve der ki: “Ben denizim, Okyanusum, hiçbir yer yoktur ki ben orada olmayayım. Her şey sudan diridir (Sûre:- 21, Âyet: 31). buyurulduğu gibi, her şey, benim rahmet suyumdan diridir ve benimle durur.

Bundan başka, bunu daha çok aydınlatmak için, birçok sırlar daha dökmek lâzımdır. Ancak bunlar, dile gelmez, anlatışa sığmaz. Ama Tanrı bunları sana, beden ve dil, araya girmeden, doğrudan doğruya canına, gizlice söylemek suretiyle öğretir. Esirgiyen Tanrı: Kur’anı öğretti. (Sûre: 55, Âyet:: I), buyrulduğu gibi.

 

FASIL: 37

Yunus (selâm O’nun üzerine olsun) balığın karnında, Mustafa’ (selâm O’nun üzerine olsun)yı Arş ve Zühal yıldızlarının makamında gördü. Yunus’u balık yuttu; sonunda Tanrı dua ile O’nu kurtardı. Bazı muhakkikler denizden maksat, bu âlem balıktan maksat da Yunus’un cismi ve ruhudur, derler. Eğer ruh tesbih ederse, bir balık gibi olan bu cisimden kurtulur. Eğer tesbih etmezse ruh, o cisimde hazmolur ve yok olur. Binaenaleyh tesbih, iki iş görüyor demektir. Biri, sudan ayrıldıkta diri bulunduruyor; meselâ balığı sudan çıkarıp kuru toprağa korsan rutubet ve biraz su, onun suya kavuşuncaya kadar ölmesine mâni olur. İkincisi: teşbih zindandan kurtulmasına sebep oluyor. Bu zindan da balığın karnıdır. Tanrı ‘nın zikri, ilim ve hikmet, birer kap gibi olan nazarlar ve ibarelerle, denizden gelen suya benzer, Ruh da zikirden uzak düşmüş bir balık gibidir. Ruhu, Tanrı ile zikre ulaşıncaya kadar diri ve taze tutar. Bu balık eğer ilimde marifeti mahv, şükür, zikir ve fikirden uzak düşer ve yabancı kalırsa, yok olur ve onun îman cevheri kalmaz. Tanrı bizleri bundan saklasın!

 

FASIL: 38

Güneşi parıl parıl ışık, ayı aydınlık olarak yaratan Odur. Yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya menziller yapan O’dur. (Sûre: 10, Âyet: 5). Tanrı bu âyetle, demek istiyor ki: Ben, şanı büyük olan Tanrı, açıkça görünmekteyim. Siz nasıl birbirinizi sûreten görüyorsanız, sıfatınızı, haysiyetinizi ve ilminizi de öyle biliyorsunuz; fakat, karşılıklı fiiller gördükten ve sözlerinizi işittikten sonra birbirinizi tanıyor, biliyorsunuz ve o zaman: “Evet falan kimseyi iyi biliyorum ve tanıyorum; çünkü kendisiyle beraber pek çok konuştuk, yıllarca beraber düşüp kalktık.”diyorsunuz. Sen, onun yüzünü, yalnız bu yıllar esnasında görmedin, daha ilk buluştuğunuz vakitte görmüştün. Senin, bu yıllar esnasında gördüğün ve tanıdığın onun mânâsıdır; sureti değildir O mânadır ki O, bu his gözü ile görülmez. Onun işleri ve sözleriyle görülür. O’dur “Huvellezi” (Sûre: 5, Âyet: 10), nin mânası: O’nun mânâsıdır ki O’ndan bu kadar sıfatlar, ilimler ve haberler zuhura gelmiştir. Ey insanlar! İşte siz de büyük, küçük birbirinizi, bu gözle görmüyorsunuz. Tanrı “O’ dur” ile: “Ey insan! bir kimseyi mâna itibariyle tarif etmek istersen ona: “Sen o kimse değil misin ki senden bu iş zuhur etti; sen böyle söyledin, böyle yaptın.” dersin ve birbirinizi mânaya bakan görüşle görür ve tanırsınız, birbirinizi tanımak için bundan başka imkân yoktur. Ben ise, sizin Tanrınızım, beni de bu görüşle görüp tanıyınız.” demek istiyor. Bundan sonra: “Ey insanlar ben size kendimi göstereyim! bunu için size de: Güneşi parıl parıl ışık, ayı aydınlık olarak yaratan O’ dur (Sûre: 10, Âyet: 5) diyorum. Ben “O’ dur” demeden, sizin beni görmeniz ve bilmeniz lâzımdı; fakat sizde bu uyanıklık ve zekâvet olmadığından, size söylüyorum ve gösteriyorum, taki beni iyi ve açık olarak göresiniz. “O’dur” yani, sizin Tanrınız, o Tanrıdır ki güneşe ziya, aya nur vermiştir. (Sûre: 10, Ayet: 5.) Tanrı bu âyete güneşe ışık, aya nur verdiğini buyuruyor. Bunun iki mânası vardır: Biri, şu güneş tam nurdur, başkasından nur almaz; her şeye nur verir, bu yönden ona nur dernek, hasılı tahsil olur. Bunun için “güneşe ışık verdim”, demek: “yüzü parlayıcıdır” demektir. Ayı aydınlık olarak yarattık” ay, kendisinden nura, sahip değildir; nuru güneşten alır. Bu bakımdan biz aya bir nur hil’ati verdik. Güneş tamamiyle nur olduğundan, ona ziya hil’ati verdik, demektir. Diğer bir mânası da şudur: Güneşin nuru çok ve ayınki az olduğundan birbirinden ayırt edilmesi için, her birine bir ad vermek lâzım geliyordu. Meselâ az bir su akmağa, çoğalmağa başladığı vakit ırmak olur; daha fazla büyürse nehir, daha artarsa Fırat adını alır. Meselâ, müşfik ve muhip derler, muhabbeti ziyade olursa, âşık denilir. Bunun misilleri çoktur. Güneş ve aya menziller tâyin ettik. Ta ki o menziller vasıtasiyle yılları ve onların sayılarını zaptedesiniz. (Sûre: 10, Âyet: 5.) Tanrı, yalnız bu faydaları zikrediyor. Halbuki güneş ve ayın bunlardan başka daha yüz binlerce faydaları vardır. Bunların bazıları sizce de bellidir. Beyan etmeğe lüzum bile yoktur. Meselâ, güneş, âlemi aydınlatır; bize can verir, ağaçları, bitkileri besler, yetiştirir; meyveleri olguntılaştırır ve tatlılaştırır. Ay da gecemizi aydınlatır, meyvelere ve çiçeklere renk verir. Her ne kadar bundan başka daha birçok faydaları ve hikmetleri varsa da onlar, sizin anlayacağınız gibi şeyler değildir. Siz, daha o dereceye erişmediğinizden ve onlardan haberdar olmadığınızdan o hikmetleri size söylemekte ne fayda var ve siz bunları nasıl anlıyacaksınız? Sizin anlayabileceğiniz ancak bundan İbarettir. Çünkü, insanlarla akılları nispetinde konuşunuz, buyrulmuştur.

Mısra:

İnsanın vücuduna göre esvap biçerler.

İşte veliler hakkında Güneşi parıl parıl ışık, ayı aydınlık olarak yaratan O’dur ( Sûre: 10, Âyet: 5) buyuruyor. Gök, bu gördüğümüz gökten başka bir gök, güneş bu gördüğümüz güneşten başka bir güneş, ay da bu gördüğümüzden başka bir aydır.

Beyit:

Can vilâyetinde ne gökler vardır ki
onlar bu cihanın göklerine hâkimdirler.

Bu suret âleminde görünen her şey, mâna âleminde bir örnektir. Bunun için Tanrı: “Bu dünyanın metaı azdır” (Sûre: 4, Âyet: 79). buyuruyor. Yani o cihan, baki ve sonsuzdur; ben o sonsuz ve baki olan âlemden az bir şey buraya gönderdim. Bununla, o âlemin ne olduğunu anlamanızı istedim. Meselâ, bir bağ ve gülistandan bir ağaç dalı veya bir demet çiçek getirirler ve bununla halk, o büyük bağ hakkında bir fikir edinir. İşte bu âlemde bulunan her suret, o âlemden bir hikâyedir. O âlemden haber verir. Bu suret âleminin göklerinin güneşi, ayı olur da bu âlemin aslı ve ruhu olan o mâna âleminin güneşi ve ayı olmaz mı? Fakat halk, o âlemi göremediğinden ona bunlardan nasıl bahsedilebilir. Bahsedilse de anlıyamazlar; onlar da bu âleme kıyas ederler. Güneş kutuptur. Nur saçar; doğru olan velî de o kutuptan nur alır. Bunun şerhi uzundur, eğer söylense akıllar onu kavrıyamaz. Kılavuz ve vâkıf olanlara bu  kadarı  kâfidir.  Onlar  bundan  istidlal  ederler ve  çalışırlar,  böylece söylemediklerimizi bununla anlarlar.

Kur’anın bir içi vardır, içinin de içi vardır. Bu böyle yedinci içe kadar devam eder (H.). Kur’anın suretinin yedi içi vardır; şimdiye kadar âlimler ve velilerin tefsirleri, dördüncü yüzünü geçememiştir. Daha fazlasından haber verememiştir. Bununla beraber velilerin, yedinci yüzüne vâsıl olamadıkları anlamını, çıkarmamalıdır. Onlar vâsıl oldular ve öteye bile geçtiler; fakat kelime ve cümleye ancak bu dördüncü yüzünün mânasını sığdırabildiler. Meselâ, bir insan karadan yola çıksa, karayolunun menzillerini, şehirlerini, dağlarını, sahralarını, çimenliklerini, ormanlarını anlatabilir. Bunlar tasvire sığar; fakat bu adamın gitgide yolu denize dayansa, bu deniz üzerindeki yolculukta gayeye vâsıl olduktan sonra kat’ettiği menzilleri, yollan nasıl anlatabilir?

Beyit:

Kalem buraya geldi kırıldı.
Ev yıkıldı, kapısı kırıldı.

Bundan da anlaşılıyor ki Kur’an, herkesin istidadına göre bir yüz gösteriyor. Meselâ zengin bir adamın evinde çocukları, köleleri, hısım ve akrabası olur; bunların bazısı çocuk, bazısı genç, bazısı ihtiyardır. Aile sahibi, bunların hepsi ile hallerine göre görüşür, konuşur, ihtiyaçlarını temin eder. Tanrı da böyledir. Süleyman’ın da, karıncanın da yiyeceğini ve kuvvetini verir. Tanrı’nın sözü olan Kur’an da buna benzer. Herkese, anlayışı ve aklı ölçüsünde yüzünü gösterir. Bayezid bir gün yolda giderken bir şerbetçi: “Yalnız bu bir tanesi kaldı.” diye bağırdı. Bunu işiten Bayezid bir nâra attı. Esvabını yırttı, kendinden geçmiş birhalde yere yuvarlandı. Ayılıp kendine geldiği vakit müritleri ona: “Hayrola! ne gördün, ne işittin ki bu hale geldin?” diye sordular. Bayezid: “Ey alçaklar! Bu adamın ne söylediğini işitmediniz mi? Bende ondan başka birşey kalmadı, diyordu” dedi. Halbuki şerbetçinin maksadı, şerbetten yalnız bir bardak kaldı, demekti. Biran evvel satılması için, böyle bağırıyordu. Fakat Bayezid, yüzünü daima Tanrı’ya çevirmiş olduğundan, onun “bir” demesinden, bir olan Tanrı’yı anladı ve düşüp bayıldı. Tamamiyle Tanrı’ya mal olmuş velîler mecazdan, hakikati anlarlar. Başkalarının yaptığı gibi, hakikatten mecaza nasıl giderler?” Aç bir adama: “İki iki daha kaç eder?” diye sormuşlar, o cevabında “dört yuvarlak ekmek eder.” demiş; eğer bu acın önüne dört yuvarlak ekmek koysalar o, “dört” nasıl der?” İbrahim’ (selâm O’nun üzerine olsun) in babası Azer’dir. Sanatı put yapmaktı. İbrahim içinde bir cevher olduğundan, babasının dalâlette olduğunu anladı. Tanrı’yı aramağa koyuldu. Babasını terk etti. Rivayet ederler ki: İbrahim akşam üzeri şehirden çıkıp sahraya gitti, orada iken hava karardı, gökte bir yıldız peyda oldu, İbrahim: “İşte! benim Tanrım budur!” dedi. Bu yıldız bir zaman sonra batınca: “Hayır! Bu Tanrılığa layık değildir. Çünkü kayboluyor, Tanrı bakidir, bu ise fânidir” deyip düşüncesini değiştirdi. Biraz sonra ay doğdu, onu görünce de: “İşte benim Tanrım bu olsa gerektir;” bu da batınca: “Bu da Tanrılığa lâyık değildir” dedi. Sonunda böylelikle sabah oldu, güneş doğdu. İbrahim güneşi görünce: “Benim aradığım Tanrı her halde bu olacaktır; çünkü bu hepsinden büyüktür.” dedi. Akşam olup güneş de batınca: “Hayır, bu da tanrılığa lâyık değildir; ben yüzümü batışı olmayan, daima bakî kalan bir Tanrıya çevirmeli ve ona tapmalıyım.” dedi.”(55)

Her şeyin dış tarafını görenler, bu âyetteki İbrahim’in gördüğü bu yıldızlardan, bu duman gibi görünen gökteki yıldızı, bu aydan ve güneşten de bu gökyüzündeki ayı ve güneşi zannederler. Büyük adamların sırlarından, bu sersemler, bunun dış manasını anlamışlardır. Fakat her şeyin iç yüzünü gören muhakkikler, bu iki cihanın padişahları, başka türlü anlamışlardır. Onlar derler ki: “İbrahim (selâm O’nun üzerine olsun) bulûğ çağına eriştiği zamandan beri, bu kadar yıllar esnasında hiç göğü, yıldızları, ayı ve güneşi görmemiş mi idi? Yalnız ilk defa olarak bulûğ zamanında mı gördü. Bu yönden bu âyetteki göğü, yıldızları, ayı ve güneşi zâhirdekine hamletmek büyük bir ahmaktıktır. Onlar, bu âyetin mânasını anlamamışlardır. Akıllı bir adam, bir söz işittiği vakit, eğer ondan mâkul ve faydalı bir mâna çıkaramazsa, o sözü mâkul ve faydalı bir mâna ifade edecek bir tarzda te’vil etmelidir. Meselâ, bir kimse: “Ben ok atan bir arslan gördüm” dese bundan, ormandaki, bildiğimiz “yırtıcı arslan” mânasını anlamamalıdır. Çünkü onun ok atması imkânsızdır. Bu arslandan maksat cesur, mert bir adamdır. Binaenaleyh akıllı bir adam, akıllı kimselerden ne işitirse, eğer onun zahirinden akla yakın bir mâna çıkarmazsa, mecaz tarafına sapıp ondan akla yakın bir mâna çıkarmağa çalışmalıdır. Bu âyetteki “akşamdan” dan maksat, İbrahim’in varlığıdır. Çünkü, “Tanrı mahlûkları karanlıkta yarattı, sonra bunların üzerine nurundan serpti (H.). sözü de bunu gösteriyor. İbrahim, kendi varlığı akşamının karanlığında, seyir ve sulukta bulundu. Sonra Tanrı’nın o kadim olan nurundan üzerine serpildi. İbrahim bununla kanaat etmedi; bu nur kendisine bir yıldız gibi göründü, seyir ve sülûkünde devam etti. Daha ilerledi bunun sonucu olarak varlığında bir parlaklık gördü. Bu, ona güneş gibi göründü. Kendi kendine: “Bu parlaklık, bütün seyrettiğim makamlarda gördüğümden daha çok, o halde” ben bu seyrimde daha çok ilerlemeliyim! “Asıl maksuda vâsıl olmalıyım” dedi. Bu nurlar içine gark oldu sonra: Ben varlığımı, gökleri ve yeri yaratana doğru çevirdim (Sûre: 6, Âyet:79) dedi. Bununla İbrahim (selâm O’nun üzerine olsun) böyle demek istiyor: “Ben ucu, bucağı olmıyan ölçüsüz denize yüz çevirdim” ve gayeye vâsıl olduğumu zannettim. Parmağımı koyup: “İşte burası sonudur” dedim; fakat baktım ki değil. O sonsuz denize, bir son ve sınır tasavvur ettiğimi anladım. Sonra baktım ki bu makamların, bu kerametlerin, bu nurların sonsuza kadar sonu yok. Bundan sonra da türlü türlü güneşler doğacak, günden güne artan makamlar, zuhur edecek. Tam bir feragat ile yoluma devam ettim. Nihayet kendimi tam aslın ve vaslın içinde buldum. Önceleri de bu durumda idim; fakat hamlıktan, başka türlü zannediyordum. Birtakım korku doğuran şüphe, yok oldu ve güven, rahat karalığı bulunan yakîn, onun yerine geçti. Yakîn Tanrı’nın dostudur. Şek ve şüphe, münkir ve yabancıdır. Yabancı olan bu şek, aradan çıktı.Yegâne olan yakîn, onun yerine geldi. Sonra, iyi bil ki Tanrının dostları için hiçbir korku yoktur. Bunlar zerre kadar mahzun olmazlar (Sûre: 10, Âyet: 63) âyeti nazil oldu.

Beyit:

O makamda bulunan, hep vuslattır, ayrılık orada bulunamaz.
Cananın cemalinden başka orada bir şey yoktur.

 

FASIL: 39

Tanrı’nın kullar iki türlüdür. Bir kısmı makbul, bir kısmı nâmakbul. Bir burada nâmakbul olanları zikretmiyelim. Çünkü onlar çoktur, bunlar: “Benim ümmetim yetmiş iki millete ayrılacaktır; bunların hepsi ateştedirler. Yalnız bunlardan bir millet müstesnadır” (H.), buyrulduğu veçhile yetmiş iki millettir. Yalnız bunlardan bir millet makbuldür. Biz şimdi makbul olan bu milletin hallerini açıklayalım: Bunlardan bazıları kullar, bazılan âşıklardır. Birinci kat göğe kadar, nasıl her gökte melekler varsa, kulların da mertebeleri böyle derece derecedir. Ednası, âlâsı ve âlânın âlâsı vardır. Beşer suretinde görünen toprak ve su kalıbında yaşıyan makbul kulların da makamları, dereceleri böyledir. Meleklerin başı, nasıl Cebrail ise, bunlardan da her taifenin bir imamı, bir kılavuzu ve padişahı vardır. Bu makbul kullar, mertebe meleklerini geçmişlerdir. Çünkü bunlar, birçok manilere rağmen kulluklarını yerine getirirler; nefislerinin hevâ ve hevesini terk ederler. Nefsini süflî heveslerden nehyeden için de şüphe yok ki sarılacak yurt cennettir. (Sûre: 79, Âyet: 40-41.) Tanrı’nın rızası için kendi dileklerinden vazgeçmişlerdir; kendi nefislerinin rızasını yerine getirmezler, öteki dünyanın vereceği tadları bu dünyanın verdiği tadlara feda etmişlerdir. Elbette akıbet başlangıçtan iyi olacak! (Sûre: 93, Âyet: 4) âyeti ile hareket ederler. Gece gündüz nefis mücadelesiyle meşguldürler. Nefsin askerleri olan heva ve hevese, bu dünyanın emellerine karşı Rüstem pehlivan gibi savaşırlar. Küçük savaştan döndük, şimdi büyük savaşa gidiyoruz (H.) buyrulduğu gibi küçük savaş, başkasını öldürmektir ve bu çok kolaydır. Fakat, büyük savaş, kendini öldürmektir bu tabii çok güçtür.

Nazım:

Mertlik, başkalariyle savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlik, kendi nefsiyle savaşmaktır.

Sen bir insanı sevmediğin zaman onu, sövmek, saymak, kötü davranmak, korkutmak gibi şeylerle evinden uzaklaştırabilirsin; eğer bunlarla başaramazsan, evi ona bırakır kendin çıkar, başka bir yere gidersin. Nitekim Mevlânâ (Tanrı O’nun aziz olan ruhunu takdis etsin) şöyle buyuruyor:

Nazım:

Eğer o, seni sıkıyorsa kalk git; o senin ayağını tutmuyor ya!

Fakat, içinde olan düşünceleri hiçbir hile ve tedbirle kendinden uzaklaştıramazsın. Bu ancak Tanrı’nın yardımı ile senden uzaklaşabilir. Bu bakımdan, iç ile savaşmak büyük, dış ile savaşmak küçük savaştır. Binaenaleyh insanlar bu kadar engeller ve güçlü düşmanların varlığı ile çalışırlar, böyle yol kesenlere karşı mücadelede bulunurlar, mertlik ve pehlivanlık ile içlerini temizler, Tanrı’nın ibadetiyle meşgul olurlar. İşte bu bakımdan bu ibadetiyle Tanrı’nın yanında başka bir kadir ve kıymeti olur.

Senin mükâfatın, ektiğin zahmet ve meşakkat nispetinde olur; fakat melekler böyle değildirler. Tâat ve ibadet, onlar için bir yaradılış, huy ve âdettir. Bir besin gibidir; onunla yaşarlar; belki ondan yaratılmışlardır. Biz, sizi ondan yarattık ve yine ona iade ederiz.” (Sûre: 20, Âyet: 57.) insanın sureti, topraktan yaratılmıştır. Onun için insanlar sûreten toprağa meylederler. Bu türlü türlü şehvet verici şeyler, yiyecekler, içeceklerin her birinin bir rengi ve bir tadı vardır; fakat hepsinin sonucu ve meyvesi topraktır. İşte bu yüzden insanlar toprağa meylettiler. Tanrı, toprağa, türlü türlü renkler ve tadlar vermiştir. Akıl ve bilgi cihetiyle, bir çocuk gibi olan insanlar, bunları topraktan başka bir şey zannederler; fakat akıllı bir insan, sûrî bir renk ile nasıl aldanır? Toprağı nasıl tanımaz? Bir oyuncakçı, mumdan türlü türlü şekiller, renk renk meyveler, çeşit çeşit oyuncaklar, ağaçlar, bahçeler ve saire yapar. Cahil bir çocuk, bunları başka başka şeyler zanneder; fakat akıllı bir insan, Bunların hepsinin mumdan ibaret ve bunların yok olmasının, bir defa ateş görmelerine bağlı olduklarını, bütün bu şekillerin ve renklerin mahvolup eski mum haline döneceğini bilir. Mayası ve heyulası yüce âlemden olan melekler, can ve gönül âleminden, aynı tâat nurundan yaratıldılar. Onlar nasıl olur da asıllarından başka şeye meylederler? İşte Tanrı, bu sade topraktan, insan cinsinden yüzbinlerce dinç, mutena gençler, bağlar, çiçekler, güzel ve güzel sesli türlü türlü kuşlar yarattığı gibi, o temiz, sâf olan ulvî âlemde de böyle sayısızdırlar , O ulvî âlem ki arştır; bu, ferştir; o, paktır, bu hâk; o, diridir; bu, ölü; o, hamidir; bu, camittir. Tanrı o ulvî âlemde de ruhanî ve hiç fena bulmayan ne ağaçlar, çiçekler, meyveler, nehirler, güzeller, akarsular ve türlü türlü yemekler yaratır. Bu toprak âleminden olan insanlar, şehvetlerini tadmak ve bu âleme meylettiklerinden onun nimetlerinden yediklerinden dolayı nasıl sevaba nail olmuyorlarsa, melekler de o ulvî âlemin nimetlerinden faydalandıkları için, hiçbir sevaba nail olmazlar. Çünkü melekler istedikleri gibi yaşıyorlar. Kendi yaratılışlarının mânasını yerine getiriyorlar. Balık suyun içinde, nasıl su ile yaşıyor ve sudan başka bir şeyde yaşayamıyorsa, meleklerin de o âlemde yaşamaları tıpkı böyledir. Arada şu kadar fark vardır ki insanlar bu toprak âlemine meylederler ve şehvetlerine uyarlarsa, itaba maruz kalırlar; cehennem azabına müstahak olurlar. Çünkü insanın meleklik âleminden nasibi vardır. Onun yarısı toprak âleminden, yarısı ulvî âlemlendir. Azaba, itaba müstahak olması, bu toprak âlemini öteki âleme tercih etmesindendir. Meleklere azap ve sevap olmamasının iki sebebi vardır. Biri şudur: Melekler yaratılışlarının gereğince yaşıyanlardır. İkincisi de melekler, aynı sevap oldukları içindir. İnsanlar, arada bu kadar engeller olduğu halde, kendilerinde bulunan meleklik sıfatına kuvvet verirlerse, mücahede ile müşahede mertebesine erişirler ki bu mertebeye bunlar erişemezler. Bu bakımdan Müminlerin ileri gelenleri, derece itibariyle meleklerden üstündürler.

Şimdi gelelim ilk sözümüze: Biz, yukarda her topluluğun bir padişahı, bir imamı ve ulusu olduğunu söylemiştik. Peygamberler, kulluğu o derece yaptılar ki kullukta kemal buldular. Tanrı onları bu heyuladan yarattı ve bu sıfat onlarda galip oldu. Çünkü onlar kulluğun hakkını verdiler ve Tanrı’nın yanında makbul ve asıllarına vâsıl oldular. Diğer insanlarda ise bu sıfat zayıftı. Bu cihetten muhalifler zümresine katıldılar. Aslında onlar bir tek ümmettendirler (Sûre: 2, Âyet: 209.) Peygamberler, halkı Hakka davet ettikleri vakit, onlarda bulunan zayıf parçalar, kuvvet buldu. Muhaliflerden idiler, yüzlerini peygamberlere çevirdiler, bu kulluk parçaları onların mezarı olan bedenlerinde ölmüş ve dağılmıştı. Fakat o peygamber “Bildir!” (Sûre:5, Âyet: 71) sûrunu ağzına koyup çağırdığı vakit. İsrafil’in sûrunun nefesi gibi bu dağılmış olan parçalar, mezar gibi olan bedenlerde, canlanıp başgösterdiler.

Şiir:

Bizim parçalarımız, bu ten mezarlarında ölmüştür. Aşk sûru nerede?
Bir üflese de bunlar yeniden güvenip başgösterseler.

Sen görmüyor musun? Bu cemâat olan toprakta, bu ölmüş ve fena bulmuş taneler, İsrafil gibi olan bahar, hamel burcundan, bu yok olmuş mezar gibi olan topraklardaki tanelere veyahut tabut gibi olan ağaç dallarındaki yapraklara, harfsiz, sessiz, ağızsız, damaksız ve dilsiz olarak ses eriştiği zaman, hepsi kazmasız, küreksiz ve kimsenin yardımı olmadan baş gösterip çıkarlar ve o mahpesten kurtulurlar. Kendilerinde kulluk parçaları bulunan müminler, tıpkı dünya alâyişi, karanlıklar, dumanlar, çamurlar ve etlerle bulaşmış beyaz kumrular gibi, kendilerini kara gördüler ve bu suret cihetiyle kendilerini bir cinse tâbi tutmak istediler. “Biz her halde kargayız!, çünkü “karga rengindeyiz” dediler. Sûreten, renkleri onlar aldattı ve şaşırttı, renksizlik âleminden bir yardım ve medet görmedikleri için, kargalarla beraber çölleri, vadileri dolaştılar; fakat ne de olsa içlerinde bir yabancılık duyuyorlardı. Kendi kendilerine: “Acaba bu bizim gönlümüz, aynen bizim rengimizde olan bu kargalara neden ısınamıyor?” diyorlar bu çamur ve su içinde, için için feryat ve figan ediyorlardı. Gizli sözü de; daha saklısını da bilir (Sûre: 20, Âyet: 6) ve mutlak âlem olan Tanrı, onların, dilsiz ve damaksız, ruhen, için  için gizlice yaptıktan bu candan feryat ve figanı işitti.

Tanrı, önceden sana isnat olunan, sonradan sana olunacak kusurları, bağışlasın; hakkında nimetini tamamlasın! (Sûre: 48, Âyet: 2) buyrulduğu gibi, her türlü gösterişten ve karanlıklardan münezzeh bir peygamber göndererek, ona: “Çık, bu kargaları Hakka davet et!” diye emir verdi. Peygamber (selâm O’nun üzerine olsun) de Tanrısının bu emrine karşı: “Benim bu kargalarla ne işim var? Onlar benim cinsimden değiller, onlar benim sözlerimi nasıl anlıyacaklar? Benim sesim başka, onların sesi başka; biz bir dille konuşan yaratıklardan değiliz; onlar benim dilimden anlamaz, gönüllerimiz, duygulanmaz ayrı; benim gönlüm ne istiyor? Kimi arıyor? Onlar nereden bilecekler. Onların besinleri ve her şeyleri başka, benim dualarımı anlıyamazlar” dedi. Tanrı onun bu sözlerine Ey Muhammed! seni ben yarattım, sana işitme, görme, akıl bilgi, görüş ve temyiz verdim; sen cinsinden başkalarını Hakka davet etmenin faydaları olmadığını biliyorsun da ben bilmiyor muyum? Ben sana bir de batini bir kişilik, Mümin, Tanrının nuru ile bakar (H.) buyrulduğu gibi, kendi nurlarımdan bir nur verdim. Sen niçin zahir gözü ile bakıyorsun? İç alemindeki sana verdiğim gözle niçin bakmıyorsun? Tanrının ahlâkiyle ahlâklanınız (H.), Tanrı sizin suretlerinize, amellerinize bakmaz, sizin kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H), denildiği gibi kul, padişahının ahlâkiyle ahlaklanmalıdır. Ben Tanrıyım, bu kuşların renklerinin karalığı, onların kargalarla sahralarda, çöllerde dolaşmalarındandır. Ben bunu görmüyor muyum? Fakat, onların içinde gizli, görünmiyen bir şey vardır, ona bakıyorum. Sen de bundan gafil olmamalısın. Ben seni, cinsinden ayrı olanlara göndermiyorum. Seni cinsinin yanına gönderiyorum. Onlar da senin tohumundandır ve senin aslından, senin heyulândandır. İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibi birtakım madenlerdendir (H.). Her ne kadar onlar, surette başka, senin cinsinden değilmiş gibi görünürlerse de, meselâ sen beyazsın, onlar karadırlar, onlar dalâlette, sen hidâyettesin, onlar günahta, sen sevaptasın; fakat onların üzerinde gördüğün kara renk iğretidir, aslî değildir. Kendi cinslerinden olmıyanlar ile, konuşmaktan hâsıl olmuştur. Onlardan bulaşmıştır. O halde ben senin parçalarının ve cinsinin aslından olan can ve gönül akrabanın, bu kendi cinsinden olmayanların arasında kalmasına acıyorum. İşte seni, bu kararmış olan beyaz kumruları, o, aslen kara olan kargaların arasından kurtarmak, onlar etrafına toplamak için, onların yanlarına gönderiyorum. Bu vasıta ile, senden ve seninle olan bunlar, sonunda yine seninle olsunlar, senin hizmetine girsinler; çünkü her şey aslına döner cevabını verdi.

Beyit:

Denizin suyu, nerede olursa olsun yine denizdendir, yine denize ulaşır.
Bu devir ihtimalden uzak değildir

O halde o Peygamberi beyaz bir kumruya: benzetmekliğim halkın anlaması içindir, yoksa yüzbinlerce simurg onun en âdi bir kanadına yetişemez. Hattâ simurg ve anka değil, bu kumru uçmağa başladığı vakit, Cebrail “pes!” der ve kanadlarını aşağı indirir. Eğer onun önünde uçmağa kalkarsa, kanatları yanar. Eğer bir parmak daha yaklaşırsan yanarsın. (H.) sözüyle de Cebrail bunu itiraf etmiştir. Bu beyaz kumru, o kara kargaların yanında, Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin; susun ki merhamete dâhil olasınız (Sûre: 7, Âyet: 203) hükmünce okumağa başladığı vakit, kararmış olan kumrular kendi cinslerinden olanların sesini işittikleri zaman, hemen aslen kara olan kargalardan ayrıldılar ve bu kumru ile nur çimenliğine doğru uçup gittiler. Bundan sonra Peygamber (selâm O’nun üzerine olsun) bu kumrulara arız olan karalığı gidermek için çareler aradı. Bunun üzerine sabun ve suyu Cebrail’in eliyle gökten yere indirdi. Onlar namazı kılın, zekâtı verin! (Sûre: 2, Âyet: 40) gibi türlü türlü emirlerle, bu karanlıktan temizledi ve nehilerle beyazlıktan çıkıp tekrar karalanmamaları için, onlara sakınmalarını bildirdi. Yukarda etraflıca söylediğimiz gibi, Peygamber kullukta kâmil, mertebe bakımından meleklerden ve Cebrail’den yüksektir. Kullukta kâmil, bu makam ve saltanatta sonsuz, bir devlete mâlik olan sultanlarına uyan bu kullar, bu beyaz kuşlar arasında, kulluğu ve fermana uymayı tabiat edinen, ukab ve itabdan çekinen, tarikat adabına riayet ve mücahede ile, cennetler, ebedî bir ömür ve sermedî bir devlet kazanmak hırsını besleyen Tanrı’nın tacirleri gibi, hırstan kaçınan, menfaate meyil gösteren kullarla kaynaştıklarından, bazı ruhları aşk heyulasından yaratmışlardır. Aşkta son mertebeye yetişmiş ve erişmiş olan âşıkların sultanını bu kullarına göndererek ona: “Git bu kullarıma şöyle söyle: Siz her ne kadar seçKin kullardan iseniz de, bu tuttuğunuz yolun daha ilerisinde bir yol, bir padişahlık, bir mel’ce ve sığınak vardır ki o yol, bu yolun esasıdır, aslıdır. O, can; bu onun suretidir. Eğer bu yol can ise, o, canın canıdır. Eğer bu Rahmanın nuru ise, o gizli sırrın sırrıdır. Eğer bu Tanrı ‘ya seyir ise o Tanrıda seyirdir. Eğer bu, edep ve korku yolu ise o, edepsizlik ve korkusuzluk yoludur.

Nazım:

Aşk edebi, tamamiyle edepsizliktir. Aşk milleti, tamamiyle edepten ibarettir.

Bu, elpençe divan durur; o, padişahın dizini yastık yapmış, orada naz ve nimetler içinde yatar; bu, emre itaat ve emri yerine getirmekle makbuldür. O, emri yapmamakla hem şâkir, hem meşkûrdur. O aşkların sultanı, bu kullar arasında, onlara: Ey benim parçalarım! Siz kulluk bedeninden ve mezarından çıkın, tam hürlük, serbestlik olan aşk havası içinde uçun, diye tembih etti.

Rubai:

Medrese ve minare viran olmadıkça, kalenderlik tam olmaz.
İman küfür ve küfür iman olmadıkça, bir Tanrı kulu, hakkiyle Müslüman olmaz.

Sonra o âşıklar güruhu, kullar arasında ayrılmış ve âşıkların sultanı olan âşk bülbülü ile vuslat gülzarında uçucu olmuşlardır. Kulların sultanı olan nebiler de bu âşıkların sultanının aşkiyle, kararsız oldular, onu aramak sevdasına düştüler.

Dostlarının mülakatına ne kadar ihtiyacın var. (Kel.Kib.). O aşk duygularının imamıdır ve Onu herkes anlıyamaz. Onun yolunu tutmak, kaabil değildir. Çünkü o, beşerin kudreti dışındadır. Kulluk ise, beşerin kudreti dahilindedir. Aşıklık da vehbîdir.

Mısra:

Aşk kendiliğinden insana gelir, çalışmakla elde edilmez.

Aşk, padişahların seçkin kuludur. Bununla beraber o, öyle bir padişahtır ki bütün padişahlar bütün âleme ve Adem’e mensup olanlar, onun ümmetidir; hattâ onların arasında öyle padişahlar vardır ki bütün padişahlar onlara ümmet olmak istedikleri halde, bu şerefe erişememişlerdir. Nitekim bu hususta şöyle buyrulmuştur.

Beyit:

Ey Âdem ve zürriyetinin rüyada gördüğü kimse!
Ben senin güzelliğinin sıfatlarını kimden sorayım?

Musa (selâm O’nun üzerine olsun), Hızır (selâm O’nun üzerine olsun) ile arkadaşlık edemedi, O’nun işlerinin sırrını anlıyamadı ve O’nu inkâr eti, aleyhinde bulundu. Sonunda Hızır Musa’ya: Artık ikimiz arasında ayrılık gerektir (Sûre: 18, Ayet: 77) dedi. Mustafa (selâm O’nun üzerine olsun) da: Âdem ve Ondan başka her şey, benim livam altındadır; fakat ben bununla övünmem, ben fakr ile övünürüm (H.) buyurdu. Bütün müminler, Âdem zamanından, dünyanın sonuna kadar, O’na yüz çevirmişlerdir. Bu onunla övünmez; çünkü O, fakra yüz çevirmiştir ve onunla övünür. Binaenaleyh fakr, her şeyin üstündedir ve O, bütün bu fakr sahiplerinin üstünde gizli, fakr sahibidir ki, bütün ümmete boyun eğmez, eğer eğse, ümmet O’na nasıl ümmet olabilir. Bir karınca hiç Süleyman’ın ayağına ve sivrisinek ankanın kanadına sahip olabilir mi? Ben böyle bir padişahı nasıl anlatayım? Bu padişahın ümmeti yoktur. Eğer bir veya iki kişi, ümmeti olsa, sen bunu az görme, çünkü o bir kişi, binlerce kişiye bedeldir. Bin değil, hattâ hadsiz hesapsız insanlara bedeldir. Tanrı, İbrahim (selâm O’nun üzerine olsun) hakkında: Muhakkak iki İbrahim, tek başına bir ümmettir. (Sûre: 16, Âyet: 121) buyuruyor; İbrahim, tek olmakla beraber bir ümmet mesabesinde idi. Çünkü bir iş çıktığı vakit, bir kişi bin kişiye bedeldir. Onlar, sayıldıkları vakit azdırlar, şiddet gösterdikleri zaman çokturlar. Ümmet, bir kişi olmaz; bin belki binlerce kişi olur; o halde sen böyle bir kimseyi, nasıl bir görebilirsin? Ona nasıl, “bir” dersin? Eğer bu âşıklar sultanını, biri anlar ve takdir eder de ona ümmet olursa ve senin de aklın, görecek gözün, parlak anlayışın varsa, o biri, bin, belki binler gibi görürsün. Sen bir ümmet gibi kabul edersin; fakat eğer bu veliden mertebesi aşağı biri olsa, etrafında sayısı binlere varan bir ümmet bile olsa, onun bir kişi kadar değeri yoktur.

Mısra:

Kalem buraya gelince ucu kırıldı.

Bu tıpkı şunun gibidir. Meselâ, bir mektepte bir öğretmenin yüzden fazla öğrencisi olsa, sonra bu öğretmenin arkadaşı ve komşusu ondan daha âlim bir öğretmene de yalnız bilgin bir müçtehit öğrencilik etse, bu tek öğrenci, öyle bir öğretmen ve yüz öğrencinin, belki öyle yüz bin öğretmen ve yüzbin öğrencinin fevkindedir. Bu yaptığımız nispet de doğru değildir. Hattâ o bir öğrenci, yüzbindir ve bu yüzbin de bir değildir. Bir kasap, yüzbin koyunu yenmiş ve götürülmüş zanneder, o sözünün çokluğundan gönlüne hiçbir korku ve vehim gelmez; belki koyunlar ne kadar çok olursa, o kadar memnun olur; kuvvet bulur. Meselâ bin tane cahil, cevherden anlamıyan, bir altına ve halis taşa: “lala ve cevher” diyen bir kimsenin şahadeti, cevherden anlıyan, bilgili, hünerli bir sarrafın şahitliği yanında hiçtir. Bu bir sarraf, manen yüzbin sayılır. Eğer yüzbin göz, bir güzelin yanağını, boynunu ve güzelliğini anlatsa, onun hiçbir değeri yoktur; fakat gözü görmiyen bir kimse söylerse, onun bu hükmü, o yüzbin gözün verdiği hükme tercih edilir. Bu huşunun benzerleri çoktur. Bir kimsenin bakışı, yalnız çokluğa dönük ise o adam, hünerlerin bakışlarına ve iyi kulların ayağına sahip değildir. Tanrı bir kulun iyiliğine şahadet ederse , halkın kötü şahitliğinin hiçbir önemi yoktur. Binaenaleyh Tanrıya kulluk, Tanrı için yap ki, o kulluğunda, Tanrı senin şahitlerin olsun. Eğer sen kulluğunu halk için, halk arasında iyi bir ün kazanmak için yaparsan ve halk senin iyiliğine şahitlik ederse, Tanrı sana şahitlik etmedikten sonra bunun ne faydası vardır? O halde Tanrı’nın işlerini, Tanrı için doğru yap; halk için değil. Yaradanın rızasına talip ol, halkın değil.

Şimdi biz yine yukarda zikrettiğimiz aşk ümmetine gelelim: Bunların her birinde aşktan bir damar vardır. Bunların öncüleri aşkta aşkı, kemâle eriştirmiş bir sultandır. Bu âşıklar âlâsı, ednası, kuvvetlisi, zayıfı hep onun ümmetindendir. Bu âşıklar kulların, padişahlarına ve onun bendeleri olan ümmetine hiç boyun eğmezler; onların gidişleri hoşlarına gitmez; o kullara her biri devlet ve servet sahibi ve müflis olduğu halde, onların bu devlet ve serveti, onların gözünde hiçtir. Bu âşık, o kullara hor gözle bakar; çünkü kendi sultanının büyüklüğü, onun gözlerini doldurmuştur .Onun gözüne başka büyüklük görünmez. O, her ne kadar âsi, âdi, aşağı ve kusurlu ise de yine, başka kapıya başvurmaz. O mücrim olmakla beraber, padişahının mücrimidir. Affını da kendi padişahından ister, başkalarından istemez. Eğer sen âşıklara hakaret yollu:

“Kadir ve menzil cihetiyle, herkesten yüce olan o ulu âşık ile, sizin ne ilginiz var? Siz kimsiniz, o kim?” dersen, onlar da sana: “Peygamberle sizin aranızda ne münasebet var? Peygamber kim, siz kim? Her türlü tâatler ve ibâdetlerle zâtı müzeyyen ve her türlü kerametler, mucizelerle mükerrem olan o yüce Peygambere, siz nasıl ümmet olabilirsiniz?” cevabını verirler. Halbuki Muhammed ümmetinden birçok kötüler, hırsızlar, haramîler, fâsıklar ve asiler yok mu? Bunlar da onun dinine inanmıyorlar mı? Canlarını, başlarını feda ediyorlar, inançları olmakla beraber, bir gün tövbe ederiz, bizim ulumuzun sünnetlerini yerine getiririz, diye ümit ederek, kalb kuvvetiyle yaşıyorlar. Tâat ve ibâdette kusur ediyorlar. Böyle düşündüklerinden yahut böyle ulu bir padişaha sahip olduklarından şefaat ümidiyle korkmuyorlar. İşte bu âşıklar da onlar gibidirler. Bu düşüncelerle yürekleri kuvvetlidir.

“Biz de başımızı feda ederiz, kendimizden geçeriz, Tanrıya ulaşırız” derler; yahut: “Biz, kendinden geçmiş ve Tanrı ‘ya ulaşmış bir kimsenin aşkiyle, sonumuzun gelmesini ümit ederiz” derler. O halde, bu ümmetin avamı, ümmetin avamına tercih edilir. Fakat, seçkinlerini kıyas edemem, çünkü yabancılarla Peygamber arasında çok fark vardır. Bu karşılaştırmayı yalnız, çöldeki bir susuzun serabı su görmesi gibi, kendisinde akıl olduğunu zanneden bir akılsız yapabilir.

Şiir:

Dünya ancak bir hayaldir; fakat gerçekte Haktır.
Kim bu hakikati bilirse, o tarikatte eşsiz bir saliktir.

Dünya bir seraptır ve sana su gibi görünür. Hiç kimse dünyadan emeline nail olamaz, tersine ondan uzaklaşır. Bir serabı görüp de ona doğru koşup giden adam, suya ulaşabilir mi? Durduğu yerde kalırsa belki suya yaklaşır. Kanaat tükenmez bir hazinedir (H.). Bu adam suya erişemezse de hiç olmazsa, suya erişeceğim, diye yorulmaz ve daha çok susamaz.

Beyit:

Senin bu dünyada sevgiliden nasibin,
rüyada gördüğün hayalden nasibin kadardır.

Evet senin bu dünyanın güzellerinden, sevgililerinden ve dostlarından nasibin, uykuda gördüğün ve tatlı rüyalardan aldığından daha fazla değildir. Eğer rüyada bir şey yesen, hakikaten onu yememişsindir; bir şey giysen, giymemişsindir. Eğer merkepler yükü altınlar ,ele geçirsen, yine iflas etmişsin. Rüyada sevinç ve keder, padişahlık ve bekçilik birdir. Bir ma! eline geçerse, sevinirsin ve bir kimseyle kavga edersen, uyandığın zaman başına gelen bu iki hali gözünün önüne getirir de: “Ben ne ahmak adammışım! Ne yaptım da bu aslı olmıyan şeylerle kendimi aldattım?” diye sen de başına gelen bu iki hale gülersin. Bu dünya ile meşgul olan bir kimse, yel “bâd” ve dünyadan elini çeken ise bade içer. Çünkü Tanrı kime yol gösterirse o kimse, yol bulur (Sûre: 7, Âyet: 177) buyrulmuştur. Dünyayı rüyaya, uykuya benzetirler. Yalnız aradaki fark şudur: Uyku hissidir. Dünyada uyanıklık ve dünya işleri ise gaflet uykusudur. Bu gaflet uykusu, bizim o gece uykusundan daha ağırdır. Çünkü bu hissî uykudan insan bir sesle bir hareket ve korku ve bir darbe ile uyanır. Fakat bu gaflet uykusundan yüzyıllardan beri peygamberler birbiri peşinden geliyorlar, bu kadar vâadler ve vaidler de bulunurlar; Velîlerin boğazları bağır­maktan ağrıyor ve daima: “Ey gafiller! siz bu ormanda, bu yırtıcı kurtlar arasında niçin hiç korkmadan uyuyorsunuz? uyanınız! bu kanlı ormandan, bu gaddar dünyadan kalkıp gidiniz. Dar-ül karar olan dünyaya koşunuz” diye bağırdıklan halde, hiç kimse bu ağır uykudan uyanmıyor.

Onlar, şeytan’ın: Ben onların hepsini azdıracağım (Sûre: 15, Ayet: 39) dediği gibi, ta ötedenberi Adem’e ve zürriyetine girmiş olan nakış ve şeytan denilen şekavet kuvvetleri onları parça parça edip, cehenneme yem yapıncaya kadar, uykularına devam ediyorlar.

Cehennem, şeytanın karnıdır, midesidir. Tanrı’nın rahmetine sığmıyan, elbette şeytanın midesinde hazmolup gider. Bunun tafsilâtı uzundur. Bu şuurla çözülür bir düğüm hallolunur bir nükte değildir. Çözülmez ve çözülmeyecektir. Meğer ki Tanrı lütuf ve kereminden bize yârdım etsin. Tanrının hidâyet ettiği kimse hidâyete erişir. (Sûre: 7, Âyet: 177) O ancak bu suretle nimetine erenlerin (Sûre: I, Âyet: 6), sırrına mazhar olanlann sırasına erersin. Ve Tanrı’nın gazabına uğrayanlann zümresinden kurtulursun, onlardan ayrılırsın; çünkü bunlar, gazaba uğramayanların ve sapmayanların (Sûre: I I, Âyet: 7) sırrına mazhar olmuşlardır. “Her an başaşağı” işarettir. Lâfzı tuhaf ve acaiptir. Bu dünya, te’vilsiz cehennem ve onu terk de cennettir. Görünüşte tatlı, mânaca acıdır. Fakat bu acı, sana tatlı görünür. Meselâ, toprak yiyen hasta bir adama, mizacının bozukluğundan dolayı, toprağın tadı şekerden daha tatlı gelir. Safra hastalığına tutulan bir kimse için de Ebucehl karpuzu gibi acıdır. Mizaç iki kısımdır: Batınî mizaç, zahirî mizaç. Nebilerin bâtın mizacı salim ve doğrudur; onun için cenneti, dünyayı terketmekte ve bekayı fenada buldular. Açlık Tanrı’nın yemeğidir; bu açlık, insanlar için acı bir şeydir. Halbuki Tanrı’nın yemeğidir; peygamberlerin ağzında ve damağında baldan, şekerden ve helvadan daha tatlıdır. Şakiler, âsiler ve gafillerin ağzında ise öldürücü bir zehirden daha acıdır.

Beyit:

Ben gerçek diriliği ölümde buldum;
benim serhoşluğum ölüm şarabındandır.

Cennet insanların hoşuna gitmiyen şeylerle, cehennem de şehvani şeylerle örtülüdür (H.). Sen, cehennemi dünyadan uzak görme; dünyada tam cehennemin içindesin, bundan haberin yok. Nitekim bir çocuk da okulun ilim, edep, tahsilini, meşakkatini ve acılığını kumar ve oyunun lezzetine tercih eder. Halbuki o’ acılık, tatlılığın ta kendisi ve tatlılık da tamamiyle acılıktır. Gaflet perdesi, gözlerin önünden kalkar ve sırlar perdesiz görünürlerse, o zaman ne oldukları, hakikî mahiyetleri meydana çıkar. Sırların meydana çıktığı gün, (Sûre: 86, Âyet: 9) bütün uykuda bulunan gözler gaflet uykusundan uyanırlar.

Bugün senin gözün keskindir; (Sûre: 50, Âyet: 21) buyrulduğu gibi nazarlar keskinleşir, o zamana kadar hep ters gördüklerini anlarlar. Artık onlar cehennemin hendeklerinde baş aşağı asılı kalırlar. Tutacak hiçbir şey bulamazlar ki ona el uzatıp yapışarak kendilerini kurtarsınlar. Nur, hayır, âmel, tâat, sabır, ibâdet ve zikir gibi kurtuluş çarelerinin hepsi ellerinden gitmiş olur. Bugün Tanrının rahmetine erişenlerden başkaları için Tanrının azabından başka bir kurtuluş yoktur (Sûre: 11, Âyet: 45) buyrulduğu gibi Tanrıdan başka kurtarıcı bir şey kalmaz. Sağdan ve soldan kazandığınız amellerin, tadını tadınız, (Sûre: 7, Âyet: 37) sesi erişir. O halde ey dünya âşıkı ve dünya işleriyle meşgul olan kimse! şunu bil ki her ne kadar sana bu dünya tatlı görünürse de cehennemin ta içindesin ve onu cennet zannediyorsun. Seni Hakka çağıran, dünyadan soğutan, ondan ayıran ve ona yabancı kılan, cehennemin hepsinden kurtaran, dünyanın terkine meylettiren, senin karar edecek yerini, meskenini yokluk ve dünya terkinde kılıp, sonunda seni cennete götüren, sana ayrı bir dirilik bağışlayan, “ölmeden evvel ölmek” ve yok olmaktır. Yokluk, varlığın aslıdır. Çünkü varlık yokluktan var olmuştur; bu varlık evvelce yoktu, şimdi yine yok olacaktır. O halde yok, asıldır; ölümsüzdür; varlık, teferruattır. Eğer bugün dünyayı terk edersen, karar evi olan cennet, bugün sana müyesser olmuştur. Kim yokluğu tutar, onda karar kılarsa, onda asıldan bir damar var demektir ki o ,da yokluktur. Çünkü herşey aslına döner. Fakat bunun aksine olarak kim bu yokluktan kaçar ve varlıkta karar kılarsa fer’iyet onda fani dir. Fer ise fani, asıl bakidir. İnsanın sözleri işleri gelip geçer; bunlar fânidir. Söz ve işten münezzeh olan aslı ise bakidir. Bu madde ve asıl oldukça, her gün teferruatı, söz ve iş var olur ve yine yok olur. Asıl ve maddeye bağlanan söz ise ebedidir. Fakat her kim teferruat olan sözlere ve işlere bağlanırsa o da söz ve iş gibi fâni olur. Sanatta kalan, kalmaz; yok olur. Fakat sanatçıya giden, ona bakan, doğruluk makamındadır, kudretli bir padişahın yanındadır (Sûre: 54, Âyet: 55) ve onlar Tanrılarının yanında diridirler, rızıklarına nail olmaktadırlar (Sûre: 3, Âyet: 163) zümresine katılır; onlarla beraber azl, fena ve zevali olmıyan bir sâadet, ikbâl ve kemal içinde, Celâl sahibi Tanrı’nın yüzü gibi parlar. Bu, bizim sözümüzün sonudur. Cahil ve münkirlerin yanında ise bu söylediklerimiz muhaldir.

 

FASIL: 40

Herkes Hakkın velilerinden ahiret isterler, dünya istemezler; çünkü Tanrı onlara, ahiret vermiştir; dünya vermemiştir. Her kimse, bugün ebedî cennet, rahmet, Tanrı bilgisi ve marifeti, dünya tuzağından ve ölüm kılıcından kurtulmak gerekirse o, velilerin eteğine yapışsın. Her ne kadar veliler, dünyayı da vermeğe de güçleri yeterse de, dünya ve dünyanın mutluluğu, felekler ve yıldızlar vasıtasiyle olur. Tanrı bu işleri onların hükmü ile çevirir. Meselâ suyun ödevi, susuzluğu gidermektir. Ekmeğin bu işle ilgisi yoktur. Ekmek susuzluğu gidermez; o, açlığın ilâcıdır, susuzluğun değil. İşte Tanrı böyle yüzbin türlü şeyler yaratmıştır ve her birinin özelliği de başkadır. Çünkü sen Tanrının kanununda bir değişiklik göremezsin (Sûre: 35, Âyet: 41) buyrulduğu gibi sen, Tanrı’nın âdetini, hiç değiştiremezsin. Her şeyin bir işi vardır. Ne bu onun, ne de o, bunun işini görebilir. Meselâ bir padişah görünüşte insanlardan birini vezir, birini tercüman, birini hacip, birini emîr, birini şahne, birini muhtesip, birini amele yapar. Bunların her biri bir vazifeye tâyin edilmiştir. O işte, hâkim ve kethüdadır. Birbirlerinin işlerine karışmazlar. Yalnız bazan vezir, hacip vasıtasiyle: “Falan kimsenin kusuruna bakma!” yahut “falan kimseyi hapisten çıkar” gibi hükümlerde bulunur. Onun işlerinin teferruatına karışmaz, onunla meşgul olmaz. Onun mertebe ve mansıbı, böyle şeylerle uğraşmasından dolayı yüksek değildir. İşte bunun gibi, dünyayı dünya ehlinden istemelidir; çünkü Tanrı, dünyayı, onlara vermiştir. Velilerden de ahıreti istemelidir; bununla beraber veliler isterlerse, dünyayı da verebilirler. Bundan dolayı dünya ve dünya mutluluğunun bağlı olduğu bu felekler bile, velilerin hükmünden dışarı çıkmazlar; çünkü şahne, vezir veya hacibe karşı koymaz; ona şahnelik vazifesini, bunlar vermiştir; nasıl olur da bunlara karşı koyabilir? Fakat bazan veli, kendisine bağlılığı olan dünya ve dünya mutluluğunu isteyen bir talibe bu istediklerini verir. Felek, buna karşı koymağa cesaret edemez. Yalnız, veli daima dünya işleriyle meşgul olamaz.

Dostlardan birine: “Akşehir’e ne zaman gidiyorsun?’ diye sordum, o da: “Ne zaman gönderirseniz” dedi. Ben: “İnsanları Akşehir’e göndermek, bizim vazifemiz değildir. Bizim vazifemiz insanları ilim ve marifete, bu fena âleminden, beka âlemine göndermektir. Vazifemiz, işimiz budur. Ne zaman o tarafa gidersen, onu bizden bil! Kendine bir iyilik gelirse.. Tanrıdandır; kötülük gelirse kendi nefsindendir (H.). Eğer sen, ahiret tarafına gidersen bu, Tanrı’nın rahmetindendir. Bunu, onun fazl ve ihsanından bil. Eğer dünya tarafına gidersen, bunu da kendi fuzulluğundan ve boşluğundan bil” dedim.

Evliyaya gösterdikleri kerametlerden ve kalbindeki gizli şeyleri bildiklerinden dolayı inanmak doğru değildir. Eğer sen bu yüzden onlara itikad ediyorsan ve kendi şeyhine de bu yüzden bağlanıyorsan, bu bağlar pek çabuk kopar, bunun bekası yoktur. Çünkü hakikî bir şeyin bundan daha yüksek, daha değerli ve güzel meşguliyetleri vardır. O, bunlarla, meşgul ve bunlara müstağrak olursa, bu halde senin yüreğindeki gizli şeyleri, nerede olduğunu, ne yediğini ve ne yaptığını bilmeyebilir. Eğer bu yüzden itikad etmişsen, ondan bu kerametleri görmediğin zaman şeyhin kudsiyetini inkâr edersin. Onunla aranda yabancılık olur.

Keramet ortaya koymak ve herkesin kalbindeki sırları bilmek, tıpkı âlimlerin, fazılların hicviye söylemeği öğrenmeleri gibi âdi bir makamdır. Bu işe, aşk dervişi olmayanların, Tanrı’yı cehennem korkusu yahut cennet nimetlerine nail olmak ve büyük mevkiler elde etmek gibi fayda ve zararları bakımından tanıyanların makamıdır. Bununla beraber, bu maksatla çalışıp zahmet çekenler, yemek, içmek ve uyumakla vakit geçirmiyenlerin zahmetlerini de Tanrı zayi etmez. Çünkü O, Kur’anda O, bütün insanların Rabbıdır (Sûre: 114, Ayet: I) buyrulduğu gibi, insanların Rabbıdır. Herkesi besler, herkese lâyık olduğu yiyeceği verir, maksadını yerine getirir. Karıncadan ta Süleyman’ a kadar, kimseyi aç bırakmaz.

Eğer bir kimsede Tanrı aşkı esas olmazsa, Tanrı onu, böyle kerametler göstermek ve ilim öğrenmekle meşgul eder ve bu kerametler onun cennet ehlinden olduğuna ve cehennem azabından emin olduğuna bir müjdedir. Bununla da onun iki cihandan dilediği hâsıl olmuş demektir. Bu makam herkesin makamı olamaz. Bu türlü bazı şeyhler vardır ki bir şey söyler, o da dediği gibi vâki olur, keramet davasında bulunur yahut hokkabazlık veya simya ilminden bir şey öğrenmiş olur ve bunu da halkı yoldan çıkarmak için bir âlet olarak kullanır. İşte bu gibi şeyhler fâsıklardan ve fâcirlerden daha beterdirler.

Fakat, bu keramet göstermek, kalbteki gizli sırları bilmek kabiliyeti kendilerine Tanrı tarafından verilen kimseler, gerçek evliyaya nazaran çocuk sayılırlar. Çünkü hakikî evliyanın sermayesi aşktır. Onlar Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isterler. Onlardan başka olan her şey, onlara eziyet verir. Onlar aşk ile doludur. Kalblerindeki Hak ve Hakkın nurundan başka hiçbir şey yoktur. Halkın iyiliği ve kötülüğü ile ilgili değildirler.

Peygamberimiz: “Benim Tanrı ile beraber bazı zamanım olur ki o zamanda, aramızda ne bir peygamber ve ne de en yakın bir melek girebilir” (H.) buyuruyor. Böyle bir halde en yakın bir melek olan Cebrail bile, oraya sokulamazsa, alelade insanların düşünce ve hayalleri nasıl girebilir?

Meselâ, bir şeyh sana: “Dün sen bunu söyledin veya falan yemeği yedin” gibi senin başından geçen bir şeyi söylese, o şeyh, bununla ne yapmış olur? Sen aslında bunları biliyordun, bunlar senin başından geçmiş şeylerdi. Şu halde bununla senin ilmin artmıyor. Böyle olmayıp da sende var olduğu halde, senin bulamadığın, keşfedemediğin bir sırrı söylerse, kalbindekini keşfetmiş olur. İşte kalbindekini keşfetmek budur. Ve asıl bunun faydası vardır. Çünkü o şeyh, bunu söylemeden önce, sen o sırrı bilmiyordun. Onu bilmekle bir faydan oldu. Meselâ, evinin bir köşesine bir define saklamış bulunsan ve onun yeri bu şekilde sence belli olsa bir adam: “Senin evinin falan köşesinde define vardır” diye, seni ondan haberli etmek istese, bunun sana ne faydası olur? Fakat, evinde defineler olsa ve sen de gerçekten mevcut olduğunu bilsen, ama neresinde olduğunu bilmesen, bir şeyh sana bunun yerini gösterse, işte bu gaipten haber vermenin sana faydası olur. Çünkü sen o defineleri çıkarır ve zengin olursun.

Ulu Tanrı da bütün gayb hazinelerini, insan denilen yaratıkta gizlemiştir. Ulvî, süflî, arşî, ferşî hiçbir şey, insanın dışında değildir. İnsan kendisinde ne bulursa, kendisinden bulmuştur. Fakat bununla tamamiyle kendisini bulmuş değildir. Bir insanın bütün maneviyatı, gizli ve maddî uzuvlarından bir parçası peyda olsa, ona tam bir insan denilemez. Meselâ, bir insanın yalnız elini, parmağını, burnunu, kalçasını, dizini görsen, diğer uzuvlarını görmesen bu, onu tam görmek değildir. Bunun bir faydası da olmaz. Bir şahsın olgunluğu, onun varlığının tamamı demektir ve onun tamamiyle görünmesi lâzımdır. Çünkü bütün eksiklikler mel’undur. Bunun sözlükteki karşılığı şudur: Sen bir insanın yalnız dizini görsen, onun bütün şahsiyetini görmüş sayılmazsın; onun olgunluğundan uzaklaşmış olursun. İşte bunun için sana “eksik” derler. Eksiğin makamı da uzaklıktır. Binaenaleyh insanın zahirî sureti kaş, göz, alın, boy, yanak, kafa, el ve ayaktan ibarettir. Mânada ise onun sûretsiz bir sureti vardır. Bütün şeyler onda görülür. Melekten, mülkten, felekten hiçbir şey ondan hariç değildir. Eğer bir insan bunların hepsini kendinde görmemişse, kendinden ancak bir parça görebilmiştir. Kendini tamamiyle bulamamış, kendi akıbetine tamamiyle erişememiştir, kendi kendinden nasibini alamamıştır. Hadîs’te: Kendi nefsini bilen Tanrısını da bilir (H.) buyrulmuştur. Madem ki Tanrı her şeydir ve her şey de insandadır, o halde bu tarzda, kendini gören, Tanrı’yı da görmüş olur.

Şiir:

Kendini bil, bak ki sen nesin.
Kendini küçük görme, sen çok aziz bir varlıksın!

Tanrı’nın nuru, senin kalbinin içindedir. Tanrı’nın nurunu anlıyana ne mutlu! İnsanın mahiyeti, her ne kadar letafetinden göcülemez bir cevher ise de, gözlere bunu görmek için bir nur verilmiştir. Kendini iyi tanıyan, bilen bir insan hiç şüphe yok ki Tanrıyı da bilmiş ve tanımıştır.

Kendinin ancak bir kısmını görüp, tamamını göremiyen bir mürit, kâmil bir şeyhin hizmetinde bulunursa, kendini bütünüyle görebilir. Çünkü bu şeyh, onda gizli olan hazineleri ona gösterir. Mürit de bu sayede hazineleri arar, bulur ve şeyhin sohbetiyle kendini tamamiyle görür. Hattâ gitgide, o şeyhin aynı olur, onunla birleşir. Bu suretle ikilik ortadan kalkar. Çünkü şeyh ile mürit arasındaki ikilik şu bakımdandı: Şeyh, içinde bulunan bütün hazineleri görüyor ve kendiliğinden kendisinden hiçbir şey gizli kalmıyordu. Mürit ise iç dünyasının ancak bir kısmını görebiliyordu. Kendini tamamiyle görüp bildikten sonra o da şeyhin aynı olmuştur. Fakat senin ne yediğini ve ne yaptığını söyleyen bir şeyhin sana ne faydası olur? Bu sende, bu şeyh benden üstündür; bende olmayan bir kuvvete sahiptir, çünkü benim geçmişteki durumlarımı biliyor, gibi bir kanı hâsıl ediyor. Bu şeyhte herkesin kalbindeki sırları okumak gücü vardır; fakat, senin kalbindeki sırları okuduğu vakit, o kuvveti sana vermiş midir? Sen de herkesin kalbindeki sırrı okuyabiliyor musun? Bu işte senin kazancın, senden üstün  bir insan olabileceğini  bilmiş olmalıdır.  El elden üstündür derler. Fakat sen eskiden de senden üstün kimseler olduğunu, melekler ve peygamberler bulunduğunu biliyordun. Böyle olmayıp da öğrendiğin şeyler sende mânevi bir yükselme sağlamışsa, işte asıl kazancın budur. Meselâ yediğin bir lokma şey, vücudunda kuvvet ve kudret haline gelebilmişse, beklenilen fayda hâsıl olmuş demektir. Fakat, ekmeği sana gös­terip yemen için eline vermezlerse, bundan ne kazanmış olursun?

Bir gün bir sofra götürüldüğünü gören bazı kimseler Çuha isimli çok akıl­lı birine: “Sofra götürüyorlar! Sofra götürüyorlar!” demişler; o da: Bize ne! demiş. O adamlar da: “Senin evine götürüyorlar” demişler. “Peki, size ne!” cevabın; vermiş.

Yalnız şu kadar var ki hikmet, marifet, gerçek sırlar ve nevahî herkesin besini değildir. Birçok kimseler, bunların hakikisiyle değil, hayalleriyle yaşarlar. Mesela bir perinin yiyeceği yenilecek şeyler değil kokudur. Şu halde senin anlıyacağın, hoşlanacağın, zevkle dolacağın, ilmini ve görüşünü artıracak bir keramette bulunmak lâzımdır. İşte bu, yemek yemek, olur. Peri, yemek yemez; koku ile yaşar, demiştik. Şu halde onlar bütün ömürleri boyunca hayalle yaşamışlardır. Çünkü onların tabiati hayalden yaratılmıştır. Gerçekten hoşlanmazlar, hayalden hoşlanırlar. Sevgilileri de hayaldir. Bunun gibi, korkak bir kimse cengâverlikten ancak savaşın, mücadelenin hikâyesini işitmek suretiyle zevk alır. Savaşı, mücadeleyi bizzat görmek, onun için memnuniyet verici bir hal değildir. Hattâ bundan hiç hoşlanmaz. O halde birçok kimseler korkak yaradılışlıdırlar. Çünkü bu gibi kimseler, bizzat savaşı görmekle değil de, bunun hayalinden ve hikâyelerini işitmekten zevk alırlar. Gerçek bir savaşa ve mücadeleye uzak ve tamamiyle yabancıdırlar. Birçok yanlış inanışlı kimseler, şeyhlik kerametinin yalnız bir şekilden ibaret olan bir şeyden zuhur edebileceğine inanarak, etrafında dolaşırlar. Çünkü onlar da şekillerden ibarettirler. Şekil ise şekli ister. Bu yüzden hakikî şeyhten ürkerler ve ondan bir şey anlamazlar. Çünkü o, kalbdeki canın sırlarını, öbürü ise, cihanın sırlarını söyler. Onlarda böyle bir sır bulunmadığı halde, bu türlü bir sırrın söylenmesinden nasıl memnun olabilirler? Bu maksadın hâsıl olması bizzat yemek yemektir. Halbuki onlar periler gibidirler ve yemekten nasipleri ancak kokudur. Yani hayat ehlidirler ve hakikatten zevk almazlar.

Musa (selâm O’nun üzerine olsun) zamanında kavmi, Musa’yı ve Tanrısını kabul ederek, oybirliğiyle, nifaktan ve dananın tanrılığından yüz çevirdiler. Çünkü Musa, doğru ve haklı idi. Hattâ bizzat hakikatti. Onlara, dananın Tanrı olması imkânsız göründü. Ehl-i bâtıl ise Hakka tamamiyle yabancıdırlar. Bunların Tanrısı ancak o bâtıl olan şeydir. Çünkü, kötü şeyler fena insanlar için, iyi şeyler de iyi kimseler içindir (Sûre: 24, Âyet: 26) buyrulmuştur. Yüksek yaratılışlı kimseler illiyîyne, aşağı yaratılışlı kimseler de esfel-i sâfiline giderler. Çünkü Tanrı’nın o gün birtakım cennette, birtakım da cehennem de olacaktır (Sûre: 42, Âyet: 5) buyurduğu gibi, insanların bir kısmı cennetlik, bir kısmı cehennemliktir.


(53) Ulu Tanrım! Bana saltanat ihsan ettin, sözlerin tevilini öğrettin; gökleri, yeri yaratan Ulu Tanrım! dünyada da, ahirette de yârım, yardımcım sensin. Teslimiyet içinde olduğum hâlde canımı al ve beni doğrular zümresine kat! (Sûre: 12, Ayet: 102.)

(54) Gökleri ve yaratan, teslimiyet içinde olduğum halde canımı al ve beni doğrular zümresine kat (Sûre:12, Âyet: 102.)

(55)  Ben varlığımı, gökleri ve yeri yaratana dosdoğruca çevirdim. (Sûre:6, Ayet: 79.)

 


 

ETİKETLER: