Fasıl: 11-15

A+
A-

FASIL: 11

Temiz ruhlar, melekler, felekler, yer, arş ve kürsi, levh’ü kalem ve diğer şeyler yok olur ve fena bulurlar. Fakat müminin ölmesi zahiren ölmek ve yok olmak ise de, buna ölüm demezler. Çünkü onun yok olan ve fena bulan güzelliği bu şekilde, bir iken bin olacaktır. Şu halde böyle bir ölüm olamaz. Ölüm onun ölmemesidir. Ölmediği takdirde biri, bin olamaz.

Bunu şuna benzetebiliriz:Mesela, bir buğdayı veya ağaç tohumunu, bir ekin tanesini yere gömdükleri zaman, o tane yerin altında su haline gelir, başka şeylerle karışarak tamamiyle yok olur; fakat sonunda bahar nefesi bütün hububata eriştiği zaman, o yok olmuş olan şey, yüz defa daha güzel olarak, tekrar meydana çıkar. Şu halde hakikaten o tane ölmemiştir. Ölüm, acı ve kötü bir tanenin veya batıcı bir dikenin öldüğü zaman, onun bu çirkinliğinin bir iken bin olmasıdır. Bunlar her lahza “Keşke olmasaydım ve aleme gelmeseydim!” derler.İşte asıl ölüm budur; belki böyle bir hal ölümden daha fenadır. Çünkü onun “çoğu”, işkence ve kötü durumda iken ölümü ister. Tıpkı bunun gibi kafirler de kendi çirkinliklerini görerek: 25 “Ah! Keşke ilk olduğumuz gibi yine öylece olsaydık ve olduğumuz gibi yine öylece toprak olsaydık ve varol masaydık.” derler. İşte böylece kâfirlerin ıstıraplarının şiddetinden, ölüm temennisinde bulunurlar ve Allah’dan binlerce can rica ederler. Cehennem ateşi onların etlerini yakar, yok eder. Allah onlara yeniden bir deri ve et verir; fakat, cehennem ateşi tekrar bunu da yakar.Onların derileri piştikçe, azabı tadmaları için derilerini yenileyeceğiz. (Sûre: 4, Âyet: 59) buyrulduğu gibi; ölüm, bu halden iyi olduğu için eğer buna ölüm derlerse yanlış söylenmiş olmaz, yahut da yüz doğrudan ancak birini söylemiş olurlar. Meselâ bir kimse, bir adama on direm bağışlamış olsa ve herkesin yanında: “Falana beş direm bağışladım” dese yalan söylemiş olmaz; çünkü vermiş olduğu bu on diremde beş direm mevcuttur. Şu halde yalan söylememiştir. Bu ölüm de yüz ölüme bedel olduğundan eğer bir kimse ona “ölüm” derse yanlış söylemeyip belki yüzde birini demiş olur. Bunun için eşkiyânın ölümü, bu cihetten ölüm oluyor. Müminlerin, salihlerin ve evliyanın ölümü, zahiren ölüm olmakla beraber, buna “ölüm” demezler, belki “hayat” derler.26 Allah için yaşıyan ve kendilerini Allahya feda eden kimselerin öldüklerini zannet­meyiniz, çünkü onlar belki kendilerini yaratan Allah’ın huzurunda yaşarlar. Allah, yokluk halinde iken onlara rızık verir. Onlar memnun ve mesutturlar. Neticede bir buğday gibi olan varlıklarının arpa ve darı olmayarak, tekrar buğday olacağı hakikatini bilirler. Bir taneleri yüz tane olacaktır. Zira: Bir başakta yüz tane (Sûre: 2, Âyet: 262), buyrulmuştur. Mümin, o tatlı tane gibi ölüm halinde iken hal dili ile şöyle der:

(Eğer ben ölürsem bana öldü demeyiniz, çünkü o ölüyü dost aldı götürdü ve onunla yaşıyor.)

Allah buyuruyor ki : “Benden başka ne varsa hepsi yok olur ve kalmaz , insandan, melekten, şeytandan ve periden hiçbirisi kalmaz, yalnızca ben kalırım. Zira her şey fena bulur, ancak O bakîdir. (Sûre:28, Âyet: 88). Her ne kadar müminler ölürler ve yok olurlarsa da buna, ölüm demeyiz. Hattâ hayatın da kendisi deriz. Tıpkı yerin altındaki buğday tanesinin ölmesi ve yok olmasında olduğu gibi… Fakat, eşkiyanın ve yollarını kaybedenlerin ölümüne ölüm deriz. Çünkü ölüm ve yokluktan sonra, haşir vaktinde, onlara avdet edecek varlık bir ölümden daha beterdir. Bu yorum ve bu açıklamayı, o züm­renin inançları ve sözleri üzerine diyoruz ki onlar, şöyle derler: “Her şey yok olur, ancak, O kalır” (Sûre: 28, Âyet:88), Elbette bu âyet doğrudur. Bunun mânası; müminler, temiz insanlar ve melekler hepsi de ölürler. Allah’dan başka tek bir varlık bile kalmaz. Bu takdirde onların dedikleri ve inandıkları şeyi isbat etmiş oldum. Böyle bir ölüm, zahiren ölüm ve yokluk görülmesine rağmen hakikatte hayatın ta kendisidir. Her kim buğday ekmez ise onu: “Niçin bu taneleri yaşatamıyorsun? Buğdayı evinde saklayıp, toprağa ekip saçmıyorsun ki onun bir tanesi yüz, hattâ bin olsun! Böylece hem kendine, hem buğ­daya zarar veriyorsun?” diye ayıplarlar.

Binaenaleyh böyle bir ölümün, aynı hayat olduğunu bilmiş olduk. Allah herkesten iyi bilir.

FASIL: 12

 

(27) Allah göklerin ve yerin nurudur! Onun nuru içinde çırağ bulunan bir kandillik (Mişkât) gibidir ki o çırağ billur kandildedir, bu billur kandil, sanki parlak bir yıldızdır; doğuda ve batıda bilmeyen mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Ona ateş dokunmasa da yağı hemen ışık verecek gibidir. O kat kat nurdur. Allah, nuru ile dilediğini hidayete erdirir. Ve insanlara hidayeti sezmeleri için misâller gösterir. Allah her şeyi hakkı ile bilir.

Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: “Yüksek ve celil olan Allah, yerin ve göğün nurudur. Onun nuru, çinide mum ve kandil koymak için manastırın bir köşesinde bulunan dipsiz bir hücre gibidir. Kandil’in bulunduğu bu yerde (Mişkât) bir parlaklık olur ve o parlaklık billur kandilde, parlak bir yıldız gibidir. Ne doğuda ve ne de batıda bulunan zeytin ağacından yapılır. O kandilin yağı kandilin ışık vermesi gibi parlaklık verir. Onun mânası şudur: O mişkât velinin vücududur. Zeytin yağı, onun temiz olan gönlüdür ve Allah’ın bu gönülle alâkası vardır. Çünkü Allah: “Ben ki Allah’ım göklere ve yere sığ­madım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım” (H.K.) buyurmuştur. O kandilin nurunun aksinden, âlemin vücudu nurla dolu, canlı, zinde ve tazedir. O nur hissedilmez, mânevidir. Benzersiz ve keyfiyetsizdir. Bu nur nefisler ve akıllardan parlar. Nefisler ve akıllardan hayvanata ve hayvanattan nâmiyattan cemadât üzerine, bir hayat peyda etmek için geçer. Bütün bu ışıklar, o nurun eserleri ve akisleridir. Binaenaleyh gerçek hayata, Allahyle kaim ve Allah’ın halifesi olan bir veli maliktir. Gökte ve yeryüzünde bakî olan bütün şeyler, onun nurunun aksi ile diridirler. Hayat, onlara ariyeten verilmiştir. Demirdeki sıcaklığın ve bu yüzden meydana gelen kırmızılığın müstear olması gibi… Şayet demiri ateşten ayırırsan müstear olan bu kızıllık ateşin aksine olarak geçer. Ateş, sıcaklık ve renge kendiliğinden maliktir. Bu iki vasıf onda ariyeten mevcut değildir. O bizzat böyledir. Kutup kendi mihverinde döner. Yani onun yardımına muhtaçtırlar ve derece ile onun yardımını kabul ederler. Tıpkı göğün dördüncü katında bulunan güneş gibi. Evvelâ ışığı, göğün dördüncü katına akseder, dördüncüden üçüncüye oradan ikinciyi ikinciden de yerin çatısı olan birinci göğe ve oradan da yeryüzüne akseder. Akılların ve ruhların güneşi olan o kutup, ilk defa en önde ve kesif olan o saf üzerinde parlar, ondan sonra, saf, saf ve tabaka olan mertebeler üzerine gider. Nurlu perdeler ve karanlık tabakalar yerin ve göğün yedi tabakası gibidirler. Yalnız bu nurlu ve karanlık perdeler mânevi perdelerdir. Nurlu olanlar meleklerin, müminlerin, evliya ve kutupların zatları gibidir. Karanlık tabakaları ise, tıpkı şeytanlar ve perilere benzerler. Hepsi de kendi mânevi cevheri ölçüsünde ondan yardım görür. O halde bu kutbun zatı, göğün ve yerin nurudur. Manastırda bulunan her ışığın, oradaki kandilin nurundan olması gibi, yerin ve göğün nuru da o kutuptandır. Dar görüşlü kimseler, manastırda bulunan o nuru, manastırın kendisinden olduğunu zannederler. Hakikatten haberdar olan kimseler ise o nurun kandilden meydana geldiğini ve kandilin parıltısı, ışığı olduğunu bilirler. Canın suretini, insan vücudunda görmek mümkündür. Vücutsuz görmek kabil değildir. Çünkü o, şekilsiz ve benzersizdir. Şu halde cisimler, ruhların hareketini göstermek için meydana gelmişlerdi. Eğer bir kimse: “can nedir?” diye sorarsa ona derler ki: “Ey kör, gafil! Bu sorduğun nedir? Hiç cansız bir ölü sual sorar mı, ayakta dolaşır, elle tutar, gözle görür, kulakla işitir, dille söyler mi? Can, bir divar değildir ki elini onun üzerine koyabilesin. O öyle bir mânadır ki nereye dokunsa hayat ve hareket hâsıl eder. Her şeyi görebilme, onun yapabileceği bir şeydir. Gülün ve misk’in gözü burundur. Sesin gözü kulaktır. Acı ve tatlının gözü damak ve ağızdır.

İnsanın yüzünü, kulakla görmek imkânsızdır. Gözle ses işitilmez. Heliyleyi görmek mideyi mülâyimleştirmesiyle mümkün olur. Badem yağını görmek onun kuruluğu gidermesiyle olur. Şarabın tesirini meydana getirdiği sarhoşlukla görebiliriz. İlâçların ve macunların bazı özellikleri vardır. Bu özel­liklerden dolayı onları isterler, satın alırlar ve kıymetlerini ona göre artırırlar; fakat bu özellikleri gözle görülemez; onlar ancak anlayış gözüyle görülebilirler. Bunun gibi Kur’an’ın mânasını ve Delâili, his gözüyle göremeyip idrâk ve anlayış gözüyle görürler. Can öyle bir şeydir ki seninle olduğu zaman yaşarsın ve bu sebeple senden yüzbin türlü hareket hâsıl olur. Yürümek, oturmak, almak, tutmak, konuşmak, görmek ve işitmek, rahat ve elemden müteessir olmak gibi. Can senden çıkıp gittiği zaman bunların hiçbiri meydana gelmeyip cansız bir cisim olursun; bir taş ve toprak parçası gibi düşersin. O halde ey akılsız! Canı gördüğün halde can nasıl olur, nasıl diyebiliyorsun? Netice olarak denilebilir mi vicdanî olan mânayı görmek, hissedilebilen şeyleri görebilmek­ten daha kuvvetli ve daha açıktır. Meselâ görme hissi olan gözle, bir adamı görürsün, gözlerini kapadığın zaman onu artık göremezsin. Yahut adamın sözünü işitirsin, kulaklarını tıkadığın zaman işitmemiş olursun; fakat içinde bir keder veya neşe hissettiğin zaman insanlara: “Şu anda mesudum, neşeliyim veya kederliyim” dersin. Gözünü yumsan da açsan da o keder veya neşe gizlenemez ve senden ayrılmaz. Şu muhakkak ve yakîndir ki vicdanî şeyler mahsusattan daha çok görünmektedir. Neşe ve keder bazan gelir, bazan gider. Sertlik, iyi muamele, cömertlik ve hasislik, kahramanlık ve korkaklık, şehvet, zevk ve aşk, bunların hepsini görünce: Şimdi bu haldeyim, diyorsun da gece ve gündüz seninle olduğu halde, acaba can nasıl bir şeydir ve nedir, diye sormağa nasıl cesaret edebiliyorsun? O anda bir kimse olsa sana: “Sen ne garip bir merkepsin ve ne tuhaf bir öküzsün! Cevabını verirdi. Senin vücudun, canın zuhur ettiği yerdir. Senin her cüzünde, vücudunun tazeliğinde ve uzuvlarının kımıldamasında, yüzünün ve özünün parlamasında hülâsa, baştan ayağa kadar her şeyde görünen şey candır. Can kalmayınca, işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma gibi duyguların başta bulunan yıldızları, işe yaramaz bir hale gelirler ve dökülürler. Gök gibi olan başın yerini teşkil eden ayaklar, dizler ve parmakların kuvvet ve hareketleri işe yaramaz bir hale gelir ve hareketsiz kalırlar. Sinirler, diz, topuk ve parmak eklemleri bir­birinden çözülür ve dağılır. Bunun gibi, göğün çatısının temizliği, güneşin, ayın ışık ve sıcaklığı, yıldızların parlaklığı, o nur ve o can, onlardan ayrıldığı zaman hepsi hareketsiz kalıp aşağı dökülürler.28

Onun ayağı olan yer yarılır, dağlar aşağı düşer ve parçalanır. İşte o zamanda dünya büyük bir sarsıntı ile sarsılır.29

İnsanın vücudu bir can ile diri olduğu gibi göğün ve yerin şahsı da bir can ile dirilir. O can çıktığı zaman, her ikisinde de tazelik, revnâklık, güzellik kalmaz. Hakkın halifesinin nurunun aksinden yer gök diri ve aydınlıktır.

Bir zeytin ağacından yakılır (Sûre-i Nur; Âyet: 35): Velinin canı, gönlü olan o kandilin zeytinyağı, kutup olmadan ve kemale ermeden evvel parlak­tır. Sevgilisine vâsıl olunca ve cüz külle bağlanınca, damla denize dönünce nur üzerinde nur olur. Çünkü, eğer o nurun, bir cüz’ü ve yakını olmasaydı o nura bağlanamazdı. Cüz’lerin hareketi daima kendi küllerine doğrudur. Nurun üzerine nurdan başka bir şey gelmez.

Beyit:

Allah’ı gene Allah görür. Ondan başkası oraya nasıl sığabilir?
Çünkü deryayı vahdette gayr ağyardan başka bir şey değildir.

Nazım:

Şeyh “Enel-Hak” dedi ve gayeye vâsıl oldu. Bütün körlerin boğazlarını kesti. Ey inatçı, kutbun benliği ortadan kalkarsa geriye ne kalır! artık sen bunu düşün. Senin eğer bir gözün varsa aç ve bak, bu “Lâ”dan sonra ne kalır?

Vuslattan evvel onun canı nur idi ve o nurdan ışık ve parlaklık verirdi. O nur kemâle erince, kendi aslına vâsıl oldu. Işığı ve parlaklığı arttı ve kemal bulup kutb-u asır oldu.

Allah dilediğini nuruna eriştirir. (Sûre:24, Ayet:35). Allah o aslından olan seçkin ve azizlerden başka, herkesi kutb-u hidayete vâsıl etmez, Allah ezelden o nurdan nasipleri olmayanları, şaki ve mahrumlardan yaratmıştır; ve onların varlığın zulmet ve dalâletten hasıl etmiştir. Onlara böyle kutbun huzuruna varmağa yol yoktur.

Beyit:

Onlar, Elest cezbesine tutulduklarından beri ayrılmamışlardır.
Said, anasının karnında said, şakı de anasırını karnında şakı olarak yaratılmıştır.(H.).

 

FASIL: 13

Kalp dediğimiz şeyden kastımız, bir kan damlası veya bir et parçası de­ğildir. Böyle bir kalbe bütün hayvanlar sahiptir. Öküz, merkep, deve gibi her hayvanın bir kalbi,ak ciğerleri ve bir kara ciğeri vardır. Bizim kalbden kastetdiğimiz şey, keyfiyeti tarif olunamıyan bir nurdur. İşte bir kan damlasından ibaret olan kalp, o nurun uğrağıdır. Bu nur; sonsuzdur. Göz nuru, gözün içindeki siyahlık ve beyazlık değildir. Bunlar işitmenin meydana geldiği yerledir. Duygularımız, içinden su akan oluklar gibidir. İşitme, görme, konuşma ve tadma ve dokunmadan ibaret olan bu beş duygu, görünüşte başka başka olmalarına karşılık gerçekte bir can ile diri ve kaimdir.Bu beş duygunun oluğundan akan su, candır. Meselâ, bir kimse evini bir mum veya kandille aydınlatsa ve evin içindeki tek nurdan dışarıya nurlar saçılır. Duvarlardaki çok olmasına rağmen evin içindeki nur, bir ve aynı nurdur.

Ba cansız şeylerden yapılmış olan evlerde, insanın vücut evinin camların­dan ibaret olan duyguları aksine olarak her camdan aynı nur görünür.Çünki bir ev gibi olan insan duygu vasıtalarına gelen ayrı nur, her birinde başka bir iş yaratır. Başka bir sanat gösterir. Göz camına gelince görme hâsıl eder. Kulak camında işitme, burun camında koklama, ağız camında tatma, el camında dokunma meydana getirir. O nur vâsıl olunca her birinden birbirine benzemiyen ayrı ayrı bir takım işler hâsıl eder. Meselâ, bahar mevsimi ve sıcaklığı ceviz ağacına temas edince ceviz yetişir. Bunun gibi hurma ağacında hurma, elma ağacında da elma biter.

Bahar mevsimi, hakikatte bir şeydir; fakat her ağaçta ayrı bir iş yapar ve ayrı bir tesir gösterir. Tıpkı bunun gibi olan duygularla, bahar mevsimi gibi olan can eriştiği zaman her duyguda ayrı bir iş, ayrı bir özellik ve ayrı bir haraket meydana gelir.Türk, Rum, Zenci, Habeş gibi pek çok insanlara o nur eriştiği zaman her birinde başka bir iş ve başka bir tesir icra eder. Her birini bir iş ve bir sanat sahibi eder. Birini zâlim, birini adaletli, birini iyi huylu, birini huysuz, birini cömert.birini hasis, birini cesur, birini korkak yapar. O halde bütün bu türlü sanatlar ve yoktan varedilmiş eserler, ignsanlar, halk, türlü türlü tabiatlar bir tek nurdan faaliyettedirler. Hepsini aynı nurdan gören kim­seler, Allah’ın büyüklüğüne muvahhittirler.Bütün bu nakışlardan, onların indinde iki ve üç olmaz. Onlar: bizim indimizde yani bizim için her şey birdir, derslerse yanlış söylemiş olmazlar.Çünkü bu nakışlar ve varlıklar, onlara matlûpları olan tek nur ile erişir. Meselâ, sen birini görmek istersen, gerek Türk, gerek Hintli olsun, sana o istediğin şeyden bir nişan verir ve onu sana gösterirlerse her ikisi de senin indinde bir olur. Zira her ikisi de senin için işi yapıyorlar ve istediğin şeye yol gösteriyorlar.

Beyit:

Küfür ve din yani kâfir ve dindar, her ikisi de:
“O, tektir ve O’nun ortağı yoktur”, diyerek O’nun yolunda koşarlar.

Bu beyit herkesin hakkında olmayıp şöyle bir kimsenin durumu için söylenmiş olur: Meselâ, bir ressam, yanlız güzel olan şeylerin resimlerini yapıp çirkin olan şeylerin resmini yapmazsa; başka bir ressam da her ikisini de yapabilse, bu ikinci ressamın sanatı birinciye nazaran daha çok kemale ermiş sayılır. Güzel şekillerin onun sanatının kemalini göstermiş olması gibi, çirkin resimlerde sanatının kemalini bildirmek ve göstermektedir. Bu çeşitli resim­lerden ressamı, onun kemalini ve cemalini görebilen kimse için güzel ve çirkin, iyi ve kötü bir olur. Çünkü bunların hepsi, ressamı tarif ederler ve gös­terirler. Şu halde hepsi birdir.

Beyit:

Sen güzelsen çirkine küçümseyerek bakma!
Zira bu yolda sinek de, tavus kuşu gibidir.

Tavus, Hakkın sanatının kemalini gösterir. Sinek de tıpkı bunun gibidir. Bu bakımdan her ikisi de aynıdır. Fakat, ressamdan habersiz olanlar ve onu aramayanlar, yalnız resmi nazarı itibare alırlar. Bunlar karşısında çirkin ve güzel nasıl bir olabilir? Acı ve tatlı nasıl aynı tadı verebilir? Böyle kimselere vahdet (birlik) âleminden bahsetmek doğru olmaz. Çünkü onlar müteaddit olduklarından adette kalmışlardır. “Vahid’den gafildirler. Onlar, çirkin güzel, acı tatlı birdir, derlerse yalan söylememiş olurlar. İşittikleri şeyi söylerler. O söz kalblerinden çıkmamıştır. Bu cansız bir şekil ve nursuz bir kandil gibi olur. Hiç kimse bu sözden istifade edemez. Söz, o kimsenin sözüdür ki bunların hepsinden o “Bir”i anlar ve arar. Ne kadar türlü türlü şekiller görse yine o “tek” olan zâtı nazarı itibare alır. Hepsinden murat o “zattır”, o nakışlar değildir.

Şiir:

Yüzlerce nakıştan, türlü türlü hünerler gösteren bir nakış gibi…
Ona iyi bakarsan hepsinin bir olduğunu görürsün.
Deniz birdir, fakat sayı onun dalgalarındadır.
Bu sayıdan geçersen dalganın da, denizin de bir olduğunu görürsün.

Seninle beraber bulunan bir adamdan, bazan barış, bazan savaş, bazan hasislik, bazan cömertlik, bazan yıkma, bazan yapma, bazan kahramanlık, bazan korkaklık, bazan uyku, bazan uyanıklık, bazan gülme, bazan ağlama, bazan susma, bazan konuşmak gibi birbirine benzemiyen bin bir türlü iş mey­dana gelse, bunlarla o adamı daha iyi tanır ve daha çok seversin. O adamdan meydana gelen birçok hallerle onun birliğini tasdik ettiğin gibi, yerin ve göğün dönmesi, kış ve yaz gibi türlü türlü mevsimler, âlim, cahil ve zalim olmak üzere çeşitli insanlar, kara ve deniz, kuş ve balık daha bunlar gibi pek çok şeylerden ibaret olan Allah’ın sanat ve kudretlerinden de, Allah’ın birliğini bilmelisin ve yanlız onu sevmelisin. O zatın büyüklüğünde, kudretinde güzel­liğinde ve kemalinde zaman zaman mest, âşık ve gark olmuş olmalısın.Ondan başka hiçbir şey gözüne görünmesin!

Bunun gibi birbirinizi türlü türlü sözler, işler ve hallerle görürsünüz, tanırsınız, bilirsiniz. Birbirinize bağlanırsınız. Bundan bir rahatlık, bir huzur hissedersiniz ve dersiniz ki: “Birbirimizden pek çok haller gördük ve birbirimizi çok iyi tanıdık, anlaştık; başkaları ile aşinalığımız yoktur. Onları sadece uzaktan görüyoruz.”

Halbuki, Allah’ın işi ve gücü sayısız ve sınırsızdır. Onun sanatının eseri olmayan hiç bir şey yoktur. Yere bak, göğe bak, nereye bakarsan bak, hepsi onun sanatı ve malıdır. Altı yönün dışında bulunanlar da O’nundur. Hülâsa, hangi tarafa dönerseniz Allah’a yönelmiş olursunuz! (Sûre: 2, Ayet: 109).

Bazı işlerde yüz gösteren bir kimseyi görüyor ve tanıyorsun. Her şeyde yüz gösterdiğim halde beni niçin görmüyor ve ve tanımıyorsun? Sen, ağacın üstündeki kuşu görüyorum, ağacı göremiyorum, saçı görüyorum, başı göremiyorum, sahradaki çaldın görüyorum, sahrayı göremiyorum, diyen aptala benziyorusun. Böyle bir akla, akıl ve böyle bir mantığa mantık demek gülünç olur.

Allah güneşten daha açık, daha meydanda ve daha ayandır. Bir şeyi ayan olarak gördükten sonra varlığına delil isteyen bir kimse, merkepten daha ziyade merkeptir. Bu adam hüsrana düşmüştür ve bir işe de yaramaz…

Güneşin iki vasfı vardır: Işık ve sıcaklık. Güneş bu iki vasfı ile bütün âleme ayandır. Altı yönde bulunan bütün yaratıklar, Allah’ın birer sıfatı olmasına rağmen acaba bu sıfatlar o cahil baykuşun gözünden nasıl kaçıyor?

Beyit:

O, hem ilk, hem son, hem dış, hem içtir.
Hem serde, hem sırdadır. İşte herkes bu sıradan gafil ve cahildir.

 

FASIL: 14

Suretler, mânadan haber verirler ve onu anlatırlar. Herkes mânayı kavrayamaz ve güzelliğini göremez. Sureti ancak suret görür; can için, can lâzımdır. Suret ehlinin mâna âlemine inanması ve ondan biraz haberdar olması için mânayı surete getirmek lâzımdır. Mânevi göklerden haber vermeleri için bu gökleri sûreten yükselttiler.

Beyit:

Can âleminde bu dünyanın göklerine hükmedecek ne kadar gökler vardır.
Can alemindeki o göklerin yüksekliği, ruhsal ve niteliksiz olduğundan bu âlemdeki göklerin yüksekliği de niteliksiz,altsız,üstsüz ve mânevidir.

Meselâ: “Bu adam, şu adamdan üstündür.” dediğin zaman bu üstünlük­ten kasıt, sûreten değil, mâna bakımından yani,izzet, kadir ve kıymet itibariledir. Bunun gibi dinar, diremden yüksektir dediğin zaman da buradaki yükseklik şeklen olmayıp kıymet itibariyledir. Dremi damın üstüne, dinarı da yere koysan, yine dinar yüksek, direm düşük olur. Çünkü onların yüksekliği, surî değildir. Mâna âleminde ve benzersiz olan o cihanda birtakım mânevi yükseklikler vardır. Fakat, suret ehlinde onu müşahade edebilme kabiliyeti yoktur. O yüksekliği bilmeleri için göğün sureti, bir mîsal olarak geldi. Bunun gibi aşağılık nefsini anlamaları, bilmeleri için deyer, dun himmetlerinin, kıymetsizlerin, kudretsizliklerin alçaklığına mîsal olmak üzere meydana geldi. Eğer, yükseklik ve alçaklık mânada olmasaydı bu iki şey, yer ve gök de olmazdı.

Öyle ki bir hali, ancak vâki olduğu zaman anlatabilirsin. Vâki olmayan bir şeyden nasıl bahsedebilirsin? Kerametler ve mucizeler cahil ve münkirlerin haberdar olmaları için ortaya çıkmıştır. Şeyh, müritte bir tasarruf yapar ve onun ölmüş olan gönlünü diriltir, kör olan gözünü açar. Böylece onun mânevi karanlığı tamamen nur ve bakır gibi olan varlığı da altın olur.İçâlemi sonsuzlasın Bin türlü hikmet bahçeleri, ilim gülzarları, bilgi ve görgüyü bu iç âlemde bitirir. Huriler ve cennet köşkleri meydana getirir. Bu mürid şeyhin­den böyle kerametler gördükten sonra o mürit şeyhin kendisine: “Sen, dün bunu yedin.Yarın şöyle yapacaksın” gibi gaibten haben vermesine hiç değer verir mi? Bu gibi kerametler zayıf olanlar içindir.

Nuh tufanı, ruhsal tufanlardan bir örnek idi. Hasif ve Mesih de, ruhlar âleminin hasf ve mesh’inden misâldi. Çünkü yüzbin edepsiz küstah, Hakkın emrine karşı koydular. İbâdette, tâatte tembellik gösterdiler. Bu sebepten onların ruhlarını mesh ettiler. Fakat bu meshi herkes göremez. Görüşleri dar ve surete bakanlar için de sûri meshi peyda ettiler. İyi veya kötü olarak suret bulmuş her ne varsa hepsi bu mâna yüzündedir. Mâna ise âlem-i gaybdadır. Hattâ ehl-i surete ondan bir parçacık erişir. Ağaçlar, bahçeler, akar sular, mânevi cennetten bin parçadır. Çocuklardan ve kadınlardan ibaret güzel yüzlü varlıkların hepsi o meleklerden birer parçadır. Dünyanın zevki azdır, dedi. (Sûre:4, Ayet:79). O, sonsuz âlemlerden ve zengin hazinelerden surete âşinâ olanlara az bir parça gönderdim. Çünkü onların hepsi surete sığınmazdı. Denizi testiye sığdırmak mümkün olmayacağı gibi… Hattâ yerlerin, göklerin ve dünyanın halleri, o âlemin yanında oyuncak ve hakikatin önünde mecaz olurlar.

Dünya ancak oyun ve eğlencedir. (Sûre:57, Ayet: 19). Dünyaya oyun derler. Çünkü çocukların oyunlarına benzer. Meselâ küçükler sokaklarda oynarken aralarından birini padişah, birini vezir, birini hâcip, (perdedar) birini tercüman yaparlar. Yahut ata biner gibi değneklere ve eteklere ve eteklerine binerler. Bu oyunları hakikaten almışlardır. Gereğini, ciddî olanını, görmemiş olsalardı bunları nasıl yapabilirlerdi? Şu halde her oyunun bir ciddîyi taklitten, her mecazın bir hakikatten, her katışığın bir saftan, her yalanın bir doğrudan meydana geldiği belli olur.

Bir kimsenin, kalbi nakit zannedip kabul etmesi ümidiyle, daima kalpı nakit kokusuyla yaparlar. İnsanların doğru zannetmeleri için yalanı doğru kokusuyla söylerler. Alemde, nakit olmasaydı muhakkak ki kalp da olmazdı; doğru söz olmasaydı kimse yalan söylemezdi. Akıllı olan, mecaz ve oyunu gördüğü zaman bunların ciddî ve hakikisi de olduğunu bilir. Ciddiye uyar ve onun için çalışır. Bu şekilde teferruattan esasa erişir ve gölgeden sahibini arı-yarak, gölgenin güzelliği ile aldanmış olmaz. Çünkü, eğer senelerce gölgesi arkasında ok atarsan kuşu avlayamazsın. Ömür torbasında ok biter ve hiçbir şeye erişemezsin. Ağacı, güneşi, ayı, yıldızları suda görsen ve onları senelerce suda ararsan hiçbir zaman o ağaçtan meyve yiyemezsin, ona yaslanamazsın, vâsıl olamazsın. Çünkü suda gördüğün o şey, onların aksi ve hayâlidir. Binaenaleyh, akıllı olan, bir şeyin aksinden ve hayalinden onun hakikatini arar.

Bu âlemin varlığı, o âlemin aksi ve gölgesidir. Akıllılar bu âlemde, o âlemi aramışlar ve gölgeden, gölgeyi doğuran şeye doğru yürümüşlerdir.İşte, bunlar bu yüzden ölümsüz ve sonsuz olarak kaldılar ve kıymet biçilmeyecek kadar değerli hazinelere kavuştular ve cennet nimetlerinden yediler. Bunlar hakkında: Onların yemekleri daimîdir. (Sûre: 13, Ayet:35) buyrulmuştur.

O âlemin bir gölgesi olan bu âleme âşık olanlar, ömürlerini sarfettikleri halde, hiçbir şeye erişmeden ve hiçbir kazançları olmadan bu âlemden göçtüler.

Şiir:

Dünya hayalden başka birşey değildir.
Fakat o hakikatte Haktır.
Kim bu hakikati bilirse o, tarikatte eşi bulunmıyan bir sâliktir.
Allah daha iyisini bilir.

FASIL: 15

Bedenlerdeki canlar, havuzlardaki sulara, dünya ile ilgili bulunan meş­galeler, vesveseler ve işler de suya karışan ve sâf suyu bulundıran topraklara benzerler. İnsan bu bulanıklık yüzünden, içine bakınca bir şey göremez. Derhâl kendi içinden ve canından kaçar, ömrünü hoş geçirmek ve bir zaman meşgul olmak için gözünü ve aklını diğer insanlara çevirir. Meselâ, bir adamın evinde ne halı, ne hasır, ne ekmek, ne şarap ve ne de et olsa, üstelik çok çirkin ve ihtiyar bir karısı bulunsa, tabiatiyle o adam böyle bir eve girince, bu çirkin­lik ve hoşlanmadığı şeylerden uzaklaşmak ve kendisini dışarı atmak, sokaklar­da, pazarlarda dolaşmak ve başka insanları seyretmek ister. Bunun tersine olarak evi mâmur ve içinde her türlü kıymetli halılara ve kıskançlıkla gönül verdiği ve perilerin kıskanacağı kadar güzel bir kadına ve yiyeceğe sahip olan bir kimse, evine girince artık çıkmak istemez. Mühim bir iş için dışarı çıktığı zaman aklı tamamen evde kalır. Eve dönmek için alelacele o işi bitirir. Çünkü evinde bulunan şey, dışarıda gördüklerinden daha sevimli ve daha tatlıdır. Hattâ, onunla biraz ahbaplık etmek ve konuşmak için dışarı çıkmağa gelen ekseri dostlarını geri çevirir ve bahaneler bulur, dışarı çıkmamak için yeminler eder. Hizmetçilere, o adamlara: “Bir yere gitti, evde yoktur” demelerini tem­bih eder. Evden dışarı çıkmak böyle bir kimse için de eve girmek, gülünç bir şey ve azaptır. Bunun için rahat olan herşey, onun için bir işkencedir. Onun için rahat olan da bunun için azap ve zahmettir. Bunun dışarıyı istememesi gibi o da içeriyi istemez. Bu cihetten Allah, (Allah’ın selâm ve sâlatı onun üzerine olsun) Resule: bildir! (Sûre:5, Ayet.VI). diye emretti. Yani: Ey Muhammedi kendi bâtını evinden dışarı çık ve bizim havretimizden bu haberi insanlara eriştir. Onlara yol göster ve bizim risâlet ve haberimizi onlara söyle.

O’na, bunu halka eriştir! diye emretmek, O’nun iç evinden dışarı çık­masının kendisine ne kadar acı ve güç geldiğine ve bundan son derece nefret ettiğine bir delildir. Bir kimseye asla helva ye! yahut çok aç olan birine, yemek ye! veya çok susuz olan birine, su iç! diye hükmetmezler. Emir ve ilzam, emri yerine getirene bunda bir zahmet mevcut ve tabiatinin buna muhalif olmasında mevzuubahistir. Meselâ, beş vakit namazı vaktinde kılmak, zamanında da oruç tutmak, kendi helâl malından zekat vermek, zenginin Kâbeyi ziyaret etmesi…İşte emir ve ilzam bunlarda olur. Çünkü Peygamber için de birtakım mânevi mâmurluklar seyrediyecek şeyler, çayırlıklar, akar sular, huriler ve köşklere maliktir. Allah’ın nedimi ve arkadaşı idi. Böyle bir ebedî meclisi ve ölümsüz hayatı bırakıp boğazına kadar dünya çamuruna batmışbir avuç kör, müflis, çirkin, mahrum ve münkirle meşgul olmağa ve onların elinden tutup bataklıktan çıkarmağa, burda yetişmezmiş gibi üstelik bunların, merkeplikten, bilgisizlikten ve körlükten, böyle biricik padişaha: “Biz sana el verdik, senin sözünü dinledik ve sana bağlandık.” diye O’nu minnet altında bırakmalarına nasıl tahammül edebilirdi? Böyle bir hali, sahip olduğu o güzel hale nasıl değişirdi? Öyle güzel bir durumun böyle bir duruma dönmesinden nasıl nefret etmez ve ondan nasıl kaçmazdı? Bu ona çok zor geldiğinden ve bunda büyük bir mücadele gördüğünden Allah’dan ey Resul! bildir!” (Sûre:5, Ayet:7l). emri geldi.O halde, bir kimsenin kendisiyle meşgul olması, kendisinde bir hazine bulduğuna delildir. Bir kimsenin başkalariyle uğraşması da okimsenin manen iflâs etmiş olduğuna ve işsiz güçsüz kaldığına delildir.

 

Beyit:

Kendine kendisinden bir arkadaş yapan kimseye,
ben ve benim gibi yüz kimse köle olsun!

Fakat, o bedbahtlar, hakikatte müflis değildirler. Sadece, kendiyeriyle uğraşmışlar veAllah’ı talebetmek lâzım geldiği gibi, kendilerini talebetmemişlerdir. Kendini bulan Allah’ı da bulur. Zira: Kendi nefsini bilen Allah’ı da bilir.

Beyit:

Her kim kendini iyi tanımışsa o,
şüphesiz ki Allah’ı da tanımıştır.

Senin ruhunun suyu sâf bir kaynaktan gelmiştir. Fakat, sen onu meşguliyetin çamurlu sulariyle, çörçöp ile, vesveselerle kirlettin ve bulandırdın. Allah’ın zikriyle uğraştığın ve O’nun sevgisini kendine kıble yaptığın ve dünya ile ilgili olan şeyleri bırakıp dünyanın meşgalelerinden ve vesveselerinden arındığın, varlık ve benlik hissinden kurtulduğun, kendine değer vermeyi alışkanlık edindiğin zaman, tekrar sâf ve temiz olursun.

Beyit:

Varlığını at, erkekler gibi ol! Kadın gibi olma!

Allah’ın varlığını idrâk ettiğin zaman kendi varlığını unut. Muradın Allah’a kavuşmak ise, kişisel isteklerini bırak. Kibriya’nın aşığı olduğun zaman kibri terket ve inceleyen bir âşık ol. Kimseyi incitme; miskin, mazlum ve mer­hametli ol. Zulmü ve zalimliği nefsine yenilenlere bırak. Çünkü “bizlik” ve “benlik” kötü bir engeldir. Benlik ve bizlik, fir’avunluk, Allah ile yarışma, ortaklık ve ikiliktir. Bütün dünya işleri, tasaları ve ona müteallik şeylerin hep­sinin aslı ve mayası “benlik” ve “bizlik”tendir. “Benlik” ve “bizlik” bütün bun­ların çıktığı bir kaynaktır. Ağacın dallarını kessen de kök yerinde kaldığı için yeniden başka dallar çıkar. Bu talepte ve yolda hiçbir şeye meyletmemelisin. İster ilimde ve âmelde, ister mülk ve devlette, ister keramet ve makamatta olsun benlik ve bizlik talebinde bulunmamam lâzımdır. Çünkü, ey Halk yolu­nun yolcusu! Yolunun üstünde aydınlık ve karanlık birtakım geçitler vardır. Bunları mertçe, yılmadan geçmek lâzımdır. Bunun vasıtası da dert, sıdk, şevk ve aşktır.

Mısra:

Bu perdeyi yakacak dert ve bu yolda yürüyecek mert lâzımdır.

Doğum esnasında hâmile bir kadın için yüz türlü ilim ve fen bulunsa bu hünerlerin hiçbiri ona bir fayda vermez; yanlız bu esnada çektiği acı, dert onu maksadına eriştirir. İsa’nın doğumunda, dert ve ıstırap Meryem’i hurma fidanına götürdü ve Ruhullah olan İsa doğdu. Senin vücudun, zamanın Meryem’idir. Nefis, kadın, akıl erkektir ve sana doğru olan akıldan hâsıl olmuş bulunan îman ve marifet de senin İsa’ndır. Eğer Hak derdi seni kaplar ve birbiri arkasından sana gelir ve senin başka bir şeyle uğraşmana mahal vermezse, muhakkak ki senin Meryem gibi olan nefsinden İsa doğar. Bunu bildikten sonra, birtakım hünerler öğrenmeye çalışma.Allah’a olan bağlılığını ve ona ermek için lâzım gelen derdi artır. Daima aşka ve şevk’e dal. Dildâr ve Didârdan başka her şeyden sıyrılırsan bütün perdeleri geçersin!

Şiir:

Dün gece rüyamda, bir ihtiyar bana: “Aşkyolunun afeti, benlik ve bizliktendir” dedi. Ona, “ben ve biz nedir? Bütün güçlüklerimin çözümü sizin elinizdedir” dedim. O:”Haktan başka bütün şeyler bizlik ve benliktir ve bu aynı hatadır” cevabını verdi.

Böyle yapmış olduğun ve bu Mi’racı geçip yolun sonuna vardığın zaman da kendinden geçmiş olarak şunları söyle:

Şiir:

Bizlik hissi, bize geldiği zaman bizden gitti. Hoş geldin sevgili, içeri gir!
Benim iniltilerimi, inleyişlerimi işitince ansızın uzaktan göründün.
Canımızın içine girdiğin günden beri her taraf renkli güllerle doludur.

Benlik ve bizlik hissi, insanın çalışmasiyle gitmez ve böyle bir düşmanı kahretmek onun elinden, ayağından gelmez. Fakat, Allah buyurur ki: “Böyle bir düşmanın elinden bana ağla ve inle! Zira onu kahretmek mutlak bir iktidar sahibi olan benim elimden gelir.Benden başka kimse birşey yapamaz. Yanlız şu kaideyi koydum: Ey kulum! âciz olmana rağmen, onun kahrı için çalış ve onunla barışma, daima mücadelede bulun. Ben Allah’ım; onun kahrı için ben­den saygıyla ve inleyerek yardım dile. Can ve gönülden, tam bir bağlılıkla istersen, kendi kuvvetimi senin ellerine veririm ve senin elini, onun kahrından kuvvetli ve cesaretli yaparım. Nihayet, sen benim kuvvetimle, bağlılık kılıcıy­la bu düşmanın başını kesersin. O halde sen öldürmeyip ben öldürmüş olu­rum. Benim sonsuz olan keremin büyüklüğü öyle bir yere kadardır ki, senin elinden düşmanı keserim ve bu gazayı senin yaptığını, kabul ederek seni över ve mükafatlandırırım; sana Haydar ve Pehlivan lâkabını veririm. Yaptığın bu işe karşılık hil’at, vuslat ve ebedî bir mülk ve sermedî bir padişahlık bağışlarım. Sen de: “Ey Allahm! bütün bunları ben yapmadım. Sen yaptın. Bende senin gibi bir Allah ile mücadele ve mukabelede bulunan böyle bir düşmanı yenecek güç nerede?

Ben ondan daha hayırlıyım; zira beni ateşten, onu topraktan yarattın. (Sûre:7,Âyet: 11). Senin gibi bir Allah’ın karşısında bu iddiada bulunan, şey­tandır. Ben ki zayıflıkta bir saman parçasından daha hafifim. Böyle bir dağı temelinden nasıl sökebilirdim? Bir kum tanesine nasıl çevirebilirdim ve toz toprak gibi nasıl yele verebilirdim?” de. Allah buyuruyor ki: “Benim inayetim bir saman çöpüne bağlandığı zaman, dağlar onun önünde bir zerreden daha hafif olur. Lâkin sen o acz içinde, ben Allah’ın, vefasını muhafaza ettiğin ve bana olan itimadınla, böyle bir düşmanla uğraştığın beni hazır, uyanık, galip bildiğin için senin aczine kudret, zayıflığına kuvvet bağışlarım. Her ne kadar hakikatte ben yapmışsam da her şeyi senden biliyor ve herkesi sana minnet­tar kılıyorum. Bu şuna benzer: Meselâ, bir baba çocuğu ile oynarken çocuğun eline bir şey verir ve kendisi o ağır çocuğun elini yukarı kaldırır.Çocuğuna da: “Aferin! sen büyük bir pehlivansın, ne kadar kuvvetlisin” der. Hakikatte onu çocuk değil, baba kaldırmıştır. Fakat, ben ki, Yaratan’ım, acaba, benim merhametim, okşamam ve keremim o yarattığın kinden daha mı az olur? Kendi kullarıma kuvvet bağışlarım, hidayet veririm; benim bağışım ve hidayetimle düşmanı kahrederler ve bunu onların yaptığını kabul ederim; minnettar olurum ve bu işleri onlara sayısız, hesapsız mükâfat ve sevap bağışlarım. Onların hamd-ü senasını yüzdü ile söylerim. İnsanlara gönderdiğim her bir rahmet onların vasıtasiyle olur. Asilere yaptığım her azabı ve kahrıda onlar için yaparım. Onlara kulluk etmek bana kulluk etmektir. Her kimi bağışlar ve merhamet edersem, bunun sebebi onların rızası ve hoşnutluğu ve her kimi cehennem kahrına uğratırsam bunun da sebebi onları incitmiş olmalarıdır. Çünkü ben ki Allah’ım, dosttan ve düşmandan münezzehim; muhalifsiz akransız ve arkadaşsızım. Birtakım kullar yarattım ve onlara, bana ulaşmaları için yol gösterdim.Onların varlığı, benim aynam oldu. Benimle onlar arasında niteliği belli olmayan bir ilişki peyda oldu ki zıtlık ve düşmanlığın girebilmesi için orada bir ayrılık, gayrdık yoktur. Her kim, onlara yabancılık, düşmanlık ederse bana etmiş olur. Her kim, Allah ile beraber olmak ve konuşmak isterse “doğru sofiler” “Safi-i râstin” ile beraber oturur.

Allah ile beraber oturmak isteyen, ehli tasavvuf ile oturur. (H).

Şiir:

Her kim, Allah ile oturmak isterse, evliyanın huzurunda otur­malıdır.
Eğer evliyanın huzurundan ayrılırsan bütününden ayrılmış bir parça gibi helak olursun.
Her kim daima Allahyla beraber bulunmak, onunla konuşmak isterse özü-sözü doğru sofilerle oturmalıdır.

Allah, Musa’ya: 30 “Ben ki Allah’ım, hastalandım. Ey Musa sen benim hastalığımı sormağa niçin gelmedin?” dedi. Musa: “Ben bu mânayı anlıyamıyorum, sen nasıl hasta olursun?” dedi. Ulu Allah bu tekdiri tekrarladı.

ve Musa’nın da hayreti arttı. Böylece işin sonunda Allah şöyle buyurdu: “Senin komşuların arasındaki kullarımdan biri hastalandı ve sen onun halini, hatırını sormağa gitmedin. Onun sağlığının, benim sağlığım ve hastalığının benim hastalığım olduğunu bilmedin.Onun hatırını sormak, benimkini sormaktır. Onun gönlünü almak, benim gönlümü almaktır.” bu böyle olduğu gibi Allah has ve seçkin kulları adına da yemin eder. Kuşluk vaktine ve geceye yemin ederim. (Sûre:93, Âyet: I-2). Buradaki “Duhadan” maksat, Peygamberin parlak ruhâniyeti. “Leyi” de gece gibi olan cismâniyetidir. Muhakkikler bu hususta şöyle buyururlar: Bu “Duha” onun yüzünün nurunun aksidir. Ve “Leyl” onun saçının siyahlığının aksidir. Vedduha Velleyl’deki yeminde Peygamberin şanına büyük bir tazim mevcut olduğunu herkes bilir. Çünkü Allah bununla, O’nun saçlarının ve yüzünün aksine yemin ediyor; bununla beraber bu da bir şey değildir. Allah bu kullarının başına ve canına da yemin eder. Tur’a ve Kitab-ı mestura kasem ederim, (Sûre:52, Âyet: 1-2) de olduğu gibi, ayaklarını bastığı toprağa bile yemin etmiştir. Yani Musa’nın ayak bastığı Tur dağı hakkı için ve Musa’ya inmiş olan ve O’nun kaleminden çıkmış ve yazılmış olan o kitap hakkı için demektir. Bunun gibi Kur’anda İncire ve zeytine kasem ederim. (Sûre:95, Âyet: I) buyrulur. Onların, yanına gittikleri ve meyvelerini vermiş oldukları o ağaç hakkı için yemin ederim, demektir. Onların tazim ve büyüklüğü, hakkın yanında öyle bir dereceye ulaşmıştır ki onların eriştikleri makamlar ve kutsal ayaklarını bastıkları yerlere yemin ediyor. Onların büyüklükleri ve Allah’a olan yakınlıkları, akılların tahammül edemeyeceği bir derecededir. İşte söylediğimiz bu kadar da o denizden bir damla, güneşten bir zerre, harmanlardan ve ambarladan bir tane gibidir. Bütün bunlar bu kadar büyük oldukları halde, akıllar ve fehimlere lâyık bir surette, pek az söylendi. Zira “İnsanlara onların akılları ölçüsünde söz söyleyiniz” (H). buyrulmuş-tur.Bu kadarı bile büyük bir akla sahip olanlara göredir. Çünkü onlar, Allah’a yakın ve âşinâdırlar. Büyük ve geniş bir kavrayışa sahiptirler. Her akıllı kimse buna tahammül edemez; kâfir ve yolunu kaybedenlerden olur. Hattâ elini ve ayağını bu hususta kaybeder ve bundan kurtulamaz.

Şimdi gelelim ilk söze: Havuzlar gibi olan bu vücutlardaki ise, o denizden ayrılmış ve bu havuzlarda hapsolunmuş sulardır. Eğer sâf suları et ve tortu gibi bulandıran meşgaleler, vesveseler ve dünyaya müteallik şeyleri terk ederse, her şey, aslına döner, buyrulduğu gibi, o tortular da havuzun toprak olan dibine inerler. Böyle olduğu zaman o saf suda, feleklerin şekilleri, meleklerin yüzleri, levh, arş ve kürsîyi hep birden kendinde görür; Allah’ın şaşılacak, garip eserlerinden hiçbir şey ona gizli kalmaz. Bununla da kalmayıp hem halkı, hem Hâlik’i görür.

Beyit:

Hem resmi, hem ressamı görür.
Hem devlet yaygısını, hem onu yayanı görür.

Dünya işleri ve dûnla ile ilgili şeyler, gönül aynasından hâsıl olan bir pas gibidir. Eğer pas az olursa, ondan birtakım eksik ve noksan şekiller görünür. Bu da hiç yoktan daha iyidir. Fakat, eğer pas çok olursa, aynanın bütün yüzü, örtülmüş olduğundan, bir kimse ona baktığı zaman hiçbir şey göremez. Ne az, ne çok, ne hakikat ve ne de hayal. Üzerinde pas olması bakımından müflistir ve bir işe yaramaz. Fakat bu pası riyazet, aşk, sıdk ile cilâlandırdığı zaman onda, Allah’ın Allahsal güzelliği ve sanatı görülür. O halde, o zaman kendini bulmuş olur. Çünkü pas, artık gönül aynasından giderilmiştir. Kendine eriştiği ve kendini bulduğu için, Allah’ı kendinde bulur ve onu asla kendinden ayrı göremez. Nefsini, kendini bilen, Rabbını da bilir. (H), sözünün mâna’sı budur. Allah daha iyi bilir.


(25) Keşke toprak olsaydım! (Sûre:78, Ayet:40.)

(26)Allah yolunda ölenleri sakın ölü sanmayınız, onlar Allah’ın yanında diridirler; rızıklarına nail olmaktadırlar. (Sûre: 3, Âyet: 163-164.)

(27) Ulu Allah göklere ve yere nur verendir. Onun nuru içindede çırağı bulunan kandilin ışığı gibidir. Çırağ billur içindedir. Billur pırıl pırıl parlayan bir yaldızdır. Şarkta, garpta bit­meyen mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Ateş dokunmasa da onun yağı hemen ışık verecek gibidir. Nur üzere nurdur. Ulu Allah dilediğini nuruna eriştirir. Ulu Allah insanlara misaller gösterir. Her şeyi hakkiyle bilen O’dur. (Sûre: 24, Âyet:35.)

(28)Gök yarıldığı (Sûre:81, Âyet:l 2), güneşin devrildiği yıldızların döküldüğü zaman. (Sûre:82, Âyet: 1.)

(29)Vaktaki dünya o müthiş sarsıntı ile sarsılır. (Sûre: 99, Ayet:l.)

(30)Ben hastalandım ve sen beni yoklamağa gelmedin (H.).

 


 

ETİKETLER: