Fasıl: 1-5

A+
A-

MAÂRİF-İ HAZRET-İ SULTAN VELED

Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla başlarım.

Nebîler ve velîlerin her biri, bir mucize ve keramet ile mahsus ve meşhur idiler.

Bilginler ve doğruyu arayanlar (muhakkikler): “Ulu Allah onlardan her birine bir şey bağışladı, birine verdiği şeyi, öbürüne vermedi.” derler.

Veled der ki: “Peygamberlerin her biri, her türlü mucize ve kerametleri tamamen ve mükemmelen göstermeğe muktedirdir;fakat onların her biri, zamanın ihtiyacı ve o zamanda yaşayan insanların arzuları ölçüsünde bir mucize göstermiştir.”

Bu fikrin aydınlanması için örnekler verelim: meselâ kuyumculuk, ayakkabıcılık, terzilik ve bunlardan başka sanatları da bilen bir kimse, birtakım insanlar için elbise dikince: “Bu adam yalnız elbise dikmeği bilir” demezler veya fıkıh ve hey’et bilen hekimliğe vâkıf olan bir bilgin, bir hastayı iyileştirirse, bilgisi bundan ibarettir, denilemez. O, muhakkak zamana, işe ve ihtiyaca göre, bildiği şeylerden yalnız bir tanesini göstermiştir.

Bunun gibi, değirmeni döndüren su için akıllı bir insan: “Bu su, yalnız bu değirmeni döndürmeğe yarar,” der mi? Bu, su bilindiği gibi pek çok işe yarar. Hem çamaşırları arıtır, hem tarlalara ve bağlara tazelik ve canlılık verir, otlar ve çiçekler bitirir. Sadece, bu değirmenin bulunduğu yerde, değirmeni döndürmektedir. Eğer onu bağ ve kırlara doğru bırakırsan aynı su, orada daha başka işler görür.

O halde bir peygamberde de bütün mucize ve kerametler mevcuttur; fakat o, zamanın ve kavminin ihtiyacı kadar mucize ve kerametler gösterir. Öyle ise, bütün peygamberlerde mevcut bulunan mucizelerin ve keramet­lerin hepsi, her birinde ayrı ayrı ve tamamiyle mevcuttur. Yalnız şu kadar var ki diğer mucizeleri de göstermeğe muktedir olduğu halde, bunlardan ancak birini göstermiştir. Daha başkalarını da gösterebilir.

Peygamber, Allah’ın mazharı ve âletidir. Hakkın önünde fâni ve yok olmuştur. Allah her şeye kaadir değildir, demek doğru olmaz ve imkânsızdır. İşi yapan (faal) Allahdır. Onlar, kâtibin elindeki kalem gibidirler. Kalemin çizdiği her şeyi, hakikatte kâtip çizmiştir. Veya bir insanın elindeki ok ve yaya benzerler. Okun fırlaması yaydan değil, insandandır. Bunun için Ulu Allah:1 Ey Muhammed attığın oku sen atmıyorsun. Onu atan biziz. Biz ki Allah’ız, yaptığın her şey bizim istek ve buyruğumuzladır. Bunda senin ne yerin olabilir? Çünkü işi biz yürütüyoruz ve bizim isteğimiz yerine geliyor. O halde her kim seninle döğüşür, savaşırsa bunları bizimle yapmış olur ve her kim sana uyar, senin buyruğunu yerine getirir ve seninle dost geçinirse bizimle yapmış olur.” buyurmuştur.

FASIL: 1

Biri: “Asıl olan şey ameldir” dedi. Bu hususta söylenecek söz, bundan ibaret değildir. Ameli hakkıyle anlatabilmek için, bir kimsenin ortaya çıkıp ameli nasıl anlıyabilirsin?

Sen amelden, namaz kılmayı, oruç tutmayı, hacca gitmeyi, geceleri uyu­mayarak ağlayıp inlemeyi ve perhiz etmeyi anlıyorsun. Halbuki bunların hiçbiri de amel değildir. Bunlar ancak amelin sebepleridir. Hepsini yaptığın zaman bunların sende bir etki sağlaması mümkündür. İşte o zaman sen, ibadet etmiş ve olduğundan başka bir şey olmuş bulunursun.

Kur’anda2: Namaz seni günahtan, suç işlemekten, kötülükten, noksan ve kusurlardan ve isyandan korur, temizler, buyrulmuştur. İşte senin bunları yap­mamış olman ve bunlardan temizlenmiş bulunman ameldir. Eğer kendini bunlardan kurtarmamışsan, namaz kılmamış sayılırsın. Bunun için Peygamber -O’na Selâm olsun namaz kılmış olan bir kimseye: “Namaz kılmadın, kalk namaz kıl” (H.Ş.). diye buyurdu. Bunun üzerine o adam kalkıp namaz kıldı. Tekrar: “Kalk namaz kıl, namaz kılmadın” buyurdu. O adam yine kalktı ve namaz kıldı. Peygamber bu defa da: “namaz kılmadın” dedi ve sonunda: “Kalb huzuru olmadan, namaz kılmak doğru değildir” (H.Ş.) buyurdu.

O halde ortaya koymuş oldukları bu rükû, sücûd ve kıyamı yerine getirmekle, gerçek amel yapılmış olmaz. Yani dinde ortaya konulan bu dışla ilgili hareketleri yapmakla amel yerine getirilmiş olamaz.

Hakikî amel, içi değiştirmektedir. Nitekim insan tohumu, ana rahminde şekilden şekle girer. Alâka ve mudga olur. Nihayet insan şeklini alır, canlanır, dünyaya gelir, büyür ve bir insan olur.

İşte bu türlü değişmek, aşağı derecelerden yukarı derecelere çıkmak, amelidir. Miraç dedikleri de bu tarzda olur. Yukarıda anlatıldığı gibi kul da bir halden bir hale döner. Bu sırada meydana gelen ikinci hal, birinci halden; üçüncü hâl ikinci hâlden daha iyidir. Böylece bu, sonsuz olarak devam eder. Peygamber Hazretleri – O’na selâm olsun-: “İki günü bir olan kimse aldanmıştır” (H.K.). buyurmuştur.

Hadîste: Dünya ahretin tarlasıdır, varit olduğuna göre, bu dünya pazarında her kulun ekmekte, yani yarın ahrette sevabını görmek maksadiyle ve iş yapmak hususunda ilerleyişinde, iki günü bir olmuş, her gün manen ilerlememişse o kimse aldanmıştır. Çünkü insanın günden güne hattâ her an manen ilerlemesi lâzımdır.İşte gerçek anlamda amel budur. Böyle bir ameli insanlar nasıl görebilirler? Bunu ancak Allah görür ve bilir.

Ulu Allah: “Benim dostlarım, benim kubbelerimin altında gizlidirler. Onları benden başka kimse bilemez” (H.K.). buyurmuştur.

Netice itibariyle bilgi (ilim) amele namaz, oruç gibi bedenî işlerden ve amelden daha yakındır. İlmin amelden ayrı olması ve ona faydası dokunmaması mümkün olabilir mi? Halbuki bedenî hareketlerin amelden ayrı bulunması ve amele faydası olmaması daha çok mümkündür. Çünkü inatçı, kötü niyetli ve iki yüzlü (Cehud), münafık (müslüman görünen) bir kimse zahiren bedenî ameli yapmış olabilir; fakat dinin asıl hükmünü yerine getirmiş, hakkı ispat etmiş sayılmaz. Eğer bunları bilseydi ve yapabilseydi zaten bu vasıflara lâyık olmazdı. O halde halkın gördüğü ibâdetlerden, âyinlerden, mezheblerden anlatılan ve gösterilen şeylerin hepsi, amelin aslı, kendisi olmayıp sebepleridir.

Bersisa, yıllarca hakikattte hiçbir zahidin yapamıyacağı bir şekilde ibadette bulundu. Yani zahirî ameli yerine getirdi. Fakat sonunda kâfir olarak öldü. Bunun gibi İblis de binlerce yıl gökte ibadetle meşgul oldu. Eğer bu zahirî ameller onda bir etki yapmış olsaydı Allah’dan: “Adem’e secde et!” emri gelince, secde ederdi. İsa – O’na selâm olsun – zahirî amelleri yapmamıştı; fakat gerçek ameli o yaptı. Çünktü birdenbire çocukluk halinden ihtiyarlık haline geçti ve Muhammed Mustafa’nın kırk yaşında iken iddia ettiği aynı dâvayı ve vahyi o daha beşikte iken beyan eyledi.

Peygamber: “Ben Allah’ın bir kuluyum. Bana gökten bir kitap indi. Allah beni Peygamber yaptı ve beni kerim kıldı. (Kur’an, Sûre: 19, âyet:30-31)” buyurmuştur. Gerçek amel senin bulunduğun halde, her an başka bir hale geçmen ve manen ilerlemendir.Bunun gibi, iksiri bakır üzerine döktüğün zaman, bakırın altına dönmesi amel olur. Eğer altın olmazsa binlerce çekiç darbesi yese, yüz defa kaynasa, genişleyip uzasa, yine bakır olarak kalır. Altını tanımıyanlar, amelin görünüşüne bakanlar ve bunu esas olarak kabul edenler: “Eğer yeryüzünde altın denen bir şey varsa o da mutlaka budur. Çünkü bu kadar çekiç darbesi yedi, bu kadar kaynadı, uzayıp genişledi” derler. Halbuki altını gerçekten bilen bir kimse, bunlara bakmayıp halis altın olup olmadığını anlamak için önce mihenge vurur, .sonra kabul eder. Olmamışsa onu bir paraya bile satın almaz. Çünkü Allah:3 “Ben ki Allah’ım; sizin ne görünüşünüze, ne işinize, ne de sözünüze bakarım. Yalnız gönlünüzde benim için olan sevgin nasıldır ve ne kadardır diye gönlünüze bakarım” buyurmuştur.

Akıllı olan bir insana bir işaret yetişir. Bir evde bir kimsenin bulunup bulunmadığını anlamak için, bir söz kâfidir.

 

FASIL: 2

Evliya, Allah’ın has ve seçkin kulları, hattâ Allah’ın sırlarıdır.

Allah’ı tanımak ve bilmek ise onun sırlarını bilmekten daha kolaydır. Bunun gibi eğer bir kimseyi görmek, tanımak istersen pek az bir gayretle buna muvaffak olursun; fakat ne kadar gayret etsen o kimsenin gönlünde bulunan gizli sırları bilemez ve anlıyamazsın.

O halde bir insanı göründüğü gibi bilmek onun gizli sırlarını bilmekten daha çok kolaydır. Bir kimse, bir bilgini kendisinden izin alarak ziyaret etmek istese biraz gayret sarfetmekle bu isteği yerine gelir. Fakat bu kimse, eğer o bilginin bu bilgisini öğrenmek isterse, onun bilgi hazinesinden bir parça sermayenin eline geçmesi için senelerce zahmet çekmeğe katlanabilen bir canı olması ve pek çok güçlükler çekebilmesi lâzımdır.

Herhangi bir şehirde yüz binlerce halk Allah’a tapar ve ihtiyaçlarını Allah’dan ister. Her şeyi yapabilenin, herkesin yiyeceğini verenin, herkesi terbiye edenin, herkese yol gösterenin, bütün günahları bağışlıyanın aynı zamanda her yeli yok ediverenin Allah olduğunu bilirler. Can ve gönülden, bağlılıkla ona uyar ve ibâdet ederler. Umumiyetle hepsi böyledir. Allah’ı tanıma ve bilmeleri nisbetinde, bazısının ameli kuvvetli, bazısının az, bazısının çok olur. Fakat, bu yüz binlerce insan arasından pek azı, yüzlerini bir şeyhe ve doğru bir veliye yöneltmişlerdir. Bunlardan da ancak bir veya iki kişi, o veliyi iyice tanıyabilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki Allah’a tapmak ve onu tanımak umumîdir.Herkesin bunda bir yeri ve bir yolu vardır. Hattâ kâfirler bile Allah’a taparlar.

Şiir:

O tektir, onun eşi yoktur, diyerek kâfir ve dindar,
Her ikisi de onun yolunda koşarlar.

Yetmiş iki millete baktığın zaman, hepsinin Allah’a taptığını ve çeşitli şekillerde, muhtelif amellerle ve başka başka dillerle Allah’a kulluk ettikleri­ni görürsün. Yalnız insanlar değil, dağ, taş, yer, gök, yıldızlar, toprak, hava, rüzgâr ve ateş bile hepsi Allah’a taparlar ve hepsi senin bilmediğin, göremediğin ve anlıyamadığın bir dille onu överler.

Allah’ı övmeyen (teşbih) bir şey yoktur; fakat siz onların bunu nasıl yaptıklarını anlıyamazsınız. (Kur’an Sûre: 17, Ayet:44).

Bütün varlıklar (mevcudat) ve sonradan meydana getirilen şeyler (mas-nûat), insanların Allah’a tapmalarına engel olan birer perde ve o sırrın bulun­duğu yere girmelerine mâni olan birer kapıcıdırlar. Tatlı yemekler, ipekli elbiseler, Çin ve Hatâ güzelleri de, insanları ibâdetten alıkoyarlar. Taliplerin ve yolcuların yollarını keserler. Yalnız bu insanlardan bazısı gece gündüz inlemek, zikretmek ve lahavle çekmekle bu yol kesenlerin elinden kurtulurlar. İbâdet yüklerini Allah’ın rıza ve kabul menziline erişirler. Fakat kimsenin onlarla temas etmemesi, onları tanımaması, onlara yol bulmaması için, kendi evliyasına bizzat Allah bekçilik eder ve onları korur.

Allah: Benim evliyam ve has kullarım benim kıskançlık kubbelerimin altında gizlidirler. Onları benden başka kimse göremez ve bilemez” (H.K.). buyurmuştur.

Bu dünyada da birtakım büyük padişahlar adalet tahtlarına oturdukları zaman, hususî ve umumî her tabakadan insanların yanlarına girmelerine müsaade ederler. Her birinin ihtiyacını, onların bulundukları yere göre ve mertebeleri nispetinde, temin ederler. Onlara güler yüz gösterirler ve bağışlarda bulunurlar. Fakat güzel cariyelerini ve kölelerini, hiç kimseye göstermezler. Eğer bir kimse padişahtan onların mahremi olmak ve onlarla beraber düşüp kalkmak isteğinde bulunursa padişah onun derhal başını kestirir. Ancak isterse, huyuna ve doğruluğuna güvendiği bir kimseyi, bunların mahremi yapar.

İnsanı ibadetten alıkoyan şeytanlar, periler gibi yaratıkları lahavle ve zikirle kovma mümkündür. Fakat, engel Allah olursa, O’nu hangi zikr ve lahavle uzaklaştırabilir? Bu bakımdan evliyayı bulmak ve onları tanımak, Allah’ı tanımaktan daha güçtür. Allah’ın velisini tanıyan bir insan, elbette Allah’ı tanır ve bilir. Bunun aksi imkânsızdır. Yani Allah’ı tanımakla, evliyayı tanımak lâzım gelmez. Birçok insanlar vardır ki Allah’ı tanıdıkları ve ona kulluk ettikleri halde Allah’ın velisini tanımıyor ve bilmiyorlar. Hattâ bu veliyi gördükleri zaman ona düşmanlık gösteriyor ve onu inkâr ediyorlar.

Mansur-u Hallâc’ı o asrın Şiblî ve Cüneyd gibi bilginleri ve velileri inkâr ettiler. Onu öldürmeğe karar kıldılar. Hepsi birleşerek onu asmak içir fetva verdiler. Sonunda da, bu kadar büyük, saygı değer ve eşsiz bir insanı astılar. Dar ağacından indirdikten sonra yanması için nâşını ateşe attılar. Alemde ondan bir eser kalmaması için de yaktıktan sonra küllerini suya attılar. Her ne yaptılarsa yine “Enelhak!” (Ben Allah’ım) ibaresinin ateşte ve suda yazılmış olduğunu gördüler. Külü, Şatt-ı Bağdat üzerinde toplanarak “Ben Hakkım!” ibaresi nakşedilmiş bir halde görüldü. Bu kerameti gördükten sonra hepsi, yaptıklarına pişman oldular. O zamandan beri O’nun ismi, anıl­madan hiçbir vaaz meclisi revnak bulmaz ve hararetlenmez. O’nu kıyamete kadar öveceklerdir.

Musa’nın ahvali de böyle idi. Musa, Allah tarafından halka gönderilmişti. Aynı zamanda Peygamberdi.”Ulu Allah Musa’yı, vahyin en son mertebesi olan “kelâm” ile taltif etti. (Kur’an, Sûre:4, Âyet: 162.) O, bütün bu büyük­lüğüne, bilgisine ve Allah’a olan bu kadar aşinalığına rağmen Hızır’a – O’na selâm olsun – talip oldu ve Allah’dan Hızır’la konuşmayı dua ederek diledi. Pek çok yalvarıp yakardıktan sonra Ulu Allah, onun isteğine: “Sefer et ve benim o has kulumu ara ki ona eresin” hitabesiyle karşılık verdi. Musa, böylece hareket etti. Bir deniz kıyısına gelince orada Hızır’ı buldu.4   Gözü ve gönlü onun yüzü ile aydınlandı ve istediği birçok şeyler onunla bir konuşmada hasıl oldu. Bir bakışta o kadar hil’atlar giydi ve o kadar nimetler tattı ki, bunları şimdiye kadar ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir insan tahayyül etmiştir. (H.). Hızır’ın arkadaşlığını ve sohbetini istedi. Daha görmeden ona nasıl âşıktı! Bunları gördüğü ve tattığı zaman aşkının ne hale geldiğini sen kıyas et!

Beyit:

Seni, görmeden biz böyleyiz,
eğer görünürsen vay bizim halimize!

Hızır buyurdu ki: “Ey Musa! Şimdiye kadar elde ettiğim fayda ile kanaat et ve artık geri dön. Bizim konuşmamız mühimdir ve tehlikelidir. Allah sak­lasın! Bundan sana bir zarar gelebilir.”

Musa aşkının ve bağlılığının fazlalığından yine yalvardı. Bir zaman beraberce gezip dolaştılar. Bu sefer esnasında deniz kıyısında, o zaman asır­larca çalışsa benzerini kimsenin yapamıyacağı bir gemi buldu. Hızır böyle görülmemiş bir gemiyi harap etti, deldi. Tamamiyle işe yaramaz bir hale getirdi. Musa: “Bu türlü hareket etmen ve bu yaptığın iş doğru değildir. Çünkü bu hikmet ve şeriata aykırıdır. Bu yaptığının adalet mihenginde, fazilet ve şeriat terazisinde karşılığı hiçtir” dedi. Hızır: “Sen benimle yapamazsın dememiş mi idim?” deyince, Musa kendine gelip: “Yaptığım yemini ve sözleşmeyi unuttum. Bu ilk günahımdır, bağışlanabilir.” dedi. Ve Hızır’a o kadar yalvardı ki nihayet Hızır dayanamayıp Musa’nın bu suçunu bağışladı. Tekrar bunun üzerinden bir müddet geçti. Dolaşmakta devam ederken bir adaya geldiler. Burada, şehrin çocukları arasında, yeryüzünde bundan daha güzeli bulunmayan, henüz çok küçük bir çocuk gördüler. Her ikisi birden hayretle: “Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne kadar güzeldir.” (Kur’an Sûre 23, Müminûn Âyet: 14.” dediler. Sonra Hızır, bu çocuğu, diğer küçüklerin arasından okşıyarak ve gönlünü alarak ayırdı. Elinden tutup yürüdü. Musa şaşkınlık içinde uzaktan onu taki-betti ve acaba Hızır bu çocuğu nereye götürüyor? diye düşündü. Hızır, insan­ların gözünden uzaklaşıp onu tenha bir yere götürdü ve hemen orada çocuğu ayakları altına alarak, kafasını kesti. Musa büyük bir isyanla:5 “Böyle günahsız ve masum bir çocuğu öldürmek doğru mudur?” diye bağırdı.

Hızır: “Benimle arkadaş olamazsın; sen benim yaptığım işlere dayanamazsın geri dön git dememiş mi idim?” deyince, Musa kendine gelerek: Hata ettim; unutkan­lığım galip geldi” dedi. Hızır da: “Her zaman işlerimi inkâr ediyor, sonra da hata ettim diyorsun” buyurdu. Musa: “Allah için bu defa da bağışla, sünnette üç defaya kadardır. Eğer bir kere daha inkâr edecek olursam mazeretimi kabul etme” dedi.

Şiir:

Eğer bir defa daha benden muhalefet görürsen,
Benim âczime merhamet etme.

Hızır böylece ikinci günahı da, üçüncü günahta ayrılmak ve başka bir mazeret ve bahane kabul etmemek şartiyle bağışladı.

Bundan sonra yine bir müddet arkadaşlık ettiler. Tesadüfen bu seferde yedi sekiz gün, yiyecek bulamadılar. Az daha açlıktan öleceklerdi. Şeriat, açlık halinde, murdar olan haram etin bile yenilmesine müsaade eder. Böyle bir zaruret içinde, iken, bir adaya geldiler. Kalabalık ve büyük bir şehirde bulunduklarını gördüler. Bu şehirde, birçok hazineleri bulunan çok zengin yetimler vardı; bunların oturdukları sarayın duvarı yıpranmış ve eğilmiş, yıkılmak ve harap olmak üzere idi. Hızır bu eğri duvarı doğrultup harap olan kısımlarını onardı.6 Musa bunu görünce, bu kadar talihsizlik, kısmetsizlik ve açlıktan sonra, yiyecek şeyler ve giymek için de gümüşlü hil’atlar geleceğini umdu. Hızır Musa’nın elini tuttu ve o sahilden başka bir yere doğru gitmek üzere ayrıldı.

Musa’nın sabrı kalmamıştı, ve “Ey Hızır, biz açlıktan ölüyoruz; murdar ve haram olan şeyler bile artık bize helâl olmuştur. Sen, başka bir kimsenin tamir etmesine imkân olmıyan bir duvarı doğrultup tamir ettirdin. Ev sahipleri çok zengindi. Onlardan yaptığın işin karşılığı olarak, birkaç gün orada kalıp yeniden güç, kuvvet bulmamızı isteseydin veya bundan vazgeçtim hiç olmazsa yemek için bir parça ekmek isteseydin. Yaptığın bu hareket insafsızlıktır ve hiç kimse bunu doğru bulmaz.” dedi.

Hızır “Ey Musa işte üçüncü günahında tamam oldu, artık bir mazeretin kalmamıştır.” 7 Bu üçüncü günah, ayrılmamıza sebep oldu. Başlangıçta hep inkâr ettiğin bu üç işin sırrından seni haberdar edeyim ki benim yaptığım şeyleri inkâr değil, kabul etmek gerektiğini anlıyasın. Sen işi tamamen tersine yaptın.

Gemiyi delmemin sebebi şu idi:8 O gemi fakirlerin, müminlerin ve iyi işler yapan kimselerin malı idi ve kâfirlerin onu, kendi ellerine geçirerek, müslüman kalelerine gidip müslümanların ve iyi insanları yok etmek düşüncesinde olduklarını sır gözü ile gördüm. Bunun için gemiyi harap ve işe yaramaz bir hale getirdim.

O küçük çocuğu öldürmemin sebebi de şu idi:9 O çocuğun babası ve annesi mümin ve evliyadan idiler. O çocuğun cevheri kötü olduğundan kötü işler yapacak, annesini ve babasını din yolundan alıkoyacaktı. Kötülük ve dinsizlik yeryüzünden eksilsin, annesi babası dinsizlikten kurtulsunlar diye onu öldürdüm. Örneğin, bir bahçıvan da faydalı ve iyi dalların kuvvetlenmesi için cılız ve faydasız dalları kesmez mi?

Yetimlerin harap olmuş ve eğilmiş duvarını doğrultmamın ve tamir ettirmemin ve buna karşılık o kadar zaruret ve çaresizlik içinde bulunduğumuz halde onlardan ücret ve karşılık istemememin sebebine gelince: O çocukların babası ve annesi, Allah’ın has ve salih kullarından idiler. (Sûre: 18, Âyet: 81.) Müfessirler, onların yedinci cedlerinin salihlerinden olduğunu ileri sürerler. Bazı kimseler de “onların yetmişinci ceddi salihlerden idi” derler. Halk, ahiretin bütün hazinelerine sahip olan ve hazineler bağışlayan Hızır gibi bir kimsenin, yedinci veya yetmişinci cedde karşı gereken saygıyı ve tazimi göstereceği, onların çocuklarına kimsenin elinden gelmiyen önemli bir hizmeti yaptıktan sonra, bu kadar zaruret ve ihtiyaç içinde bulunduğu halde, onlardan hizmetine bir karşılık ve ücret almayacağı inancındadır. Siz müflis, çaresiz ve günahkâr olduğunuz halde yardıma muhtaçsınız. Bu durumda evliyanın çocuklarına nasıl hizmet etmek lâzım geldiğini kıyas ediniz” dedi.

Tebriz’de bir alevi pazarda kendinden geçmiş bir halde   yere yığılmış,kusmuş, yüzü, sakalı salyaya  ve toprağa bulaşmıştı. Dindar, büyük bir hoca, bu hali görünce küfrederek yüzüne tükürdü.

O günün gecesi bu hoca Peygamberi rüyasında gördü. Peygamber gazapla: “Senin benden olduğunu iddia ediyorsun ve bana tâbi olduğun için cennete gitmeyi umuyorsun da, beni pazarda salyalarla bulaşmış olarak gördüğün zaman niçin evine götürmedin, beni okşamedm ve yüzüme, sakalıma bulaşan pislikten temizlemedin? Köleler efendilerine hizmet ederler, sen ise bana bunların hiçbirini yapmadın. Yüzüme tükürmene gönlün nasıl razı oldu?” dedi. Hoca içinden kendi kendine: “Ben Peygamber’e bunu ne zaman yaptım?” diye geçirdi. Peygamber, derhal ona: “Benim çocuklarımın bizzat “ben” olduklarını bilmiyor musun? Bizim çocuklarımız bizim ciğerlerimizdir (H.), Eğer böyle olmasaydı babanın malı oğluna kalır mıydı?” cevabını verdi.

Hoca, Muhammed’in heybetinden, dehşetinden uyandıktan sonra o alevîyi aradı ve buldu. Kendi sarayını, malını ve mülkünü yarısını ona verdi; yaşadığı müddetçe daima alevinin hizmetine bel bağladı.

Hülâsa bu üç sırrın hikmetini, böylece Musa’ya anlattı ve birbirinden ayrıldılar.10

Bu anlamı kuvvetlendirmek için rivayet ederler ki, bir veli başka bir veliye:” Ulu Allah bende her gün yedi defa tecelli ediyor” dedi ve o veli de ona: “Eğer insansan git ve Ebayazid’i bir defa gör!” cevabını verdi. Aralarındaki bu münakaşa uzadı. Her ne zaman bu, “Ben Allah’ı günde yetmiş defa görüyorum.” derse, o da: “Eğer insansan git Ebayazid’i bir defa gör,” cevabını verirdi. Macera uzayınca bu saf sofi Ebayazid’e gitmeğe karar verdi. Ebayazid, bir ormandaydı. Sofînin hizmetine geldiğini kerametle anladı ve sofiyi karşılamak üzere ormandan çıktı. Onların karşılaşması ormanın yanında olacaktı. Fakat sofi, Ebayazid’e bakıp onun mübarek yüzünü görünce, tahammül edemedi, derhal vücut kalıbını boş bırakarak bu dünyadan öbür dünyaya göçtü.

Şimdi esas meseleye gelelim: Orman, Ebayazid’in içi ve ormanın ağaçları, onun kalbinde bulunan fikirleri, ilmi ve makamı idi. Sofî Ebayazid’in içi olan ormana, nasıl girebilirdi? İşte Ebayazid bunun için ormandan dışarı çıkıp sofiye doğru gitti.

Akıllı bir insan, bir çocukla konuşurken, kendi bilgi ve akıl ormanından çıkar, çocuğa doğru gelir  ve anlıyabilmesi için de çocuğun aklı ölçüsünde konuşur. Çünkü insanlara akılları nisbetinde söz söylemek lâzımdır.

O sofi, Allah’ı kendi anlayış, kavrayış ve kudreti nisbetinde gördü. Allah’ın nuru ve tecellisi Ebayazid’in kuvveti nisbetinde ona çarpınca dayanamadı ve öldü.

Cebrail’de Allah’ın tecellisi vardı. Belki onun içinde yetişmişti. Onunla meşguldü. Ondan başka işi yoktu. Denizin içinde bulunan bir balık gibi o, her zaman vuslat denizinin içinde idi. Muhammed’i Allah’ı göstermek için Mi’raca götürdü. Cebrail kendi makamına geldiğinde durdu ve daha ileri gidemedi. Bunun üzerine Mustafa (Allah’ın selâmı O’nun üzerine olsun) ona: “Gel! Niçin durdun?” diye buyurunca Cebrail: “Bu makamdan ileri gitmek sana mahsustur. Eğer bir parmak daha fazla yaklaşırsam yanarım. (Sûre:37, Âyet: 164) cevabını verdi. Ondan sonra Peygamber (Allah’ın selâmı, onun üzerine olsun) yoluna devam etti ve Hazret-i Hakkın cemalini Kur’an’da: Onun gözü, kaymadı, dönmedi (Sûre:53, Ayet: 17) buyurulduğu gibi, hiçbir görüş hatası olmadan, “baş gözüyle” gördü. Allah’ı gören her kimse, O’nu, ancak kendi kavrayışının kudreti nisbetinde görebilir. Karıncadan Süleyman’a varıncaya kadar hepsini Allah besler. Hepsinin varlığı ve canlılığı tamamen Allah’ın tecellisindendir; fakat bu iki tecelli arasında fark vardır. Süleyman’a olan tecelli nerede! Karıncaya olan tecelli nerede!

Meselâ, bir efendinin biri beş yaşında biri on yaşında, biri yirmi yaşında, biri otuz yaşında ve böylece ta kırk ve elli yaşında olmak üzere beş kölesi olsa, bunların hepsi akılları başında büyük ve aynı yaşta olsalar bile, akıl bakımından bir olmayıp, muhakkak ki birinin akıl ve kifayeti öbürüne nazaran daha az, diğerlerinkinden daha fazla olabilir. O efendi, her biriyle aklının derecesi nis­betinde konuşur, görüşür; fakat bunların en büyüğü ve akıllısıyla konuştuğu, görüştüğü gibi en küçüğü ve akılsızıyla konuşursa, en küçüğü anlamaz. Tahammül edemez.

Mesel:

Ey ruhu dinlendiren kimse!
Esvabı insanın vücuduna göre ölçer biçerler.

Bunun gibi, evliya ve müminlere Hakkın tecellisi de, onların Allah’ın indindeki mertebeleri nisbetindedir. Allah’ın nuru, onlar üzerlerine tahammül edebildikleri kadar iner.

Bir insan ateşe kavuşmak ve ondan faydalanmak isterse, hamamı ateşle kızdırır ve hamam vasıtasiyle ateşin vuslatından istifade eder. Eğer doğrudan doğruya kendisini ateşe atarsa tabiatiyle yanar. Kemale eren Allah adamları, semender gibi ateş içinde ve balık gibi suda yaşayabilirler; fakat diğer müminler ve gerçeği arayanlar doğrudan doğruya ateşten faydalanacak güce sahip değillerdir.

Bununla söylemek istediğimiz şudur ki: Kemale ermiş olan Allah adamlarının yüzünü görmen, doğrudan doğruya Allah’ı görmekten daha güç olmaktadır. Yalnız bu, “Evliya ve Allah ayrı gayrıdır” demek de değildir. Böyle düşünmek bile yanlış ve küfürdür. Bu, “Onların Allah’ı gördükleri kuvvet ve kudret, sizde yoktur.” demektir. Kemale ermiş olan Allah adamını arayıp onun gördüğü gibi görürsünüz.

 

FASIL: 3

Bir adam: Dervişlerden bazısına ebrişim (saz) ve saire gibi haram olan sema ile meşgul olduklarını gördük, bunu dervişlik mezhebinde doğru görmek nasıl olur? Dervişe, böyle bir işle uğraşmak yakışır mı?” diye sordu.

“Bunun cevabı mufassaldır”, dedik. (Sadık ve hür türlü mücadeleyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle senelerce Allah’ı taleb etmiş, ondan hâsıl olmuş olan halet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin, döndüğü ve sazın, rebabın neyin sesini işittiği zaman, ilâhi hali artar. Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Allah’a yaklaşmaktır. Eğer bu ilahî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hasıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve sema’a izin vermezler. Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek doğru değildir. Çünkü, görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir. O derviş, manen tamamiyle imana garkolmuştur. Başkalarının eğlencesi ise küfür içinde küfür, karanlık içinde karanlık olur. Bundan başka fakr yolu, şeriatin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.

Şeriat umumun itaatidir. Umumun işlerini halletmek için kolaylıklar gösteren birtakım çareler, yollar ortaya koymuşlardır.

İnsanlar çok defa gece, gündüz hattâ beş vakitte Allah’a hizmet eder­ler ve Allah’ı anarlar. Bununla beraber bu insanların meyli ve aşkları zayıf olduğundan fazlasını yapamazlar. Meselâ, karada yaşayan kuşlar uzun zaman suda kalamazlar. “Sizi yerden yarattık, öldükten sonra yine oraya göndeririz ve oradan bir defa daha çıkarırız” (Sûre:70, Ayet: 57), buyrulduğu gibi onların menşei topraktır. Sadece zaman zaman suya yaklaşırlar, su içerler, yıkanırlar ve sonra sudan, denizden ayrılarak yine kendi yerlerine, toprağa dönerler. “Melekler daima salâttadırlar. (Sûre:70, Âyet:23)” buyrulduğu gibi, daima suda bulunmak balıkların işidir. Bunların denizden ayrılmaları imkânsızdır, çünkü asılları denizden çıkmıştır. “Sonra Allah, onlar üzerine kendi nurundan döktü” (H.Ş.).

Burada şeriatten maksat, denize, suya dönmektir. Balıklar yüzlerini tamamen denize çevirmiş ve denize dönmüşlerdir. Onların yiyecekleri, giye­cekleri, yatakları, her şeyleri denizdir. Uykuları ve uyanıklıkları da denizdedir. “Akıllı kullar da Ulu Allah’ı, ayakta dururken, otururken, yatarken hülasa her zaman ve her halde zikrederler”. (Sûre:3 , Âyet, 190-191)

Karaya mensup olan avam, denize mensup olan seçkin insanların işlerini yapamazlar. Çünkü onlara kuvvetleri, vüs’atleri, takatleri nisbetinde bir ibadet tahsis olunmuştur. “Esasen Ulu Allah hiç kimseyi takatinin üstünde bir külfetle mükellef kılmaz” (Sûre:2, Âyet:286) Balıkların daima meşgul olduk­ları şey, kulluğun kemali ve şeriatin içinde bulunmak ve dışına çıkmamaktır. Daima Allah ile beraber bulunan evliya ve fukaranın ahvalini şeriata aykırı olarak gören bir kimse, on kilo ekmeği, bir kilodan, Fırat’ı testideki sudan; gülü, gül suyundan, bademin içini ve yağını, bademden ayrı olarak zan ve kabul edenlere benzer. Meselâ,bademleri böyle kabul etmesinin sebebi de şudur: Bademler birbirinden ayrıdır, sayılabilir ve avucunda toplayıp sıkarsan bir ses çıkarır. Halbuki bademin içi ve yağı bu özelliklere sahip değildir. O halde bunlar bademden başka bir şeydir. Bu söz ve delilden, onların, bademi tanımadıkları, bademden sesi, sayıyı anladıkları, asıl bademin ne olduğunu bilmedikleri bellidir. İşte bu gibi insanlara “mukallid” derler. Muhakkiklerin yanında mukallitlerin imânının hiçbir değeri yoktur, şeriatta gerçek, Allah’a kulluk etmek, yüzü Allah’a çevirmektir. Dünyadan ve şeytanlardan da yüz çevirmek lâzımdır. Eğer şeriat namaz, oruç, zekât, zikr olsaydı bütün şeriat-lerin, mezheblerin ve gidişlerin hepsinin aynı şekilde ve aynı tarzda olması gerekirdi; Peygamber:11 “Bu Kur’anın hükümleri ve bu şeriat, senden evvel gelen Peygamberlerin kitaplarında vardı. Fakat bu şekilde bu suret ve tertip ile mevcut değildi. Birisi, Arapçadır, diğeri Süryanca ve İbrancadır. Her birinin ayrı orucu, ayrı bayramı, ayrı haccı ve ayrı delili, ayrı haramı ve helâli vardır” buyurmuştur. Bilinir ki dinin gerçeği, şekil ve dilde değildir. O, her suret ve her dile gelir ve yüz gösterir. Diller ve şeriatler kadehler gibidirler. Din ve Allah’ı bilmek, kâselere, testilere, küplere, ibriklere, şişelere ve kadehlere konulabilen sular ve içkilerdir. Fakat içki, şarap, kabın kendisi değildir. Suya yabancı olan ve testiye tapan kimseler, bu bilinen testiyi görmezler ve suyu kabul etmezler. Böyle bir kimsenin su ile aşinalığı yoktur. Şekle tapan ve mukallittir. Şaraba tapan ve suyu tanıyan kimse, içinde şarap ve su bulunan her kadehi can ve gönülden kabul eder ve kadehin önünde, “Meleklerin hepsi ona secde ettiler” (Sûre; 15, 30, Âyet: 30, 73). Buyrulduğu gibi secdeye gelir. Allah’ın bundan maksadı, kadeh değil, şaraptır ve onun zevki efsaneden değil, haldendir.

Bunun gibi, Mustafa (Allah’ın selâmı ve salâtı onun üzerine olsun), Ayşe (Allah ondan razı olsun)’nin ayaklarını öper, yüzüne sürerdi. Ayşe, bunu gördü ve hayret etti. Peygamber birkaç gün onun yüzüne bakmadı. Ayşe bunun derdiyle şikâyet ederek ağladı. Peygamber’e “Ayşe’nin gönlünü al!” diye emir geldi. Peygamber Ayşe’den özür dilemeğe gelerek onun elini ve ayağını öptü ve: “Ey Ayşe! Senin elini ve ayağını, senin suretine olan sevgimden öptüğümü zannetme. Ben Allah’a olan sevgim için öpüyorum. Senin yüzünde dostumun yüzünü görüyorum. Ve senin gece gibi olan gökselliğinin karanlığında Allah’ın sabahının parlak nurunu görüyorum. Secdeyi, Kadim olan Allah’a ediyorum, senin sonradan vücuda gelen (hadis) birkaç günlük vücuduna değil. Bundan sonra kendini değil, Allah’ı görmen lâzımdır” dedi.

Suret-i evliya ve enbiyanın, şeriatin, dinlerin ve mezheplerin baştan sona kadar değişmesinin hikmeti, muhakkik ile, mukallidi bir zannetmemeleri ve bu suretle muhakkikin gerçek incisinin güzelliğinin peyda ve mukallidin çirkin­liği ve sahte cevherinin de rüya olmasıdır. Bu hikmetin zahir olmasının başlangıcı şeytanlıklarla dolu İblis’in zatının keyfiyet ve haliyle başladı. İblis’i meleklerden, sayardı, hattâ meleklerin hocası idi.12 İblis, mükebbir müsebbih olan ulvî medresede, ilim öğrenin meleklerin öncüsü ve müderresi idi. Fakat hakikette merdut, ayrı cinsten ve kâfirlerdendi (Sûre:2, Âyet: 32). Allah İblis’in meleklerden olup  olmadığını meydana çıkarmak istedi.

Âdem’i çamur ve su şeklinde yarattı ve onun vücudunu kendi nurunun kadehi yaptı. İblis ve melekleri, onunla imtihan etti ve: “Adem’e secde ediniz” diye buyurdu. “Onunla aşinalığı olanlar secde ettikleri aynı nuru” bu kadehde ve bu mazharda, marifetle gördüler ve secde ettiler.13 Kalp ve halis ayrıldı ve İblis’in görünüşte yakın ve âşinâ görünmesine rağmen aslında muhalif ve yabancı olduğu belli oldu. Adem’in vücudu, kalpı nakitten ve hakkı batıldan ayırdı.

Evvelâ bu iki, bir olarak göründü. Kalp ve nakdin değeri birdi; bu tecellide ışık çoğalarak kalpları, sâf altınlardan ayırdı. Bunun gibi acı ve tatlı taneler, gül ve diken, yerin altındayken birdirler ve birbirleriyle omuz omuzadırlar, “Biz ilâhi ekinleriz ve hepimiz neşvünema bulmak faaliyetindey-iz” buyurduğu gibi. Tatlı taneler, yer altından yüzlerini göğe doğru çevirip, toprağın çatlağından yeşil dillerini çıkararak: “Ey Allahm bizi zindandan kurtar ve bizim özümüzü, sırlarımızı göster ki herkesin özü ve derecesi belli olsun”, diye yalvarırlar. İsrafil gibi olan bahar hamel burcundan surunu üfleyince, onun bu hararetli nefesiyle bu taneler, toprağın mezarından dışarı çıkarlar.

“O günde bazı yüzler siyahlanır, bazı yüzler beyazlanır.” (Sûre:3, Âyet: 102) buyurulduğu şekilde bahçe, çayır ve çemenlerin, tavusun kanadı gibi süslenmiş, türlü lütuf ve güzelliklerle bezenmiş olan güzelleri cilveler yaparak meydana çıkarlar. Acı taneler de dikenler gibi bahçelerde rüsva. olurlar. Adalet terazisi, hepsinin aynı sırada olmasını, iyinin ve kötünün bir sayılmasını doğru görmez. İyiyi kötüden ayırır; İyi şeyler, iyi kimseler için, kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre:24, Âyet: 26) buyurulduğu gibi bir cinsi kendi cinsiyle toplar. Yine de Âdem’den sonra bazıları, muhakkik, bazıları da mukallit oldular. Bazısı şaraba tapar, bazısı da kadehe tapar. Adalet terazisi, cinsi, cins olmayanla toplamağa ve birbirine karıştırmağa razı olmadığından tekrar başka bir peygamber ortaya çıkardı. Şarapı tanıyan ve nur ehli olan kimseler kadeh değişince yanılmadılar, bulundukları halden başka bir hale dönmediler. Âdemle hemdem oldukları için bu peygamberi de Âdem olarak gördüler.

Beyit:

Âlemden maksat, Adem’in gelmesi ve Adem’den gelmesi ve
Âdem’den de maksat, o demin gelmesidir.

Kadehe tapanlar: “Biz Adem’in âşıkları ve bendeleriyiz ve bu peygamber, Âdem’den başka bir kimsedir.” diye onu inkâr ettiler. Bu peygamber hal diliyle: “Ey kadehe tapanlar! Ben aynı şarap ve aynı Adem’im, eğer ağzın ve damağın varsa tad ve eğer bir burnun varsa kokla, gözün varsa gör, yok eğer bunların hiçbirine malik değilsen git ve körlerin sırasında otur. Zira Adem’i görmeden ve tanımadan ondan nasıl bahsedebilirsin? Ben Âdem’i arıyorum, diye onu red ve inkâr ediyorsun.” dedi.

Böylece yeniden muhakkikler ve doğru insanlar o peygamberin etrafında toplandılar ve ona gönül verdiler. Bunun üzerinden yüzyıllar geçti, tekrar onların arasından mukallitler baş kaldırdılar. Görünüşte bir göründüler.14 Adalet terazisi ve fazilet mihengi hakikî inci ile boncuğun, nakît para ile kalp paranın, altın ile bakırın, karga ile şahinin bir olmasını ve bir sırada birbirleriyle karışmış bulunmalarını doğru görmedi.

Allah Firavun’un sihirbazlarını diğer sihirbazlardan ve Sıptîleri Kıptîlerden ayırması için, Musa’yı meydana çıkardı. Ahir zaman peygamberi olan Muhammed ile de böyle olmuştur. Mustafa’nın (Selam onun üzerine olsun) zuhurundan evvel Ebucehil ve Sıddik derece itibariyle birdiler. Belki Ebucehil’in ismi Ebulhikem (Hikmet babası) idi. Küfür ve inkâr yüzünden ismi Ebu cehil oldu. Bu, âlemin çöküp yıkılmasına kadar böylece devam eder.

Peygamberlerle aynı nefese, aynı zaman ve aynı nura sahip bulunduk­larından, onların vârisleri olan evliya da, peygamberler gibi halkı Allah’a davet ederler. Aslı Allah’a bağlı olan ve ondan nur alan ve muhakkik olan her kimse yine ona meyleder ve bu daveti kabul eder. Aynı zamanda o kimsenin canı, evliyanın nefesiyle ondan, yeni bir ağaç gibi kök tutar. Bu bahardan her an bir tazelik ve bir dirilik meydana getirir ve meyve verir. Surete tapan ve mukallit olan kimselerin günden güne daha soğuk, daha cansız ve yüzleri daha çok kara olur. Muhakkikler, ilerleme ve kabullenme ne nisbette artarlarsa mukallitler de inkârla o nisbette kıymetten düşerler. Mevlânâ (Allah onun ruhunu aziz etsin) bu mânayı nazma alarak Hak ehlinin birliğini şerhetmiştir.

Nazım:

Bir ay parçası gibi gelen o kırmızı elbiseli, bu sene de bu pas renkli hırka içinde geldi. O sene de yağmada gördüğüm o Türk, bu sene Arap gibi gelen bu aynı kimsedir. Her ne kadar kadeh değişmişse de şarap aynı şaraptır. Bak şarapçının başına gelen ne kadar hoş! Elbisesi değişmişse de yar, aynı yardır. O elbiseyi değiştirip, tekrar başka şekilde geldi.

Bununla beraber, insanların tamamen bu cevherden hâli olmadıklarını ve bu cevherin, hepsinde mevcut olduğunu da bil! Zira Allah’ın büyüklüğünü herkes tanır ve ona kulluk, ibadet ve hizmet etmekten hiç kimse utanmaz; Adem’in dış görünüşüne bakarak o nuru görmeyenler, ona ibâdet etmekten çekindiler. Allah, Âdem’i imtihan maksadiyle yarattı. Bazılarının kibri, büyüklüğü ve kendini onunla bir tutmak istemesi, ona ibâdet etmesine, onun önünde eğilmesine mâni oldu. Fakat, kuvvetli bir asıldan gelen ve o aslî cevher kendisinde çok olan bazı kimseler, bu kibir ve benlik örtüsünü yırtar atarlar. İşte o zaman, o aslî nuru, bu varlık perdesi olmadan görürler ve secdeye gelirler. Kendilerinde aslî cevher az ve zayıf olan kimselerin bu örtüyü yırtmağa kuvvetleri yoktur. Bunlar örtüye yenilmişlerdir. Yenilgiye uğrayana ise yokluk hükmünü verdiler. Sâf bir gümüşte azıcık bakır olmasına rağmen onu, yine gümüş sayarlar. Çünkü bakır yenilmiştir.

Büyüklüğü karar bulmuş ve kabul edilmiş olan bir peygambere tâbi olmaktan da kimse utanmaz. Hattâ ona hizmet etmekle öğünür. Büyüklüğü karar bulmuş olan bu peygamber de Adem’den evvelki “Allah” gibidir. Zira, zayıf ve kuvvetli, kalp ve halis ona kulluk ettikleri zaman, birbirinden ayrılmıyorlardı. Ulu Allah onlara tekrar, tanıdıkları ve kendi aralarından, yeni bir peygamber gönderdi. Kendisinde o nur galip olan herkes, gurur ve kıskançlık perdesi üzerine galebe çalar ve kurtulur ve her kimde bu nur zayıf olursa o, bu gurur ve kıskançlık perdesine yenilir. Allah’ın verdiği kıymetten dolayı bu zayıf nura sahip olan kimselere eğer Allah’ın yardımı olursa, mukarrer bir nebinin ve şeyhin yanında bulunmak ve ona meyletmek müsadesini verirler. Onlar, imtihan edilmeden evvel, o şeyhin doğru ve muhakkik olan müritlerinin sohbeti ve şeyhin nazarı ile, tedricen, zayıf olan o nuru, artırabilir ve kuvvetlendirebilirler. Bu nur çoğalınca, varlık perdesi kay­bolur. Bunun tafsili hadsiz ve Allah’ın işleri, yolları da hudutsuzdur. Hudutsuz olan bir şey şerh edilemez. Zira, şerh ve beyan mahduttur. Hudutsuz olan bir şey de mahduda sığmaz. Fakat akıllı kimseler, bu azalan şeyden çoğunu da anlarlar. Gafiller ise çoktan, az bile anlıyamazlar.

Mesel:

Akıllı bir kimseye, bir işaret kâfidir. Gafile ise şerhin faydası yoktur.

Şimdi gelelim, o suali sorana verdiğimiz ilk cevaba: İyi ve doğru şeyler istiyen bir derviş, istemekte devam eder ve istediği şeyden burnuna koku gelir ve türlü, türlü ibadetlerle uğraştığı vakitte, her nerede olursa olsun kendi fütuhatını görürse, uygun olan hareket ona devam ve kendisini bir karanlığa sokan ve istediği şeylerden uzaklaştıran her şeyi, tâat bile olsa, terk etmesidir. Çünkü ne kadar mâsiyetler vardır ki uğurludur ve ne kadar Kur’an okuyan vardık ki Kur’an ona lanet eder. (H.Ş.).

Beyit:

Seni yoldan alıkoyan her şeyi, ister küfür,
ister harf, ister imâ olsun, bırak.
Her ne ki, onunla dosttan uzak düşersin,
ister güzel, ister çirkin olsun onu da bırak.

Bu talip, hile ve kötülük yolunda bulduğu zevki, hayır ve tâat yolunda da elde edebiliryorsa, onun için artık tâatten başka olan şeylere meyletmek doğru olamaz. Bunlar çoğunluk tâat yolunda bu zevki bulurlar. Tâattan başka her şey, onlar için öldürücü bir zehirdir. Bu tafsilât ve hükümler, canlarını bu yolda feda eden, sadık talipler hakkındadır. Biz: “Böyle yapınız, şöyle yapınız” deriz. Ama varlık perdesinden kurtulmuş ve Allah ile kaim olan ve onların varlığından, onlar üzerinde bir şekil ve bir isimden başka bir şey kalmamış bulunan o kimseler, tuzluya düşen at ve ester gibidirler. Çünkü, bunlar tuzluya düşmüş, senelerce orada kalarak tamamiyle erimiş ve atlıktan esterlikten en ufak bir alametleri bile kalmamıştır. İşte onların varlıkları da Allah’ın varlığın­da böyle erimiştir.

Rubaî:

Aşk, geldi ve damarlarımın, derimin içindeki kanım gibi oldu.
Beni, benliğimden boşaltıp dostla doldurdu.
Vücudumda en ufak zerreye varıncaya kadar hepsini dost aldı.
Benden bana kalan şey, yalnız bir isimdir. Geri kalan ne varsa hepsi o’dur.

Böyle bir adama hiç kimse hükmedemez. Kimse: “Eğer onun hali şöyle olursa iyi, böyle olursa fena olur.” Diyemez. Bu mertebeye ermiş bir kimse, iyi ve kötünün üstünde, zıtlıkların ve sayılı şeylerin dışındadır. Ortaksız bir tektir. Teklik tuzlasında o kadar yok olmuştur ki onda murdar olan zahirî var­lıktan ve ikilikten hiçbir eser kalmamıştır.

Rubaî:

Kemalle sıfatlanmış bir kimse fena yolunu tuttu.
Ansızın vücut deryasından geçerken,
onda varlığından bir kıl parçası kalmıştı ve bu kıl,
fakrın gözüne zünnar göründü.

Allah Ebayazid’e: “Ne istersin?” diye sordu. Ebayazid: “İstememeği ister­im.” Cevabını verdi. Zira, eğer isterse o, hâlâ mevcut olur. Şu halde tuzlaşmış olan hayvandan tuza düşmeden evvelki halinden onda hâlâ bir damar ve bir bağırsak kalmış olsa onun “birliği” tam bir birlik değildir ve ondan “ikilik” kokusu gelir. “Allah, surette ikidir” demek nasıl küfür ise “ikilik”de hakikatte küfürdür. Mâna âleminde “iki olmak” da küfür olur. İşte bunun için Ebayazid: “bir şey istememeği istiyorum, ta ki benim bu birkaç günlük olan varlığım, karışmadan, aslında nasılsam yine öyle iradede tek kalmam için istememek isterim. Müridlik yalnız senin olsun” dedi.

Beyit:

Ay yüzlüm geldiği zaman ben kim oluyorum!
Asıl ben kendimde olmadığım zaman varolurum; yani benim varlığım aradan çıktıktan sonra var olurum.

Tuzladaki hayvanın varlığının kemale ermesi onda hayvanlıktan bir tek damar bile kalmadığı, hepsinin tamamen sırf tuz olduğu zaman mümkün olur.

Beyit:

Ey benim Rabbim! Senin arayıcın benim veya beni arayan bizzat sensin.

Ey aşkı ile rüsva olduğum! Ben ben oldukça, san başkasın, ben başkayım. Eğer talep hakikî olursa taliple matlup birdir.

Beyit:

Tevhidde talip ve matlûbun sıfatını ayrı ayrı gören kimse
Ne talip ne de matlûptur.

Mecnun’a: “Sermestlikten ve kendinden geçişten ileri gelen baş ağrından kurtulman için, kan aldır.” dediler. O da sermestliğinden ve aklı başında olmadığından buna razı oldu, damarından kan alması için berberi getirdikleri zaman: “Hey! Ne yapıyorsun? Leylâ’nın kanını niçin akıtıyorsun. Ben her ne kadar Mecnun isem de Leylâ’nın aşkının tuzlasından Leylâ oldum ve bende Leylâ’dan başka bir şey kalmamıştır.” diye bağırdı.

Beyit:

Vücudumun en küçük cüzlerine varıncaya kadar hepsini dostun sevgisi kapladı. Benden benim üzerimde kalan yalnız bir isimdir. Geri kalan ne varsa hepsi odur.

“Eğer bana vurursan Leylâ’ya vurmuş olursun ve eğer benden bir şey alırsan Leylâ’dan almış olursun” dedi.

Şiir:

Göz, denizle dalga karışınca acaba bu meydana gelen şey göz mü olur? Yoksa deniz mi?

Ağzını açtı ve Salâhaddin’in kalbine: “Ey Allâhı gören göz, sen benim Allahımsın!” dedi.

Göz, onu görünce Allah olur. Zira Allah Allah’ı görmüştür.

O kendi nurundan onlara bir nur bağışlamazsa gözler O’nu görmezler. Ancak bağışladığı bu nurla O’nu görebilirler. (Sûre:6, Âyet: 193).

Binaenaleyh kendi kendini görmüş olur.

Beyit:

Allah’ı yine Allah görür, Ondan başka bir şey Ona nasıl sığabilir?
Birlik deryasında Ondan başka hiçbir yabancı yoktur.

Allah’ı ancak Allah adamı gösterir, Allah’dan gayri olan bir şey O’nu nasıl gösterebilir? Tuzlayı hatırlatmak için, bir avuç tuz lâzımdır. Murdar bir posttan ve etten tuzu nasıl hatırlayabilir ve tuzladan nasıl bahsedebilirler?

(ı5) Ey Muhammed! Senin attığın, bizim attığımızdır ve senin sözün, bizim sözümüzdür. Zira tuzladan aldıkları her şey, ancak tuz olur. Böyle bir kimseye: “Böylesi iyidir veyahut söyleşi fenadır” diye karışmaya kimin cesareti vardır? O ne yaparsa iyidir. Alemin Kâbesi ve kıblesi O’dur. Üfür ve iman, masiyet ve tâat O’nun içindir. O’nun rızası bulunmadığı içindir ki küfür kötü ve O’nun huzurundan uzaklaştırıcıdır. O’nın rızası ile Hakka ulaşmış ve yakınlaşmış olduğu cihetten iman istenilir. Bunların, eğer bir vücuda ve bir itibarı varsa o da sırf bu mâna içindir. Allah istediğini yapar. (Sûre: 14, Âyet:32).

Beyit:

Küfür ve din her ikisi: “O bir tanedir ve eşi yoktur” diyerek O’nun yolunda koşarlar.

O’nun yaptığı işe itiraz yoktur. Ona itiraz eden herkes, “O’nu topraktan, beni ateşten yarattın.” (Sûre:7, Âyet: I I) diye Allah’a itiraz eden, mücadele ve mübahese ile meşgul olan İblis’in neslinden olur. İblis: “Beni ateşten yarattın, onu topraktan yarattın” diye Âdem gibi bir varlığın önünde yok olmadı. Âdem’den de bir hata ve Allah’a karşı bir itaatsizlik vücuda geldi; buğdayı yedi ve cennetten çıkarıldı. Ey Rabbımız! Biz nefsimize zulmettik Sûre:7, Âyet:22) sözünü diline doladı. Feryat ve figan eyledi, kendi kendine ağladı ve dünyaya olan sevgi, saygı ve değer yerine, günahlarının affını dilemede o kadar sebat etti ki Allah tarafından ona bağışlama hil’ati geldi ve ikilikten sonra birlik, mânevi huzursuzluktan sonra huzur yer gösterdi. Çünkü Allah: “Ben kalbleri olanların yanındayım (H.K.) Kırılmayan yalnız benim. Allahlık bana yakışır. Benimle ortak olmaktan uzak kalmak için siz kırılınız. Eğer benim sırrıma vâkıf olursanız kendinizden dahi bizar olursunuz. Beni can ve gönülden kabul ediniz ki sizin başınız ben olayım, siz elden ayaktan düşünüz ki elinizden tutup sizi kaldırayım” buyurmuştur.

Beyit:

Ayağım kalmadığı zaman beni çektiler.
Beni nasıl çektiklerini, nasıl söyliyeyim!.

Hakka yenilip ve Hakkın önünde ölürsen senin hareket etmen, Hakkın hareket etmesi ve senin sözün, Hakkın sözü olur. Meselâ, murdar olan şarabı çok içen bir kimse ona mağlup olur. Akıllı insanlar, bu adamın yaptığı ve söylediği şeyleri adamdan bilmezler ve: “O söylemiyor, şarap söylüyor”, derler. O’nun işini ve sözünü şaraba izafe ederler ve o adamı şarabın elinde bir âlet olarak kabul ederler. Bunun gibi cinin çarptığı bir kimse de gaipten haberler verir, evvelce bilmediği birçok dillerle konuşur. Akıllı kimseler: “Bunu peri söylüyor, o söylemiyor” derler. Ölmüş ve cansız olan şaraptan ve insandan, kıymet itibariyle daha aşağı olan peride öyle bir kuvvet mevcuttur ki, insan onların âleti olur ve onlar insanda kendilerini gösterirler ve o şahsın bunda hiçbir rolü yoktur. Akıllılar, o adamı muahaze etmezler. Toprağın, meleğin, insanın, cinin, perinin ve hayvanların yaratıcısı olan Ulu Allah’ın tecellisi, kinsiz olan bir kalpte parladığı zaman, o insandan meydana gelen her şeyi Allah’dan bilmek ve Allah’a izafe etmek niçin doğru olmasın? Bunu Allah’ın işi ve sözü olarak görmemek ve işitmemek körlükten ve dar görüşlülükten ileri gelir.

Ebayazid bir gün kendinden geçmiş olduğu halde: “Kendimi teşbih ederim; şanım ne kadar büyük oldu! Cübbemin içindeki Allah’dan başka bir şey değildir” dedi. Ebayazid kendine geldiğinde müritleri ona: “Sen böyle söyledin, bu sana nasıl yakışır?” diye karşı koydular. Ebayazid’e onların birer mukallitten başka bir şey olmadığı zahir oldu ve kendi kendine: “Eğer bunlar iman kabul edenlerden olsalardı, benimle sohbet ettikleri bu kadar zamandan beri, nefesim onlara tesir eder, sözlerim kulaklarına girer ve kendilerine gelirlerdi. Şimdi her şeyden habersiz oldukları için, en iyisi onları kendi kılıçlariyle yaralamam ve yine kendi kılıçları ile sırsız olan kafalarını kesmemdir” dedi.

Beyit:

Allah’ın sırrı ile dolmuş olan bir baş, şah ve cihandardır.
Sırsız olan bir baş ise palana lâyıktır.

Ebayazid: “Dikkat! dikkat! ey dostlar, eğer müminlerden ve sadıklardan iseniz bu sözleri söylediğim zaman hepinizin kılıçlarınızı ve bıçaklarınızı çekip bana vurmanız lâzımdır. Böyle yaparsanız Hakkın makbul kullarından olursunuz” diye buyurdu. Ebayazid’e o hal tekrar geldiği zaman, hemen aynı şeyleri söylemeğe başladı ve o âlemden bir kuş gibi uçtu. Yüzlerce defa söylemiş ve göstermiş olduğu harikaların yüz misli kendisinde göründü. Mukallit müritler, bıçaklarını çekip onu yaraladılar; fakat bu mestlikten kendilerine gelince bazısının kendi elini kesmiş, bazısının kendi karnını ve göğsünü parçalamış olduğunu gördüler. Yalnız Ebayazid’e vurmayan bazı kimseler Ebayazid’e saldırdıkları yerde onunla hiçbir yara almamış oldukları halde göründüler. Kılıç onların ellerini nasıl kesebilir? Çünkü onlar, İsmail’in neslindendirler. Kılıç onların boynunu kesmez, belki bütün âlemin boynunu, onlar için keser ve bütün âlemi onlara kurban eder.

Ben ki Allah’ım, benim yüzümden başka ne varsa hepsi helak olur yok olur ve kalmaz. (Sûre: 28,Âyet: 88); Ebediyen kalabilmeniz için hepiniz yüzünüzü benim yüzüme çeviriniz. Yüzünü başka bir tarafa çeviren, benden başkasını gören ve benden başkasını seçen bir yüzü, yüz bilme. Benim yüzümün tersi yoktur. Ben tamamen yüzüm, tamamen nurum, tamamen görmeyim, tamamen duymayım ve tamamen bilgiyim. Benden başka olan her şey kalmayacaktır! Sizin yüzünüz bana çevrildiği zamanda yüz ve gözünüz bana baktığı zaman göz olacaktır. Sakın saadet sermayesi olan böyle bir gölgeden ayrılmayınız ve uzaklaşmayınız ki ayrılığın yakıcı güneşi bizi bu amansız çöllerde yakmasın ve yok etmesin. Ben ki Allah’ım, benimle ünsiyet peyda ediniz, benim huyumu alınız ve benim gibi olunuz.

Allah’ın huylarını kendinize huy edininiz. (H.).

Rübaî:

Allah sana: “Ey gerçek uğrunda her yere başvuran kimse! Her peyden kesil; çünkü sen tamamiyle bizimsin ve bizim için yaradılmışsın.
Bizim huylarımızı kendine huy olarak seç, senin aradığın, halvet gecelerinde senin önüne gelsin”  buyuruyor.

 

FASIL: 4

Beyit:

Allah ile kendinden geçmiş olan kimse, her ne yaparsa revadır ve
onun her yaptığı şey doğrudur. Onun yolunda yanlış yoktur.

Biri: “Eğriliği kendisine iş edinen bir kimsenin yaptığı her işi nasıl doğru görelim ve eğriye, nasıl doğru diyelim ve bunu doğru bilelim?” diye sordu.

Allah adamı her ne yaparsa doğru yapar ve doğru olur; fakat bu, cahillere eğri görünür meselâ, Kabe’nin içinde bulunan bir kimse için yüzünü çevirdiği her taraf kıble olur. Eğer o kimse yüzünü, doğuya, ya batıya, sola, sağa veya öne, arkaya çevirse onun için her taraf kıble olur; ve onun namazı Allah’ın indinde makbuldür. Kabe’nin içinde bir tarafın diğer taraftan hiçbir üstünlüğü yoktur. Sağ ve sol bu bakımdan aynı değerdedir. Doğu ve batı da aynı derece ve mertebededir. Ancak Kabe’den uzak bulunan insanların kıblesi Kabe’ye doğru olan tek yöndür. Bu Kabe’ye doğru olan tek yönden başka, yüzlerini çevirdikleri her taraf, kıbleden saptırılmış olur ve onların namazı doğru ve makbul olmaz. Çünkü namazı Kabe’ye doğru kılmamış olurlar. Kıbleden maksat, Kabe’dir. Kabe’nin içinde olan bir kimse için yüzünü çevirdiği her taraf kıble olur.

Beyit:

Kabe’nin içinde kıble resmi yoktur. Dalgıcın ayağında sandal olmasa da ne ehemmiyeti var?

Kabe’nin içinde, yüzü kıbleye doğru olmadığından yanlış namaz kıldığını zanneden bir cahil, hatayı bizzat kendisi işlemiş olur. Çünkü bu cahil kıbleyi, kıbleden ayrı olarak görüyor ve doğruyu yanlış anlıyor.

Şimdi gelelim büyük bir şehir belki de uçsuz bucaksız bir âlem gibi olan insanın iç âlemine: “Bazı kimselerin içinde hâkim olan şey, şeytan ve nefistir. Bazılarında ise hâkim, Süleyman gibi olan akıldır ve bu insandan tâat ve hayır ister. Allah adamının isteği, iç saltanatına Süleyman’ın hâkim olması ve “lahavle velâ kuvvete illâ billâh” demekle, Allah’ı zikretmekle, namaz kılmakla, oruç tutmakla. Şeytanın da güç bir durumda kalması ve kuvvetinin kınlmasıdır; hattâ mümin, can ve gönülden bu ibadetlere tam bir sadakatle mülâzemet ederse şeytan tamamiyle ölür ve yok olur. Süleyman gibi olan akıl o zaman, bu mem­lekette tam bir istiklâl rakîpsiz olarak hâkim olur. Şeytanın mânası yok olduğu ve Allah’ın rahmet nuru o insanın içini doldurduğu zaman, Süleyman gibi olan aklın, yaptığı ve buyurduğu her şey doğrudur. Çünkü o perhizlerden ve ihtiyatlardan maksat şudur ki, her iş karanlıkta değil, Allah’ın nuru ve Allah’ın hidayeti ile olur, şeytanın delâleti ile değil. Süleyman’ın istediği yaptığı emrettiği her şey tamamen tâat ve sevap olur. Her ne kadar o iş zahirin zulüm ve günah, iyi, kötü, doğru ve yanlış görülmesi mahlûk tarafındandır. Halik ise bunlardan tamamen beridir. Çünkü Allah istediği şeyi yapar (Sûre: 14, Âyet:32).Eğer Allah’ın işine ve yaptığı şeylere bakılırsa, O’na teslim olmak ve rıza göstermek ve O’nu samimiyet ve bağlılıkla kabul etmekten başka bir şey yapılamaz. Kim bunun aksini düşünürse o, her iki âlemde de kâfir ve reddedilmiş olur. Bütün aleme mensup olanların tâati, O’nun rızası içindir. Allah her ne yaparsa o, doğrudur. Bir memleket gibi olan iç hayatından şeytanı atan ve Hakkın istek ve fermanından başka içinden hiçbir şey geçmeyen bir insandan meydana gelen her şey doğrudur. Meselâ akıllı bir adam, ata binse, at onun mağlûbu ve mahkûmu olur.Atın gitmesi gerçekten binicinin gitmesidir. Çünkü at eğer kendi başına olsa ya ot yemek için otlak tarafına, veya taylarının yanına yahut kurtlara yem olmak ve ölmek için ormana doğru gider. O halde atın yapıcılık, hayır ve fayda yönüne gitmesi muhakkak ki attan değil, binicidendir. At faydasını ve işini ne bilir? Attan, eşeklikten ve yolunu kaybetmesinden başka ne beklenir? O halde hakikatte, menzil, han, şehir, bağ tarafına giden attır, diyemeyiz. Her ne kadar görünüşte at gidiyorsa da atın eli, ayağı, sürücünün hükmü altındadır, şu halde giden at değil sürücüdür.

Evliyanın kalbi, Allah’dan ayrı olamaz ve onsuz hareket edemez. Müminin kalbi, Allah’ın kudretinin iki parmağı arasındadır. O, kalbi istediği gibi çevirir (H.). Eğer bu söz umumi olsaydı ve herkesin bunda hissesi bulunsaydı, Allah bunu mümine tahsis etmezdi. Hakkın kudretinin elinde bir âlet haline gelmiş olan o kalbi, Allah bizzat vasıtasız olarak idare eder. Tıpkı bir binicinin, âleti olan atı idare etmesi gibi. Binici istediği her tarafa onu sürebilir. O halde böyle bir müminin yaptığı her şey doğrudur, onu yanlış gören, hatayı bizzat kendisi yapmış olur.

Beyit:

Onların yanında hatâ, hatâ değildir.
Âşıklar ne yaparlarsa doğru yaparlar.

 

FASIL: 5

Harekette bulunan, elem ve rahattan etkilenen ve her şeyden haberli olan canlı yaratıklar üç nevidir. Birinci nevi, o âlemde ve o âlemin durumundan habersiz ve nasipsiz olan hayvanlardır. İkinci nevi, bu âleme yabancı olan, uyku ve yemeğe ihtiyaçları olmayan, kuvvet ve kudretleri, yiyecekleri tâat ve Allah’ın zikrinden olan, suda yaşayan balıklar gibi bununla yaşayan melek­lerdir. Üçüncü nevi ise, hayvanı nâtık denilen insanlardır. İnsanların ilmi ve nutku melekî, su ve çamurdan olan cisimleri ise hayvanidir. Meleklerin sevabı ve günahı yazılmaz. Zira bu onların tabiatıdır. Meselâ bir adamın tatlı yemekler yemesi, katıksız şarap içmesi ve kendisini zevk ve sefaya vermesi ne kadar tabiî ise, melekler için de tâat ve sevap bunun gibidir. Melekler hakkında sevap ve günah aynı derecededir. Bunun gibi, hayvanların da ahval ve hareketleri kaleme alınmaz. Hayvanın tâat kabiliyeti yoktur. Çünkü tamamiyle cismanîdir. Uyku ve yemekten başka bir şey bilmez ve bir şeye de sahip değildir. İnsanın ise yarısı melek, yarısı hayvan, yarısı süflî, yarısı ulvî, yarısı toprak (hâk) olan cihandan ve yarısı ise temiz (pâk) olan cihandan ibarettir.

Beyit:

İnsan, ulvîlikten sufılikten mürekkep garip bir karışımdır.

Hayvanlar toprakta yaşıyan yılanlar, melekler ise denizlerdeki balıklar gibidir. İnsan ise, yılan ve balık gibidir. Yılan olan yarısı, onu toprağa doğru çeker. Balık olan kısmı ise onu denize doğru götürür. Bu iki yarım kısım, bir­birleriyle, daimî bir mücadele halindedir. Bu şuna benzetilebilir: Meselâ, bir şehrin ahalisinin yarısı kâfir, yarısı müslüman olsa, daima şehirde, bu iki ayrı gurup birbirleriyle mücadelede bulunurlar. Müslümanlar küfrün yok olup, bütün şehre kendilerinin hâkim olmalarını isterler. Kâfirler de müslümanlığın yok olmasını ve bütün şehrin kendi ellerinde bulunmasını arzu ederler.

Beyit:

Biz de istiyoruz, başkaları da istiyorlar.
Bakalım talih kime yâr olacak ve yâr kimin olacak?

Müslümanlık galip gelirse, her ne kadar şehirde kâfirler bulunsa da onlar yenilgiye uğradıkları için şehre müslüman şehri derler. Çünkü hüküm yenenindir. Meselâ at, biniciye yenilir ve binici onu yenerse atın yürümesini biniciden bilirler. Her ne kadar görünüşte at giderse de akıllı kimseler: “Falan Lârende’ye gitti veya Aksaray’a yahut başka bir şehre gitti” derler. At kıra ve otlağa doğru gider. Şehirler ve menzillere doğru gitmek insanlara mahsustur. At böyle yollarda ve maksatlarda insanın âleti olur.Yani atın ayağı, insanın ayağı oluyor.

Küfür, insanda mağlûp ve nefis mahkûm olunca, o insana Allahsal derler. O insanda şeytan bulunsa bile o şeytan, insanın mahkûmu olduğu için şeytan değil, melektir. Bundan dolayı Peygamber: “Benim şeytanım, benim elimde müslüman oldu” (H.) buyurmuştur.

Beyit:

Senin yanağının etrafında peri ve şeytan askeri sâf bağlamış;
Süleyman’ın mülkü senindir, yüzüğü kaybetme!

İnsanın zatı, vaktin Süleyman’ı gibidir ki onun tahtının ve bahtının etrafında melekler, ruhlar, şeytanlar ve periler sâf bağlamış ve köle gibi onun hizmetine durmuşlardır. Yüzük gibi emaneti, koruyan da onun gönlüdür. Eğer bir şeytan onun yüzüğü olan gönlünü, ondan suret, mal ve mevki vasıtasiyle alırsa, ondan sonra onun vücut şehrinde, şeytan, Süleymanlık yapar ve kendisinde bulunan meleklik sıfatı yenilir ve âciz kalmış olur.

Nazım:

Can, içinde aç, tabiat ise dışında servet ve sâmân içinde. Dev yemek içmekten mide fesadına uğramış, Cemşid ise aç. Şimdi senin Mesih’in bu yeryüzünde; burada bulunduğun müddetçe derdinin devasına bak! Mesih göğe çıktıktan sonra derdinin devası kaybolur.

Şeytan ve peri, Süleyman’ın hükmü altında oldukları zaman, onun âleti olurlar, tıpkı süvarinin eli altında ve gitmekte olan bir at gibi… Nasıl ki bu, hakikatte atın değil, süvarinin gitmesi ise, bunun gibi şeytanın ve perinin işi de Süleyman’ın işi olur. Çünkü Süleyman’ın mahkûmudurlar ve onun emriyle iş görürler.

Mümin’in nefsi her ne kadar canlı ise de, ferman altında olduğu için ona nefis demezler, akıl derler.

Mümin’in kalbi, Allah’ın iki kudret parmağı arasındadır. Onu istediği gibi çevirir (H.). Hakikati görenler, bu kalbin hareket etmesini kalbin kendisinden değil, Hak’tan bilirler. Eğer bir çadır ve bir bayrak, rüzgârlı havada sallanırsa, akıllı kimseler, bunun rüzgârın hareketi olduğunu bilirler. Çünkü ne çadır, ne de bayrak rüzgâr olmadan hareket edebilirler. Bu yüzden Ulu Allah, kendi Kelâm-ı mecidinde şöyle buyuruyor:16 Ey Muhammed! Senin vücut yayından dışarı atılan okun atıcısı, sen değilsin, Biziz Çünkü sen Bizim büyüklüğümüz önünde ölmüşsün ve sende varlık, ihtiyar ve hareket etme kudreti kalmamıştır. Ecel-i zaruriden evvel benim aşkımda, “ölmeden evvel ölünüz” (H.). hadisinin gereğince ölmüş ve yok olmuşsun. Ölü hareket etmez, eğer onda bir hareket görülürse bu, ondan değildir. Onu birisi hareket ettirmiştir. Allah adamları, kalmamışlar, yok olmuşlardır; Celâlin aşkı ve Hakkın büyüklüğü karşısında, helak olmuşlardır. Artık duvar ve kapı gibi hareketsiz ve bihaberdirler. Eğer bir duvardan yahut bir dağdan bir ses, bir hitap gelirse herkes, o sesin hatiften geldiğini bilir. Yahut duvarda ses veren, bir adam gizlidir. Çünkü duvarın kendi kendine ses verme kabiliyeti yoktur. O halde eğer ölmeden evliya, enbiya ve şeyh-i kâmillerden bir ses, bir söz işitirsen yakîn olarak bil ki bu sözü onların suretinde başka biri söylüyor. Çünkü onlar yok olmuşlar ve kalmamışlardır.

Beyit:

Onlar kendi varlıklarından fâni ve dost ile bakîdirler.
Bu ne garip şeydir ki onlar hem varlar, hem yoklar.

Eğer sen onlardan bir ses işitirsen o ses, onların suretine girmiş olan başka birisinindir. Çünkü onlar kalmamışlardır ve yok olmuşlardır. Nitekim bir duvardan ses işittiğin zaman nasıl hayrete düşersen ve bu hal sende ne gibi bir değişiklik yaparsa, evliyadan bir söz işittiğin vakit de böyle olman, yani o sesi duvardan bilmemekliğin gerekir. Meselâ, bir adamı cin çarptığı zaman muhtelif dillerle konuşur. Halbuki o adam, bu hale tutulmadan evvel, bu dil­leri bilmez ve anlamazdı. Meselâ.Arapça konuşur, Kur’an’ı hiç okumamış, ezberlememiş olduğu halde Kur’an okur. Bunu görenler bu sözleri onun değil, perinin söylediğine inanırlar. Bunun gibi, bir adam pek çok şarap içmiş olsa, serhoşluk halinde ve kendinden haberi olmadığı bu arada durmadan bir çok şeyler söyler; akıllılar: “Ondan bilmeyiniz, çünkü o söylemiyor, şarap söylüyor.” derler. Zira peri ve şarapta öyle bir kuvvet vardır ki bunlar insanı kendi aletleri yaparlar ve onun suretinde söz söylerler. Fakat o söz, insanın sözü olmaz. Onların sözü olur. Böyle olduğu halde insanın, perinin, yerin, göğün, arşın, kürsînin, yaratıklar ve gerçeklerin yaratıcısı olan Allah’a, bir insanı kendi âleti yapması ve kendi sözünü ona söyletmesi niçin lâyık olmasın? İnsan ortada yoktur ve söylediği şeyde de hiçbir dahli olamaz. Muhakkak ki sözler Allah’ın sözleri olur.

Beyit:

O ses, her ne kadar kulun ağzından çıkıyorsa da hakikatte Allahdandır.

Bunun gibi, meselâ Kur’an Peygamberin dudağından, ağzından, damağın­dan ve dilinden ses, harf ve söz olarak dışarı çıktığı halde, buna, “Hakkın kelâmı” derler; Allah’ın Elçisi Muhammed’in sözü, demezler. Her kim böyle söylerse kâfir olur.

Beyit:

Gerçi Kur’an, Peygamberin dudakları arasından çıkmıştır.
Fakat her kim ki onu Allah söylemedi, Peygamber söyledi derse o kâfirdir.

Fakr, kemale erince Allahdır ve O bir tanedir, O’nun ortağı yoktur. Bu mertebeye erdiği içindir ki Mansur: “Ben Hakkım.” Demiş ve Ebayazid de: “Cübbemin içinde Allah’dan gayrı bir şey yok” demiştir. Madem ki fakr’da senin varlığından üzerinde bir şey kalmıştır, sana müşrik (ortak koşan) derler. Tevhid âleminde, seni tevhide inananlardan saymazlar.

Şirk (ortak koşma) iki türlüdür: Sözle şirk, hal ile şirk. Allah’ın oğul ve ortağı olduğunu söylemek sözle şirktir. İnsanın içinde Allah’dan  başka şeyler için yer ve yol bulunması da şirk-i halidir.

Rubai:

Kemala ermiş bir kimse öldü.
Ansızın varlık denizden geçerken varlığından
üzerinde bir tek kıl kalmıştı.
O kıl hakikî fakrın gözüne zünnar göründü.

Nazım:

Dün gece bir ihtiyar rüyamda bana: “Aşk yolunun âfeti, benlik ve bizliktendir.” demişti. Ben ona: “Benlik” ve “Bizlik” nasıl olur? Bunu bana anlatın, çünkü bütün güçlüklerin çözümü sizin elinizdedir” dediğim zaman o ihtiyar, bana cevap verip: “Hakkın aynı olmayan her şey “Ben” ve “Biz” dir ve bu hatanın ta kendisidir” dedi.

Her şey helak olur, fânidir. Ancak O bakidir. (Sûre 28, Âyet:88). Buna müfessirler şöyle mâna vermişlerdir: Baki ancak Allahdır. Allahdan başka melekler, periler, enbiya, evliya, müminler, hayvanlar kuşlar otlayanlar hattâ yer ve gök, arş ve ferş gibi ne varsa hepsi yok olur ve kalmaz.

Biz deriz ki: Allah bu sözü, “Yalnız ben varım ve benden başka her şey yok olur” deyip öğünmek için söylemiyor. İyice bakılırsa bu hitabın, kulları için bir rahmet ve davet olduğu görülür. Yani, şunu söylemek ister ki: Eğer beka istiyorsanız bakî benim,kendinizden geçip bana bağlanınız ki benim benliğim sizin benliğiniz olsun ve varlıktan kurtulunuz ki, benim varlığım sizin varlığınız olsun Allah: Eğer ben bir kulu seversem onun gözü, kulağı ve dili ben olurum (H.K.) Benimle söyler, benimle görür, benimle işitir. Ben, onun nutku, onun dili ve dilinden söyleyen olurum. Gözünün nuru ben olurum; o her şeyi benimle görür. İşitmesi de ben olurum; o her şeyi benimle görür. İşitmesi de ben olurum ve benimle işitir. Nasıl ki benim varlığımla var olmadan evvel ruh-u cüz’i ile yaşadığı zaman, görme, işitme nuru, ilim, bilgi ve söz kudretini hep o ruhtan aldıysa ulûhiyet denizinden bir damla olan onun cüz’i ruhu o denize ulaştıktan sonra da, onun canı ben oldum. Ayrılık perdeleri ortadan kalktı. Bu dereceye geldikten sonra onun diriliği, hareketi, sükûneti, görmesi, işitmesi hepsi benden olur ve o Allah ile kaim olur. Bu şekilde öldürülmüş olan bir can, ölmez ve benimle kaimdir, buyurmuştur. Bunun gibi bir kovaya su alınıp konulsa, bu su, bigâneler ve yabancı unsurlar arasında denizden ayrı olarak bulunduğu için zaman zaman eksilir. Rengi, kokusu ve tadı kaybolur. Çünkü o suyun varlığını toprak yer, rüzgâr götürür ve güneşin sıcaklığı çeker.O durgun suya Allah tarafından bir sel gelirse suyu alır, tekrar denize götürür. İşte bu sel, ya bir kâmil şeyhin vücudu olabilir yahut Hakkın cezbelerinden bir cezbe (H.) buyurulduğu gibi Hakkın bir cezbesidir. Hakkın cezbelerinden bir cebze bütün insanların ve cinlerin ibâdetinden daha çok hayırlı ve tesirlidir. Cezbe ile şeyh, bunların her ikisi de o deryanın bir dalgasıdır. Yalnız bu dalga, su ve çamur suretinde görülmüştür. Testinin içindeki bir damlayı, Allah’ın rahmet denizinin bir dalgası deryaya ulaştırırsa o damla, deniz olur ve o damlanın var­lığı yokluk bulmaz. Çünkü “Biz Allah içiniz ve sonunda ona döneriz. (Sûre: 2, Âyet: 11)” âyeti, böyle denize ulaşan bir damla hakkında varit olmuştur.

Şiir:

Denizin suyu, her nerede olursa olsun yine denizdendir.
Denizden çıkar ve tekrar denize döner.
Bunun başka türlü olmasının imkânı yoktur.
Müminlerin, evliyanın ve enbiyanın canları
Hakkın zatının güneşinin şualarıdır.

Allah halkı karanlıktan yarattı, sonra onlar üzerine kendi nurundan saçtı (H.). Ev gibi olan bu vücutları, karanlık olan çamur ve su âleminden yarattı ve sonra zulmetten yaptığı bu yaratık üzerine kendi nurundan saçtı. Sonunda onun nuru, tekrar ona döner. Güneş, gökyüzünde burcdan burca dolaşarak yer değiştirirken, onun ışığı da bu evler gibi olan vücutlarda bir yerden bir yere geçer ve akşam batıda battığı zaman onun, bizim bir ev gibi olan vücudumuzdaki nurunun huzmeleri ve parçaları da güneşle beraber batar. Bunun gibi her ne kadar bu nur ayrı vücutlarda, yani ayrı ruhlarda parlar ve var olursa da hakikatte bu canlar, bu ruhlar bakî olan güneşin nurunun huzmeleridir ve ezelî olan güneşe bağlıdırlar.

Beyît:

Ey güneş! Bendeki bu ışıklı parıltılar sendendir. Ben, her nereye saçarsan saç, yine sana bağlıyım.
En can güneşi! Sen karanlık dünyaya bir ay ışığı gibi ışık veriyorsun.

Ayın ışığı da güneştendir. Ay güneşten nur, ışık alır. O halde hakikatte ayın ışık vermesi, güneşin ışık vermesidir. Çünkü sahip olduğu bu nur ondandır. Halk ve taliplerin, Hakkın Celâl güneşinin nuruna mukavemetleri yoktur ve buna tahammül etmeğe de güçleri yetmez. Onun Rabbı dağda tecelli edince, dağı parçaladı ve Musa bayılarak düştü, (Sûre:7, Âyet: 139) buyurulduğu gibi, dağ bile dayanamıyarak parça, parça ve zerre, zerre oldu. Hak, güneşi aşkıyla harap olan ve incelen peygamberler ve evliyanın canlarını, kendi Celâlinin nurundan doldurdu ve halka o kalıplar vasıtasiyle o nuru anlasınlar ve ona tahammül edebilsinler, kevnü fesadın karanlığında o ayın ışığı ile halk dalâlet yolunu hidâyet yolundan ayrı görsünler ve tanısınlar, iyiyi, kötüden ayırsınlar ve temyiz etsinler diye gönderdi. Gökteki yıldızlar, parlak ve ezelî bir güneş olan şeyh’in hizmetindeki müritler gibidir. Çünkü, Benim eshabım, yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayete erişirsiniz (H.), buyrulmuştur. İş, ezelî olan güneşindir ve bakî ancak odur. Bedir ki zamanın kutbudur, rahman güneşinin mazharıdır ve yıldızlar hepsi, Allah’ın Visali olan Cennet-i bekada ve güneşin nuru ile dolmuş olan mürit ve müminler gibidir. Peygamberler, Hakkın zeval bulmaz halifeleri ve Celâl güneşi nurunun kadehleri olan bedirler gibidirler.

Allah: “Yeryüzüne bir halife gönderdim” (Sûre:2 , Ayet: 28). buyuruyor. Her ne kadar bu, görünüşte yeryüzünün halifesi olsa da hakikatte gök yüzünün de halifesidir. Onun su ve çamurdan ibaret olan görünüşü yere men­sup olanların kıblesi ve onun nakışsız olan cemâli, canı ve gönlü semâya men­sup olanların halifesi olur. Bu yüzden göğe mensup olan meleklere: “Âdeme secde ediniz (Sûre: 2, Âyet: 32) emri geldi ve Bütün melekler secde ettiler. (Sûre: 15, Âyet:30) buyrulduğu gibi bütün melekler emre itaat ve kendi halife ve öncülerine secde ettiler.

Şeyh, yer ve gök yüzünde Allah’ın halifesi olur. Yeryüzüne mensup olan­ların ona tâbi ve mahkûm olması nasıl farz ise, semaya mensup olanlar için de aynen böyledir. Bu suretle yeryüzünde şeyhin ve Allah’ın halifesinin vücudu ile yanlış, haktan; eğri, doğrudan; kötü, iyiden; yakınlar, uzak olanlardan; tortu, saftan; kalp, nakitten; yar, ağyardan ayrıldı. Bundan evvel, bedir gibi olan şeyhin yokluğu sebebiyle hasıl olan bir gece karanlığı içinde her şey, bir­birinin aynı görünüyordu ve güzel ile çirkin beraberdi. Bir bedir gibi olan şey­hin vücudu ile bütün gizli ve örtülü olan şeyler zahir oldu.

Beyit:

Evliyanın güneşi doğunca: “Ey karışık olan şey uzaklaş ve sâf olan, gel!” dedi.
Ebubekir Sıddık, Ebucehil’den; gökyüzünde de melek, İblis’ten üstün oldu.

O âlem ve bu âlem, Hakkın halifesi olan şeyhin vücudu ile süslendi ve onarıldı. Hakikatte bunların hepsi Allah’ın işidir. Çünkü bedir, nura Hakkın güneşi sayesinde maliktir. Allah, şeyh suretinde Allahlık ediyor. Bazan doğrudan doğruya, bazan vasıta ile. Allah daha iyi ve daha doğru bilir.


(1)Attığın zaman sen atmadın fakat onu Allah attı. Kur’an, SûreıVIII, Âyet:! 7)

(2)(Kur’an, Sûre:28, Âyet:44.)

(3) Allah bizin ne suretlerimize, ne de amellerimize bakar, yalnız kalblerimize bakar (H.Ş.)

(4) Bizim kullarımızdan bir kul budur. (Kur’an, Sûre: 18, Âyet: 66).

(5) O başka kimseyi öldürmediği halde sen böyle temiz bir nefsi öldürdün. (Kur’an, Sûre: 1 8, Âyet: 75.)

(6) Orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular ve Hızır onu doğrulttu. (Kur’an, Sûre: 18, Âyet:78)

(7) Şimdi   birbirinizden   ayrılmak  zamanıdır.   Sana   sabredemediğin   şeylerin   hikmetlerini bildireyim. (Kur’an, Sûre 18, Ayet:79.)

(8) Gemi  birtakım  miskinlere aittir.  Onu denizde  kullanarak ihtiyaçlarını  defediyorlardı. (Kur’an, Sûre: 18, Âyet: 80)

(9) Öldürdüğüm çocuğa gelince: Onun anası, babası mümin idiler. (Sûre: 18, Ayet:81.)

(10) Şimdi birbirimizden ayrılmak zamanıdır. (Sûre: 18, Âyet:79.

{11)Bu Kur’anın ahkâmı evvelce inen itkaplarda da zikredilmiştir. (Sûre:26, Âyet: 196.)

(12)Halbuki biz sana hamd ve teşbih ve seni takdis ediyoruz. (Sûre:2, Âyet:28).

(14)İnsanların hepsi tek ümmet iken dinde ihtilâf ettiler. (Sûre:2, Âyet:209.)

(15)Attığın vakit sen atmadın; lâkin onu Allah attı. (Sûre:8, Âyet: 17)

(16) Attığın vakit sen atmadın; lâkin onu Allah attı. (Sûre:8, Âyet: 17)

 


 

ETİKETLER: