EY HAKK İLE GÖREN GÖZ! EY HER ŞEYİ BİLEN GÖNÜL! GEL!

A+
A-

EY HAKK İLE GÖREN GÖZ! EY HER ŞEYİ BİLEN GÖNÜL! GEL!

Bir mutasavvıf ve mütefekkir olarak Mevlânâ, ilmiyle, irfanıyla, aşkıyla, sade yaşantısı ve güzel ahlakıyla velhasıl bütün bir haliyle çağını ve sonraki çağları peşine takmış, “Âlimler peygamberlerin varisleridir” düsturunca tüm insanlığın ihyası için zaman ve mekân kaydından azade gayret içinde olmuştur.

Mevlânâ’nın hayatı ve eserleri iyi tetkik edildiğinde görülür ki; bu gönüller sultanı Hakk aşığının bütün söz ve fiilleri Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber olmak üzere iki kaynaktan beslenmiştir. Başta meşhur eser Mesnevî olmak üzere her bir eseri bir Hakk aşığının lisanından çağının ve daha sonraki çağların idrakine söyletilmiş bir Kur’an tefsiri ve Hz. Peygamberin hadislerinin şerhidir. Mevlânâ bir rubâisinde hayatının bütün gayesini oluşturan bu gayretini şu şekilde ifade etmektedir:

“Cânım bedenimde oldukça Kuran’ın kölesiyim,

Muhammed-i Muhtar’ın yolunun toprağıyım.

Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse,

Ben nakleden de, o sözden de şikâyetçiyim.” (Rubailer, 1311)

Mevlânâ bu rubâisiyle Kur’ân-ı Kerim’e bağlılığının yanında Hz. Peygamber’e karşı sevgisini de apaçık ilan etmektedir. Dahası şu örnekte olduğu gibi hayatının her anını Hz. Peygambere ittabaya hasretmiştir. Mevlânâ bir gün hizmetçisine: “Bu gün evimizde yiyip içecek bir şey var mı?” diye sormuş, hizmetçisi de “Hayır efendim, evde yiyecek içecek hiçbir şey yok.” deyince, ellerini açarak: “Allah’ım! Sana şükürler olsun ki, bugün evimiz Peygamber (s.a) evine benziyor.” demiştir.

Mevlânâ, başta Mesnevî ve Divân-ı Kebir olmak üzere tüm eserlerinde Hz. Peygamber’e karşı olan sonsuz sevgisini yeri geldikçe kendine has üslubuyla ifade etmektedir.

Öncelikle Mevlânâ’ya göre Hz. Peygamber, bütün Hakk âşıklarının yol göstericisi, kafile başıdır.

“…

Sevgiliye can vermek de işimiz, gücümüz. Bizim kafilemizin başı, yol göstereni Hz. Muhammed Mustafa’dır.

O’nun mübarek ay yüzünü görmeye, ay dayanamadı da ikiye bölündü. Ay ondan nur dilenen, onun niyazkar, adî bir kölesi iken, o talihe kavuştu.

Sabah rüzgârının bu güzel kokusu onun mübarek saçlarının büklümünden geliyor. Bu hayalin parıltısı, kuşluk güneşine benzeyen cemalindendir…” (Divân-ı Kebir, I, 463)

Mevlânâ, Hz. Peygamber’in Hakk’a karşı aşkının karşılıksız olmadığını belirtir ve Hakk’ın lisanından Yüce Peygamberin mehdini şöyle nakleder:

“…

Senin parlaklığını gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım.

Senin için minberler, mihraplar kurdururum. Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir.

Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar.

Melûn kâfirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya…

Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör edeceğim ben.

Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak… Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak.

Ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun… Sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir peygambersin.

Kur’an’ın, Musa’nın asâsına benzer küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.

Sen, toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asâ gibi her şeye agâhtır.

Kast edenlerin elleri o asâya ulaşamaz. Uyu ey padişah, uyu… uykun mübarek olsun!

Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger.

Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”

Hakikaten de öyle oldu, hattâ bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. O uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı.” (Mesnevî, III, 1200-1210)

Mevlânâ Hz. Peygamber’e olan iştiyakını Mesnevî’sinde Hz. Ebu Bekir’in lisanından şu şekilde dillendirir:

“…

Sen beni kul et, bana dostum de, senden hiç azatlık istemem.

Benim azatlığım sana kul olmamdır. Sensiz olursam mihnetlere, azaplara uğrarım.

Ey Allah seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin. Halkın geri kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu?

Gençliğimde rüya görmüştüm, değirmi güneş, bana selâm vermişti.

Beni yerden almış, gökyüzüne çıkarmıştı. Bu yücelişte ona yoldaş olmuştum.

Bu rüya, olmayacak bir şey, malihulyadan ibaret. Hiç olmayacak şey, benim halime uyar mı, benim vasfım olur mu? demiştim.

Fakat seni görünce kendimi gördüm. Aferin o güzel aynaya!

Seni görünce olmayacak şey, bana hâl oldu. Canım ululuklara daldı.

Ey şehirlerin ruhu, seni görünce bu güneşin sevgisi, harareti, gözümden düştü.

Gözüm senin yüzünden yüce bir himmet sahibi oldu, artık çayırlığa, çimenliğe hor bakıyor, onları hoş görmüyor.

Nur aradım, kendimi nurun nuru olarak gördüm. Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskandıkları derecede güzel buldum.

Lâtif ve gümüş bedenli bir Yusuf aradım, sen de bir Yusuf’lar yurdu gördüm ben.

Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet göründü.” (Mesnevî, VI, 1075-1085)

“Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar.

Açılmamış kilitleri vardı; onlar, “İnnâ fettehnâ” eliyle açıldı.

O, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da, bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere.

Bu dünyada “Sen onlara yol göster” der; o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der.

Onun gizli, aşikâr işi, daima “Yarabbi, sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir.

Onun nefesiyle iki kapı da açıktır. Duası, iki âlemde de müstecab olur.

Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son peygamber olmuştur.

Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat, sende bitmiştir demez misin?

Ey peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, Hâtem’sin, bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar âleminde bir Hâtem’sin sen.

Hâsılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamıyla açıklık içinde açıklıktır, açılık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık.

Onun canına, evlâdının gelişine ve zamanına yüz binlerce aferin!

Onun devlet ve ikbal sahibi halifesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.

İster Bağdat’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su ve toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar.

Gül dalı, nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır.

Güneş, isterse batıdan bas göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.” (Mesnevî, IV, 165-175)

Mevlânâ’ya göre Hz. Peygamber, bu âlemde yol gösterici bir nurdur, gece karanlığında bir dolunaydır. Bu dolunayın peşinden gitmek ve gece ulumayı seven köpeklere aldırış etmemek lazımdır.

“…

Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey Peygamber, mum geceleri ayakta durur!

Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir… Sana sığınmadıkça aslan bile Tavsan kesilir!

Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık et… Çünkü sen, ikinci Nuh’sun!

Akıllılara bir yol gösterici lâzım… Hele yol, deniz yolu olursa!

Kalk da yolu vurulmuş kervana bak… Her yanda kaptan kesilmiş gül yabanileri gör!

Sen, vaktin Hızır’ısın, her geminin imdadına yetişen sensin… Ruhullah gibi yalnız yürümeyi âdet edinme!

Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun… Bunlardan gizlenmeye, halveti bezemeye kalkışma!

Halvet zamanı değil topluluğa gel! Ey Peygamber, hidayet, Kaf Dağına benzer, sense Hümâsın!

Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür… Köpeklerin sesi yüzünden yürüyüşünü bırakmaz.

Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere benzerler… Sana karşı ürüyüp dururlar!

Bu köpekler, “Susun, dinleyin” emrine karşı sağırdırlar… Ahmaklıklarından senin dolunayına karşı havlayıp durmaktalar!

Ey şifa, hastayı terk etme… Ey şifa hastayı terk etme… Sağıra kızıp körün sopasını bırakma!

Sen demedin mi ki “Körü, yolda tutup yeden Allah’tan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer!

Kim bir kötü kırk adım yederse günahları bağışlanır, doğru yolu bulur!”

Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin… Âhir zamanın yasına neşesin sen!

Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları, yakin makamına kadar götür!

Kim gönlünden sana karşı bir hile, bir düzen düşünürse onun boynunu ben vururum, sen tasalanma, neşelen, neşeli neşeli yürü!

Onun körlüğüne körlükler katarım… O, şeker sanır ama ben ona zehir veririm!

Akıllar benim nurumla parlar, aydınlanır… Hileler, benim hilemden öğrenilir!

Âlemdeki erkek fillerin ayaklarına göre Türkmen’in kara çadırı nedir ki?

Ey benim en ulu Peygamberim, onun mumu, kasırgama karşı nedir?

Derhal korkunç sûr sesiyle kalk da binlerce ölü, topraktan çıksın!

Sen vaktin İsrafilsin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar!

Kim, hani, nerede kıyamet? derse a güzelim, kendini göster, işte kıyamet benim de!

Ey mihnetlere düşmüş de soru soran kişi, dikkat et, bak da gör. Bu kıyametten yüzlerce âlem kopmada!

Bu zikir ve kunut ehli olmasa ahmağın sorusuna verilecek cevap sükûttan ibarettir padişahım! Duamız kabul edilmeyince Allah göğünden isteğimize sükûtla cevap verilir canım!

Harman devşirme zamanı geldi ama yazıklar olsun… Gün bahtımız yüzünden geçti gitti!” (Mesnevî, IV, 1455-1480)

Mevlânâ, zaman zaman da Nebiler Sultanı Hz. Peygamber’e halini arz eder, ondan istimdat diler.

“Ey gökleri aydınlatan ilahî çerağ, ey yeryüzünü nurlandıran Allah’ın rahmeti benim dertli halimi gör, feryadımı, iniltilerimi dinle, işit!..

Yüzlerce beladan kaçtım, senin merhametine, inayetine sığındım! Merhamet elini başıma koy, beni okşa; yahut iyilik ve ihsan eteğini aç, iyilikler saç!..

Ya benim muradımı ver, isteklerimi kabul buyur yahut bu murad ve istek duygusundan beni kurtar, bu dünya duygularını, isteklerini benden al! Verdiğin lütuf sözlerini yarına bırakmaktan vazgeç, geciktirme; bugün vadini yerine getir! Ya öyle yap, ya böyle yap!..

Ey nebîler sultanı! Ya; “Şüphe yok ki, Biz sana apaçık bir fetih vermişizdir ” (Fetih Suresi 48/1) kapısını aç da, yüzlerce zevk u safa gülistanları, yüzlerce neşe yaseminleri seyredeyim,

Yahut; “Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” (İnşirah Suresi 94/1) ayetinin ilhamlar tasan memba’ından su, şarap, süt ve bal, bu dört çeşit lütuf, iyilik, ihsan, ask manevî ırmaklarını gönlüme akıt, feyizlerle coşayım!

Ey Senayî, ey büyük veli; yürü! Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin mübarek ruhundan medet, yardım iste; “Mustafa, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir!” (Enbiya Suresi 21/107) (Dîvan-ı Kebîr, IV, 1974)

Nihayet Mevlânâ, Hz. Peygamber’e karşı aşkını ve bağlılığını o noktaya taşır ki, hasretin dayanılmaz olduğu yerde, birçok peygamber aşığının yaptığı gibi, Hz. Peygamber ile vuslatı bu dünyada görmek ister ve huzuru kaybetmiş dünyanın huzura O’nun manevi varlığı ile kavuşacağına vurgu yaparak der ki;

“Ey Yusuf, gözleri görmeyen Yakup’a gel. Ey gözlerde gizlenmiş olan İsa, sen de şu gök kubbenin üstünden bir görün…

Ayrılıktan ötürü gündüz karardı, gece gibi oldu. Gönlüm yay gibi idi, inceldi ok gibi oldu. Dertli Yakup ihtiyarladı, ey genç Yusuf artık gel!

Ey Îmran oğlu Musa! Senin Hakk’a yalvarman için, ne Tur-ı Sîna’lar var! İsrailoğulları buzağıya tapıyorlar. Artık Tur-ı Sîna’dan dön! Bizi kurtarmaya gel!

Benzim safran gibi sarardı. Boynum büküldü, çene düştü. Beden mezarında sıkıştım kaldım. Ey ruhu darlıktan kurtaran, rahata kavuşturan! Gel, beni benden, beni bedenden kurtar!

Hz. Muhammed’i gözleyen gözüm, gamınla sana müştakım diyor. “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya Suresi 21/107) ayetinin sırrı, gel de o dağınık saçlar arasından yüzünü göster!”

Sen, öyle büyüksün, öyle büyük bir nur kaynağısın ki, şu güneş senin nuruna karşı sanki akşam kızıllığı. Ey bütün dünya padişahlarını geride bırakan, azîz varlık! Ey Hakk ile gören göz! Ey her şeyi bilen gönül! Gel!

Dünyada mevcut bütün canlar, sana karşı canlıktan çıkıyorlar, beden oluyorlar. Hâlbuki sen, cansın, canlar canısın, cansız beden ne işe yarar? Ben çok eskiden, sana gönül vermiştim. Gel, ey sevgili gel de şimdi sana canımı da vereyim!

Ey sevgili! İlacım da sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin, çaresiz gönlümde, senden başka ne varsa hepsi yok oldu, beni kimsesiz bırakma! Gel!” (Divan-ı Kebir, I, 16)

Mesnevî’den ve Divân-ı Kebir’den seçerek vermeye çalıştığımız Mevlânâ’nın Hz. Peygamber’e karşı duyduğu sevgi daha sonra Mevlânâ’nın yolunun yolcuları olan Mevlevîlerce de en üst seviyede yaşanmış ve terennüm edilmiştir. Özellikle Mevlevîlerin simgesi haline gelen semâ törenlerinde yer bulmuştur. Yedi bölümden oluşan semâ töreninin birinci bölümü, İlâhî aşkı temsil eden Peygamber Efendimizi metheden bir “na’t” ile başlar. Buna “Na’t-ı Şerîf” denilir. Peygamberimizi methetmek, Ondan evvelki bütün Peygamberleri ve hepsini yaratan Allah’ı methetmek demektir.

Mevlânâ’nın yaktığı aşk çerağından nasiplenen bir Mevlânâ aşığı olan Yaman Dede, Mevlânâ’dan yüzyıllar sonra Hz. Peygamber için aynı hissiyatı terennüm eden duygulu ve coşkun şiirler yazmıştır. “Dahîlek Ya Rasulallah” adlı şiiri bu aşka en güzel örneklerden biridir.

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım Ya Rasulallah
Nasıl bilmem bu nirane dayandım Ya Rasulallah
Ezel bezminde bir dinmez figanım Ya Rasulallah
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah
Yanan kalbe devasın sen, bulunmaz bir şifasın sen
Muazzam bir sehasın sen, dilersen rehnümasın sen
Habib-i kibriyasın sen Muhammed Mustafa’sın sen
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah
Ne devlettir yumup aşkınla göz, rahında can vermek
Nasib olmaz mı sultanım haremgahında can vermek
Sönerken gözlerim asan olur ahında can vermek
Cemalinle ferahnak et ki yandım Ya Rasulallah.

Not: Bu yazı Ayvakti Dergisi’nin Mart 2006 sayısında yayınlanmıştır