ESERLERİYLE İSTANBUL’UN MEVLEVÎ SAN’ATKÂRLARI – M. Uğur Derman
AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL
ESERLERİYLE İSTANBUL’UN MEVLEVÎ SAN’ATKÂRLARI
Prof. h.c. M. Uğur DERMAN
Muhterem Can’ların cümlesine Hû…
İstanbul’un fethinden bu yana, Hudâ’nın hikmetiyle bu mubarek beldede kurulmuş beş manevî üniversite (Kulekapısı,Yenikapı, Kasımpaşa, Beşiktaş-sonra Bahariye- ve Üsküdar) mevcud. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin (1207-1273) ebedî rektörü olduğu bu üniversitelere girmek için öyle YÖK imtihanından filan geçmeye hacet yok. İlk şart gönül sahibi olmak… İkincisi de: “Peygamberimizin yolu aşktır. Biz aşkın çocuğuyuz. Aşk anamızdır”[1] buyuran Mevlâna’nın bu düstûru… Üçüncü ve sonuncu şart ise, bugün mecrâsından tamamen saptırılmak istenen Mevlevîliğin aslı, esası… Bu da yine Hazret’in rubaisinde gizli. Hasan Âli Yücel’in (1897-1961) tercümesiyle okuyorum:
“Can tende var oldukça kulum Kur’ân’a
Yol toprağıyım Peygamber-i zîşâna
Hakkımda bunun zıddına söz etse biri
Vay bu söze vay böyle diyen insana”[2]
İşte Mevlevîhânelere ancak bu meşreb üzere olanlar girebiliyor. Efendim bu dergâhlarda, daha doğrusu bu üniversitelerde sadece namaz, niyaz ve semâ’ ile mi meşgul olunurdu? İslâmiyet’te ibadet “Allah’ın yapılmasından hoşnud olacağı fiil ve hareketler” şeklinde tarif edilir. Şu halde, çalışıp etrafına faydalı olmak da mühim ibadetlerdendir. Esasen Hz. Mevlânâ, İslâm Peygamberi’nin dilencilikten kaçınılması hususundaki emrine işaret ederek, ister ilimle, ister san’atla olsun; müridlerini daima kazanmağa teşvik eylemiş, “Bizim dostlarımız maîşetlerini bu yolda temin etmezlerse, bir para etmezler” şeklinde öğüt vermişlerdir. Kendileri de müftî ve müderris olarak gördükleri vazifenin maaşıyla geçinirlermiş.
Babası gibi, san’at ve san’atkâr hakkındaki görüşlerine eserlerinde yer veren Sultan Veled (1226-1312), kendi fikir ve içtihadıyla san’at öğrenmek isteyen kimsenin uzun zaman çalışıp çabalasa bile eksik kalacağını; bir üstaddan bir lâhzada öğrenilenlerin yıllar boyunca kendi kendine çalışmakla elde edilemeyeceğini, san’ata gönül verenlerin mutlaka bir hocadan usûlüne riâyetle yetişebileceğini belirtmiştir. İşte Mevlevîlik tarihinde bu üstad ekseriya bir Mevlevî dedesi, mektep de bir Mevlevîhâne olmuştur. Bu mektep teşkilâtı -hele büyük âsitânelerde- ilk tahsilden üniversiteye kadar ihâtalı bir öğretim müessesesi vasfındaydı; san’at akademisi ve konservatuar hüviyetlerinin yanısıra, buralarda okuyup yazmaktan astronomiye, ilahiyattan tasavvuf yoluyla ruhiyâta kadar muhtelif dallarda faaliyet gösterilirdi. Kitapların elle yazıldığı ve bir kaç kitaba sahip olmanın şeref sayıldığı o devirlerde her Mevlevîhânenin bir kütüphâneye mâlik olduğu unutulmamalıdır. Âsitânelere aslı Farsça olan[3] “Bu makam Hak âşıklarının toplanma yeridir. Kim ki eksik geldi, burada tamamlandı” meâlindeki beytin levha şeklinde asılması elbet boşuna değildir.
İstanbul’un Mevlevî san’atkârlarından bahse geçmezden önce, insân-ı kâmil târifine remz olan mūsıkī âleti neyle, hüsn-i hattın oluşmasında en büyük paya sâhib bulunan kamış kalem arasındaki münâsebete temas etmek istiyorum. Neyistandan, yâni kamışlıktan alınan kamışların kalın olanları nây (muhaffefi: ney), inceleri ise kalem şekline girerek, eski irfan ve san’at hayâtımızda baş köşeyi tutmuş, Şark ve İslâm âleminin esrârını aksettiren belki yegâne âlet olmuşlardır (Resim: 1A, B, C, D).
Kalem olarak kullanılacak sarımsı beyaz renkli bu kamışlar (Resim: 1B) -kuruyup sertleşmelerini sağlamak üzere- içinde uzvî sıcaklığı dâimâ muhâfaza eden -yüzünüze güller- at gübresinde yatırılır; burada rutûbetini yavaş yavaş kaybedip sağlamlık ve koyu bir renk kazanarak pişer. Mevlevîlikte, nev-niyâz dervişlerin dergâha intisâb ettikleri zaman, önce -yine yüzünüze güller- kademhâne (ayakyolu) temizlemek gibi süflî işlerle uğraşmaları şart koşulur; böylelikle her insanda az-çok bulunması tabîî olan kibr ü azametin kırılmasına zemîn hazırlanırdı. İşte bu teâmülün ilhâmı ile, kalemin de ilerde ulvî eserler verebilmesi için, önce gübrede yatırılarak süfliyetden geçirildiği hissine kapılıyorum. Kalemin yazabilmesi için, ağzının konuşacak hâle getirilmesi gerekir; kalemtıraş denilen kesiciyle açılarak dili şekillendirilir (Resim: 1E).
Nây de üzerinde açılan deliklerle eziyete giriftâr olmakta, çilesini böyle tamamlamaktadır (Resim: 1 A).
Şâir Nedîm’in (ö.1730):
“Olmakda derûnunda havâ, âteş-i sûzân
Nâyin diyebilmem ki, ne hâlet var içinde?”
(=İçine giren havâ bir yakıcı âteşe dönüşmektedir. Nây’in içinde ne hâller bulunduğunu ben de söyleyemem!) beyti boşuna değildir. O İlâhî ateşin kıyâmetedek süreceği muhakkaktır. Çünkü Hz. Mevlânâ buyurmuş ki:
“Bişnev în ney çün hikâyet mîkuned,
Ez-cüdâyîhâ şikâyet mîkuned”
(Nahîfî’nin Türkçe’siyle: Dinle neyden, çün hikâyet etmede – Ayrılıklardan şikâyet etmede…) Mesnevî’nin lübbü sayılan onsekiz beytin ilki (Resim: 2)’de görülmektedir. Osmanlı ta’lîk hattının zirve isimlerinden Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi (1770?-1849) tarafından celî talîk hattıyle yazılmıştır. Kendisinin Mevlevî muhiblerinden olduğu bilinir. Hattâ Kulekapı Mevlevîhânesi için zer-endûd olarak yazdığı ve hâlâ semâhânede asılı duran celî ta’lîk “Yâ Hazret-i Mevlânâ” levhasını bu muhabbetini belirtir tarzda, manzûm olarak imzâlamışdır: “Feyz alır dergeh-i Mevlânâ’de – Eser-i kilk-i Yesârîzâde”
(=Yesârîzâde’nin kaleminden çıkan bu eser Mevlânâ dergâhında feyz almakdadır)
Mevlevîhânelerde, hüsn-i hat da meslek edinilmiş hünerlerdendir. Aslında her tarîkatin bu san’ata karşı alâkası görülür. Mevlevîler arasında -başta Mesnevî olmak üzere- kitab istinsâhıyla meşgûl olan ve hattât denilmekten ziyâde kâtib, nâsih, nessâh, müstensih gibi isimlerle anılan; bu çalışmalarının ecriyle mensub bulundukları dergâha gelir temîn eden zevâta rastlanır. Eğer Tuhfe-i Hattâtîn (İstanbul, 1928) isimli mühim hattatlar tezkiresinde hakkıyla bir tarama yapılabilse, Mevlânâ müntesibi hayli hattâtla karşılaşılacağı muhakkaktır. Bu hususta hemen sıralayacağım XVII.-XVIII. yüzyıl Mevlevîleri var: Süleyman Nahîfî, Abdullah Enîsî, Nâyî Osman Dede, Kāhire Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Dede, Kütahya Mevlevîhânesi Şeyhi Câfer Dede…
Mevlevîhânelerde hat san’atıyle ilgili olan bir zarîf âletin -bilhassa XIX. asırda- îmâl edildiği görülür. Bu da, kalemin ağzının eğri olarak kattedilmesi ve dilinin ikiye yarılması (şakkedilmesi) için, kalemtıraş denilen kesici âletle birlikte kullanılan maktadır (kelimenin aslı: mıkatta ). Ekseriyâ fildişinden mâmul, 10-20 cm. arası boyu, 2-3 cm. arası eni ve 2-3 mm. kalınlığı bulunan plaka şeklindeki bu âlet üzerinde Mevlevî dervişleri hünerlerini göstermişlerdir. Bunların bağa ve sedeften yapılanlarına da rastlanır. Îmâlinde kesici âletlerin yanısıra mil ve kıl testeresinin de kullanıldığı maktaların üst tarafına ekseriyâ “destarlı Mevlevî sikkesi” biçimi verilir ve bunun içinde de Hz. Mevlânâ’nın ismi bulunur. Bâzılarının alt tarafında hazırlayan san’atkârın mahlasına rastlanmaktadır (Resim: 3-4).
Artık İstanbul’un Mevlevî dervişlerinden hat örnekleri de vererek bu muhtasar konuşma çerçevesinde kendilerinden bahis zamanı geldi. Bu sıralamamızda Mevlevîliğe muhib olanlardan ziyâde müntesib zevâtı ön planda tuttuk.
Muhtemelen Kulekapı (Galata) Mevlevîhânesi müntesibi olan ‘Ubeydu’l-Mevlevî’nin 925/1519’da yazdığı Mushaf’ın imza sayfası (Resim:5). Hat kaynaklarında şahsına dair bir malûmatın bulunmadığı bu zâtın, İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi’nde 921/1515 tarihli bir başka Mushaf’ı görülmüştür (A.6634).‘Ubeyd, mâlûm “küçük kul” mânâsına gelir. Her iki eseri de dervişin ismine uygun boyda (8 cm.) ve ince kalemle yazılışından dolayı tam bir Mevlevî sabrı gerektiriyor.
Şimdi bir başka Mevlevî hattatının eserini görelim: Aslen Buhârâlı olup Isfahan’da Mîr İmâdü’l-Hasenî’den (1554-1615) meşk ettikten sonra İstanbul’a gelip yerleşen Derviş Abdiyyü’l-Mevlevî (ö. 1647) burada birçok talebe yetiştirmiş ve eser vermiştir. Diyarbekirli Şerîfî’nin XVI. yüzyıl başlarında nazmen Türkçe’ye çevirdiği Şehnâme nüshası Sadrâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa tarafından 1616-1620 târihleri arasında Derviş Abdi’ye hurde ta’lîk hattıyla yazdırılmış ve ayrıca tasvîr (minyatür) ile bezenmiştir (Resim: 6). Bu eser 1929’da Tevfik Fikret âilesi tarafından Amerika’daki bir koleksiyona satılmıştır. Hâlen New York Public Library (Spencer Collection-Turkisch Manuscript I )’dedir.
Derviş Abdi’nin talebesi olan İbrahim Cevrî Çelebi’den (ö.1655) de bahsetmek isterim. Dîvân sahibi bir şair oluşunun dışında, bilhassa Mesnevî yazmakla da tanınmış bir hattat. Tespitlere göre, hayatı boyunca -nezr-i Mevlânâ üzere- 18 Mesnevî istinsah etmiş. Mesnevî’nin 25618 beyit olduğu düşünülürse işin azameti anlaşılır (Resim: 7). Cevrî Çelebi geçimini -beyti 1 paraya (1 kuruş=40 para) olmak üzere- kendisinden istenilen dîvânları çoğaltarak sağlıyordu. Bundan ne kadar serîü’l-kalem olduğu anlaşılıyor. O devirde İstanbul’da matbaa bulunmadığını da hatırlamak gerekir. Cevrî’nin bir hususiyeti de şudur: Deniz korkusundan hayatı boyunca Üsküdar tarafına geçmemiş. Kendisi sur içinde oturuyor. Yenikapı Mevlevîhânesi’nden çıkıp da Kulekapı’ya gitmesi gerektiğinde Eyüp Sultan’a kadar gidip oradan Silahtar’ı dolaşarak, Haliç’in karşı yakasından Galata’ya varırmış!
Kaynaklarda ismine rastlanmayan bir derviş hattât da Mustafa el-Mevlevî el-Bosnevî’dir. Belki Bosna Mevlevîhânesi mensubuydu ve 1062/1652 tarihli mushafının ketebe kaydında bunun yazdıklarının 48’incisi olduğunu kaydediyor (Resim: 8). Bosna’dan İstanbul’a gelip burada eser vermesi de muhtemeldir.
Bir başka Mevlevî hattât da, kendisinden önce aynı isimle yaşayan hattâttan ayırd edilmek için “İkinci”, “Anbârîzâde” veya “İmam” lakaplarıyla anılan Derviş Ali’dir. İstanbul’da doğmuş ve yaşamıştır. Sülüs-nesih yazılarını Ağakapılı İsmail Efendi’den (ö. 1706) öğrenip icâzet almakla beraber, Hâfız Osman’dan (1642-1698) da faydalanmıştır. Derviş Ali, Sultanhamamı’ndaki Alacamescid’in imametinde bulunduğu sıralarda birçok mushaf (Resim:9), En’âm ve evrâd-ı şerîfe yazmış; vefâtında Karacaahmed kabristanına defnedilmiştir. Yetiştirdiği hattâtlar arasında Zühdi İsmail Ağa (ö.1731) ve Hüseyin Hablî (ö. 1744) ön sırayı alırlar.
Kafkasya’nın Dağıstan bölgesinde doğan Mahmud Celâleddin, İstanbul’a gelip, devrin üstadlarından yazı meşk etmek istemesine rağmen, dikbaşlılığı yüzünden hocaları tarafından kabûl görmediği rivâyet olunmaktadır. Bunun üzerine Şeyh Hamdullah’ın (1429-1520) ve Hâfız Osman’ın eserlerine bakarak kendi gayretiyle san’atını geliştirmiş ve çok beğenilen bir hattat olmuştur. Mushaf, duâ kitâbları, kıt’a, murakkaa, hilye ve levha (Resim: 10) şeklinde mükemmel yazıları çoktur.
Sert karakteri celî sülüs levhalarından da belli olan Mahmud Celâleddin Efendi hayatını Boğaz’ın İstavroz semtinde (Beylerbeyi’nin şimdiki Abdullah Ağa mahallesi) sürdürürken, 1829 yılında vefât edince Eyüb Sultan semtindeki Şeyh Murad Dergâhı hazîresine gömüldü. Kendisinin Nakş-bendîliğe intisâbı bilinmekle beraber, Kāhire’deki Dârü’l-Kütübi’l-Mısriyye’de bulunan bir nesih kıt’asını “Aşk-ı Mevlâna ile hayretzede- Mevlevî Mahmud Celâleddin şüde” (Mevlevî Mahmud Celâleddin, Mevlâna aşkıyla hayretzede oldu) şeklinde imzâlaması, onun da sonradan Mevlevî dervişi olduğuna işarettir.
Şimdi de XX. yüzyılın Mevlevî hattâtlarından bahis açalım. Osmanlı hat san’atında akla ta’lîk nev’i gelince ilk hatırlanacak isimlerden biri Hulûsi Yazgan’dır (1869-1940). İstanbul’da doğan ve resmî vazîfesi Sultan Selim Câmii müezzinliği olan hattâtımız Çarşanbalı Hacı Ârif Bey (ö.1892) ile Sâmi Efendi’den (1838-1912) feyz almıştır. 1915’de kurulan Medresetü’l-hattâtîn’e ta’lîk muallimi olarak tâyîn edilen Hulûsi Efendi, harf inkılābından sonra düştüğü mâli sıkıntılar ve hastalıklar ile ömrünü Mevlevî sabrıyla tamamladı. Mesnevî okuttuğu ancak vefatından sonra öğrenilen bu mütevâzı hattatımız velî tabiatlı bir san’atkârdı. En seçkin eserleri arasında Yenikapı Mevlevîhânesi’nin semâhânesi için yazdığı semâ’ hakkındaki 18 mısralık celî ta’lîk hattı zikredilebilir (Resim:11).
XX. asrın iki büyük san’atkâr Mevlevîsi, aynı zamanda kardeş olan Ömer Vasfi (1880-1928) ve Mehmed Emin (1883-1945) İstanbul’un Tophâne semtinde doğdular. Ömer Efendi babasının 1899’da vefatı ile onun yerine Hırka-ı Şerîf Câmii’ne hatip olarak getirildiği için Hatip Ömer olarak tanınırdı. Kendisi -başta Sami Efendi olmak üzere- devrin tanınmış hattatlarından meşk etti ve celî tarzında mükemmel eserler verirken (Resim: 12) 48 yaşındayken vefat etti. Kardeşiyse hat dışında musıkîye de intisap etti. Aziz Dede (1835-11205) tarafından yetiştirilen Emin Efendi, mevcûd Mevlevî âyinlerini ve Mîrâciye’yi gençliğinden îtibâren notayla tesbît cihetine giderek dînî mûsıkîmize büyük hizmetlerde bulunmuştur. Ayrıca devrinin birçok musıkî üstadından istifade eden san’atkârımız 1914’de Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi Harita Şubesi’ne hattât olarak tâyîn edildi. Kulekapı Mevlevîhânesi’nin neyzenbaşılığına ise 1918’de getirildi. Bundan sonrasında, “Emin Dede” ismiyle anılan san’atkârımızın “dede”liği îtibârîdir, yoksa Mevlevî çilesi çıkarmış değildir. Emin Dede, o yıllarda Dârü’l-elhân’ın da ney muallimliğine tâyîn olundu. Yarım kalmış bir müsteâr Mevlevî ayîni, klasik üslûbda 10’u aşkın peşrev ve saz semâisi ile 7 şarkısı mûsıkî hayatının mahsûlleri olarak bilinmektedir. Hüsn-i hatda talebesinin bulunmayışına mukabil, çok kıymetli neyzenler yetiştirmiştir. Latîf kıt’a ve levhaları (Resim: 13) vardır.
Boğaziçi’nin Kuruçeşme semtinde doğan Mehmed Suûd Yavsı’nin ceddi Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’ye (ö. 1574) kadar bağlanır. Hocaları arasında Muhsinzâde Abdullah Bey (1832-1899) önde gelir. Dîvân-ı Hümâyûn Mühimme Kalemi’ne girdi. Burada rık’a ve Kâmil Akdik’den (1861-1941) dîvânî, Sâmi Efendi’den (1838-1912) celî dîvânî yazılarını ve İsmail Hakkı Altunbezer’den (1873-1946) tuğra çekmesini öğrendi. Dîvân-ı Hümâyûn’dan 18 senelik hizmeti sonunda ayrılıp hattâtlık ve kütüphâne memurluğu ile hayatını tamamladı (1948), Merkezefendi kabristanına defnolundu.
Suûd Bey neşredilmemiş bir dîvâna sâhip, kadîm tarzda iyi bir şâirdir; gençliğinde bâzı mecmûa ve gazetelerde yayımladığı şiirlerine Suûdü’l-Mevlevî imzâsını koymuştur.
Kulekapı Mevlevîhânesi son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede’ye (Baykara, 1853-1946) intisâbı dolayısıyla son Mevlevî san’atkârlar arasında zikredeceğimiz Üsküdarlı Necmeddin Efendi (1883-1976), birçok san’at dalındaki mehareti dolayısıyla “hezârfen” olarak anılır. Küçük yaştaki hafızlık eğitiminden sonra Filibeli (Bakkal) Hacı Ârif Efendi’den (1836-11209) sülüs-nesih, Sami Efendi’den ta’lîk yazılarını öğrendi. Üsküdar Özbekler Dergâhı Şeyhi Hezârfen Edhem Efendi’den (1826-11204) ebrû ve âhârciliği tahsîl etti.
İlmiye icâzetnâmesi de alan Necmeddin, Konyalı Vehbi Efendi’den is mürekkebi îmâlini öğrendi. Seyfeddin Bey’le okçuluk çalışmalarına katıldı. Bu spora muhabbetinden dolayı soyadı kanununu çıktığında Okyay’ı tercih etti. Klasik tarzda mücellidlik ve gülcülük de onun 1925’den sonraki ihtisasları arasındaydı.
1916’da Medresetü’l-Hattâtīn’in ebrû muallimliğine tâyîn edildi. İşte o sıralarda, sonradan Necmeddin Ebrûsu adı verilen çiçekli ebrû tarzını ve yazılı ebrû tekniğini geliştirdi. Hocalık hizmeti 1948’de Devlet Güzel San’atlar Akademisi’nde noktalandı. Fakat öğretim faaliyeti vefatına kadar sürdü. Mükemmel bir hat koleksiyonuna sahip olan Okyay, imzasız yazıların kime ait olduğunu bilmekte benzeri bulunmayan bir üstaddı. Kendisi de birçok ta’lîk kıt’a ve celî ta’lîk levha yazmıştır. 5 Ocak 1976 günü fâni ömrü tükenen Necmeddin Hoca, ertesi gün, kırk yıl imam-hatip olarak hizmet ettiği Üsküdar Yeni Vâlide Câmii’nden kaldırılıp Karacaahmed kabristanına defnolundu.
Cümle canlarımızı Okyay üstadımızın yazılı ebrû şâheseri olan ALLAH lafza-i celâline (Resim: 14) emanet ederek hitâm-ı kelâm eyliyorum.
Resimler:
[1] “Aşkest tarîk u râh-ı Peygamber-i mâ – Mâ zâde-i aşkîm, aşk mâder-i mâ”
[2] “Men bende-i Kur’ânem, eger candârem – Men hâk-i reh-i Muhammed-i muhtârem
Ger nakl küned cuz, în kes zî guftârem – Bîzârem ez o, vez ân suhen bîzârem”
[3] “Kâbetü’l-uşşâk bâşed în makām – Her ki nâkıs âmed încâ şod temâm”