EMÎR II. ÂLİM B. I. ÂBİD ÇELEBİ

A+
A-

2.2.1.7.     EMÎR II. ÂLİM B. I. ÂBİD ÇELEBİ (V. 798 / 1395)

Bahru’l-Kemâl Emîr Âlim-i Sânî Çelebi, Mevlânâ Âsitânesi’nde V. Postnişîn Çelebi Şemseddîn Emîr Âbid’in küçük oğludur ve h. 715 (m.1315-6) yılında dünyaya gelmiştir. 885 H.748 (m. 1347-8) yılında Ulu Ârif Çelebi’nin büyük oğlu Şehzâde-i Muazzam Bahâü’l-mille Çelebi Emîr  Âlim-i Ekber Efendi’nin kızı İsmet Hâtûn ile evlenmiş,886 üç çocuğu dünyaya gelmiştir.887

Emîr Âlim Çelebi halefi Emîr Âdil b. Ulu Ârif Çelebi’nin ta’lîm ve teslîki ile yetişmiştir. 888 Şeyhi Emîr Âdil Çelebi kendisine hilâfet vererek meşîhatinin son demlerinde Mevlevî fukarâsının terbiyesine memur kılmış ve önce veliahdi olarak belirlemiştir. Ardından sanki intikâl zamanının geldiğini ihsâs eder tarzda “Âdil, Âlim mîşeved (Âdil, Âlim olur.)” sözüyle, Âlim Çelebi’yi posta geçirerek kendisi halvethânesine çekilmiş ve kırk gün kadar sonra intikâl etmiştir.889 Böylelikle Emir Âdil b. Ulu Ârif Çelebi’nin h. 770 yılında intikâli akabinde Çelebi Âlim-i Sânî Mevlânâ makâmının 8. postnişîni olmuştur.8120

Sâkıb Dede hilafeti döneminde Mevlevî ihvânının, yeni bir bebek dünyaya geldiğinde isim vermesi için teberrüken Çelebi’ye getirmeyi adet edindiklerini; Çelebi’nin de ilham eseri nâdir isimlerle bebeğin zatına münâsip bir ad verdiğini; ekseriyâ bebeğin kendisine tesmiye edilen isme münâsip bir edâda büyüyüp geliştiğini kaydeder. Diğer taraftan Çelebi’nin verdiği isimlerden dolayı bazı kimselerce eleştirildiğini de dile getirmektedir. Söz konusu itirazların merkezinde bir taraftan ifnâ-yı vücûd iddiasında bulunulurken diğer taraftan verilen isimlerin iddialı anlamlar (nahvet/kibir ve gurur koktuğu ifade edilir) taşıyor oluşu hususu yer almaktadır. Böylelikle tesmiyelerinden/isimlerinden dahi kibir kokusu duyulurken Mevlevîlerin fena iddiasında bulunmalarında tutarsızlık söz konusu edildiğinde Çelebi’nin şu şekilde izahta bulunduğu nakledilir: “Nadir bulunan müsemmalara (şahsiyetlere) duyulmamış (garîb) isimler layıktır. Nitekim bizim cemaatimiz zamanın nadiri Mevlevîlerdir. Öyleyse onlara alelade olmayan isimler münasiptir. Husûsiyle erbâb-ı nefsin (rabb-i hâss ile irtibata işâret edilmektedir) tesmiyesi ilham iledir. Tasdik ve tahkik-i rabbani ümidiyle tefeül murad etmek hayırlıdır.” Çelebi izahına “Ben kulumun bana yönelik hüsn-i zannı üzereyim” hadîs-i kudsîsi ile istişhâdda bulunur. Bunun yanı sıra böylesi namlı ve aziz (nâmî) isimlerle bir kimseye hayat bahşeden kimselerin ağzından seslenildiğinde, bu seslenişin bereketinin ve eserinin kişide görüleceğini belirtir891 ve kendi ismini örnek vererek Âlim şeklinde çağırılmasının kendisinde ilme talebi artırdığı, cahil Çelebi olmaktan utandığını ve böylelikle ilme sarıldığını ifade etmiştir. “Güzel isim iyi ün ve nam sahibi olmanın mukaddimesidir.” Sakıb Dede, ayrıca Çelebi’de tezâhür eden tavrı “ilm-i esmâ” ile irtibatlı olarak eşyânın hakîkatlerinden ibâret olan ilâhî isimlere dâir ilmin semeresi olarak değerlendirmektedir.892

Başta Mesnevî olmak üzere kaynaklarımızdan hareketle henüz Mevlânâ’nın hâl-i hayâtında dahi Mevleviyye’ye yönelik bir muhâlefet tavrının varlığından bahsedebiliriz. Ancak söz konusu tavrın gittikçe daha da yüksek sesle ifade edilmeye başlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Çelebi Âlim’in Mevleviyye’ye yönelik muvafık veya muhalif tarzda geliştirilen tavırların sahiplerinin hallerini gözeterek muamelede bulunduğu kaydedilmekte ve bu durum kendisinin kerametine hamledilmektedir. Şöyle ki sîret veya sûret itibariyle muvafık ya da muhalif bir hal ile dört tip tavra sahip olan kimselerin kiminin teslîk ve terbiyesi ile meşgul olduğu ve hatta hem sîret ve hem de sûret açısından muvafık olan mübtedilere dahi kimi zaman müntehiler misâli muâmelede bulunduğu nakledilmektedir. Buna mukabil sûretâ ve sîretâ muhalif olanları ise rûhanî müdafaa ve cismânî münâfere yoluyla tard ve tedmîrde bulunduğu belirtilmektedir.893 Çelebi’nin sergilediği bu tavır dolayısıyla Mevlevî geleneğinde bir içe kapanma ve gayret tavrının baskın hale geldiği düşünülebilir. Diğer taraftan Sâkıb Çelebi söz konusu hususun olumlu yönünü “hullân-ı vefa dahi yekdil ve yekrenk olmuştur” şeklinde dile getirir.894

Çelebi’nin menakıbına dair yegâne ana kaynağımız olan Sâkıb Dede, kendisine Mevlevî sülûkunun keyfiyeti ve kemiyeti sorulduğunda soran kişinin haline göre cevap verdiğini ve şöyle beyanatta bulunduğunu nakleder:

“Mevlevî tarîki, sülûk-i Şemsî’dir (metinde sûrî anlam ön planda tutuluyor görülse de Şems-i Tebrîzî’ye ve temsîl ettiği hakikate de atıf söz konusudur). Yani cevherin nuraniyyeti ve cezbenin keremiyyeti ile şe’nlerin (Hakk’ın mümkün varlıklardaki nâ-mütenâhî tecellîleri) medârâtında (yörüngelerinde) seyretmektir ki her bir devirde o şe’nin tevhidini tekmil ederiz (mi-konim). Âlem-i Kübra-yı Ahsen-i Takvîm (olan insan-ı kamilin) altı yönünü (taalluk dâiresinde ve taht-ı tasarrufunda bulunan cümle eşyâ ve esmâyı) marifet pırıltılarının şavkımalarının bereketinden müstenîr (ve müstefîd) kılarız. Üstün ve övülmüş ahlaki niteliklere sahip cevher madenlerinin (her bir ferdin/nefsin özünün) terbiyesini; hastalıklı fiillerin ve övülmüş hallerin çiçek ve meyvelerinin (semeresinin) hakkını veririz. Bizim âfâkî (haricî) zorunluluklar dolayısıyla husûle gelen hareketimiz zahire muvafakat üzeredir amma zâtî hareketimiz tabîat garbından rûhâniyyet şarkına doğrudur. Bizim devrimiz Ahmedî Hakîkat Ka’besinin tavafıdır. Makamımız marifet feleğidir ki ilk felek şerîat, ikinci felek tarîkat, üçüncü felek hakîkat ve dördüncü felek marifet feleğidir.”895

Böylelikle  Çelebi Mevlevî sülûkunu  “devrî”  olarak  nitelerken Mevlevîliğinma’rifet esâsına dayalı Muhammedî karakterine atıfta bulunmaktadır.896

Çelebi’den Mevleviyye tarikinde saliklerin zikir ve telkîn esnasında zahiren ism-i celale mütevessil olmayı esas tutup sâir esmâyı zikir ve telkin etmemelerinin hikmeti sorulduğunda şöyle cevap verir:

“Sultanü’l-Ulema’dan kendilerinin müteveccih oldukları mebde’ ve münteha sorulduğunda “minallah billah fillah ilallah” buyurmuştur. Öyleyse Allah’tan gayr olmayan asli seyr u sülukta salike gereken tayy-i edevat edip (alet ve edevattan geçip) Hakk Teâlâ’nın “Allah de” emrine sarılmaktır. Husûsiyle İsm-i Zat, diğer bütün isim, sıfat ve fiillere mukaddemdir; tazammun ve istilzam yoluyla pek çok faideyi müfiddir. Bunun yanı sıra kim “Allah göklerin ve yerin nurudur” ayetinin tefsirinde derinleşirse anlar ki isim de müsemma gibi o ikisini aydınlatıp nurlandırmada. Bundan maksat sıkı sıkıya sarılma, günahlardan sakınma, tevessül, nuru talep etme ve tenevvürdür. Afakta husule geldiğinde enfüste dahî hasıl olması daha evladır. Şu halde İsm-i Zat ruhların semalarını ve salikin tıynet ve tabiat zeminini nurlandırmada eşsizdir. Salikin İsm-i Zatın tenviri ile nurlanan zahiri ve batınının ilk meyvesi ubudiyettir. Bu ubudiyet marifeti doğurur ki en yüce talep ve maksat odur. “Nihayet’in bidayete dönmek” oluşunun (keyfiyeti) husûsunda bir istifham (söz konusu olursa) şöyle cevaplarız: O Allah nihâyet el-Evvel’dir ve diğer bütün isimler O’ndan doğar ve O’na döner. Çünkü Uluhiyyet ismi onların hepsini aralarında kendi mevzîlerinde (müstakil bir tür irtibat ve ilişki üzre) câmi’dir. Bundan da kevn tebeyyün eder.

Tarikatımız, tarikat dairesinin hatmidir. Çünkü zamanın döngüsü (istidarat) esmânın döngüsündendir. Esmâya tevessül edenler de o isimlerin eserlerinin iktizâsınca  devreder  ve  dönerler.  Müsemmâ,  Feyyâz’dır,  Hakîm’dir,  Bâis’tir, Alim’dir.”897

Sâkıb Dede, Çelebi’nin zamanında isim zikretmeksizin “kibar-ı kavmden” bazı kimselerin Mevlevî külah ve ferecesi giyerek iradet getirdiklerini, tebeadan bazılarının da onlara uyduklarını; böylelikle “daru’l-vilaye Konya’nın mahmiye-i Mevleviyye” ve Mevlânâ Âsitanesinin de insanların teveccüh ettikleri makam olduğunu belirtir.898 Bununla birlikte kendisinin de belirttiği üzere Çelebi’nin postta bulunduğu dönem Konya’nın da dahil bulunduğu Karaman vilâyetinde siyâsî istikrarsızlığın söz konusu olduğu bir dönemdir. Dede bu esnada müntesibi bulunan pek çok kimsenin kadim saltanat ırklarını sened ittihaz edinerek kendisinin devlet başına geçmesini teklif ve rica ettiklerini, ne var ki Çelebi’nin asıl mesabesinde olan kendi manevi saltanatını tercih ile kabul buyurmadığını nakleder.899 Tarihsel açıdan imkanı ve tahakkuku bir tarafa söz konusu tavır tipik Mevlevî tavrına emsâl teşkîl etmesi açısından önemlidir. Nitekim söz konusu tavır gerek Sultânü’l-Ulemâ’nın ve gerekse Muhakkik Tirmizî’nin önemle benimsediği ve Mevlânâ’ya telkîn ettikleri tavırdır. Diğer taraftan klasik kaynaklarda zikredilmemekle birlikte muahhar dönem Mevlevî geleneğince zaman zaman dile getirilen Sultan Veled’in veya sair Mevlevî ricâlinin Konya’da sûrî saltanatı deruhte ettiği yönündeki tevâtürün dolaylı kaynaklarından biri kuvvetle muhtemelen Sâkıb Dede’nin bu naklidir. Şu var ki kaynaklarımızın pek çoğunda aşikâr olan Mevlevî tavrı manevî siyâseti öncelemeyi ve maddî siyâseti sadece manevî siyâsetin bir enstrümanı olarak telakkî etmeyi gerektirmekte, ayrıca manevî siyâseti maddî iktidârı elde etme hususunda bir araç mesâbesine indirgeyerek değerler hiyerarşisini altüst etmeyi kesinlikle yasaklamaktadır. Diğer taraftan hususiyle Babâî düşüncesinin ve bu düşünce tarzının doğrudan yada dolaylı uzantıları olan Karamanoğulları misâli kimi mensuplarının en azından bir bölümünün bütünüyle mukâbil tarzda bir siyâset anlayışına sahip oldukları anlaşılmaktadır.

Çelebi Âlim’in hilâfetinin son dönemlerinde talebe, mürîd ve muhibbânın oldukça dazlalaştığı ve bu hususun, Çelebi’nin manevi himâyesinde bulunan 1200 Konya’nın maddî yönden de işgâl ve istilâsına niyetlenenlerin cüretlerini kırdığını belirten Sâkıb dede’nin ifadesinden, Çelebi’nin don demlerinde Konya’da bir huzur ve emniyet havasının hakim olduğu anlaşılmaktadır. Ancak daha sonra söz konusu istikrarda husule gelen inkırazı Çelei’nin intikâli ile paralellik arz eden bir yaklaşımla değerlendirir.1201 Dede devamında Çelebi sayesinde Konya’nın civar memleketlerde vukû’ bulan sıkıntılardan âzâde bir bölge haline geldiğini, pek çok kimse için melce’ ve penâh olduğunu belirterek Çelebi’nin taallukta bulunduğu mahalli “necât yurdu” kendisini de Nûh-i Necî”ye teşbîh eder ve bu sayede pek çok kimsenin kendisine iradet getirdiğini (gerdun-i irâdet-beste-i istivâ-yı teslîmleri olduğunu) kaydeder. Konuyla ilgili tarihsel ve somut bir misal Kayseri ümerâsından Emîr Seyfî’nin durumudur. Emir Seyfî Karamanoğulları elinden kaçarak (girîzân-ı sadme-i Karamâniyân olup) Mevlânâ Âsitanesi’ne sığınmış ve dervişlik yolunu tutarak külâh ve hırka giymiştir. Kendisinden “Seyfî Dede” şeklinde bahsedilmesine nazaran dergâhta Mevlevî çilesini ikmâl ettiğine hükmedilebilir. Hatta Emir Seyfî’nin manevi terbiyenin yanı sıra Çelebi’nin kerâmeti ve  tedâvîsi eseri sıhhî bir rahatsızlığından da kurtulduğu nakledilmektedir.1202 Diğer taraftan Seyfî Dede’nin hadisesi iki türlü olarak yorumlayabilir. İlki Karamanoğulları ile Mevlânâ hanedanı arasındaki mesafeli duruşun Çelebi döneminde dahi henüz mevcut bulunduğudur. Daha gâlib gözüken ikinci ihtimal ise Karamanoğulları’nın, Çelebi’ye ve dergâha sığınan herhangi bir kimse ile meselelerini sona erdirecek düzeyde Mevlânâ hanedanının saygınlığını kabullenmiş bulunmalarıdır.

Çelebi’nin ömrünün son demlerinde “Bahru’l-Kemâl” şeklinde şöhret bulduğu belirtilmektedir. Kendisi bu lakabı “her ne kadar güzel bir lakab olsa da zevalin mâverâsından haber vermekte” şeklinde değerlendirerek intikâlinin yakın olduğunu imâ etmiştir. Daha sonra makâmına kendisinden sonra postnişîn olmak üzere Çelebi Emir Arifi Kûçek b. Adil-i Bozork’u veliaht olarak tayîn edip vasiyette bulunmuştur. Vasiyeti içerisinde yedi sözü derc edilmiştir:

“İlim, amelin esasıdır ve her ilim sahibinin ötesinde bir Alîm vardır, (şu halde) öğretiniz ve öğreniniz. Ameller hidayet ve himmetlerin alemleridir, sağlam bir iradeyle sergilenen (meşekkatli) gayretlerle yükseltiniz onları. …. Haşin meşakkatlere tahammül edin, ahlakın en güzeliyle güzel muamelede bulunun. Ahlak, Hallak (olan Hakk)’tandır. Hayırlıları vesile edinin, eserleri gözetin, nazarların ardına düşün ve onlarla Cebbar’ın rızasına vasıl olun. Remizleriniz hazinelerini … ile açın; ……1203

İntikâl zamanı yaklaştığında semâ’ meclislerinde elbiselerini kavvâllere bezledip mukâbele ve âyinin tekrârlanmasını buyurup nihâyetinde “Bu veda semaıdır” buyurarak h. 798 (m. 1395-6) yılında 28 yıl müddetle seccâde-i hilâfette mesned-nişîn olup 83 yaşında 1204 intikâl etmiştir. Merkadi Konya’da Türbe içerisindedir. Sâkıb Dede Çelebi’nin makâmına sıdk ve ihlas ile muvacih bulunan mürid ve muhiblerin ilmi meselelerdeki müşkillerinin hallolduğunu belirtir.1205

Kaynaklarımız Çelebi’nin pek çok mürîdi olduğunu belirtmektedirler. Bu meyânda meşhûr mürîdlerinden, sonraki dönemlerde Mevlevîliğe önemli hizmetlerde bulunacak olan Şâhidî İbrahim Dede’nin babası Hüdâyî Sâlih Dede’yi (v. h. 882 veya 885) husûsiyle zikretmek icab eder. Gâzî Pehlivan oğlu Hüdâyî Dede evvelemirde Emir Sultan’ın kızkardeşinin oğlu Seyyid Kemâl müntesiplerinden iken h. 795 (m. 1392-3) yılında Muğla’dan Konya’ya gelerek Çelebi’nin irâdet halkasına dâhil olmuştur. İntikali akabinde tahsil maksadıyla Arap ve Acem diyarına giden Hüdâyî Dede, Anadolu’ya dönüşünde Afyonkarahisar’da Mevlevî ahfâdından Abâ-pûş Bâlî Efendi’nin hizmetine dahil olarak hırka ve sikke giymiştir. Hüdâyî Dede daha sonra Muğla’ya dönerek ileride bahsedeceğimiz üzere Fâtih Sultan Mehmed’in saltanatı döneminde, kendisinin maddî desteği ile Muğla’da ilk Mevlevî tekkesini tesis etmiştir.1206

 


885 Sahîh Ahmed Dede, s. 212.

886 Sahîh Ahmed Dede, s. 220.

887 Çocukları ileride kendisinden müstakillen bahsedeceğimiz Çelebi Pîr Emîr Âdil Çelebi, Selçuk Çelebi ve Şerefhân Hatun’dur. Şerefhân Hâtûn h. 756 yılında doğmuş ve Çelebi Emîr Muhammed Ârif-i Sânî b. Emîr Âlim-i Ekber ile h. 770 yılında izdivâcı gerçekleşmiştir (Sahîh Ahmed Dede, s. 221, 224, 226).

888 Sakıb Dede âdeti olduğu vecihle isim ile müsemmâ meyânında irtibat kurarak Çelebi’nin menâkıbını ilmî seviyeyi nazar-ı itibâra alarak kaydeder. Bu açıdan Çelebi Âlim’in şeyhi Çelebi Âdil nezâretinde hem alet ilimleri hem de âlî ilimlere (zâhir ve bâtın) dâir ciddi bir tahsîl dönemi geçirdiği belirtilmektedir. Sâkıb Dede, I, 123. Karşılaştırma için bk. Esrâr Dede, Tezkire-i Şu’arâ-yı Mevleviyye, nşr. İlhan Genç, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 2000, s. 329,.

889 Sâkıb Dede, Sefine-i Nefîse-i Mevleviyân, Vehbiyye Matbaası, Mısır 1283, I, 123.

8120 Sahîh Ahmed Dede, s. 223-4.

891 Nitekim Sakıb Dede kendisinden evlad sahibi olmak için himmet ve hayırlı nesiller için dua ricasında bulunan mürid, muhib ve muhlislere “himmet edelim amma adını fülan koymanız şartıyla” şeklinde isim tayininde bulunduğunu ve müsemmânın da tayin ettiği isme muvâfık sûrette vukû’ bulduğunu kaydeder. Diğer taraftan himmeti eseri çocuklar kendisine arz olunduğunda, çocuğa (mesela molla, emir, kadı, hacı, derviş gibi) hangi evsâf ile nefes eder seslenirse zuhûrun da o şekilde gerçekleştiğini ve çocuğun o sınıfa dahil olduğunu belirtir. Çelebi bu durumu “evâil ve hâl; Yüce Alîm’in nuruyla bakan kimse için evâhir ve meâl’in aynasıdır” sözüyle izâh etmiştir. Sâkıb Dede, I, 125-126. Ayrıca karşılaştırınız: Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 89, 239-240; Eflâkî, VI, 10; 20.

892 Sâkıb Dede, I, 124.

893  Çelebi’de tezâhür eden muhtelif tavırlar “biz ârifler topluluğu vefâ ve cefâ arası muâşerette bulunuruz.” şeklindeki ifadesi ile izah edilmektedir.

894 Sâkıb Dede söz konusu dört tip tavrın evliya ve enbiyânın muâmele ve hallerinden behremend olan her bir kimse için elzem olduğunu dile getirirken ulüvv-i himmet dolayısıyla gayret ve hamiyet tavrı üzere temkîn merkezinde sâbitkadem olmanın gereğini vurgular. Sâkıb Dede, I, 126-127.

895 Sâkıb Dede, I, 125.

896 İsmâil Rusûhî Ankaravî Mevlevî mukâbelesindeki devre ait malumat verirken Çelebi’nin işâret ettiği hususu şöylece teşrîh eder:

Bu devrin cümle rumûz-i dakîkasından biri dahî budur ki, fukarâ-yı Mevleviyye’nin sülûkleri dahî devriyedir. Zâhirleri devr eylediği gibi. Yani tarîk-i müstatîle sahipleri gibi değillerdir. Zîrâ tâlibân-ı Hakk iki kısımdır. Bir kısmı hîn-i büluğdan tâ vakt-i mevte dek şeriat ve tarîkate zâhib olurlar. Velâkin her ne mertebeye erse eğer rûhânî ve eğer cismânî ondan Hakk’ı hâriç bilir ve tenzîh kılar. Bu i’tikâdda olan kimselere tarîk-i müstatîle sâhipleri denir. Ve bir kısmı dahî oldur ki, Hakk’ın inâyeti ve mürşidin himmetiyle tarîka sülûk kıldıkta vahdet-i vücûd ona münkeşif olur. Her ne mertebeye erse [Nereye dönerseniz/yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır. (el-Bakara, 2, 115)] sırrını bulur. Ve her makâmda ve her yerde ve her şeyde Hakk’ı mütecellî görür. Bu kimselere tarîk-i devriye sâhibi denir. Zîrâ bunların seyrleri mine’l-Hakk, ile’l-Hakk, maa’l-Hakk, fi’l-Hakk olur. Pes devriyelik bulunur. Nitekim Şeyh-i Ekber Hazretleri bu ma’nâya münâsip buyururlar: “Ey tâlib-i esrâr-ı tarîkat bil ki, tahkîkan sâhib-i tarîk-i müstetîl maksûdundan gayra ve hayâle mâildir. Ve tarîk-i i’tidâlden hâriçtir. Zîrâ Hakk’ı mezâhirde görmez. Belki tevehhüm eyler ki, matlûbu bu mezâhirden hâriç ola. Pes hareket-i müstetîle ile hareket eyler maksûduna vüsûl için. Ve halbuki, maksûdu kendi ile biledir ve ol onu bilmez. Pes mâ-beyni vardır. Ya’nî bidâyet ve nihâyet ve bu ikisinin mâ-beyni vardır. Ama hareket-i devriye sâhipleri, onların seyrinde bidâyet ve nihâyet yoktur. Zîrâ onlar Hakk’ı her mazharda rûhânî ve cismânî ve dünyevî ve uhrevî her ne ise müşâhade kılarlar. Nitekim Muhammedîler hakkında geldi ki, Hz. Resûl (a.s. ) buyurdu “eğer siz bir habli sarkıtsanız elbette Allah’a iner idi.” Pes haber verdiler ki, Cenâb-ı Hakk bâtın arzında hâzırdır, ya’nî âlem-i ecsâmda . Nitekim bâtın-ı semâda hâzırdır, ya’nî âlem-i ervâhda. Ol Allah her şeyi muhîttir.” Pes her şeyi Hakk muhît idiğin bilip gören kimsenin müşâhade ve sülûku devriye olur.”İsmail Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-Fukara, nşr. Safi Arpaguş, Vefâ Yay., İstanbul 2008, s. 75.

897 Sâkıb Dede Çelebi’nin bu ifâdesini şu şekilde yorumlamaktadır: “Mevlevî eslâfından Mevlevî nisbesinin sırrı sorulduğunda “Yolumuzun rehberi ve kılavuzumuz İsm-i A’zam Allah’tır, binitimiz tevekkül ve Allah’a güven, azığımız Allah aşkı ve muhabbeti, maksadımız marifetullahtır ve bu manada bizler Allahîleriz. Çünkü Allah bu yola önder ve mürşid olarak Hz. Mevlana’yı tayin etti, bu sebeple Mevlevî nisbesini aldık ki bu tarikat dairesinde Allahî ve Mevlevi’den başka zikir, fikir, hareket ve sükûna dair hiçbir şey yoktur.” Sakıb Dede, I, 126.

898 Sâkıb Dede, I, 125.

899 Çelebi’nin bu husustaki değerlendirmesi şu şekildedir: “Bizim hizbimizin manevi saltanatı mülkün sûretinden bi-niyâzdır (güçlüdür). Zahir devletler onların batınî himmetlerine muhtaçtırlar. Çünki gölge şu gavsların istikamet boyuna/bedenine tâbidir. Şu kutupların külah, hırka ve seccadeleri bir padişahın tacından, hil’at ve tahtından az değildir.

Çelebi bu ifadesi ile zahiri devlette zuhura gelen çalkantı ve sarsıntıların deruni velayetteki tahavvülden kaynaklandığını da imâ etmektedir. Diğer taraftan Sâkıb Dede Fars diyarındaki tavaif-i müluk’un çatışma içerisinde bulunduğu günlerde Seyyid Nimetullah-i Velî’nin de benzer şekilde tavır sergileyerek “can han olmaz ve alemin sultanına ademin çobanlığı yakışmaz.” dediğini nakleder. Sâkıb Dede, I, 125.

1200 Kaynaklarımız Çelebi’nin bu hususu işarete inşâd ettiği bir şiirini kaydederler. Şiir için bk. Sâkıb Dede, I, 127; Esrâr Dede, s. 331.

1201 Sâkıb Dede, I, 127.

1202 Sâkıb Dede, I, 128; Esrâr Dede, s. 330.

1203 Sâkıb Dede, I, 128.

1204 Sahîh Ahmed Dede, s. 230.

1205 Sâkıb Dede, I, 128-129. Kendisi hakkında mahdumu Çelebi Emir Adil-i Kûçek, Çelebi Emir Arif-i Kûçek ve Derviş Feyzî-i Belhî tarafından inşâd edilen mersiyeler için bk. Sâkıb Dede, I, 129; Esrâr Dede, s. 332.

1206 Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 230-1, 234, 236, 242-3, 246, 248; Esrâr Dede, a.g.e., s. 150-154;

 

ETİKETLER: