Emir Celâleddin Feridun Ârif Çelebi (Ulu Ârif Çelebi)

A+
A-

ÂRİF ÇELEBİ

TAHSİN YAZICI

8 Zilkade 670’te (6 Haziran 1272) Konya’da doğdu. Annesi, Mevlânâ’nın önde gelen halifelerinden Selâhaddîn-i Zerkûb’un kızı Fâtıma Hatun’dur. Asıl adı Ferîdûn, lakabı Celâleddin’dir. Bu ad ve lakap ona dedesi tarafından verildi. Yine dedesi onun ayrıca Emîr Ârif unvanı ile tanınmasını istedi ve bu unvan asıl adının yerini aldı. Ancak sonradan Mevlevîler “emîr” unvanı yerine “ulu” unvanını kullandılar ve böylece daha çok Ulu Ârif Çelebi diye tanındı.

Sultan Veled’in Fâtıma Hatun’dan doğan çocuklarının hepsi öldüğünden Fâtıma Hatun çocuk doğurmaktansa düşürmeyi tercih ediyordu. Ancak Ârif Çelebi’ye hamile kalınca Mevlânâ ona bu çocuğu düşürmemesini ve bunun için gereken itinayı göstermesini söyledi; çocuk doğunca da onunla yakından ilgilendi.

Ârif Çelebi’nin öğrenim durumu ile ilgili bilgi yok denecek kadar azdır. Nitekim müridi Ahmed Eflâkî, onun hakkında oldukça çok ve ayrıntılı bilgi verdiği halde öğrenimi konusunda sadece bir yerde, altı yaşında iken Malatyalı Selâhaddin adlı birinden Kur’an dersi aldığını kaydeder. Bununla birlikte pek parlak olmasa da divanındaki gazel ve rubâîler onun edebiyat alanında da bilgi edindiğini göstermektedir. Sultan Veled, oğlunda Mevlânâ’nın davranışlarını gördüğü için ona saygı gösterir ve hatta yanına geldiğinde ayağa kalkmaktan kendini alamazdı. Mevlânâ’nın Ârif Çelebi’ye aşırı derecede sevgi göstermesi ve onun bu tutumunun gerek ailesi gerekse diğer Mevlevîler’ce saygıyla karşılanması, Ârif Çelebi’nin her türlü hareketinin hoş görülmesine yol açtı. Nitekim bütün hayatı boyunca görülen aşırı davranışları bunu teyit eder niteliktedir.

Hür ve kayıtsız yaşamayı tercih eden Ârif Çelebi, Gāzân Han’ın saltanatının (1295-1304) ilk yıllarında Irâk-ı Acem’i görmek niyetiyle Erzurum üzerinden Tebriz’e gitti. Orada tanıştığı hanın eşi İltirmiş Hatun kendisine intisap etti. Ârif Çelebi’nin İlhanlı şehzadesi Geyhatu ve Gāzân Han’ın yakınları ile birlikte yolculuk ederken Merend’de şeyh Cemâleddin İshâk-ı Merendî ile tartışmalarına dair bilgiler, onun bir defa daha Tebriz’e gittiğini göstermektedir. Birçok din ve mezhep değiştiren ve sonunda Şiîlik’te karar kılan İlhanlı Hükümdarı Olcaytu Hudâbende (1304-1316), Hz. Peygamber’in kabri yanında gömülü bulunan Hz. Ebû Bekir’in kemiklerini kabrinden çıkarttırıp kaçırtmak istemişti. Durumu öğrenen Sultan Veled bu teşebbüsü önlemek için Geyhatu’nun hanımı Paşa Hatun ve Gāzân Han’ın hanımı İltirmiş Hatun üzerindeki etkisini düşünerek Ârif Çelebi’yi Tebriz’e göndermeye karar vermişti. Ancak Sultan Veled’in bu kararı ölümünden sonra gerçekleşti. Ârif Çelebi babasının bu isteğini yerine getirmek üzere 1316’da yola çıktı. İç ve Doğu Anadolu şehirlerinde (Kayseri, Sivas, Bayburt) sekiz dokuz aylık bir süre geçirdikten sonra 8 Zilhicce 716’da (21 Şubat 1317) Sultâniye’ye vardı. Sultâniye’de bir yıl veya biraz daha fazla bir süre kaldı ve semâ törenini buraya ilk defa o götürmüş oldu. Sultâniye’den Konya’ya hangi tarihte döndüğü belli değildir. 719 yılı Zilkade ayının son cumasında (11 Ocak 1320) Aksaray’dan Konya’ya döndüğünde hastalandı. Yirmi beş gün hasta yattıktan sonra 24 Zilhicce 719’da (5 Şubat 1320) vefat etti.

Mevleviyye tarikatının yayılmasında büyük rolü olan Ârif Çelebi, gençliğinden itibaren daha çok dedesinin itibarına dayanan büyüklük ruhu ile Mevlevîler’e karşı olanlarla sert bir şekilde mücadele etmekten çekinmedi. Ne var ki onun bu tutumu karşısındakilere korku vermiş ve gittiği her yerde bazı olaylara yol açmıştır. Ârif Çelebi ancak babasının ısrarları karşısında evlenmeye razı olmuş, sonunda adını bilmediğimiz bir hanımla evlenmiş, bu hanımdan Emîr Âdil ve Emîr Âbid çelebiler doğmuştur.

Ârif Çelebi’nin seyahat tutkusu bir yandan Mevlevîliğin Anadolu ve Batı İran’da yayılmasına yardım etmiş, öte yandan Menâḳıbü’l-ʿârifîn’in sekizinci bölümünü ona ayıran müridi Ahmed Eflâkî’nin dolaylı olarak bu bölgelerin tarihî, dinî ve sosyal hayatı hakkında bilgi vermesine vesile olmuştur. Nitekim bu vesile ile Batı Anadolu’da Menteşe Beyliği (Milas, Çine vb.), Afyonkarahisar, Lâdik (Denizli), Eğridir ve Tavas; Güney Anadolu’da Antakya, Alanya; İç Anadolu’da Akşehir, Amasya, Akdağmadeni (Amasya Madeni), Tokat, Kayseri, Sivas; Doğu Anadolu’da Erzurum, Bayburt ve Ahlat gibi şehirler, Germiyanlılar, Sâhib Ataoğulları ve bunların yöneticilerine dair az da olsa önemli bilgiler elde edilebilmektedir.

Orta derecede bir şair olan Ârif Çelebi, dedesininkilere nazîre olarak yazdığı tasavvufî rubâî ve gazelleriyle tanınır. Rubâîlerini Ulu Ârif Çelebi’nin Rubaileri adıyla neşreden (İstanbul 1949) Feridun Nafiz Uzluk’un verdiği bilgilere göre Ârif Çelebi’nin Farsça bir divanı vardır. Millet Kütüphanesi’nde bulunan (Pertev Paşa, nr. 157) Menâḳıbü’l-ʿârifîn nüshasında bir mersiye ile seksen iki gazel ve rubâîsi yer almaktadır (vr. 176a-217a).

———————–

BİBLİYOGRAFYAUlu Ârif Çelebi’nin Rubaileri (trc. Feridun Nafiz Uzluk), İstanbul 1949.Ferîdûn-i Sipehsâlâr, Risâle-i Sipehsâlâr (nşr. Saîd-i Nefîsî), Tahran 1325 hş., s. 151-153.

a.mlf., Terceme-i Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr (trc. Midhat Baharî), İstanbul 1331, s. 205-206.

Eflâkî, Menâḳıbü’l-ʿârifîn (nşr. Tahsin Yazıcı), Ankara 1980, II, 825-974.

Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 65-95.

a.mlf., Kataloğ, II, 211; III, 21 vd.

H. Ritter, “Philologika XI”, , XXVI (1942), s. 127.

J. T. P. de Bruijn, “ʿĀrif Čelebī”, , s. 83.

 

  ULU ÂRİF ÇELEBİ

(Hz. Mevlâna’nın Torunu, Mevlevîliği Anadolu’nun Birçok Yerine Yayan Kişi)

Ayten LERMİOĞLU

Sultan Veled’in ışıklı hayatının nihayet bulmasından sonra, yerine oğlu Ulu Ârif Çelebi geçti.

Sultan Veled’in eşi Fatma Hatun’un daha önce doğan çocukları yaşamamıştı. Bu hamileliğinde de yine bundan korkuyordu. Fakat, Mevlâna’nın gönderdiği müjdeli bir haber Fatma Hatun’un korkularını giderdi.

Ârif Çelebi, 1272 de dünyaya geldi. Bu mesut haberi alan Mevlâna, hemen Fatma Hatun’un yanına koştu; gelininin başına paralar serptikten sonra, çocuğu istedi. Mübarek feracesine sararak alıp götürdü. Epey bir zaman sonra geri getirdi. Yavruya kendi adı ile anne tarafından dedesinin adı olan Muhammed Celâleddin Feridun adını verdi. Sonra;

-Bu çocuğu Emir Ârif diye çağırın. Bana da babam, “Hüdâvendigâr” derdi, adımı söylemezdi, buyurdu ve şu gazele başladı :

Feridun kutlu olsun bize; din padişahı olsun,
Gökteki ay gibi parlasın, aydın bir hâle gelsin.
Şekerlerle dopdolu mısır tarlası gibi tatlılaşsın,
Kutluluk meydanından topu çelsin;
Eyeri vurup yağız devlet atına binsin.
Ay gibi ikbal burcundan doğan bu Feridun baştanbaşa sevgidir.
Hamd olsun Allah’a; devlet köşkünde rütbesi, mansıbı artar.
670 yılında bir Salı günü anasından doğdu.
Zilkade’nin sekiziydi; öğleyi iki saat geçmişti.
Hüsrevler soyundandır.
Şirin gibi sevgili olur elbet.
Ana tarafından da soylu bir padişahtır ;
Baba tarafından da.
Kara gözleri huriler gibi cennetten gelmiştir.
Ergenlik çağına gelip yetişince bu şiirimi görür, beğenir.
Dilerim, binlerce yıl yaşasın.
Feridun, sen de bu dûaya candan âmin de.

Bir gün de Mevlâna bu kutlu torununu sevip okşarken, Sultan Veled’e;

-Bahâeddin, bu çocukta yedi velînin nurunu görüyorum : Babam Bahaeddin’in, Seyyid Burhâneddin’in, Şems-i Tebrizî’nin, Şeyh Salâhaddin’in, Çelebi Hüsâmeddin’in, benim ve senin, buyurdu.

Şimdi, Ulu Ârif Çelebi’nin çocukluk günlerini düşünürken Menâkıbu’l-Ârifîn’den şu satırları aktaralım :

“Ârifin beşiğini Mevlâna’nın yanına getirdikleri zaman Mevlâna mübarek eliyle üzerindeki örtüyü kaldırıp inayet nazarları ile mütemadiyen beşiğin içine baktı. Bu kundak çocuğu da Hakk’ın inayeti ile büyük babasına karşı bir takım hareketler yapmaya başladı. Mevlâna, Ârif, “ALLAH” de, buyurdu. Hemen söylemek kudretini veren Cenab-ı Hakk’ın dile getirmesiyle İsa’nın dili gibi fesahatle “Allah” demeye başladı. Öyle ki çevredekilerin hepsi bunu işitip feryat ettiler. Bir kısmı o hâlin dehşetinden bayıldı…”

Ulu Ârif Çelebi büyüdükçe hâli, tavrı, yürüyüşü, semâı velhâsıl her şeyi Mevlâna’ya çok benziyordu. Fakat meşrebi Şems-i Tebrizî gibi celâlli idi. Kendisine hürmet ve aşk derecesinde sevgi gösterenlerden biri de babası Sultan Veled’di. “Velî’yi velî bilir, ârifi ârif anlar” gereğince gerçeği görüyor, oğlunu evlat sevgisinin çok fevkinde seviyordu.

Emir Kayser-i Tebrizî’nin kızı Devlet Hatun’la evlenmiş olan Ulu Ârif Çelebi çok seyahat ederdi. Hemen bütün Anadolu’yu gezmiş, Irak ve Tebriz’e kadar gitmişti

Sohbetlerinde;

-Peygamber ve velîler mucize ve keramet için değil, insanları Hakk’a davet için bu âleme gelmişlerdir. Fakat bedbahtların inkârları sebebiyle olağanüstü şeyler gösterirler ki başkaları ibret alsın, buyururdu. Yine buyururdu ki :

-Mevlâna’nın kutsî ruhunun hakkı için söylüyorum, ben kendimi göstermeyi asla sevmem. Keramet de hiç hoşuma gitmez; ama bazı zaman vâkî olan şeyler dostları teşvik içindir.

Âriflerin menkıbelerini toplayıp Menâkıbu’l-Ârifîn’i, yazan Ahmed Eflâkî de Ulu Ârif Çelebi’nin müridlerinden idi. Mevleviliğin ilk dönemleri hakkında bizleri aydınlatan bu güzel kitabı, Ârif Çelebi’nin emri ile yazmıştı.

Bir gün Ulu Ârif Çelebi Lârende’den Aksaray kazasına gitmişti. Semâ meclisleri tertip ediliyor, kendisine türlü ikramlarda bulunuluyordu. On gün kadar kaldıktan sonra bir gece uykusunda pek çok ağladı. Sabahleyin sebebini soranlara bir çardakta oturduğunu ve görülmemiş bir bahçeyi seyrettiğini, bahçede dedesi Mevlâna Celâleddin’i gördüğünü anlattı. Mevlâna yedi velînin nurunu taşıyan torununu davet ediyordu. Ulu Ârif Çelebi o davetin tesirinden ve bahçenin güzelliğinden ağlamıştı. Bu rüyadan sonra hemen Konya’ya hareket etti. Şehre varınca kendisinde bir kırıklık, bir keyifsizlik peyda oldu. 719 Hicrî (M.1320) yılının Zilkade ayında bir Cuma günü güneş doğarken Türbenin kapısında Mevlâna’nın şu sözlerini söyledi :

“ Bu dünyadan kurtulmanın zamanı geldi. Burada bana hem-derd kalmadı. Benim hem-derdim babam ve Hüdâvendigâr idi. Hüdâvendigâr’ın yüzünü arzuluyorum. Mutlaka gideceğim.”

Rahatsızlığına aldırmayarak o gün Cuma namazına gitti. Baba ve dedesini ziyaret etti. Şimdi gömülü olduğu yere uzanıp yattı. Bir zaman sonra kalkıp buyurdu ki :

-İnsanın toprağı gömüldüğü yerden alınmıştır. Beni buraya gömün…

Ertesi gün rahatsızlığı biraz daha arttı. Etrafında ağlayanlara;

-Gelişimiz sizin için olduğu kadar gidişimiz de sizin içindir, diyordu. “Bütün hâllerinizde sizinle beraberim. Tam bir huzurla beni yolcu edin.”

Ulu Ârif Çelebi’nin hastalık müddeti bir ay sürdü. Mevlâna’nın dünyadan göçüşünden evvel olduğu gibi yine o günlerde Konya’da deprem oluyordu. Zilhicce ayının yirmi dördüncü Salı günü çocukları Şahzâde Bahaaddin Emir Âlim ve Muzaffereddin Emir Âdil yanında idiler. Onların Hüdâvendigâr’a ait olduklarını, vasiyete ihtiyaçları olmadığını söyledi. Ahmet Eflâkî’ye Türbesi’nin hizmeti ile meşgul olmasını, menkıbeleri toplayıp yazmasını tembih etti. Öğle ile ikindi arası Kur’an okuyarak kırk dokuz yaşında aslına göçtü (M. 5 Şubat 1320).

Tam kış ortasıydı. Konya’nın meşhur soğukları ortalığı kırıp geçiriyordu. Yerler ve sular donmuştu. Buna rağmen hâlkın ekseriyeti cenazede bulundu. Çelebi, yanık bir merasimle baba ve dedesinin yanına Yeşil Türbe’ye defnedildi.