Ekrem Demirli: Neden ‘Herkes zannınca yar oldu bana’ der Mevlânâ

A+
A-

TÜRKKAD tarafından düzenlenen Kültür Sohbetlerinde Prof. Dr. Ekrem Demirli Hz. Mevlana’yı anlattı. Sohbetin notlarını Elçin Ödemiş paylaştı.

Elçin Ödemiş Haberi

TÜRKKAD Genel Merkezi (Türk Kadınları Kültür Derneği) süregelen Kültür Sohbetleri programında Konevî çalışmaları denilince ilk akla gelen isimlerden biri olan Prof. Dr. Ekrem Demirli’yi ağırladı. Kendisinin çalışmaları özellikle iki alanda, Sadreddin Konevî şârihleri ile İbnü-l Arabî üzerinedir. Demirli; Konevî, Abdürrezzâk Kâşâni, İbn Sina ve İbnü-l Arabî çevirileri ve farklı yayınevlerinden çıkmış kitapları, dergilerde yazıları yer almaktadır. 2016 yılında faaliyete başlayan Klasik Düşünce Okulu’nun başkanlığını yapmakta.

Şeb-i Arus’u içine alan Aralık ayı olması münasebetiyle 8 Aralık’ta TÜRKKAD Genel Merkezi’nde yapılan sohbetin konusu “Hz. Mevlânâ” idi. Sohbete başlarken Ekrem Demirli Hoca biyografik bilgilerle ilgilenmediğini, nazariyet üzerine çalışma yaptığı için spesifik konulardan bahsetmeyi sevmediğini belirttikten sonra Mevlânâ üzerinden birkaç temel bahsin üzerinde duracağını söyledi. Peki, sohbetin içeriğini oluşturan bu temel bahisler nelerdi: Mevlânâ kimdir? Kim üzerine konuşuyoruz? Mesnevî nedir? Fîhi Mâ Fîh nedir? Mevlânâ’ya Mesnevîye nasıl bakacağız? Mesnevî’yi nereye konumlandırmalıyız?  Kimlerle yan yana olmalı? Kitabın adı ne? Ne anlatıyor? Aşk kavramı nedir? Kendini bulmak? Metafizikçinin görevi nedir?

İki saate yakın süren sohbette Ekrem Demirli bunların yanı sıra fıkıh, usul, günümüzde tasavvuf ile ortalama Müslümanlığın arasında oluşan mesafenin nedenleri, bir metafizikçinin işinin ne olduğu, Mesnevî istismarı konularına da değindi. Ayrıca Mesnevî’nin giriş kısmında onun önemine ve nereye konumlandırmamız gerektiğine dair sorularımızın cevaplandığını belirten Demirli, dikkatsiz tercümelerin yol açtığı sorunlara ve nazariyat konularının –sosyal medyada görüldüğü üzere- reklam cümleleriyle anlatılamayacağına dikkat çekti.

Prof. Dr. Ekrem Demirli Hocanın konuşmasından tuttuğum notlar şöyle:

“Tasavvuf araştırmalarının şöyle bir problemi var, genellikle tasavvuf diyelim ki ben İbn Sina üzerine konuşsam ya da Farabi üzerine, İmam Mâturîdî üzerine konuşsam dinleyici kitlesi daha farklı olabiliyor ama tasavvuf üzerine konuştuğum zaman dinleyici kitlesi değişiyor. O dinleyici kitlenin duyarlılıkları ile İmam Mâturîdî’yi konuştuklarımızın duyarlılıkları bir olmuyor. Bu açıdan konuyu anlatırken sorun yaşıyoruz. Şu cümle mesleki açımda benim için çok önemli: İbn’ül  Arabî ve Konevî tasavvuf tarihinde, düşünce tarihinde tasavvufun metafizik evresine karşılık gelirler. Şimdi bu cümle sizin için zaten öyledir diye düşünebilirsiniz ama o kadar değil bayağı büyük bir cümle. İspatlanması için üç-dört yıl çalışma yapılması gereken, yazı yazılması gereken çok zor bir cümledir.

Akademik  bilimsel çalışma neyi amaçlar?

Genellikle tasavvufa ilgilenen insanlar bir sürü şeyi velilik kabul ediyor, bu böyledir zaten böyle olmalıdır. İbn’ül Arabi çok büyük isimdir Konevî çok büyük isimdir veya Mevlânâ çok büyük isimdir böyle kabul ediyorlar. Bizim işimiz biraz daha o büyük çok büyük olan o isimler niçin büyüktür konusu üzerine odaklanıyor. Dolayısıyla akademik bir şey yapmaya çalışıyoruz bilimsel bir şey yapmaya çalışıyoruz. Mevzunun ayaklarını yere indirmeye çalışıyoruz. 

Gökyüzünden Simurgu yeryüzüne indirmeye çalışıyoruz

Tasavvufa dâhil bütün konular nazarî konuları içeriyor. Misal normalde bir İbn’ül Arabi ve Konevî uzmanı Yunus Emre üzerine çalışmamış olabilir ama onun şiirini nereye oturtabileceğini, bağlamı bulur. Mesnevî üzerine çalışmamış olabilirler Mesnevîyi nereye oturtabileceğini, hangi sorular sorabileceğini bulur. Hallacı Mansur üzerine veya bir başkası üzerinde çalışmamış olabilir ama metafizik üzerine çalıştığı için kurucu disiplin üzerine çalıştığı için buna imkânı olur.

Büyük Anadolu düşünce sistemini kuran kimlerdir?

13. yüzyıl Anadolu yani geniş Anadolu ben büyük Anadolu kavramını kullanmayı severim.  Büyük Anadolu kavramı Büyük Selçuklu-Osmanlı sınırları anlamına geliyor. Anadolu Lübnan’a da uzayabilir Mısır’a doğru gidebilir, Şam onun içinde bir yerdedir, Bağdat vs.. bir taraftan Kırım’a Balkana gidebilir. İran’a gidebilir geniş bir şey. Geniş bir coğrafya anlamında kültürel bir nitelendirme diyelim. Buradaki en önemli kurucu isimler Konevî, İbn’ül Arabî, Mevlânâ. Burayla ilgili olmak ister istemez Mevlânâ’yı tanımak, akademik olarak bilmek gerekiyor. Yunus’u tanımayı gerektiriyor.

Metafizikçinin görevi nedir?

Herhangi bir türküyü, ilahiyi deyişi, herhangi bir şiiri, ifadeyi, atasözünü düşünelim. Mesela bizim Türkçemizde “Siftah senden bereket Allah’tandır” diye bir cümle var. İbn’ül Arabî çalışanların bu gelenektekilerin görevi bu cümlenin silsilesini çıkarmaktır. Bu niye böyle söylendi? Nereye gidilmek isteniyor? Bizim işimiz budur. Dolayısıyla bir bakıma Türkçemizde işlenmiş olan deyimlerin, anlatılan hikâyelerin, ifâdelerin, herhangi levhada okuduğunuz cümlenin, mezar taşındaki ifadenin, Anadolu’da köydeki bir ananenin “Oğlum Tanrı misafiridir” diye anlattığı bir meselenin bunların dayanağı olan arka planın, derin aklı, derin düşünceyi çözmek İbn’ül Arabî ve Konevî ile ilgilidir. Burada öyle bir perspektif ortaya koydular ki, hangi söz varsa biz o sözü onlara referanslarla açıklayabiliriz.

Bu yüzden birine (İbn’ül Arabî)Şeyhi Ekber dendi, diğerine “Şeyh-i Kebir” dendi. Dolayısıyla Mevlânâ üzerine konuşmalarda, bakış açımızın bir paradigmaya oturması gerekiyor. Kimdir? Kim üzerine konuşuyoruz?

Mesnevî ve Mevlânâ istismarı nasıl yapılıyor?

Türkiye’de yayınlamış olan şöyle kitaplar var: ”Mesnevîden seçme hikâyeler” “Mesnevîden masallar”… Bana o kadar tuhaf gelir ki, irkilirim. Mevlânâ’ya desek ki biz senin kitabından şöyle bir şey yaptık çok şaşırırdı. O kadar tuhaf bir şey. Neden? Karşında bir hikâyeci var zannediyorsun yani bir masalcı var zannediyorsun, şiir anlatan birisi var zannediyorsun. Ama bu sadece kitaplarda değil bugün Mevlânâ’yı demeyim Mesnevî istismarı çok yaygın, nerede kullanıyoruz? Twitter’da kullanıyoruz, sosyal medyada kullanıyoruz, şurada burada, birbirinden bağlamından kopuk atasözü söyleyen birisi, birisine laf yapıştıracağız Mevlânâ’yı kullanıyoruz, güzel bir şey söyleyeceğiz Mevlânâ’ya gidiyoruz. Dedi mi demedi mi? Mevlânâ bunu dedi de hangi anlamda dedi?

Mevlânâ ile ilgili yaşadığımız perspektif problemleri nelerdir?

Güçlü bir Mevlânâ ve Mesnevî perspektifine ihtiyacımız var. Mevlânâ kimdir?  Mesnevî nedir? Özellikle Mesnevî diyorum, aslında Divan-ı Kebir de çok önemli ama Türkiye henüz Divan-ı Kebir’le ilgilenmeye başlamadı,  daha çok Mesnevî ile Mevlânâ’yı takip ediyoruz. Firdevs’inden İran edebiyatına çok geniş bir edebiyat çalışmamız yapmamız gerekiyor. Ama şu an biz sadece Mesnevî üzerinden gitmeye çalışıyoruz. Onları parça parça okuyoruz bunlar bütün değil,  günümüzde karşılaştığımız en önemli problemlerden biri bu.

Mesnevî’nin girişindeki 18 beytin yorumlanmasıyla ilgili bir çalışmam var. Dua edin inşallah tamamlanır. Yapmak istediğim bir projem, bir programım var. Mesnevî’yi Mevlânâ’nın maksadına en uygun çerçevede tam olarak anlamaya çalışmak. Mevlânâ’yı ancak Mevlânâ bilir. Mesnevî’yi ancak Mesnevî’yi yazan bilir.

Mevlânâ’ya Mesnevî’ye nasıl bakacağız?

Bu sorunun ardından ilgili kitabın girişinde işaretlediğim kısımlardan okuyayım, sohbetin bereketi olsun. Mesnevî Farsça bir kitap ama bu bölüm Arapça. Fakat Arapçadan etkilenme olduğu için dikkat çekmemiş halbuki burası çok önemli bir şey. Giriş kısmı kitap için çok önemli. Mevlânâ’nın nerede durduğunu, perspektifini anlamak bakımından burası çok önemli.

Diyor ki: ‘Bu Mesnevî kitabıdır’ Arapçadan rahatça tercüme etsem böyle başlamam “Bu Mesnevî kitabıdır değil kitabı diye başlarım. “Dır” denilince başka bir şeyi bitirmiş oluyorsunuz. Bu Mesnevî kitabı demek lâzım ondan sonra gelen cümleyi tümleç yapmak lâzım. Mesnevî edebi bir tarz  ikili yazılan demek. 26.000 kusur beyitten oluşuyor. Bir kitaba bir şiir tarzının adını vermek gerekmez. Mevlânâ öyle dese dahi, diyeceğiz ki Mevlânâ kitabına isim vermemiş.

Mevlânâ bizi nereye çağırıyor?

Bu kitap o gerçeğe ulaşma ve kesin bilgi sırlarını açmada dinin asıllarının asıllarının asıllarıdır.’

Asıllarının asıllarının asılları diye bir ifade olamaz, bu şiirsel bir şeydir. Burayı aslının aslıdır diyeceğiz yahut usuldür diyeceğiz. Bu usullerin dinidir diyeceğiz. Şunu demek istiyor. Kelam diyecek ki bizimki usul-i dindir. Tasavvuf ise usul-i usul-i dindir diyecek. Bir de muakkipler çıkacak ve bizimki ise usul-i usul-i usul-i dindir diyecek. Bu kendi içinde bir hiyerarşi yani ortada bir din geleneği oluştuğunu gösterir. Bu elenek içinde Mâturîdiler, Eş’ariler çıkıyor ortaya.  Sonrasında tasavvuf çıkıyor. Bunlar hep aynı şeyin peşindeler, aynı şeyi arıyorlar. Peki, neyi arıyorlar? Elbette gerçeği. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle diyor:  Allah’ım bana eşyanın hakikatlerini olduğu hâl üzere göster.’

Eşya ne demek? Şey kelimesinin çoğulu. Şey kelimesi masiyete dâhil olan her şey demek. Allah’ın “kün” dediği her şey. Dolayısıyla Hz. Peygamber ‘Bana var olan varlıkların hakikatini göster.’ diyor Peki ‘göstermek’ten kastı nedir? Bu kademe kademe ele alınması gereken bir şey: İnsanın hakikati nedir? Biz buraya niye geldik? Biz burada ne yapıyoruz?

Peşinde olduğumuz asıl soru  

En hayati soru bu:  Ben kimim? Ve sen kimsin? Bir de bu var. Üç bizim bu ilişkimiz ne? Yani yaşadığımız bu hayat ne? Bunu bir anlamamız. Bir yazıda da kullandığım Çinli bir bilgenin güzel bir sözü var: ‘Bir ara rüyamda ben kendimi kelebek olarak gördüm. Uyandım baktım, ben kelebek değilmişim ben benmişim. Fakat bir tereddüde düştüm acaba ben şu an rüyasında kendini ben olarak gören bir kelebek miyim değil miyim?’

Aslında Peygamber Efendimi ile aynı soruyu soruyor. Hz. Peygamberimiz o duayı yaptığına göre cevabı da bulmuş olduğuna inanıyoruz.

Aslında bu can alıcı soru gündeme hiç gelmiyor, kaçıyor, saklanıyor tecelli gibi bir şey. Tecelli kelimesi Türkçede cilve gibi kullanılır. Cilve kelimesi tecelliye daha uygundur. Cilve görünüp kaçmak demektir. Görünüyor kaçıyor niye? Peşinden gitmemizi istiyor. Bizi avlamak istiyor maksadı bu. Derdi bizi hakiki sorumuza götürmektir.

Gerçekte sevmek nedir? Gerçekte inanmak nedir? Gerçekte merhametli olmak nedir? Gerçekte adil olmak nedir? Gerçekte doğru sözlü olmak nedir? Peygamber Efendimiz her konuda gerçeği istiyor. Peygamber Efendimiz oksijeni bilmeden “elinde bir fidanı olan fidanı diksin” diyordu. Oksijeni bilmiyor ama bana faydasını bilmiyor. Yunus Emre ağacın faydasını nereden biliyordu? Ağacı yeryüzünün bir sakini olarak görüyor ve  Allah’ı tespih eden bir canlı olarak baktığı için ona zarar verilmemesini istiyordu. Doğaya bir böyle bakmak var bir de çıkarlarımız üzerinden bakmak var.

Dolayısıyla benim her gerçek arayışım kendimden uzaklaşma olacak. Ve en nihayetinde gerçeğe ulaştığımda ise kendime ulamış olacağım. Yolculuk benden bana olacak. Yani benden bir uzaklaşacağım sonra gerçek neyse ona ulaşabilirsem o zaman ben neymişim öğrenebileceğim. İşte bu “Kendini bilen Rabbini bilir“dir. Egonun dışına çıkarak ben’in dışına çıkarak bir hakikate ulaşmaktır ve hakikatte kendini görmektir. Hakikat aynasında bütün değerlerine bakmak, yani kullandığın kavramlara, sevgine, adaletine, merhametine, cömertliğine, iyiliğine ve aklınıza gelecek bütün değerlerinize…

Bu bir yolculuk işi.  Bu kitabın hikâyesi bu gerçeği anlatmak meselesidir. İlâhî meşiyetin içine giren bütün varlıkları içerir. İnsan davranışlarını içerir, ahlâkını içerir, düşüncesini vs içerir.

Mesnevînin anlatmak istediği nedir?

Mevlânâ diyor ki bu kitap, gerçeğe dâhil yazılmış bir şeydir. Eğer siz de sıkıştığınızda yalanın beyazına falan meyledecekseniz bu kitapla irtibat kuramazsınız. Kampınıza çekildiğinizde adaleti yeniden tanımlayacaksanız bu kitap sizinle ilgili değil. Herkes hamaseti tarafından yönetilecekse bu kitap sizinle ilgili değil. Kitap derin bir kitap. Cüneyt Bağdadî’nin ahlâk anlayışı var burada. Ona soruyorlar:

-Bir adam uçsa.

-Uçabilir abartmayın kuşlarda uçabilir diyor.

Cüneyd Bağdadi, mevzu bu değil demek istiyor. Peki mevzu ne? Ateşte yanmıyor, mevzu bu da değil. Suda yürüyor. Mevzu bu değil. Peki mevzu ne? Şöyle cevap veriyor:

-Yalan söylememek. Ahlâki olanı kozmik olan her şeyden üstün tutmak. Yalan söylememek, kibirlenmemek, merhametten taviz vermemek. Bunu her şeyden üstün tutan tasavvuftur diyor. Mevlânâ’nın dediği de tam bu. Davranışlarımızda o hakîkati aramak.

Usul-i din demek, dinin akide tarafıdır, yani Allah’a iman etmektir.  Usul-i usul-i din olmak lâzım. O zaman Allaha iman etmek yetmez, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak lâzım. Bir üçüncü usül ekliyor buna ardından. O’nun marifeti o marifete ulaşmak lazım.

Din ve hakîkat kullanıldığında her davranışımızın gerçeği meselesi var ama en nihayetinde Hakîkatin kaynağı Allah’dır.  Kitabının oturduğu bağlam bu. Allah’ı merak etmek, aramak üzere bir kitap.

Gelelim şimdi, ikinci cümleye:

‘O Allah’ın en büyük fıkıhı en aydınlık yolu Allah’ın en açık delilidir.’

Kitabın adı Fıkh-ı Ekber. Bunun için üzerinde durduk. Fıkıhı biz daha çok davranışlarımızla ilgili olarak biliriz. Fıkıh denilince namaz, abdestin şartları, vs. bunların akla gelmesi doğru. Neticede Müslümanların bir standardı olması lâzım.

Ahlâk olunca ne olur? Mevlânâ neyi kast etti?

Ahlâk genel anlamda insanın kendini cinsellikten ve yeme içmeden uzak tutması demektir. Bizim hayatımız yeme içme ve cinselliğe münhasır değil daha kıymetlidir demektir. Bunun süreklilik kazanması müstağnilik yani züht-hürriyet hallerini ortaya çıkarır. Orucun ahlâka dönüşmesi bu demektir. Orucun yenmek istediği hırs, aç gözlülüktür. Ahlâk olunca ne olur? İman ettiğimizi yakından tanımaya başlarız. Yakîn burada ortaya çıkıyor, tanımaya başladık. Bunun bir de esmaya bağlanması var, ona da da marifet diyelim. Üçüne birden, iman, ahlâk bunun dayandığı marifete fıkh-ı ekber diyoruz. Ya da metafizik diyoruz kastettiğimiz bu. Bunun püf noktası şu, Allah’ı tanıyabilmek için Allah’a benzemeye çalışmamız gerekiyor. O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak… Mevlânâ bu sebeple kitabını bu şekilde tanımlıyor. Bu bir fıkh-ı ekberdir diyor. Bu kitap Allah’ı tanımakla ilgilidir ama Allah’ı tanımak yetmez. Bilgi olarak kavram olarak Allah’ı bildim demek yetmez. Varlığına inandım demek yetmez. Bunun ahlâk ile tamamlanması lazım.  Ayrıca bu ahlâkın dayanağı marifet de olması lâzım. Böylece bir anda bilgimiz marifete dönüştü Marifetullah oldu. Böylece Mevlânâ kitabını en yükseğe çıkardı.

Nitekim diğer bir kitabına Fihi Mah Fih dedi. Aynı mantıkla. Tercümelerinde zorlanırlar, “ondadır onda olan” ne demek bu?

 “Efradını cami ağyarını mani” şeklinde bir tabir vardır. İşte Fihi Mah Fih demek ilgisizler dışarıda, burada boş laf yok demektir. Ne ile ilgili, ne lâzım? Allah’a, ahlâka ve Allah-insan ilişkisine dâhil ne varsa bu kitapta var demek istiyor. Ben bu kitabı yazsam metafizik diye yazar Konevînin yanına koyarım.

Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor ayrılıkları anlatıyor.’

Tasavvuf denildiğinde zihinlerde mistik ve gizemli sırlar canlanıyor. Oysa tasavvuf çok açıktır. Özü kelime-i tevhittir. Bu sır değildir. Asıl söylenmeyecek olan, sır olan farklıdır. Bir hayır yapıyoruz o hayırdan vazgeçemiyoruz. Onun sır olması lâzım. Allah sana bir fakir tanıttı ihtiyaçlarını giderdin bunu unutabilmen lâzım. Sır burası zor olan bu tut tutabilirsin.

Tasavvuf gözüyle bakarsam herkeste kemâliyet bulmalıyım. Ondan dolayı tasavvuf zor yoldur. Hiçbir şey ötekinden daha öncelikli değil. Her şey hakkın hamdini tespih ediyor bunu anlamamız lâzım. Mevlânâ’nın anlatmak istediği bu. Verdiği örneğe takılıp peşinden gidersek sazlığa gidemeyiz. Anlatmak istediği şeyi anlarsak o zaman başka bir noktaya ulaşırız.  İlk bakışta insan anladım zannediyorsun ama aslında anlamıyor. Neden, çünkü örneğe takılıyor. Kitap aslında üflemeli bir çalgı olan neyi değil insanı anlatıyor.

Ayrılık kelimesi esas mevzuyu anlatıyor bize. Bir yerden ayrılmışız. Yaşadığımız hal nedir? Diyorum ki buraya atılmışız düşmüşmüşüz. Büyük bir moral bozukluğu. Bir yerden ayrılıp buraya geldiğime göre iki yer var bir burası birde ayrıldığım yer var.

Mevlânâ ayrıldık der, yani fırkat. Fırkat kelimesinin en anlamlı olduğu yer neresidir? Cem’in olduğu yerde. Bir beraberlik varmış ayrılıktan öncesi varmış. Mevlânâ zihnimizi bir anda ikiye böldü. Bir metafizikçinin işi bu. Bundan bir öncesi varmış ve ayrı değilmişiz. O zaman buradaki halim ne olur? Moral bozukluğumuz bedbinlik mi, çöküntü mü? Elbette hasret olur. Mevlânâ bize hikâye verdi pozisyonumuz çok açık belli oldu. Biz mutlak bir yokluğu konuşmuyoruz. Descartes gibi; ‘Düşünüyorum varım’ demedi. Kitabına başlarken ya orayı geçti ya oraya hiç girmedi. Neden? Allah’ın varlığını kanıtlanması gereken bir mesele olarak düşünmedi. Varlığını var kabul etti. Böyle bir mesele yok dedi. Mevlânâ ateizm sorununu bir mesele olarak kabul etmiyor.

‘Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemektedir.’

Peygamberimiz demişti ya ‘Eşyanın hakikatini göster.’ Bize bir mebde gösterdi. Biz bir yerden gedik meçhulden gelemedik.  Bir insan nereden geldiğini biliyorsa avantajlıdır derdini anlatabilir. Sazlıktan koparılıp geldim biz zannediyoruz ki bu adam ağlayıp duruyor. Ben ne olduğumu niçin ağladığımı biliyorum, nereden geldiğimi biliyorum kim olduğumu biliyorum. Ne kadar çok bilgisi var. İnsanın bu temel bilgilerle donanmış kabul ediyor Mevlânâ. 13. asırda Konya’da şöyle konuşuyor ey İnsan! Moğol dönemi ondan önce Haçlılar her yer tarumar olmuş yıkılmış filan insanın gündemini değiştiriyor bâşka bir hikâye anlatıyor. Sazlıktan koparılmışız ağlıyoruz sızlıyoruz falan ama elimizde dört bilgi var. Ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi, ne yaptığımızı ve neyi özlüyoruz. Nasıl gideceğimizi biliyoruz belki. Bayağı bilgiliyiz en kötü bilgi bilmemek olurdu. Dünya neymiş gurbetmiş bir anda ufkumuz değişti. Mevlânâ’ya bakışımız değişti.

‘Özlem derdini anlatabilmem için ayrılıktan dilim dilim olmuş bir yürek isterim.’

‘Biri bir bilir’ bu tasavvuf cihetinden söylemiş. Mesela, kâmil bir insan Mevlânâ’yı övüyoruz ne kadar bilebiliriz kabımız kadar. Bize tecelli eden cihetiyle biliriz. Bizim her ‘Mevlânâ büyük insandır’ deyişimiz şaibelidir. Çünkü o büyüklük kavramı bize aittir. Önemini kendimiz üzerimizden kurarız. Bu ne demek şimdi? Bir kişi ancak kendi seviyesinde olan hakkında konuşur demek. Mevlânâ hakkında Konevî’nin cümlesi önemlidir. Konevî’nin hakkında Mevlânâ’nın cümlesi önemlidir. Onun için isimler üzerinde değil metinler üzerinde konuşuyorum. Metinde yolculuk yapmaya çalışıyorum. İnsanın paramparça olması lâzım. Ancak hâllenen kişiler birbirini anlayabilir. ‘Kadın erkek ağlar’ dedi bu da yetmez paramparça olmaları gerekir çünkü ben paramparça oldum diyor.

Kendi aslından uzak kalan herkes yine kavuşma zamanını özler.’

Burada ‘asıl’ kavram karşımıza çıktı. Asıl kök demekKökümüzü özlüyoruz asıl vatanımızı. Tasavvufa girmiş bir kavramdır vatan-i asli. Zor bir konu. Farklı farklı görüşler var. Bir kısmı için vatan-i aslî âlem-i ervahtır. İbn’ül Arabî için ayan-ı sabitedir. Mevlânâ için nedir bilmiyorum. Mesnevî’den çıkartılabilecek bir şey değil bu açıkçası. Âlem-i ervah mıdır? Bezm-i elest midir? Açık değil.

Âşk kavramı, neden âşık oluruz?

Bir eksiğimiz var diye âşık oluruz. Cenab-ı Hakkta ise bir vücut var etme halidir. Bu yüzden Allah el-Vedüd’dür. Bizde ise öyle değil âşk eksiklik haline taalluk eder.

Hikmet bizim yitiğimizdir. Ona ulaşıp öyle güçlenmek isteriz. Dolayısıyla âşk burada olan bir şeydir. Ulaştığımızda âşk olmayacak. Âşk yolculuk ile ilgilidir. Yolculukta bizi yürütmek içindir. Çünkü biz normalde tembel olan insanız. Âşk bizim uçmamızı ister. Âşk uçmaktır. İki şey lâzım. Mevlânâ şöyle bir benzetme yapıyor:

Affederseniz insan eşektir diyor. Şimdi kanat takmışlar fakat bakın uçabilmemiz için kanatların güçlenmesi ve bedenin zayıflaması lâzım. Bedenin zayıflaması ibâdetler ve züht demek, kanatların güçlenmesi ahlâk demek. Beden şişmiş ego koltuğa oturmak istiyor. Bizim Hz. Âdem’den beri ağaca yaklaşma meselemiz var ya onu kökünden kopartmak istiyoruz içimizdeki hırs bu.

‘Herkes zannınca yar oldu bana’

Herkes kendi hayatının öznesi. Kimsenin görevi başkasını anlamak değil. Benim görevim kendimi anlamak. Benim görevim seni anlamak değil. Yanlış anlamak insanın tabiatındandır. Birbirimizi doğru anlamamak bizim tabiatımızdır. Çok önemli bir cümledir. Anlasaydın zaten anlamadın derdi bize neden? O aslımızla olan bağımız vatanımızla kökümüzle olan bağımız bizi müşkülpesent yaptı. Biz bir şey beğenemeyiz. Hiç birimiz hiçbir şey beğenemez. Beğenir gibi yaparız şartlar gereği ama hiçbir zaman zihnimizde o ‘en iyi’ değildir.

Benim kastım varoluşsal bir şey, varlığı beğenmemek. Doyumsuzluğumuz bizi yolculuğa çıkartacak. Ayrılıktan şikâyetimiz olduğu için dünyayı sana verecek ne yapayım bir gün gideceğim. Ne yapayım burayı. Müşkülpesentlik bu. Geçicilikte kaynaklanan bir durum. Mevlânâ dedi ki kimse kimseden dert yanmasın beni anlamadılar diye. Kimse kimseyi anlamayacak. Siz beni de anlamadınız diyecek. Burada neyi Mevlânâ gibi düşünelim.

Tek meselemiz var kendimizi anlamak. “Kendini bilen Rabbini bilir” ama seni bilen Rabbini bilir diye bir cümle yok.

Elçin Ödemiş

Dünya Bizim