EHL-İ BEYTİN YASINI TUTMAK
Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 35
EHL-İ BEYTİN YASINI TUTMAK
Aşûre günü Halepliler şehrin Antakya kapısına gelip toplanır gece yarılarına kadar Ehl-i Beytin yasını tutar bağırır, ağlar ve feryad ederlerdi. Burada Ehl-i beyt’in Yezid’den, Şimir’den çektikleri zulüm anlatılırdı. Yine böyle bir günde garip bir şair çölden çıkıp geldi. O büyük topluluğu ve feryat ettiklerini görünce merak etti. Kendi kendine:
“Herhalde büyük bir bey ölmüş olmalı yoksa bu kadar insan bir araya gelmez” diye düşündü. Topluluğa yaklaşarak:
-Ben garibim, biraz da şiir söyleme yeteneğim var ama buranın yabancısıyım, onun için olup bitenden haberim yok. Herhalde bir cenaze olmalı, bana ölen kişinin adını lakabını söyleyin, ne işler yaptığını anlatın ki onun için ölümsüz bir mersiye yazayım, dedi.
Bunu duyan kalabalıktan birisi:
-Yahu sen deli misin, yahut da Ehl-i Beyt düşmanı mısın? Aşûre gününden haberin yok mu? Kerbelâ’da can verenler için yas tutmanın yüzlerce yıl yaşamaktan daha üstün olduğunu bilmiyor musun?
Bunun üzerine şair:
-Doğru ama, dedi. Yezid’in devri nere, Kerbelâ nere. Bu yas buraya ne kadar da geç gelmiş. Körler bile Kerbelâ’da işlenen kötülükleri gördü, sağırlar bile o acıklı hikâyeleri işitti. Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz ki, bu kadar yıl sonra yas tutuyor, ağlıyorsunuz, dedi. (Mesnevî, c. VI, beyit: 777)
AÇIKLAMA
Kerbelâ fâciası Hz. Hüseyin ve yakınlarının şehâdeti ile sonuçlanan yürek yakıcı bir hâdisedir. Bununla İslâm dünyası adetâ can evinden yaralanmıştır. İktidar hırsı uğruna işlenmiş bir cinâyettir. Siyasetsiz dünya olmuyor. Ama mevki ve yöneticilik hırsı, iktidar tutkusu gözleri bürürse, bunlar uğrunda yürütülen siyaset çirkindir, sonunda tâmiri imkânsız yaralar açar.
Hz. Hüseyin’in acıklı bir şekilde şehid edilmesi elbette her müslümanın gönlünü incitir. Ama bunu kıyâmete kadar sürecek bir kan dâvâsı haline dönüştürmek bir başka sıkıntıya yol açar. Ne yazık ki aşırı şii ve Râfızî zümrelerde yer yer bunun örneğine rastlanır. Meselâ Yezide lânet okurken, Hz. Ali’nin hilâfetini geciktirdikleri düşüncesiyle Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı halîfe saymamak ve onlara ta’n etmek de bir aşırılıktır. Mesnevî’de bununla ilgili eğlenceli bir hikâye de vardır. Halkı aşırı şii olan Sebzvâr ahalisi, Ebu Bekir ismini asla kullanmamaktadır. Olay şöyle anlatılır:
Harzemşah hükümdarı Muhammed Alp, Sebzvarlılarla savaşa gitmişti. Askerine hücum emri verdi. Ordusu düşmanı bozdu. Şehirliler padişahın huzuruna gelip secde ederek aman dilediler
“Ey büyük sultan canımızı bağışla sana vergi verelim, emirlerini dinleyip kul, kölen olalım,” dediler. Pâdişah:
“Ne altınınızı istiyorum ne gümüşünüzü eğer bana şehrinizde bulunan bir Ebûbekir’i getirmezseniz, şehrinizi yerle bir ederim,” dedi.
Halk feryad edip:
“Ne istersen iste fakat bu şehirde Ebûbekir diye birini isteme,” dediler.
Pâdişah sinirlenerek:
“Bre kaltabanlar, eğer bir Ebûbekir bulup getirmezseniz hiçbir şey sizi kurtaramaz, boşuna uğraşmayın,” dedi.
Bunu duyan şehirliler, her köşeye, her bucağa haber gönderdiler. Herkes Ebûbekir isimli birini arıyordu. Böylece üç gün üç gece aradılar nihâyet yıkık bir vîrânede, Ebûbekir isimli birini bulabildiler. Bu hasta ve zavallı adam bir yolcuydu. Hastalanmış bu vîrâneye sığınmıştı, bir köşede yatıp kalmıştı. Onu görünce:
“Çabuk, dediler, pâdişah seni istiyor. Senin sâyende bütün şehir viran olmaktan kurtulacak, kalk seni pâdişaha götüreceğiz yürü,” dediler.
Zavallı adam yattığı yerden cevap verdi: ”Eğer kalkıp yürümeye mecâlim olsaydı yoluma devam eder, sevdiklerime bir an önce yetişirdim,” dedi.
Bir sedye bulup getirdiler hasta adamı koyup pâdişaha götürdüler.
Hz. Mevlânâ şöyle tamamlar:
“Bu cihan Sebzvar şehridir. Allah dostu burada zâyi olur gider.” (Mesnevî, V, beyit:867)
*
Bu tartışmalı konuda Türklerin orta yolu bulduğunu görürüz. Türklerde Hasan, Hüseyin ve Hasan Hüseyin isimleri sıkça kullanılır. Şiilerin Ebu Bekir, Ömer, Osman isimlerini kullanmamalarına mukabil, Türkler arasında “Ömer Ali”, “Ali Osman” gibi isimleri birlikte kullanmak ne güzel bir düşüncedir. Hikâyemizde belirtildiği üzere o acı olaylar geride kalmıştır. Şimdi bize düşen Hz. Peygamber’i, yakınlarını ve ashâbını hakkıyla tanımak ve onların hâliyle hallenmek onlara lâyık olmaya çalışmaktır.
Şu ölçü uygundur diye düşünüyorum:
“Buğz-ı Muaviye’de değil, hubb-i Ali’de” birleşmeliyiz. Yani bu saatten sonra Muaviye öfkesinden ziyade Hz. Ali sevgisinde buluşmalıyız.”
Hz. Mevlânâ’da Peygamber ve ehl-i beyt sevgisi ileri seviyededir. Şöyle der:
“Onun canına, evlâdının gelişine ve zamanına yüz binlerce âferin!”
“Onun devlet ve ikbal sâhibi halîfesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.”
“İster Bağdad’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su ve toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar.”
“Gül dalı nerede biterse bitsin güldür. Şarap küpü nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır.”
“Güneş isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.” (Mesnevî, VI, beyit: 175-179)
Bu vesîleyle Resulüllah’a, ailesine ve ehl-i beytine salat ve selâm olsun.