EDİRNE MEVLEVİHANESİ
EDİRNE MEVLEVİHANESİ
Mehmet Demirci
Rivayete göre II. Murad Hz. Mevlana’yı rüyasında görür ve Edirne’de bir Mevlevihane yapılmasını emreder. Bunun üzerine Muradiye Mahallesi’nde Sarayiçi’ne karşı bir tepe üzerindeki Muradiye Camii’nin sol tarafında büyük bir imaretle Mevlevi tekkesini ve Semahaneyi yaptırır. (1435)
Bu Mevlevihane çok önemli hizmetler gördü. Burada isimleri bilinen 18’den fazla şeyh görev yaptı. Bu şeyhler sayesinde Edirne Mevlevihane’si bölgeye ve Balkanlara beş asır boyunca çok değerli hizmetlerde bulundu. Tekkeler kapanınca Edirne Mevlevihanesi 1925 yılında bir süre ilkokul olarak kullanıldı. 1938’de Trakya Umumi Müfettişi General Kazım Dirik tarafından yıktırıldı. Mevlevihane’nin bugünlerde aslına uygun şekilde yeniden inşa çalışmaları yapılmaktadır.
Divan şairlerinden Neşati (ö. 1674) Edirne Mevlevihanesi şeyhlerinden biridir. Onun “Etdik o kadar ref’i ta’ayyün ki Neşati / Ayine-i pür-tab-ı mücellada nihanız” beytini bir Fransız edebiyatçısına okuyup izah eden Yahya Kemal’e bu kişi: “”Medeniyet namına bir başka eseriniz olmasaydı, yalnız bu mısralar ne ince bir millet olduğunuzu isbata kafiydi” der.
ŞEVKET SÜREYYA ANLATIR
Edirneli olan Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976) “Suyu Arayan Adam” kitabında 1900 yılı başlarındaki çocukluk hatıraları arasında Edirne Mevlevihanesi’ne de yer verir. Orada seyrettiği Mevlevi ayinlerine ait izlenimleri şöyledir:
“Herkes yerini alıp da, şeyh postuna yerleşince, ayin başlardı. Yüksek alnı, kumral bir sakalla çevrilen renkli yüzü, sakin ve heybetli görünüşü ile şeyh, temiz ve güzel bir insandı. Bu haliyle o, bana, insanların üstünde ve üstün bir varlık gibi görünürdü.
Ayinin başında evvela ney, zil, kudüm sesleri arasında hafif bir musiki havayı doldururdu. Dinleyenler sanki kendi derinliklerinde kaybolurlardı. Sonra sesler hamle hamle yükselirdi. Rubailer, gazeller, ilahiler, birbirini takip ederdi. Ney ve kudüm, şevki denizler gibi coştururdu. Zil, tiz işaretlerini verirdi. O zaman sofanın etrafında sıralanmış dervişlerin, dedelerin harekete geldikleri görülürdü. Nihayet sema başlardı.
Evvela genç dervişler devrana kalkarlardı. Tekke konağının küçük çocuklarının da bir süre orada pervaneler gibi döndükleri görülürdü. Sonra yaşlı dervişler, dedeler devrana karışırlardı. Başı yana eğik, gözleri kapalı, kolları göklere uçmak ister gibi yavaş yavaş açılarak, yükselerek, ağır ve azametli devranına başlardı.
DÖNE DÖNE SONSUZLUĞA UÇMAK
Uzun Mevlevi sikkeleri altında, başları omuzlarına düşmüş, genç, taze, yahut siyah veya kumral sakallı temiz yüzler… Açılmış kollar, beyaz toz pembe veya hafif tirşe tennurelerin dönen, dalgalanan, açılan etekleri altında ve ayak parmakları üzerinde, sanki yerden kesiliyormuş, sanki uçuyorlarmış gibi görünen, daima dönen insan vücutları…
Bunlar kah toplanır kah açılırlardı. Fakat karışmadan, çarpışmadan, musikinin bazen şevk, bazen şikayet çağlayan dalgalarıyla savrulup, dönerlerdi. Bu sıralarda musiki, en ruhları sarıcı, en mestedici fasıllara girer ve ney, devrana hakim olurdu…
Bu başka bir alemdi. Ruhları çeken sürükleyen bir alem. Bana öyle gelirdi ki, bu dönüşler, bu devran içinde bu sofa, sanki bu dünyadan kopardı. Bu topraktan kurtulurdu. Sanki yıldızların ebedi devranı içine karışırdı. Nurdan bir küre gibi döne döne sonsuzluklara doğru uçar giderdi.”