EDEP – 3
Ropörtaj
S : Buradan hocam Âdem”le Şeytan arasındaki ilişkiye gelmek istiyorum. Mesnevi”de biliyorsunuz hikâyedir. Âdem suçu üstüne almıştır. Şeytan ise, “Sen yaptırdın” demiş ve Şeytanın ki edepsizlik, Âdem”inki edep telâkki edilmiştir. Acaba bu aradaki farkı bize izah edebilir misiniz?
C : Şimdi edebi şöyle de tarif edebiliriz. Edep tevhîd-i ef””âlde kalmayıp, tevhîd -i sıfat ve tevhîd -i zâta gitmektir. Önce bu anlattığım kelimelerin mânâlarına girelim. tevhîd-i ef””âl, fiillerin en yüce noktasında fiillerde (yapılan her işte) Hakk”ın tecellisini her yerde ve her şeyde görme derecesidir. Bunun en üst derecesi şeytandır. Çünkü şeytan fiillerde Allah”ı görme derecesine ulaşmış bir varlıktır. Fakat eğer burada kalırsak yani sırf fiillerde Allah”ı görme derecesinde kalırsak sıfatlarda ve zâtta Allah”ı görme derecesine ulaşamayız. Şahadet edemeyiz.
S : Hocam çok özür dileyerek şurada bir giriş yapabilir miyim? Acaba şeytan Allah”ın dal ismine sahip ve dal isminin fiiliyatını mı zuhûr ettiriyor demek istiyorsunuz?
C : Evet tamamen öyle demek istiyorum. Onun fiiliyatını zuhûr ettirdiği için şeytan dal ismini fiilen gösteriyordu. Fakat zâtı ve sıfatı göremedi. Göremedi, yani Âdem”de, toprak denilen varlıkta Allah”ın tecellisini, nûrunu hissedemedi ve göremedi. İşte Allah” İnsanı kendi suretim üzre yarattım “ diyor. “Kendi suretim üzere yarattım”ın bir mânâsı; “Muhammed ismi sureti üzere yarattım,” demektir. Hz. Muhammed”in ism-i şerifi bile insanın görünüşüdür. Bakın M harfi başı, H harfi vücudu, yani eski Türkçe yazılışına göre söylüyorum. Mim harfi karın bölgesi dal harfi bacaklarını oluşturur. Yani insan sûreti, Muhammed ismi üzere yaratılmıştır. Muhammed”in mânâsı yakîn, hamdeden demektir. O halde insan halifetullahtır. Ben ondan görünüyorum anlamında söylemiş. Ama Âdem”deki tecelliyi maalesef şeytan görememiştir. Feridettin-i Attar diyor ki; aslında şeytan biliyordu kendisi de Allah”a aşıktı ama paylaşmaya razı olamadı. Mantıku”t-tayr adlı eserinde Şeyh Amr dan bu hikâyeyi şöyle nakleder: ”Allah, bir balçıktan ibaret olan Âdem”in tenine o tertemiz canı üfürürken, bütün meleklerin candan ne bir haber almasını istedi, ne bir eser görmesini! Buyurdu ki: Ey gök melekleri, hemen Âdem”e secde edin! Derhal hepsi de yeryüzüne inip secde ettiler. İçlerinden hiç biri o tertemiz sırrı göremedi. İblîs de geldi; “Kendine benim secde ettiğimi hiç kimse göremez. Tenimden başımı ayırsalar bile dert değil. Madem ki boynum var feda olsun! Ben biliyorum ki bu Âdem topraktan ibaret değil, bunda bir sır var. Sırrını göreyim de ondan sonra baş koyayım. Ne olursa olsun tasam bile değil”, dedi. İblîs secde etmedi, başı yerde değildi, âdeta pusudaydı. Onun için Allah”ın, tam o secde anında Âdem”e rûhundan rûh üfürdüğünü gördü, bu sırra erdi. Ulu Allah dedi ki: “Ey yol casusu, sen bu sırrı âdeta çaldın, defineyi nereye koyduğumu gizlice gördün. Bari seni öldüreyim de bunu âleme yaymayasın. Çünkü padişah, askerden gizli olarak bir yere hazinesine korken bunu birisi gözetler , görürse şüphe yok ki onu derhal öldürür, canından eder. Madem ki sen de bu sırra erdin, hazineyi, defineyi apaçık gördün; başının kesilmesine razı ol! Başını bedeninden ayırmazsam bunu bütün âleme yayar duyurursun!” İblîs: “Ya Rabbi bu kula zaman ver; bu elden ayaktan düşmüşe bir çare bul” dedi. Allahü Teâlâ dedi ki: ” Peki sana mühlet verdim, fakat boynuna da lânet halkasını geçirdim. Adını yalancı yazacağım. Kıyamete kadar töhmet altında kal.” Bundan sonra İblîs dedi ki: “O tertemiz nûr bana apaydın göründü ya; lânetinden ne korkum var? Lânet de senin rahmet de. Kul da senin kısmet de. Benim kısmetime lânet düştüyse ne gam Âlemde hep ilaç olacak değil ya zehir de lâzım! Halkı gördüm hiç biri lânetini istemiyor. Ben küstahlık ettim lânetini kabullendim. Lânetini kabul eden kul, yalnız benim. Benim gibi bir düşkün bulunamaz.”‘(1)
Bütün melâikeye Âdem”e secde edin hitabı gelmiştir. O zaman melâikenin bir kısmı emre uymuş ve hemen secde etmiştir. Bu namazdaki ilk secdenin mânâsıdır. Burası şeriattir. Emirle harekettir. Sonra Âdem”de Allah”ın nûrunu gördüler, tekrar emredilmeden secdeye kapandılar. Bu da namazdaki ikinci secdenin mânâsıdır. Hakikattir. Şeriata uyanın Allah isterse mânâyı idrakidir. Bir kısım melekler hiç secde etmediler. Bunlar şeytan taifesidir. Bir kısmı birinci secdeyi yaptı fakat nûru göremedi. Bunlar sadece işin şeraitInde kalıp, şeklinde kalıp mânâya ulaşamayan kişilerdir. Üçüncü bir grup var ki, ilk secdeyi yapmamış yani önce emirlere uymamış. Fakat Allah”ın lütfuyla nûru görüp ikinci secdeye varmış kişiler. Ama evliya ve Allah sevgililileri iki secdeyi birden yapanlardır. Sonunda şeytan dedi ki; ben niye secde edeyim, ben ateşten yaratıldım, o ise topraktan. Aslında Âdem”in toprağı nûrdu. Onu göremedi. O nûru o külli aklı göremedi. Allah”ın bütün isim ve sıfatları Âdem”de vardı, onu göremedi, emri dinlemedi, ben doğruyum dedi. Şeytan bile değildi, İblîs”ti bu, “ben” dedi, “ben daha üstünüm”.
Bir gün Hz. Ömer şeytanı yakalıyor ve diyor ki; “Seni şimdi herkese rezil edeceğim herkese.” Şeytan diyor ki; “Ben bin sene meleklere öğretmenlik yaptıktan sonra bir an “ben” dedim, mevkiimden düştüm. Sen şurada birkaç sene önceye kadar kız çocuğunu kuma gömen bir putperestdin. Utanmıyor musun o halinden,” deyince, Hz. Ömer ağlayarak onu bırakıyor, “Haklısın ya şeytan” diyor. Şeytan böyle bir garibandır. Aslında İblîs”tir çünkü “ben” demek gibi bir isme mazhar olmuştur. Yani Allah elini uzatırken ayağını öpmüştür. Bu bir nasipsizliktir, der Hz. Mevlânâ. Bunlar temsîli sözler sakın şeklî algılanmasın lütfen. Dolayısıyla Âdem ise yüce bir sultandır. Çünkü, “Tabii ki her şey sensin Allah”ım, Senden başka varlık yok. Şeytan da senin emrinle bu hale geldi. Ben de senin emrinle bu hale geldim. Ama ben hata yapıp cennetten kovuldum. Küçücük bir parçayım. Sen sonsuzluksun. Parçanın hatasını bütüne teşmil edemem, edep ederim,” dedi. Âdem”in edebi Allah katında da hoş karşılandı. Allah onu peygamber kıldı. Hz. Âdem”in mânâsını, günümüzde de Allah”ın isim ve sıfatlarını, zâtını gösteren insan-ı kâmiller vardır. Onlar kendilerini, böbürlenerek belli etmezler. Onlar edep ehlidir. Ama onların büyüklüğünü ve bizden farklılığını kabul etmeyenler de şeytan makāmındadır, diyor Hz. Mevlânâ. İşte bu bakış açısından baktıktan sonra şeytanın da bir gariban mahlûk olduğunu düşünmek lâzım. Hocam Sâmiha Ayverdi, Yolcu Nereye Gidiyorsunadlı kitabında şeytanı anlatırken,” Niye kızıp duruyorsun,” diyor. “Şeytan sadece bir aynadır. Sen çirkinsen çirkinliğini âşikâr eder, güzelsen güzelliğini âşikâr eder.” Zaten kıyamette de şeytan bize, “Ben sana sadece şunu şöyle yapsan dedim. Sen niye uydun bana demeyecek mi?” O halde şeytan bize kendi içimizdeki çirkinlikleri âşikâr ediyor. Ama Âdem”in edebi bu raddedeyken tekâmül ede ede Hz. Muhammed”in edebi oluyor. Âdem ben cüzün hatasını külle teşmil edemem dedi ama Hz. Muhammed”in edebi o kadar yüce bir seviye ki… Örnek mi istiyorsunuz? Miraç hakikaten çok üst bir seviyedir.
S : Hocam peki Peygamber Efendimizin kul bir peygamber olarak gelmesini istemesindeki hikmet nedir acaba?
C :. En kulsan, en yoksan, en hiçsen o kadar Allah sende tecelli eder. Eğer zerre kadar varlık varsa, Allah bizde tecelli edemez. Bunun bir örneğini de daha önceden anlatmıştım. Mesnevîden bir hikâyeyle vereyim isterseniz. Biliyorsunuz bir yarışma yapılıyormuş. Türkler ve Çinliler arasında. İki duvara resim yapacaklar. Ortada da perde var. Çinliler olağanüstü bir resim yapıyorlar. Yeşiller, morlar, kırmızılar güzelliğin zirvesinde bir resim. Öbür taraf ise, Türkler devamlı yontuyorlar. Yontuyorlar duvarlarını kul yapıyorlar. Hiçbir benlik kalmıyor. Hiçbir pürüz kalmıyor. Tamamen kul kesiliyor duvar ve ondan sonra aradaki perde açılıyor. Burada Allah”ın güzelliği, haşmeti, renklerin en üst derecesi var. Fakat kul olmuş olan aynada onun âşikâr oluşu çok daha güzel, çok daha mükemmel. İşte o zaman aynada âşikâr olan resim birinciliği kazanıyor. İşte Allah”ın güzelliği peygamberin kul olmuş, pürüzlerini gidermiş aynasına aksedince ortaya bir şaheser çıktı. Peygamber böyle bir şaheserdi. Aynı ayna Hz. Ali”de tecelli etti. O, Hakk”el yakîn; Allah”ta yok olma derecesiydi.
S : Hocam demin anlattıklarınızdan yola çıkarsak, edebin esas mânâsı insanı kulluğa ulaştırması mıdır acaba? Miraçta Peygamber Efendimizi kulluğun zirvesinde görüyoruz.
C : Edep hiçbir surette kendine vücut vermemek. Yani kendinde varlık görmemektir. Allah”a giden bütün yolların mânâsı edeptir. “Edep nûr-i ilâhiden bir taçtır. Onu başına giy nereye gidersen git,” diyor sultanlar. Edebi olmayanlar iki dünyada hüsrandadır. Riya, kibir, yalan, övünme, asılsız dedikodu gibi bütün fenalıklar hep kulluğu yapamamaktan, kendimizi aradan kaldıramamaktan ileri gelir. Eğer biz daima Hakk ile beraber olursak ondan başka bir şey görmeyiz. O halde kime kibir edeceğiz, kime gıybet edeceğiz. Çünkü bütün bu vasıflar halk ile olan muameleye mahsustur. Ama halkı görmez olursak, bu takdirde ne haset kalır, ne riya ne kibir. Yani bunu Ahmet işledi, Mehmet işledi yahut Ayşe beni üzdü demektense Allah beni böyle bir muameleye maruz kıldı. Gariban birisi de, bir zavallı da arada aracı oldu, diyebilmek insanın huzura ermesi demektir. İş halkın yok olduğunu kabul edebilmektir. Böylece de halktan kalben alâkayı kesip, kalben biz demeyi ortadan kaldırmaktır. Ama bu tabii reddediş kalbî olmalı. Bir yandan boynumuza borç olan vazifeleri dikkatle ve sadakatle ifa edip, ama halkı görmeyip muamelelerin Hakk”la olduğunu bileceğiz. Hakk”ın rızasını kazanabilmek için her halükârda Allah”la muamele ettiğimizi bileceğiz. Tabii bunun sonucunda da huzur zuhûr edecek. Huzur demek, huzurda olmak demek demiştik . İbadetten maksat huzurdur, huzurdan maksat da edeptir. Yani ibadet huzur sağlıyorsa ibadettir, huzura eriştirmek için bir ibadettir. Tabii kimseyi incitmemek, incinmemek edebin mânâsının içindedir. Görüyoruz ki; Kur”an”ın mânâsı edeptir. Dünyaya ait güzellikler içinde üç şeyi severim, diyor hocam. Aşk, edep ve irfan. Hatta edep olmayınca aşk ve irfan da noksandır. İrfan ise lâ ilâhe illallah diyebilmektir. Yani bütün kâinatı birlemektir.
Ârife eşyada esmâ görünür.
Cümle esmâda müsemmâ görünür
sırrına ermektir. İşte edebin sonucu kulluktur. Kulluğun sonucu da Hakk”ın rızasını kazanmaktır. Yani rıza-i ilâhîyi bulmak nasıl olur dersek onu da hocasından öğrenmek lazım. Bununla ilgili bir şey anlatmak istiyorum. “Adamcağızın bir tanesi Allah”ımı memnun etmek için ne yapmam lazım?” diye herkese sorar. Saf bir adamcağızmış. “Allah”ın rızasını bul derler,” Adam Rıza isminde birini bulmak için aramaya başlar. Gider, arar, arar ve bir Rıza bulur. Rıza da ârif bir adammış, “Yok canım” der.” İş beni bulmakla olmaz. Allah için bir şeyler yap. İbadet et.” “Bilmem ki,” der. “Dua oku.” “Vallahi hiç bilmem,” der. “O zaman sen en iyisi ne bilirsin?” “Bir köy oyunu bilirim” “O zaman oyna” der adam. Öyle bir Allah için elini kaldırıp oynamaya başlar ki Rıza isimli şahıs, adamın başına gökten nurdan bir tâç indiğini görür. İşte onu görünce şaşar kalır. Çünkü kendisi senelerdir ibadet etmektedir ama böyle bir tâcı hiç görmemiştir. “Ne kadar güzel oynadın, ne kadar Allah için oynadın ki, başına nûrdan tâç iniyor.” Garip ve zavallı adam der ki; “Bak Rıza”yı buldum da ondan oldu.” İşte iş, şekilde değil mânâdadır. İşte hakiki ibadet, Allah için yapılan her şey demektir. Çünkü her şey Allah için yapılırsa, sonuçta bizi huzura götürür. lâ ilâhe illallah demek için yani esmâ-ül hüsnâyı (Allah”ın sonsuz ismi aslında 99 değil) , tasdik etmek gerekir. Edep aşıkta da en üst seviyededir. Çünkü o her şeyini Allah için yapar, onun edepsizliği de edepten başka bir şey değildir. Hani bir aşık, bir kere demiş ki; “Bana hiç para vermiyorsunuz ki, bir traş olayım.” Önündeki ağaç altın kesilmiş. Onun üzerine demiş ki; “Seninle de hiç şakaya gelmiyor güzel sultanım”. İşte edebin en üst derecesi aşığın edebidir. Çünkü onun edebi aşkının içinde zoraki olmayan hakîkî bir edeptir.
Zâhirî ve bâtinî edepleri de şöyle geçersek zâhirî edep; ibadetin, yaptığının içinde Allah”ı bulmaktır. Huzura kavuşmaktır. Bâtınî edep; içinde ve gönlünde daima her şeyde Allah”la olma derecesine ermektir. Galiba edebin diğer bir mânâsı, Peygamberimizde gördüğümüz gibi, haddini bilmek, o hadde katiyen tecavüz etmemektir. “Ben şu şu vasıflara sahibim Allah”ım bunlar içinde beni tekâmül ettir,” diyebilmektir. Daha doğrusu; karınca Kâbe”ye gitmeye kalkmış, yola çıkmış, “Sen eremezsin,” demişler. “Olsun yolundayım,” demiş. Gene bir hikâyede adamın biri Hz. Mûsâ”ya soruyor. Diyor ki; “Yâ Mûsâ Allah”a sor beni seviyor mu?” Allah”tan cevap geliyor: “O kulum mu?” diye. Hz. Mûsâ bir taltif olmadığı için bir şey diyemiyor adama. Yani, “Seni seviyor,” diyemiyor. Adam devamlı soruyor. “Yâ Mûsâ hiç mi bir şey demedi benim için?” En sonunda Hz. Mûsâ, “Yalnız, o kulum mu? diye sordu, deyince adam sevinçten uçuyor. O haddini bilen adam diyor ki; “Bana kulum, demiş, beni kul olmaya lâyık görmüş. Bundan büyük lütuf mu olur?” İşte edebin mânâsı Allah”ın bizle irtibatını sağlamaktır. Bir mânâsı da olgunlaşmak için vaktimizi beklemektir. Ama işin özü kulluktur. Kulluğun hakkı Efendiden başka her şeyden alâkayı tamamıyla kesmektir. CüzÎ ve küllî her şeyi terk etmektir. ”Ben Allah”ımdan başka her şeyi gönlümden sildim. Şeklimle giyiniyorum, süsleniyorum. Allah”ım için çalışırken insanlara da hoş görünüyorum. Ama mânâmda, gönlümde her yaptığımı onun için yapıyorum,” diyebilmektir. Şeref ve rütbe isteğinde bulunmamaktadır. Yani nasıl bir şeref ve lütuf?
Hani evliya asılmaya gidiyormuş…Evliya niye asılsın ki? Ama çok ölmek istemiş. Hz. Şems”e yalvarmış. “Ya Şems ne olur dua et de ben Allah”ıma kavuşayım,” diye. Hz. Şems dua ediyor ve dua edince evliya suçsuzken bir suç atfedilip yakalanıyor, asılmaya gidecek. Cellâdı okşuyor Hz. Şems. Herkes tabii dedikoduya başlıyor. Ne biçim adam bu, cellâdı okşuyor diye. Sonra Hz. Şems izah ediyor: “Asılacak adam evliya idi. Onu asmak kolay değildir. Ölmeyi de çok istiyor, enerji verdim cellâda,” diyor. Fakat elini değmiş ya o yüce sultan… Evliya ise asılırken şu niyazda bulunuyor: “Allah”ım bana bu dünyada manevi rütbe verdin. Evliyalık gibi. Bunları da al benden. Ben sana hiç ve kul olarak gelmek istiyorum. Yok olarak, hiç olarak gelmek istiyorum. Beni asan bu cellâda ver bu evliyalık rütbesini,” diyor. Hz. Şems”in okşayışı ve adamı asmanın zorluğu, evliya yapıyor cellâdı. O evliya ise Allah”ına hiç olarak kavuşuyor. Bundan güzel lütuf mu olur. Kulluk, kardeşlerine karşı nefsinde üstünlük ve imtiyâz tanımamaktır. Aslında kulluk, sabah sokağa çıktığımızda herkesin bizden üstün tarafının olduğunu hissedebilmek, görebilmektir. Kulluk, insan için tanınan sınırda durmaktır. Kulluk, ilâhi kaderler karşısında Allah”tan korkup teslim olmaktır. Kul gerçek hürriyete, başkalarının boyunduruğundan tamamıyla kurtulmak mertebesine ulaşmadıkça kâmil bir kul olamaz. Yani sen Diyojen gibi İskender”e dönüp; “Sen benim bendemin bendesisin. Ben niçin esir olmuş bir adama hür olmuş bir insan olarak eğileyim?” demesi, kâmil olduğunun belirtisidir vesselâm.
S : Hocam şuraya biraz takıldım. Biraz açar mısınız? İnsanın başkasından kendini imtiyazlı veya üstün görmemesi nasıl olacak? Sokaktaki her insanı kendisinden daha üstün görebilmesi çok da kolay bir şey değil.
C : Evet ama aslına bakarsan sokaktan geçen her insanın bir mesleği var. Ve o insanların mesleğinin becerileri bizde yok değil mi? Bazen kapıya çıkıyoruz. Aşçı geçiyor. Biz onun kadar güzel yemek yapamıyoruz değil mi? Yahut bir eşek geçiyor -canım demin çok bahsettik hayvancağızdan- onun gibi yük taşıyacak gücümüz de yok. Bakarsan her şeyimiz sınırlı. O zaman nasıl olur da biz kendimizde güç görebiliriz. Bu sene “Iris” isimli bir film oynadı, ibreti âlem için keşke herkes gidip görseydi İngiltere”nin en meşhur felsefeci hanımefendisi, herkesin önünde eğildiği, 70 yaşında konferanslar veren, davetlere yetişemeyen ve kitapları ortalığı yakıp yıkan bir hanımefendi… Önünde kocası dahi diz çöküyor. Fakat bir saniyede alzhaimer oluyor. Ve her şeyini kaybediyor. Bir saniyede kendi tuvaletiyle oynayacak kadar pisliklerin içine gömülüyor. O halde hangi gücümüzle, aklımızla mı, fikrimizle mi elimizden çok çabuk giden güzelliğimizle mi, hangisiyle övünebiliriz? Bizden bir yaş küçüğün bile teni bizden daha taze. İki yaş küçüğün gözleri daha iyi görüyor. Birkaç yaş yaşlandık mı kulaklarımız, vücudumuz işe yaramaz oluyor, saçlarımız dökülüyor. Paramız pulumuz öyle çabuk gidecek ki. Haydi kaldığını düşünelim. Ne kadarını mezara gömüp koyabileceğiz. O halde neyimize güvenip neyimizle övünebiliriz. Bunlar hep geçici ve yok olacak şeyler. Bizim bu aşkımız ve aşkla yaptığımız hizmetlerin bile önemi yok. O hizmetler Allah”ın bize zât-i ikramıdır. Zât-i ikram nedir? Allah bize bir ikramda bulunur, karşılık istemez. Bizi de etrafa ikram ettirir, karşılık beklemeden ikram etmenin zevkini öğretir. İşte bu zât-i ikramdır. Eğer böyle ikramlar üstümüzdeyse onlar bize sermaye olacak.
S : Hocam Miraç konusundan bahsederken hepimiz kendi kabiliyetimiz ölçüsünde miraca yükselebiliriz, dediniz. Şimdi elimizde hiçbir kuvvet yok, yarın olacağından emin değiliz. Karşımızdaki için de bu yorumları yapabiliriz. Bu miraca yükselme bizler için nasıl olacak acaba?
C : Bizim miracımız Hz. Muhammed”in miracı gibi olamaz. O yüceler yücesi bir sultan… Herkes kendi çapında bir miraç yapar. Namaz miraçtır deniyor. İbadetin mânâsına eren, ibadetini Allah için yapmaya başlayan insan herkeste ve her şeyde Allah”ın tecellisini görme derecesine ererse, bu insanın miracıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz de miracı böyle anlatıyorlar. Herkese nasip olmaz. Bir gün bir şeyi affetmesi bile onda Allah”ın tecelli etmesini fark etmesi demektir ki ne büyük lütuf. Allah nasip etsin inşallah. Demek ki, kul olmayı bilmek son derece önemli miraç konusunda. Kulluk insanı miraca ulaştırıyor. Edep bineği insanı miraca ulaştırıyor. Bunları eksik etmesin Allah. Tabii Ahmed”er Rifâî Hz”leri de buyuruyorlar ki; “Ey sâlih, kendini beğenmek belâsına sakın düşme, kibirlenme, böbürlenme. Çünkü bu gibi vasıflar kişiyi helâka sürükler. Halkı hakir kendini büyük görenlerin Allah”a giden yolları kapalıdır. Biz hepimiz birer miskiniz. Başlangıcımız murdar bir su, sonumuz ise kokmuş bir leş. İnsan vücuduna şeref kazandıran hiç şüphe yok ki, akıl cevheridir. Nefsi kıskıvrak bağlayan da akıl cevheridir.” Burada şöyle bir yorum yapıyor; “İnsan vücudu içerisinde Rab sıfatı taşıyan rûh ve nefis var. Ve bu ikisi arasında irtibatı sağlayan ancak akıldır. Ama aklın aydınlanmaya ihtiyacı vardır. Işık olmadan göremez, mahlûktur. Çünkü zıddiyet ve ışığa ihtiyacı var. İşte bu nûr bu ışık kalbin üzerine vuran Allah”ın nûrudur ki, öğretmenin vasıtasıyla sağlanır. Bu nûr kalbin üzerine vurduğu zaman bu kalbe gönül adı verilir. Gönül aklı aydınlatmaya başlar. Akıl o zaman nefsin yaptığı çirkin hareketlerden rahatsız olur ve nefsi uyarır. Nefis akıl yardımıyla uyarılınca kendi hakikatini ve hiçliğini hissetmeye başlar. “Aman ben bir hiç mişim, yok muşum, yok olacak mışım, akıl bana bunları öğretiyor,” der. “O zaman vücut içerisinde kendisinden daha güçlü, daha kuvvetli, daha mânâlı bir şey arar. Ruhu bulur, ruhu keşfeder. Daha doğrusu Nefsini bilen Rabbini bilir hadîs-i şerifi gerçekleşir. Kendi nefsini bilen yani nefsinin hiçliğini, yokluğunu idrak eden kişi Rab makāmındaki ruhu keşfeder. Keşfetmekle de kalmaz. Yavaş yavaş âşık olur. Âşık olunca da nefis, âşık olduğu şeyde yok olmak ister. Ruhta yok olur. Nefs iken adı, bârik Allah oldu ruh; Ruh kelimesi ya da nefsin ölmesi bu demektir. Nefis aslında ölmez, fakat ruha katılır. Yusuf makāmı, insân-ı kâmil makāmı zuhur eder. Bunların hepsinin başlangıcı, yokluğumuzu ve hiçliğimizi idrakten geçiriyor. Eğer bir akıl, nefsi kayıt altına almıyorsa ona akıl denemez. Ancak akıl nefsani arzuları kayıt altına aldığı sürece itibar görür. Kişi bu cevherden mahrum olursa, vücudu boş bir ağırlıktan ibaret kalır. Hiçbir değer arz etmez. Fakat aklı mükemmel olup da kemâle ererse, işte o zaman o insan, o cevher sayesinde kralların tacı olur,” diyor Hz. Pîr.
Nefsini bilen Rabbini bilir hadîsini Peygamber Efendimiz”in şakk-ı kamer(ayın ikiye bölünüşü) hadisesi ile anlatmaya çalışırsak; vücut “ben” derken tektir. Hâttâ âlemi kendinden ibaret zanneder. Ne zaman ki Peygamber Efendimiz”in mânâsı ya da o mânânın tecelli ettiği bir mürşid-i kâmil vücudu ikiye böler; nefisle ruh, celâlle cemâl ayrılır, akıl, ikiyi gördüğü için çalışmaya başlar. Nefis kendinden üstün olanı farkeder. Kendisi mahlûktur, ruh ise emirdir. Mahlûk emre âşık olur. Hiçliğini bilir, emir önünde eğilir, secde eder. O zaman, nefsini hiçlikle bilen Rabbi olan ruhu varlıkla idrak eder sözü ortaya çıkar ki, işte insanın insan olma hikâyesi budur. Bu durumda nefis ruh makamına yükselir. Koruk, üzüm olur, hatta şaraba dönüşür. Nûr üstüne nûr tecelli eder. İnsan dâimî Hayy kesilir. Nâr-un alâ nûr olur. Birdi, bölündü, tekrar bir oldu.
“Akıl mertebelerinin başında kişinin yalan ve bencillikten kurtulması gerekir.” Yani demek istiyor ki, Hz. Pîr; “Akıl zuhûr ettiği zaman kişi hudut koymaktan vazgeçer. Hudut koymak, biliyorum bildim öğrendim her şeyi ben biliyorum, ben yaparım, ben ederim demekten vazgeçer. İnşallah Allah”ın izniyle bu güç bana verilir diye dua eder. Akıl cevheriyle süslenen kişide akıl en üstün dereceyi kazanır. Ne var ki kişi yine de tevazudan vazgeçmemek zorundadır. İlk yaradılışını ve son gideceği yeri daima düşünmek zorundadır. Bu ikisi arasında îtidalden ayrılmamak zorundadır. Söz ve davranışlarını ona göre ayarlamak zorundadır. Hakk”ın nasihati her Müslüman”ın kalbinde mevcuttur. İnsanın kendisine kendinden vaaz nasihati olmazsa, yapılacak dışarıdan vaaz ve öğütlerden yararlanamaz. Kalbini gaflet perdesi bürümüş biçâre edilen vaazlardan nasıl faydalanabilir?” Burada Hz. Pîr diyor ki; “Ezelde bizde her şey vardır. Biz sadece onları hatırlıyoruz. Ve hatırlarken de kendimize öğüt vermezsek dışardan öğütlerin yararı yoktur.” Öyle ya bugün bir nefsani isteğimizden meselâ sigara içmekten vazgeçmek için bile, doktora gittiğimizde doktor ilk şu soruyu soruyor. “Kendin karar verdin mi?” Mürşid de bize bunu soracaktır. “Kendin karar verdin mi, kendinle mücadeleye?”. Tabii öğretmenin önünde oturuyorsak öğretmenin bize faydası, bu kararı uygulamaktaki kolaylaştırıcılık, sevgi ve aşkı öğretmektir. Ama sonuçta kararları kendi içimizde vereceğiz. Onun için insanın en güzel ilâcı kendisindedir.
“Konuştuğun zaman mutlaka hayırlı bir söz söyle,” buyuruyor hocam. “Bir iş yaptığın zaman mutlaka doğru olanı rahat olanı yani Allah”ın hoşuna gideni yap. Ancak hayırlı kişilerle arkadaşlık yap, hayırlı kişilerin sohbetinde bulun. Ne diyor Allah? “İki kişi benden bahsediyorsa, hayırla yâd ediyorsa, üçüncüsü ben olurum,” diyor. Her halûkârda gerek ibadet esnasında gerekse diğer hallerde hem bedenen hem de ruhen temiz ve nezih ol. Allah”a dininin yalnız bir tarafından ibadet etme. Rabbine ihlâsla ve şevkle kulluk et. Önce hiçbir şeyde ortak koşma. Gideceğin geniş ve düz yol sana kendi özünden daha evlâ olan Peygamberinin sözü olsun. Bir musibete maruz kalırsan, imdat elini Rabbine kaldır, yalnız ondan yardım iste, ondan medet bekle. Rabbinin senin hakkındaki hükmünü sabırla karşıla. Onun rahmetinden sakın ümidini kesme. Çünkü hiç şüphe yok ki, ancak kâfirler zümresi Allah”ın rahmetinden ümit keser. Aklın başında ve hikmet sahibi isen her şeyi hikmet terazisine koyar, tartarsın. Allah”ın mahlukatı üzerindeki perdesi yırtılmaz. Daima Hakk”ı söyler. Allah yolunda kendisini küçümseyenlerin küçümsemesinden korkmaz, arlanmaz. “Sen ey kardeş,” diyor Hz. Ahmed er-Rifâîi “İşte bu akıl ve hikmet sahibi ve şerefli kişi gibi ol. Eğer bir vesvese gelir de nefsin haddini aşarsa, yahut azgınlığa irade ve kibirlenmeye doğru yol alırsa yahut da birbirine haset ettirerek seni zalim durumuna düşürürse o zaman bu şeytandan Allah”ına sığın, Allah”ını zikret, onun zikriyle ölümü hatırla. Ölüm Allah”a giden yolun kapısıdır. Onun emrinin huzuruna dönüş kapısıdır. Ölüm Allah”ın huzurunda duruş yolunun kapısıdır. Orada Allah”ın sana her şeyden sualini hatırla. Şanı yüce olan Allah”ın kelâmının sırrındaki muhtevayı unutma. Hiç şüphe yok ki, Allah bizim üzerimizde tam bir gözeticidir. Manevi mertebeleri kalbimizle dolaşalım. Temiz olan, akla, şeriata uygun olan şeyleri alalım. Bunlara uymayanları ve şüpheli olan şeyleri bırakalım. Amellerimiz temiz olsun. Tâ ki noksanlıktan münezzeh ve yüce olan Allah”ın huzuruna yükselebilelim. Güzel kelimeler ancak ona yükselir. Onu da iyi ameller ve hareket yükseltir. İşte miracın mânâsı budur. Güzel kelimelerden maksat, güzel insanlardır. Çünkü Allah kâmil insana kelimetullah, Allah”ın kelimeleri diyor. Kâmil, hani denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa Allah”ın mânâsındaki o yüce insanların vasıflarını anlatmaya kalksalar denizler kurur, ağaçlar kırılır âyet-i kerîmesi var ya, işte oradaki gibi (2). İşte o insanlar daima yükselme yani miraç esnasındadırlar. Bir de kelimeler Allah”ın kelimesi ayetlerdir. O halde kâmil insandan maksat âyet demektir. Âyet aynı zamanda mucize demektir. Demek ki, kâmil insan da Allah”ın mucizesidir. Yani dünya sadece, Allah”ın bu güzel insanlardan zât olarak tecelli ettiğini göstermek üzere yaratılmıştır. Ve bunu anlayabilene, görebilene ne mutlu. O zaman Kur”an peçesini bu tip insanlara açar. Ve mânâsından hazineler saçar. Aksi takdirde kâmil olmaya zorlanan, celâli ve cemâli birleyemeyen insan için Kur”an peçelidir ve anlaşılması çok zordur.
S : Peki hocam Hz. Mevlânâ”nın dediği gibi, yüzgörümlüğü takmadan Kur”ân-ı Kerîm”in yüzünü açmaması da bu mânâya mı geliyor?
C : Evet, yüz görümlüğünden kasıt, kendi nefsimizi ayaklar altına almak, kulluğumuzu ve hiçliğimizi bilmek ve hiç olduğumuzu daima idrâk etmektir. Eğer Kur”ân”ı alır, yüzgörümlüğü takarak okursak, kul olarak okursak onun mânâsının sonsuz olduğunu hissederiz. Hudut koymayız. Tıpkı insân-ı kâmilin hudutsuz olacağı gibi. Çünkü “İnsân-ı kâmil ile Kur”an ikizdir,” diyor Peygamber Efendimiz. İşte böyle bir birlik içerisinde Kur”an okunursa o zaman, “Anladım, bildim, yetti,” demek mümkün olmaz. Ve her an yeni bir mânâsıyla Kur”ân-ı Kerîm ortaya çıkar. Her ayetin iki eli olduğunu unutmamak lazım. Yani, bir celâli bir cemâli tefsiri vardır. Kur”an”ı kendimizi aradan çıkararak ihlâsla okumalıyız. Tıpkı insân-ı kâmilin önünde kendimizi arkaya atarak oturduğumuz gibi… İşte bütün edebin mânâsı bundan ibaret.
(1) Feridettin Attar Mantıku”t-Tayr, s.279-281
(2) Kehf suresi 109. ayet