EDEP – 2
Ropörtaj
S : İyi akşamlar efendim. Bir Tasavvuf Deryasından programında yine Cemalnur Sargut hanımefendiyle birlikteyiz. Hocam geçen hafta edepten bahsetmiştik. Fakat edep konusu bu işin sanki hakikati ve özü gibi. Biz biraz daha bilgi istiyoruz. Geçen hafta demiştik ki; “Edep her şeyi Hakk”tan bilmektir. Hiçbir şeyi Hakk”tan gayrı görmemek ve olana itiraz etmemektir. Yani edebin mânâsı “lâ ilahe illallah”tır, demiştiniz. Acaba bunun üzerine biraz daha konuşabilir miyiz?
C : Görüyoruz ki edep dinin temeli insanın mânâsının özü, gönlünün aydınlattığı mânâdır.İnsanın edepten ibaret olması lazımdır. Eğer insandaki nefis ruha aşık olur da ruhu görmeye başlarsa, ruhu Rab olarak kabul edip onun terbiyesi altına girmeyi kabul ederse ve bu aşk zirveye varıp nefis ruhta yok olursa insan baştan aşağı edep kesiliyor. Edep kesilmesi, her nereye baksa Hakk”ın birliğini görmek demektir. Biz bu makāma vahdâniyet makāmı diyoruz. Yani biz değil hâşâ, mutasavvıflar böyle yorum yapmışlar. Vahdâniyet kesrette; çoklukta Hakk”ı görmek ve birlemek demektir. “Lâ ilâhe illallah”, “lâ mevcûda illâllah” halini alır. Allah”tan gayrı hiçbir varlık yoktur. Bu mânâ idrak edilince, dünyanın baştan aşağı Kur”ân olduğu anlaşılır. Ve o zaman Kur”ân”a nasıl abdestsiz olarak el süremezsek, hatta içindeki şeytan ve Firavun kelimelerine de abdestsiz olarak parmak basamazsak, dünya da bir Kur”ân olduğuna göre, onun içinde bulunan Hakk”ın bütün isimlerine hakaret gözüyle bakamayız. O halde buradan öze girersek insanın yaradılışına gitmek lazım. Niye bunları birlemek gerekiyor? Niye Hakk”ın celâlî ve cemâlî sıfatlarını birlemek gerekiyor? Buradan bakarsak karşımıza iki âyet çıkar. Bir tanesi Yasin Suresi 71. âyet. Bu âyet te buyuruluyor ki; “Görmediler mi ki biz onlar için, ellerimizin yapıp ettiklerinden (kudretimizin) eseri olan nice enamlar yarattık da onlar bu enamlara sahip oluyorlar. ” Bu âyetin mânâsı çok derin. Âyette “enam” diye bahsedilen yumuşak hayvandır. Koyun olarak düşünüldüğünde; “Biz nice koyunlar yarattık ve onlardan insanlar nasıl yararlanıyorlar? Etleri mânâ haline dönüşüyor” diye açmak da mümkün. Ama biz daha iç mânâsından incelemeye çalışalım. Bazı mutasavvıflar, buradaki ellerle yapılıp edileni; celâl ve cemâlle yapılıp edilen diye açıklamışlardır. Allah”ın “iki elim” diye buyurduğu; “celâlî ve cemâlî sıfatlarımla yarattığım insan” mânâsındadır. Ve o insanın içinde hayvan makāmında olan nefsinden yumuşatıp yumuşak ve faydalı hayvanlar zuhûr ettirdik, buyuruyor Allah. Yani nefsini işe yarayan, hizmet eden, rûhun idaresine giren, rûhun aşkında eriyen, rûhu sahip olarak bilen hayvana dönüştürdük, buyuruyor.
S : Hocam peki, celâlle terbiye ve cemâlle terbiye ne demektir?
C : Celâlle terbiye sıkıntı, belâ veya bize belâ gibi gözüken hadiseler, ancak aslında belâ olmayan hadiselerle terbiyedir. Hakikatta celâl Allah”ın iradesi ve lutfu demektir. Yani Allah”ın -çok özür diliyorum edepsizliğimi sayın okuyucular da hoş görsünler- âdeta toprak üzerine tenezzülü demektir. Tabii ki bakın şu toprağa, Allah zuhûr etti mi, irade etti mi toprak onu karşılarken depremler oluyor. Yer yerinden oynuyor. Yer sarsıntıları oluyor. Bu vücut toprağı da Allah”ın zuhûrunu öyle bir karşılıyor ki, vücut içinde deprem oluyor. İşte buna celâl diyoruz. Cemâl ise lütuf, yumuşaklık, güzellik ve lütuflara gark olmamız demektir. Ama bu ikisi de gerekli. “Neden mi?” diyorsun. Hz. Mevlâna diyor ki; “Çamaşırı temizlemek için önce suya batırır ıslatırız. Sonra kuruturuz. Kurutacağımız bir şeyi niye ıslatıyoruz? Niçin böyle bir temizlik yapma yoluna giriyoruz? Çünkü başka türlü temizlenmiyor da ondan. O halde Allah bizi sırf kurutsa temizlenemeyiz. Bazen ıslatır. Yani bazen acılarla, ızdıraplarla, kötü muamelelerle, iftiralarla terbiye eder. Ondan sonra onu güzel karşıladığımızda içimizde huzur oluşur. İşte huzur da cemâldir. Yani önce ıslatıp kurutur ki tertemiz olalım diye. Bu muamele sonucunda insan içindeki nefsânî aşırı arzu ve isteklerini yumuşatıp işe yarar faydalı bir hale geçiriyor ki lütfa uğruyor demektir. Diğer bir âyette iş Hz. Âdem”e geliyor. Edep bahsinde Allah İblîs”e buyuruyor: “İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? ” (Sad Suresi -75)
İşte iki âyet birbirini tamamlamaktadır. İki elimle yarattığım şeye yani Âdem”e secde etmekten seni alıkoyan nedir? İki elimle yarattığım şey derken, insandan bahsediyor Allah. Oysa insandan başka bütün yaratıklar tek elle yaratılmışlardır. Çünkü insan ya melek gibi cemâl sıfatının ya da azap melekleri, şeytan gibi celâl sıfatının kendisinde tecelli ettiği bir varlıktır. İnsan bu bütünü içinde toplayan karşılıklı iki denizi birleştiren ve bu iki denizin birbirine taşmasını önleyen bir geçit varlıktır. İnsan bir yönüyle Rab, diğer yönüyle kul olduğundan Hakk sûretinden çıkarılmış bir nüshadır. Rablık özelliklerini taşıması itibariyle mertebe bakımından insandan daha iffetli kılınmış bir yaratık olmadığı gibi, kulluk özellikleriyle de ondan daha aşağı kılınmış bir yaratık yoktur. O halde insanın içinde Allah”ın cemâlî sıfatları zuhûr eder. İnsan iki denizin kavuşmadığı gibi bir berzahta, akıl berzahıyla ayrılan bu gönlü içindeki cemâli rûhunu ve celâlî nefsini bir arada taşır. İşte âyetler böyle teyit ediyorlar insanın yaradılışında celâl ve cemâlin olduğunu (1). O halde biz ne celâle kızmak ne de cemâlden aşırı hoşnut olmak durumundayız. Öyleyse celâli ve cemâli bir kılmaya edep deniyor. Edep nedir? Kemaldir. İnsan, kâmil olmayan iki sıfatı birleştirdiğinde ve her baktığında Allah”ın tecellisini gördüğünde edepli olur. Allah bize hem dünya hem ahiret edebini nasip etsin.
S : Hocam peki burada çok önemli bir soru çıkıyor karşımıza. Madem ki her şey Hakk”tır. Neden o zaman fenalık yapanlar ceza görüyorlar?
C : İnsanın cezası üstünde. “Madem ki herkes bir vazifeyle mükellef ve memur, o halde fenalık yapan niye ceza görsün?” diye soru sorulursa çok nazik ve ince bir mesele ortaya çıkıyor. Çünkü Cenab-ı Hakk”ın birbirine zıt isimleri var. Meselâ izzet ve şeref veren “Aziz” kılan ismi olduğu gibi “Muzil” yani alçaltan, zillete düşüren, hor ve hâkir eden ismi de var. “Hâdi” yani hidayete kavuşturan, kulunu hayırla muvaffak kılan olduğu gibi, “Mudil” yani delâlete götürücü, saptırıcı da var. İnsanların günahlarının kendilerinde sorumluluk kalmayacak şekilde affeden olduğu gibi, “Müntakim” yani günahkârları adaletiyle müstehak olduğu cezayı veren ismi de var. Bu isimler, isimlerin küllü olan Cenâb-ı Hakk”tan “Yarabbi bize bu isimlerin gereğini yerine getirmek için bir zuhûr yeri ihsan et” diye niyâzda bulunup bir vücut istediği zaman bizi vücutlandıran Allah tarafından nasip edilmiş isimlerdir. Hiç kimse “Ben bu anayı babayı seçmemiştim. Ben bu özellikleri istememiştim. Niye geldim bu dünyaya?” demesin. Herkes ezel âleminde ismini bildiği için o isim bir an önce tekâmülünü tamamlayıp gene Allah”a kavuşmak için bir vücut kazanmak ister. Bu yüzden de kendi ailesini, kendi yolunu seçer. Sonuçta insan bu dünyaya gelir. O halde kahır yaptığı vakit karşısında mutlaka intikam alıcı ismi zuhûr eder. Birbirinin zıddı olan isimler birbirini cezalandırır bu dünya mevkiinde. Evet, bir kimseye fenalık yaparsan Allah”ın intikam alıcı ismi karşımıza gelir. Cenab-ı Hakk bütün eşyada tecelli eder. Fakat ondan herkes kendi yeteneğine göre yararlanır. Bu durum Allah”ın dilediğini yapan oluşuna ters düşmez. Çünkü Cenab-ı Hakk”ın yaptığı her iş bir hikmete dayanır. Her şeye yeteneği ölçüsünde tecelli etmek onun hikmetlerindendir. Meselâ o rahmet edilmesi gerekenden intikam almaz. İntikam alması gerekene ise acımaz. Bunun tersine hareket etmek onun hikmetine aykırıdır.
Firavun Mûsâ”ya sordu: “Rabbin kimdir ya Mûsâ?”
Mûsâ cevap verdi: “Bizim Rabbimiz öyle bir Allah”tır ki her şeye kendi hilkatinin îcâbını verdi sonra o işin yapılması ona sırât-ı müstakim oldu ve o işi yapmak o kimseye ısmarlandı. Yani hidayet edildi” (Taha Suresi, 50)
S : Hocam buradan anlaşılan, herkesin sırât-ı müstakiminin kendi a’yân-ı sâbitesine doğru olduğu mudur?.
C : Evet bunu biraz açalım. Ahadiyette, yani “Yalnız ben vardım, benimle hiçbir şey yoktu” sonsuzluğunda, bütün yaratılmış ve bütün yaratılacak olan her mahlûkun esası, özü, a’yân-ı sâbitesi o bütün içinde vardı. O bütünle yoğrulmuştu. Sonra vahdaniyet yani kesret başladı. Orası a’yân-ı sâbitelerin birdeki çokluğundan başladı. Yani görüntü tekti ama çokluk olarak tecelli etti. Hepimizin özü levh-i mahfûzu zuhûr etti orada. İşte o levh-i mahfûz üzere bu dünyaya geldik. Yani ezelimizde ne varsa o ezelimize dönmek için bu dünyaya geldik. Ama Allah bize lütfedip bir vücut, ayrıca da bu levh-i mahfûzun açığa çıkması için çeşitli meşrepler nasip etti bu dünyada. İşte verdiği o ezeli isimlerin zıddıyla birlikte bizi dünyaya getirdi. Bu zıtlıklar bizi terbiye için dünyada vardır. Kötünün terbiyesi iyi iledir. İyinin terbiyesi kötü iledir. Bu Allah”ın adaletinin ve yüceliğinin, güzelliğinin âşikâr oluşudur.
S : Hocam yaratılan her şeyin Allah”ın bir ismine mazhar olduğundan bahsettik. Bu bölümü biraz daha açar mısınız?
C : Çünkü zerre kadar hayır yapsan hayır bulacaksın, şer yaparsan şer bulacaksın. (Zilzal, 7-8) İnsan hatalarından dolayı önce dünyada ceza bulur. Cehennemini ve cennetini önce dünyada yaşıyor insan. Zaten bu dünyada cenneti bulamayan insan öbür alemde de bulamayacaktır, demektir. Nedir cehennem? Meselâ çok sabırsız bir insanın sabırlı bir insanla aynı evde yaşaması onun cehennemidir. Yani zıt isimler birbirini terbiye etmek üzere dünyaya gelmiştir. Eğer sevgi hakim gelirse her aşk Allah”a olan aşktır. İnsanlar birbirlerini hoş görmeye başlarlar. O zaman güzellik zuhûr eder. Dünyada cenneti bulmuş olur. Veyahut o meşrep onu o kadar yorar, hırpalar ki insanın bütün hayatı cehennem içinde geçer. O zaman da hakiki gayeye ulaşmadan maalesef bu dünyadan gitmiş olur. O halde Allah”ın zâtî isimleriyle terbiye oluyoruz. Zira ilâhi hikmet, her yaratılmışa hikmeti a’yân-ı sâbitesinin yani levh-i mahfûzunun gerektiği oranda ve yeteneğine göre verir. Sonra da onu doğru yola iletir. Her şey bir isme mazhar oldu, demek o ismin mazhar olduğu vazifesini yerine getirmesi demektir. Biz hocama, cennete kim gidecek, cehenneme kim gidecek diye sorduğumuzda; “Onu bilmem de ikisine de gitmeyenler vardır, ikisinden de anlamayanlar vardır” demişti. “Örnek verir misiniz?” diye sorduğumuzda dedi ki; “Hayvan meşrepli insanı önce cennete sonra cehenneme götürmüşler, ikisinde de “ai ai” demiş. Bu ne cehennemden anlıyor, ne cennetten anlıyor, biz bunu nasıl mükâfatlandıracağız ya da cezalandıracağız dediklerinde, bunun cezası üzerinde, eşekliğinde, ayrıca ceza vermeye lüzum yok ki ” , demişler. Mutasavvıflar, Allah sevgilisi cennete gittiğinde cennetin, “Bu güzeli götürün. Benim bütün güzelliklerimi örtüyor” dediğini, cehennemden geçtiğinde ise cehennemin, “Bu güzelin aşk ateşi, benim ateşimi söndürüyor” diye bağırdığını anlatıyorlar.
S : Hocam peki aklıma burada hemen bir soru geldi. O zaman Kur”ân-ı Kerîm”de yapılan bu teklif, edep teklifi, kör ve sağır olanlara değil de, hakikati görebilecek olan kimselere mi?
C : Evet. Zaten nefsin mertebelerinden, emmare dediğimiz ilk mertebede, emir eden insan için hakikati görmek mümkün değil. Emreden kimdir? Ben üstünüm, benden daha büyük yok diyen insan için gerçeği ve hakikati yaşamak mümkün değil. Her an emretmeye hazır oluşu onun cezasıdır. Zaten ayrı bir cezalandırmaya lüzum yoktur. Meselâ hiç ilkokul öğrencisini yakalayıp da niye Einstein kanunlarını bilmiyorsun diye döver misin? Allah da bunu yapıyor, canım sultanım. Öğrettiklerinden, levh-i mahfûzumuzda anlamaya müsait olduklarımızdan sorumlu tutuyor bizi değil mi? Onun için biz başkalarıyla meşgul olmayıp dünyada huzuru bulmak zorundayız. Huzur, huzurda olmak demektir. Allah”ın huzurunda olan kişi her an huzurdadır. Onun huzurunu kimse kaçıramaz. Mesela o daima zalime daha çok acır. Çünkü işin hep sonunu görür. Böylelikle, zayıfın, ezilmişin Allah tarafından taltif edilip huzura kavuşacağını bildiği için zalime acır. Adamın biri hocasına gitmiş demiş ki; “Hocam, görüyorsunuz şu insanlar daima Allah”ın emirlerine karşı geliyorlar. Bunlara beddua etseniz de, Allah”ın istediği gibi yaşar hale geçseler, ya da cezalandırılsalar da, yaptıklarının hata olduğunu anlasalar.” demiş. Onun üzerine hoca ellerini açmış. “Allah”ım bu dünyada yaptıkları işten çok eğleniyorlar. Bu eğlendikleri gibi öbür âlemde de onları eğlendir” demiş. Şimdi bu duayı duyan mürit çok şaşırmış, demiş ki; “Efendim ben beddua edin dedim. Siz onlara dua ettiniz”. “Oğlum bundan büyük beddua olur mu? Bu dünyada eğlendiklerini zannediyorlar. Böyle giderse cenneti bulamayacaklar. Onların hakiki cenneti bulabilmeleri için bütün bunlardan temizlenmeleri, arınmaları, acılar çekmeleri ve ondan sonra oraya ulaşmaları lazım. Onun için bundan büyük beddua olamaz insana” demiş. Bu arada beddua, hâşâ, çok yanlış bir şeydir. Çünkü bu Allah”a akıl öğretmek gibi bir şeydir. Hocam Sâmiha Ayverdi diyorlar ki; “Sen bunu nasıl cezalandıracağını bilemiyorsun, ben sana öğreteyim Allah”ım” demek gibi bir şeydir. Hâşâ, haddi fazlasıyla aşmaktır, diyorlar. Onun için evliyaullah ve Allah sevgilileri bırakın beddua etmeyi Allah”ın söylediğinin dışında bir şey yapmaktan bile titrerler. Bir ârif “Allah”ım şu münbit yere çok yağmur yağdırıyorsun. Şurada çorak bir toprak var bir damla yağmur yağmıyor. Hani nerede kaldı senin adaletin?” deyince, titremeye başlamış ve demiş ki, “Aman Ya Rabbi Allah”ın işine karıştım, beddua etmiş sayıldım.” Hemen kendini ipe bağlıyor. Birine de kilometrelerce çektiriyor ve ancak böyle Allah”ın affına uğruyor. İşte beddua Allah”ın işine karışmanın en edepsiz şeklidir. Allah korusun.
S : Hocam o zaman en kestirme yol “Allah Rabbimdir” deyip durmak. Her şeyi Allah”tan bilip her yerde de Hakk”ı görmektir, diyebilir miyiz?
C : Tabii buradan da hemen duaya geçelim. Duanın da iki türü vardır. Edebin mânâsı olgunlaşmak için vaktimizi beklemektir. İnsan aceleci yaratıldı, âyetinde (İsra, 11) belirtildiği gibi eğer dilek yaratılışına uygun olursa meydana gelmesi kolay yoksa zor olur. Her iş bir saate ve zamana göre ayarlanmıştır. Bunun için eğer vakit gelmediyse o işin ortaya çıkmasında acele etmek son derece faydasızdır. Şimdi dua ederken çok önemli iki merhale vardır. Birincisi istekte bulunmak. “Allah”ım bana şunu nasip et.” demek. Burada bir tehlike var. Bir kere Hz. Mevlâna diyorlar ki; Allah öyle vericidir ki sen niye bir tek şey isteyerek ona sınır koyuyorsun, diyor. Meselâ Allah”ım bana ilim ver dedik. Çok güzel bir duaya benziyor bu dua. Fakat bir kere sınır koyduk. Belki aynı anda hem sıhhat, hem ilim, hem aşk, hem tevâzu verecek. Biz oradan yalnız ilmi çekip almış olduk. İkincisi, istediğimiz ilmin kendimiz henüz ne seviyede olduğumuzu bilmediğimiz için bizi benlik ehli yapıp yapamayacağından da emin değiliz. O halde burada duayla Allah korusun haddimizi aşan istekte bulunduk. Ârif-i billah öyle dua etmez. Ârif -i billah der ki; Allah”ım benim için hayırlı olanı bana nasip et. İşte duanın özü budur. Dua Allah”la insan arasında ilişki kurmak için bir yoldur sadece. Yoksa Allah”tan bir istekte bulunmak değildir. “İste ki vereyim, dile ki vereyim.” emri var. Biz de kuluz. Tabii ki isteyeceğiz. Kulluğumuzu hatırlatan bir şekilde istersek o zaman duanın mânâsı zuhûr ediyor. Alexi Carrel, duayı şöyle anlatır. Adamın biri kiliseye gitmiş. Günlerce kilisede oturmuş ama yapılması gereken hiçbir ibadeti yapmamış. Mum yakmamış, ellerini birleştirmemiş, diz çökmemiş sadece oturup bakıyormuş yukarılara. Rahip yanına gelmiş demiş ki; “Sen niye buradasın ve boşuna yer işgal ediyorsun, hiç de iyi örnek olmuyorsun, çekip git buradan”, demiş. Adam dönmüş rahibe bakmış ve demiş ki; “Ben onunlayım, o benle sana ne be adam.” İşte diyor Alexi Carrel, duanın gerçek mânâsı bu; isterken, ben onunlayım o da benle diyebilme derecesine ulaşmak. Allah hepimize nasip etsin inşallah. Çok önemli bir hal.
Tabii duanın iç mânâsına girince, Allah”ın hoşuna giden özel istekler de var. Meselâ yaşlı olduğu halde Hz. Zekeriya”nın evlât için dua etmesi… Evlât istiyorum demesi sanki bir edepsizlik bir aşırı istek addedilmesin. 80 yaşında ve karısı da çok yaşlıyken Hz. Zekeriya”ya evlât veriyor. Hz. Mevlâna da diyor ki; “Allah Zekeriya”ya niye evlât verdi? Çünkü O isterken, “Bu bir mucize sen istersen mucizeleri gerçekleştirirsin, sen çok yüce ve büyük bir sultansın “dedi. Allah” da onun bu mânâsına hürmet etti ve bir evlât verdi,” diyor. İç mânâsı; Hz. Zekeriya, “Nefsim ruhuma aşık oldu. Onlar birleşti ama ben çok yaşlandım. Sen bu zuhûru burada bitirme. Benden çıkan bu mânâyı sülbüm olarak devam ettir,” diye niyâz etti. Ve işte ondan sonra Hz. Yahya, yani “Ya Hayy”, o mânâdan zuhûr etti, diyor. Allah hepimize nasip etsin.
S : Hocam, Hz. Yahya”dan aklıma şu geldi. Acaba insanın nefsiyle ruhunun birleşmesi için nefsine de iyi muamele etmesi mi gerekiyor. Yani nefsimiz kötüdür, öldürelim, ezelim gibi kötü muamele mi yoksa ona daha farklı muamele mi yapmak lazım terbiye için?
C : Ben acizane basit bir öğretmenim ama her terbiyede sevginin ve yumuşaklığın kullanılmasının başarılı olduğunu gördüm. Hz. Ahmed”er Rifâî öğretici makāmda kişilere seslenirken,” Yumuşaklığı tercih edin. Sevgi ve yumuşaklık insanı Allah”a götüren yegâne yoldur.” diyorlar. Bizim kendi kendimizi terbiyemizde de, nefsin bütün isteklerini bir anda kesmek, bütün isteklerini bir anda yok etmek yanlış bir yöntemdir. Kur”ân-ı Kerîm hocam Allah gani gani rahmet eylesin Hayri Bilecik bu konuda buyururlardı ki; “Ana vanaları kesmeyin, küçük boruları kesin, o zaman kolaylıkla suyun gidişini ayarlayabilirsiniz.” Bu ne demek? “Nefsin aşırı isteklerini birden kesmeyin. Küçüklerden başlayın. Meselâ en kolay gelen ne? Yalan söylememek mi? Önce orayı bırakın. Çünkü küçük gibi gözüken nefsani hatalar çok büyük neticelere sebebiyet verebilirler. Onun için oradan başlayın.” derdi. O yüzden nefse güzel davranmak, yumuşak muamele etmek ve hadiselerden çok etkileniyor diye nefse kırılmak yanlış bir yoldur. Çünkü vücudun da bir toprak olduğunu ve Allah”ın celâlinin vücutta ne kadar sarsıcı zelzeleler yaratıcı etkisi olduğunu da bilmek lâzım. Tabii ki sıkıntılar vücuda dokunacak. Onun için, “Niye üzüldüm ,bu kadar terbiye alıyorum. Her olaydan niye etkilendim?” diye kendi kendimizi suçlamak da benlikten başka bir şey değildir. Böyle düşünmek lâzım. Hz. Mevlâna buyuruyor ki, “Nefis köpek gibidir, aç bırakırsan saldırır, doyurursan gaflet eder, uyur. Yarı aç yarı tok bırakırsan sana faydalı olur.”
Sonuç olarak, tasavvuf demek edep demektir. Edep ise göz ile Hakk”tan başka bir şey görmemek, lisanla bir şeye itiraz etmemek, Allah”ın buyruğunu tatmak, men ettiğinden kaçmaktır. Bunların kendisinde yer ettiği kimse şüphesiz adaletten ayrılmaz. Kimsenin kalbini kıramaz. Hasılı Allah”ın hoşnutsuzluğuna sebep olacak işlerde bulunmaz.
S : Hocam tevhîdin hakikati sükûttur deniyor. Bunu biraz açar mısınız?
C : “Tevhîdin hakikati sükuttur”dan maksat ,lisanı tutmak her şeyden iyidir fakat anlamak yani emin olmak kanaat getirmek için sormak başkadır, diyor. Bu hal, önce, verilen hadiselere, başına gelen sıkıntılara lisanen, kalben razı olmak halidir. Bunu bir hikâyeyle açıklayalım. Resulullah Hz. Ebû Bekir”le bulunduğu bir sırada içeri bir adam giriyor. Ebû Bekir Hz.lerine çok ağır sözler söylüyor. Resulullah Efendimiz Hz. Ebû Bekir”in ses çıkarmadığını görünce tebessüm buyuruyorlar. Fakat adam işi azıtıp daha da kötü konuşmaya başlayınca Hz. Ebû Bekir cevap vermeye başlıyor. Resulullah da meclisi terk etmek üzere yerinden kalkıyor. Ebû Bekir Hz.”leri çok üzülüyorlar Resulullah”a: “Beni niçin huzurunuzdan mahrum ediyorsunuz?” deyince, “Ya Ebû Bekir önce sükût ettin, melek geldi sonra söylenmeye başladın şeytan geldi. Şeytanın bulunduğu yerde enbiya bulunmaz” diyorlar. O halde sükût iki türlüdür: Dilin sükûtu ve gönlün sükûtu. Dilin sükûtu, malâyâni yani dedikoduyu, boş konuşmayı lüzumsuz lâfları -ki çok yapıyoruz- terk etmek. Bunun yolu galiba akşam kendimizi muhasebeye çekip,” Ben bu gün Allah için ne yaptım?” demektir. Zaten tefekkür ve muhasebe çok önemli. Çünkü Benjamin Franklin her gece kendini tefekküre çeker ve düşünürmüş: “Ben bu gün neler yaptım?” diye. Bir gün, “Ben bu gün hiç kötü bir şey yapmadım,” demiş ve yatmış ve sonra da çok huzursuz olmuş, kalkmış. “Galiba bu güne kadar yaptığım en kötü şey böyle bir karara varmış olmak,” demiş. Onun için insan kuldur hata yapar. Ama güzel ayarlamak lâzım. Malâyâni ve boş sözlerle vakit geçirmek insan ruhu için çok büyük bir azaptır. Gönlün sükûtu hamd makāmıdır. Hamd çok yüce bir makāmdır. Hamd şükürden de öte bir makām. Şükür Allah”ın verdiği güzelliklere hal ve dil ile memnun olduğumuzun ifadesidir.. Hamd ise sıkıntıya belâya hepsine birden memnuniyet ifadesidir. Onun için çok önemli bir makām.
S : Hocam Hz. Mevlâna Fîhi mâ-fîh”te şükür ve hamd için şöyle diyor izin verirseniz…
Şükür bir bağdır, nimetler de av, şükür sesi işittiğin zaman daha fazla elde edilmiş olmaya hazırlan. Tanrı kulunu severse onu bir belâya uğratır, sabrederse kendisi için seçer. Şükrederse onu daha fazla beğenir ve ayırır. İnsanların bazıları kahrı için, bazıları da lütfu için şükrederler. Bu her ikisi de hayırlıdır. Çünkü şükür kahrı lütuf şekline koyan bir panzehirdir.
C : Onun için hamd bu kadar önemli bir makām. Hani Nemrut Hz. İbrahim”i ateşe attığı zaman bile İbrahim”e Cebrail gelip, “Benden ne yardım istersin?” dediği zaman Hz. İbrahim, “Benim senden bir isteğim yok” dedi. Bunun üzerine Cebrail “Niyâzını söyle Cenâb-ı Hakk”a ileteyim” deyince Hz. İbrahim “Benim halimi Allah”ım bilmiyor mu ki Cebrail aracılığıyla haber göndersin?” dedi. İşte Tanrı bir kulunu hakikaten severse önce belâya uğratıyor. Belâya uğratmak insan için büyük lütuftur. Belâ belînin yani ezelde verdiğimiz “Sen bizim Rabbimizsin” ahdinin âşikâr olması için gereklidir. Ama en büyük belâ, belâyı belâ görmektir. Eğer belâyı belâ görmez de lütuf olarak görürsek o zaman sıkıntılar biter. Bununla ilgili çok hoş bir hikâye var. Bir Hint hikâyesi müsade ederseniz onu anlatmak istiyorum. Adamın birinin yanında çalışan bir çırak varmış. Çırak da hakikaten belâyı belâ olarak gördüğü gibi, lütfu bile belâ olarak görüp her şeyden şikâyet edermiş. İnsanlar dillerini şikâyete alıştırdıkları zaman vücutlarının içinde daralma başlar. Daralma ve sıkıntı başlar. Bunun üzerine usta bir gün çok rahatsız olmuş bu şikâyetten almış çırağını yanına beraber gitmişler bir bardak su doldurtmuş çırağına, içine iki kaşık tuz atmış, iç bunu demiş. Çırak suyu içmiş ve püskürtmüş. “Aman hocam ne yaptınız? Berbat bir şey bu” demiş. “Oğlum söylenme” demiş. “İki kaşık tuz al ve gel” demiş. Çırak tuzu almış, beraber bir tatlı su gölüne gitmişler. “At buraya tuzu sonra da bir bardak doldur ve iç” demiş adam. “Ay mis gibi su” demiş çırak. “Gördün mü bak yavrum” demiş. “Sen gönlünü o kadar küçük bir bardak haline getirmişsin ki” demiş. “İçine bi lokma tuz girdi mi dayanamayıp püskürtüyorsun. Ama içini ferahlatıp rahatlarsan şikâyeti bıraksan her şeyden memnun olmanın yolunu bulsan o zaman sonuçta bakarsın ki, hiçbir sıkıntı sana belâ gibi gelmeyecek. Her şeyde lütuf olacak. Onun için şikâyeti tamamen terk etmek lazım. Zaten kimin şikâyetini yapacağız? Allah”ı mı şikâyet edeceğiz? Allah”ı Allah”a şikâyet etmek ne kadar komik bir mazhariyet değil mi?
S : Hocam bu belâlar da bizi temizlemek için özel olarak geliyorlar. Yani bu açıyla bakarsak herhalde onları daha hoş karşılayabiliriz değil mi?
C : Şimdi fitne kelimesi belâların en büyüğüdür. Fitne kelimesinin mânâsı ne demek biliyor musunuz? Bakırı altından temizleme yöntemi demek. O halde fitne belâsı bir yere geldiği zaman insanın gönlü altın mı, bakır mı olduğu ortaya çıkar. Demek ki, her türlü belâ bizim içimizdeki güzellikleri ortaya çıkarır. Daha önce galiba İkbal”den bu radyo programında bir bölüm okumuştuk elmasla karbonun farkını anlatırken değil mi? İşte o bölümü bir kere de burada tekrarlayalım isterseniz:
“Madende kömür elmasa dedi ki; ey zevâl bulunmamak tecellisine mahzar olan, biz arkadaşız. Nemiz varsa aynıdır.” Çünkü malûmaliniz kömürle elmas her ikisi de saf karbondur. Bileşimleri tamamen aynıdır. “Ey zeval bulunmamak tecellisine mazhar olan,” diyor kömür elmasa. Yani, “Yok olmayan, biz arkadaşız. Nemiz varsa aynıdır. Cihanda aslımızın varlığı birdir. Ben değersizim, madenimden eriyip gidiyorum. Sense padişah taşının üstüne çıkıyorsun. Benim toprak kadar kıymetim yok. Mayam kötü. Sen aynaların kalbini hasetten parçalıyorsun. Beni herkes eziyor, ateşe veriyor. Benim halime ağlamak lazım. Ben bir kıvılcımım. Seninse yüzünde, dilinde, yıldızlar, güzellikler fışkırıyor. Elmas dedi ki; ey ince gören ve ince düşünen arkadaş kara toprak pişip olgunlaşınca yüzükleri süsleyen mücevher olur.” Çünkü elmas çok acı çeker. Kömür toprağın üzerinde hiç acı çekmeden oluşur. Onun için simsiyahtır. Ama elmas diplerde senelerce, basınçlar, sıcaklıklar, ateşler altında yanar yanar tutuşur. Ancak o kadar belâdan sonra elmas haline, hiç yok olmayan haline geçer. Ve dedi ki o; “Sen vücudun yumuşak olduğu için yandın. Acılara dayanamadığın için korkma, gam çekme, vesveseli olma”. İşte elmas hiç acı çekmemiş olan karbona diyor ki; “ Korkma, gam çekme, vesveseli olma.” Demek ki dünyada olgunlaşmanın üç yolu var: Korkmamak, gam çekmemek ve hiç vesveseli olmamak. Taş gibi ol, elmas gibi ol. Öylesine çalışan, güçlüklere saldıran insan iki alemi de aydınlatır, diyor İkbal. Ve acz, değersizlik, pişkin ve olgun olmamaktan ileri gelir, diyor.
S : Hocam buradan da emniyet kavramına geçebilir miyiz? Yani başımıza gelen hadiselere karşı “Evet bu Allah”ımdam eminim, benim için kötü bir şey vermez asla. Bu beni terbiye etmek için geliyor diye düşünebilir miyiz?
C : İşte emin olan kimse hakikaten böyle düşünür. Ama hepimiz o derecede olmadığımız için ve sonunu göremediğimiz için korkuyoruz. Hâlbuki bilsek ki yüce Allah diyor ki; bir annenin evlâdına duyduğu sevgi benim size karşı duyduğum sevginin yanında denizin yanında küçücük köpük gibidir. “Zülcelâli vel ikram” diye bir ismi var Allah”ın. Yani celâl isminin altında ikram vardır. Sıkıntı ve belânın ardında lütuf vardır. Ben hep bundan şunu çıkarırım çocuklar: Hz. Mevlâna”nın isminin celâl olduğunu unutmamak lâzım. Dünyanın en büyük ikramları olan Mesnevi ve Fîhi mâ-fîh, celâl isminden zuhûr etmiştir. Eğer böyleyse biraz acılara tahammül ne güzel yerlere getirir insanı. Biri Peygamber Efendimize seni seviyoruz demişti Nazlıcığım. Acaba Fîhi mâ-fîh”te bu bölümü hatırlıyor musun?
S : Tabii hocam. Galiba bu bölümde Peygamber”e karşı “seni seviyorum” iddiasında olan kişinin nefsini temizlemeden peygamber”in onu bırakmayacağının da bir örneği olsa gerek. Diyor ki Fîhi mâ-fîh”te; Biri, Hz. Mustafa”ya, “seni seviyorum” dedi. Peygamber, aklını başına topla ne söylediğini biliyor musun?, dedi. O yine “seni seviyorum” diye tekrarladı. Hz. Mustafa “Öyleyse bunda sebat et ki, şimdi seni elimle öldüreceğim, vay haline” buyurdu.
C : İşte görüyorsunuz ya. O yüce peygamberin terbiye sistemi bu; “Öldüreceğim”den kasıt, malınız ya da canınızı, taptığınız şeyleri, evlât aşkını, hepsini içinizden almadan sizi bırakmayacağım der. Belâ ve cefaları üstünüze yağdıracağım. Çünkü Allah sevgilisini, Allah”ın zat tecellisini seviyorum demek, bir iddia sahibi olmaktır. Bir sevginin delili ispatı istenir. Allah, sevgisinin yanına ikinci bir sevgi istemez. İşte, “Seni bütün şirklerden temizlemeden bırakmayacağım,” diyor o yüce sultan. Ben, müsaade ederseniz tekrar edebe dönmek istiyorum. Ve edebi Hz. Ali ile anlatmak istiyorum. Bence edebin sultanı olan Hz. Ali edebi çok güzel anlatmış, çok güzel öğretmiş bize. Bakın bunun bir hikâyesi var. Peygamber Efendimiz sıcak bir Ramazan gününde karpuz kestirmek istiyorlar. Bir sahabeyi yanına çağırarak “Şu karpuzu kes” diyorlar. Sahabe, “Efendim müsaade ederseniz bunu kuyuya sarkıtayım. Şimdi oruçlusunuz. Şu anda kesersem bozulur Tam iftar saatinde keseyim ki soğutup size buz gibi yedirebilelim”. Bunun üzerine başka bir sahabeyi çağırıyorlar. Ona da “Kes”, diyorlar. Ve tekrar aynı itirazla karşılaşıyorlar. Bunun üzerine Hz. Ali”yi çağırıyorlar. “Ali kes karpuzu”, diyorlar. Hz. Ali vuruyor ve kesiyor. Diğer sahabeler itiraz ediyorlar. Diyorlar ki; “Biz de biliyorduk kesmeyi ama daha çok var iftara, onun için kesmedik. Onun üzerine Hz. Ali diyor ki; “Ben aklımı onun önünde kurban ettim. Akıl kurban-ı küm pîşi Mustafa oldu ve onun isteğini edep bildim. Çünkü O Allah”ın tecellisidir” diyor. Onun üzerine Peygamber Efendimiz “Ali”yle benden başka Allah”ı bilen yok. Allah”la benden başka Ali”yi bilen yok. Allah”la Ali”den başka beni bilen yok” diye buyurmuşlardır.. İşte edebin esas mânâsı budur.
S : Hocam çok teşekkür ederiz. Çok aydınlandık. Sağolun.
(1) “Salıvermiş iki denizi daima birbirleri ile çatışıyorlar; aralarında bir engel (berzah) vardır, birbirlerine karışmazlar; şimdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?” Rahman, 19-21