Dünya inananlar için niye zindan olur?

A+
A-

Dünya inananlar için niye zindan olur?

Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde “Dünya mümine zindan kâfire cennettir.” (Sahih-i Müslim, Kitabu’z-Zühd 1) buyuruyor. Bu hadis üzerine yorum yapan hadis alimlerine göre; dünyanın mümine zindan olması, Rabblerinin ahirette inananlar için hazırladığı cennete nispetle dünya hayatının bir hapishane hükmünde kalmasıdır. Bunu da şu menkıbe ile güzel bir şekilde ifade ederler:

Anlattıklarına göre Hâfız ibnu Hacer, şeyhülislam iken bir gün etrafını saran büyük bir cemaatle birlikte, haşmetli ve güzel bir heyete bürünmüş halde pazara uğrar. Derken kılık ve kıyafeti pejmurde, eskimiş ve yağlara bulanmış bir elbise içerisinde sıcak zeytinyağı satan bir Yahudi kendisine doğru yaklaşıp atının yularından tutar ve “Ey şeyhülislam, inanıyorsun ki peygamberimiz, ‘Dünya mümine zindan kafire cehennemdir.’ Demiştir. Sen hangi zindandasın ve ben hangi cennetteyim.” İbnu Hacer şu cevabı verir: “Ben Allah’ın bana ahirette hazırladığı nimetlere nisbetle, hâl-i hazırda sanki hapiste gibiyim. Sen de sana ahirette hazırlanan azaba nisbetle cennette gibisin.” Yahudi bu cevap üzerine Müslüman olur.

Şu halde; inananlar, başlarına gelecek musibet ve belalara, sonunda ebedi mutluluğa kavuşma ümidiyle sabretmeli ve dünya hayatını ne kadar zenginleştirmeye çalışırlarsa çalıştırsınlar asla Allah tealanın cennette bahşedeği hayata nisbetle daima zindan gibi olacağını akıllarından çıkarmamalıdırlar.

Sühreverdi ise bu hadisi şöyle açıklamaktadır: Zindan ve ondan çıkış müminin kalbinde saatler ve vakitlerin geçmesiyle birbirini kovalayıp dururlar. Zira nefiste nefsanî bir sıfat zuhûr edince kalbe zamanı karartır ve onu darlık ve sıkıntıya atar. Nitekim zindan darlık ve dışarı çıkmaya engel olmaktan ibaret değil midir? Kalp her zaman uhrevi zevkleri arzulayıp fezâyı melekûtta tenezzüh ve ezeli cemâlin müşâhedesi kaygısıyla dünyevî heveslerin kötülüklerinden uzaklaşmak ve acil şehvetlerin kayıtlarından kurtulmak istese şeytan ona bu kapıyı kapar. Nefs-i emmâre ipiyle sarkarak önüne çıkar, berrak hayatını bulandırır, kişi ile tabiatının sevdiği mualla zevkler arasına bir engel gibi girer. İşte bu hal zindanların en muhkem ve dar olanıdır. Zira kim kişi ile onun sevgilisi arasına girerse ona yeryüzünü, bütün genişliğine rağmen daraltır. Bundan da kişinin nefsi daralır.

İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1725) ise bu hadisi Mesnevi şerhinde şöyle açıklamaktadır:

Ve dünyânın cennet hükmünde olduğu kalp hâline itibâr iledir. Ve illâ fî-nefsî’l-emr zindândır. Hadisde gelür: Dünya mümine zindan, kafire cenneddir. Hakîkati budur ki, dünyânın bâtını nûr ve zâhiri nârdır. Zîrâ dâr-ı mihnet ve ibtilâdır. Pes, bu nûr-ı bâtına mazhar olanlara nâr-ı zâhirden zarar yokdur. Nitekim Hazret-i İbrahim aleyhisselâma nâr-ı zâhir berd ü selâm olmak ile gülistân oldu. Yani ol ter u tâzelik İbrahim’in bâtınında dâim idi. Sonra eseri zâhirinde dahi zuhûr eyledi. Pes nârın dünyâdan adem-i irtifâı nûrun vücûdunu münâfi değildir.

Ve son olarak devrimiz kamil mürşitlerinden Lütfi Filiz’in yorumu:

Bir mürşit, saliklerine kâinatın, insanın, âfakın, enfüsün ne olduğunu, aralarında ne gibi farklar bulunduğunu öğretmeye çalışır. Bundan sonrasını bulmak saliğin kendi yapacağı iştir. Bunu, efendinin, saliğini sarayın kapısına kadar getirip, orada bırakması olarak nitelendirebiliriz. Bundan sonra içeri girecek olan saliktir. Sarayın kapısının önüne geldiğinde: “Efendi yok” diyen salik hapı yutar, çünkü o, efendiyi bilememiş demektir.

Saliğin şaşırmaması ve daima gönlünde bulabilmesi için, aslen suretsiz olan efendiye bir suret verilmiştir. Yapan ve çatan, görünen mürşit değil, onun içindeki efendidir ve o efendi hiç bir zaman kötü bir iş yapmaz. Saliği yalnız bırakmayan da, o görünmeyen efendidir. Sarayın kapısına kadar gelindiğinde dışarda kalacak olan, görünen mürşittir. Saraydan içeri o hayalle girilir, ama içerde O görüldüğünde de aynı hayal aranırsa, arayan yanar, çünkü o zaman “Mekrettiler ve Allah ta mekretti, Allah mekredenlerin hayırlısıdır<3-54> olur ve işe yeni baştan başlamak gerekir.

İnsan çalışıp, çabalayıp mürşidinin de himmetiyle sarayın kapısının önüne kadar gelebilir ve oradan sarayın bahçesinin güzelliklerini seyredebilir, ama saray o bahçeden ibaret değildir ki… İçerde daha ne güzellikler, ne hazineler vardır. Ancak, oraya insan kendisi giremez. Girmesi gerekeni tutup, içeri çekiverirler. Zaten mürşidin de müridini kapıda bırakmasının nedeni budur.

Bir salik gerçekten tam tecerrüd (Soyunma) âlemine gelip, yok olduysa, o zaman var olan O’dur. Bu durumun dışında: “Bende tecelli etti” demek doğru değildir. Biz tecerrüd âlemine ulaştırabilmek için, ef’al mertebesinde ef’ali, sıfat mertebesinde sıfâtı, zat mertebesinde de kendinizi Hakk’a verdirerek, size yol göstermeye çalışıyoruz. Zat’a gelip, vücudunu, hatta düşüncelerini bile Hakk’a verende ne kalır? Sadece O…

Ama, O verileni almayacağı için kişide kalacak olan, O’nun ihsan edeceği güzel huylar olacaktır. Bunlar, O’na verdiklerine karşılık olarak O’nun saliğe ihsanlarıdır. Sonuçta, evvelce sıfât-ı beşeri ile dolaşan salik, artık sıfât-ı ilahi ile dolaşacaktır. Aslında, kendinden başka bir şey olmadığına göre, sıfâtın tümü O’nundur, ama ikisi arasındaki fark cezaların ayrılmasında ortaya çıkar. İnsan sıfât-ı beşerî ile zindanda otururken, sıfât-ı Hakkanî ile cennette oturmaya başlar.

Neden sıfât-ı beşerinin evi zindandır? Ten kafesi zindandır ve insan da onun içinde oturmaktadır da ondan…

Bunca ulu insanın sözü üzerine bize susmak düşer ancak.

ETİKETLER: