Dr. Can Ceylan: Mevlana’nın âdeta bir müfessir olması ıskalanıyor… Mesnevi fabl kitabı değildir

A+
A-

Dr. Can Ceylan“Mesnevî’yi bir hikâye kitabı hatta bir fabl kitabı olarak anlayanlar var. O zamânın edebî geleneklerine uyarak, Hz. Mevlânâ, Kelile ve Dimne başta olmak üzere birçok eserdeki, hatta İncil ve Tevrat’taki hikâyeleri, vermek istediği mesaja kılıf olarak kullanmış. Bence Mesnevî’nin ıskalanan en önemli kısmı, onun âdeta bir tefsir kitabı olması. Yirmi üç bini aşan beyit sayısını dikkate aldığımızda, bu binlerce satırından en az yarısı Kur’ân-ı Kerim’deki âyet ve sûrelere doğrudan gönderme yapar. Dolayısıyla ciddi bir Kur’ân-ı Kerim bilgisi gerektirir.”

Röportaj: Hale Kaplan Öz

Dr. Can Ceylan  Mevlânâ’dan Önce ve Sonra Mesnevî kitabının yazarı. Hem mevlânâ hem de mesnevî kavramları, Mevlânâ’dan önce kullanılan iki kavram olduğundan kitabına bu ismi seçmiş Ceylan. Kitabın çıkış noktası, Mevlânâ ve Mesnevî üzerinde yapılan birçok çalışmanın onları yeterince yansıtmadığı düşüncesi.  Öğretisiyle tezat oluşturur biçimde Mevlana’nın belli alanlarla sınırlı kaldığını söyleyen Ceylan, çağdaş edebiyat, dilbilim, çeviribilim, psikoloji ve sosyoloji gibi bilim dallarının önünde el değmemiş zengin bir kaynak olarak Mesnevi’nin durduğunu söylüyor.

Can Ceylân, mutrip heyetinde bulunduğu bir âyin-i şerif icrâsı öncesinde Galata Mevlevîhânesi’nde sorularımızı yanıtladı.

 

Ahmed Hamdi Tanpınar, Yahya Kemâl’e sorar: “Üstâdım, biz Viyanalara kadar nasıl gittik?” Cevap: “Bulgur pilavı kaşıklayarak, Mesnevî okuyarak!” Mesnevî okumanın târihsel seyrini dinleyebilir miyiz sizden?

Mesnevî, altı ciltlik bir eser. Ama daha altıncı cildi tamamlanmadan, önceki ciltler okunmaya ve farklı coğrafyalara yayılmaya başladı. Ayrıca özellikle, Hz. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled zamânında kurumsal bir yapıya kavuşan Mevlevîlik tarikatının Osmanlı coğrafyasının hemen hemen bütün büyük şehirlerinde kurulmuş olan dergâhları yâni Mevlevîhâneler vardır. Bu mevlevîhânaler, Mesnevî’nin okunduğu ve şerh edildiği yâni, devrin şartlarına göre yorumlandığı merkezler olarak faaliyet gösterdi. Dolayısıyla Belgrad’tan Şam’a, Kudüs’ten Kahire’ye birçok şehirdeki mevlevîhâneler âdeta birer tasavvuf akademisi olarak hizmet verdi. Bu dergâhlarda yüzyıllar boyunca mesnevîhanlar tarafından okunan ve açıklanan Mesnevî, halkın psikolojik, sosyal, siyâsî, ahlâkî hatta ticârî birçok sorununa çâre bulmak için başvurulan bir eser.

13. yüzyılda yaşamış olan Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî adlı eseri günümüze kadar yaklaşık her elli yılda bir şerh edildi. Sayıları yirmiye yaklaşan bu şerhler kitap olarak yayınlandı. Bu şerhleri yapanlara “şârih” denir. Ayrıca Mesnevî şerh etmek kolay bir şey olmadığı ve büyük bir İslâmî ve kültürel bilgi birikimi gerektirdiği için şârihlik, saygı duyulan bir makamdır.

Bizim Viyana’ya Mesnevî okuyarak gitmemiz konusu ise Yahya Kemâl’in çok önemli bir tespiti. Osmanlı, sâdece Viyana’ya değil, Afrika’ya, Kafkasya’ya, Arabistan’a da Mesnevî okuyarak gitti ve oralarda Mesnevî okudu. Yahya Kemâl, bu tespitiyle yine oralara gitmek için Hz. Mevlânâ’nın ontolojisini anlamamız ve onun eserlerini güncel şartlara göre okumamız gerektiğine işâret ediyor. Burada önemli olan, kuru kuru Mesnevî okumak ve eski ezberleri tekrarlamak değil, 21. yüzyılda yeni bir Mesnevî şerhi yapmaktır.

Mesnevîne zaman okunmaya başlamalı ve nasıl okunmalıdır?

Hz. Mevlânâ popülerleştirildiği için suistimâl edilen bir isim. Dolayısıyla onunla ilgili her şey de ilgi çekiyor. Biblodan kolyeye, şekerden pideye kadar Hz. Mevlânâ’nın adı kullanılıyor. Kültür ve Turizm Bakanlığımız bu konuda bir dizi önlem aldı, ama popüler-kapitalist kültür, suistimâli devam ettiriyor.

Elimizde orijinal nüshası olduğu için bozulamayacak bir Mesnevî var. O zamânın edebiyat dili Farsça olduğu için, Farsça yazılan Mesnevî’yi bizim orijinal metinden okumamız maalesef mümkün değil. Özellikle günümüzde 200-300 kelimeyle konuşulan günlük ve yozlaştırılmış Türkçe ile neredeyse imkânsız. Oysa ki, Osmanlı zamânında sıradan birinin kelime hazinesi Mesnevî’yi anlayacak seviyedeydi.

Günümüzde hem nazım hem de nesir olarak tercümesi ve açıklaması yapılmış ve yayınlanmış Mesnevî baskıları var. Fakat bir üniversitenin herhangi bir bölümünde kullanılan ders kitaplarını okumak o bölümünde mezun olmak için yeterli olmadığı gibi, Mesnevî’yi herhangi bir kitap gibi okuyup anlamamız kolay değil. Zira Hz. Mevlânâ, Mesnevî’yi muazzam dinî ve kültürel bilgisini hem sembolik ifâdeler kullanarak hem de göndermeler yaparak ortaya koymuş. Bu altyapıyı edinmek başlı başına bir ömür ister. Bu yüzden Mesnevî’yi okuyup anlayacak ve anlatacak bilgi birikimine sâhip kişilerden yararlanmak en doğru yol. Ama bunu da suistimâl eden, kendini “Mevlevî şeyhi” ve “üstad” olarak tanıtıp maddî ve mânevî menfaat elde etmek isteyenlere dikkat etmek gerekir.

UNESCO, 2007’yi Mevlânâ Yılı ilan ettiğinde Hz. Mevlânâ ve Mesnevî ile ilgili birçok kitap yayınlandı. Devam eden yıllarda azalarak da olsa yayın yoğunluğundan bahsedilebilir. Büyük bir kısmı popüler olan bu çalışmaların Hz. Mevlânâ ve öğretisinin anlaşılmasına etkisi oldu mu?

Mevlânâ’dan Önce ve Sonra Mesnevî adlı kitabımın yazılma aşaması aynı döneme denk gelir. Bu açıdan farklı ve yeni kaynak bulma konusunda oldukça şanslıydım. Ancak bu dönemde ve daha sonrasında yazılan kitapların bir bölümü akademik çalışma olduğu için genel okur kitlesine hitap etmiyor. Diğerleri ise popüler edebiyat olarak kısa raf ömrü olan ve konusundan ziyâde popülerlik amacıyla yazılmış kitaplar.

Ayrıca Hz. Mevlânâ, öğretisinin anlaşılması için bu tür yayınlara muhtaç değildir. Hz. Mevlânâ, ülkemizde yıllarca unutulmuş ve hor görülmüş olmasına rağmen, o kendi değerini ve anlamını muhafaza etmiştir. O, lâyık olana kendini açar.

Şu nokta önemlidir ki, eline bir ney alıp kendini ney ile özdeşmiş gibi gösteren ama ne Hz. Mevlânâ’yı anlamış ne de Mesnevî’yi doğru düzgün okumuş birçok isim, piyasada “sufî”, “derviş” kisvesiyle dolaşıyor. Hz. Mevlânâ’nın öğretisi tıp, hukuk, mimarlık gibi ciddî bir konu. Ciddi şekilde ilgilenilmesi, zaman ayrılması ve emek harcanması gerekir. Marketlerin manav reyonlarının yanına konulan kitaplardan Hz. Mevlânâ’nın öğretisini öğrenmek mümkün değil. Kaş yaparken göz çıkartılıyor.

Rahmetli Cem Karaca Kur’an-ı Kerim’i ilk kez Almanya’da Almanca bir tercümeden okuyup çok etkilendiğini söylemişti. Hz. Mevlânâ da tüm dünyâda tanınan bir mutasavvıf. Tercüme eserlerin niteliği hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Hz. Mevlânâ’yı dünyâda popüler hâle getiren kişi, Amerikalı şâir Coleman Barks’tır. Barks, Farsça bilmemesine rağmen, Farsça bilen arkadaşının okuyup anlattığı Mesnevî hikâyelerinden aldığı ilhamla yazdığı şiirleri “Rumî” adıyla yayınlamıştır. Ancak bu tür çeviriler, Hz. Mevlânâ’nın İslâm âlimi ve mutasavvıf kişiliğini örtmekte ve şâirlik tarafını ön plâna çıkarır. Bu da Hz. Mevlânâ’nın İslâm şeriatına olan bağlılığını gölgeler.

Düz metinleri çevirirken bile birçok kültürel sorunla karşılaşıyoruz. Şiir çevirisi yapmak ve bunu yaparken Hz. Mevlânâ’nın öğretisini yansıtmak oldukça zor. Elbette bu çevirilerin, sempati oluşturmak açısından yarârı var. Ancak dikkat edilmesi gerekir ki, özellikle sosyal medyada altına Hz. Mevlânâ imzâsı konulan sözlerin çoğu uydurma.

Tasavvufun mistik felsefeden farkı nedir?

Tasavvuf, İslâm şeriatının hazmedilmesiyle yaşanabilecek bir öğreti. Şöyle bir benzetme yapabiliriz: Tasavvuf, şeriatın uygulamaya dökülmüş hâlidir. Teori olmadan uygulama olmaz. Uygulama olmazsa teoriyi yaşamak mümkün değildir.

“İslâm tasavvufu” diye bir ifâdenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Tasavvuf zâten İslamî bir kavram. Hıristiyan tasavvufu diye bir şey yoktur. “İslâm tasavvufu”, “sıcak ateş” demek gibi gereksiz bir tamlama. Dünyâdaki diğer inançların da mistik tarafları var. Ama Hinduizm, Budizm gibi inançların mistik söylemlerini tasavvufla eşit görmek doğru değil. Bunu İslâm’ı şirin göstermek adına yapmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu, İslâm’ın sâbitlerinden tâviz vermenin yolunu açmaktadır.

İslâm dışından Mesnevî’ye olan ilgi aynı zamanda İslâm’a ilgi midir? Mistisizm ile ne oranda karıştırılıyor?

Mesnevî, Amerika Birleşik Devletleri’nde  9/11 Olayları’nın ardından Kur’ân-ı Kerim’den sonra İslâm konusunda en çok okunan kitap oldu.  Mesnevî, çok büyük bir eser olduğu için, her gerçek eser gibi çağlar ötesinde önemini koruyor. Ayrıca ona samimiyetle başvuran herkese de bir kapı açıyor. Bence hem Hz. Mevlânâ hem de Mesnevî, “terörist İslam” söylemine ve propagandasına karşı kullanabileceğimiz en etkili marka.

İfrat ve tefrit devri yaşadığımız için bir kesim İslâm’dan nefret ederken, diğer kesim İslâm’a sempati duyuyor. Açıkçası şerden hayır çıkıyor. İslâm’a olan ilgi veya tepkiler, Mesnevî’ye olan ilgiyi tetiklerken, Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’ye olan ilgi insanları İslâm’a yakınlaştırıyor.

Ama elbette bu karmaşa içinde, mistisizmle karıştırılma riski yok değildir. Ancak mistisizm, sosyal hayattan kaçma ve münzevî bir hayat yaşama anlayışına dayanırken, genelde tasavvuf ve özelde Hz. Mevlânâ’nın öğretisi, sosyal hayatla iç içe olmayı teşvik eder. İslâm’ın aslında var olan da budur, çünkü Peygamber Efendimiz, hayâtının son gününe kadar sıradan bir insan gibi sosyal hayâtını yaşamıştır.

Hz. Mevlânâ ile ilgili yapılan çalışmaların belli bir alanla sınırlı kaldığını söylüyorsunuz. Mesnevî daha çok hangi yönleriyle ele alınıyor, hangi yönleri ıskalanıyor?

Mesnevî’yi bir hikâye kitabı hatta bir fabl kitabı olarak anlayanlar var. O zamânın edebî geleneklerine uyarak, Hz. Mevlânâ, Kelile ve Dimne başta olmak üzere birçok eserdeki, hatta İncil ve Tevrat’taki hikâyeleri, vermek istediği mesaja kılıf olarak kullanmış. Bence Mesnevî’nin ıskalanan en önemli kısmı, onun âdeta bir tefsir kitabı olması. Yirmi üç bini aşan beyit sayısını dikkate aldığımızda, bu binlerce satırından en az yarısı Kur’ân-ı Kerim’deki âyet ve sûrelere doğrudan gönderme yapar. Dolayısıyla ciddi bir Kur’ân-ı Kerim bilgisi gerektirir.

Ama Mesnevî bir fal kitabı değildir. Herhangi bir cildinin herhangi bir sayfasını açıp okuyabiliriz, ancak bu okuduğumuz hikâye, bizim günlük falımız değildir.

Genel anlamda ıskalanan ya da görmezden gelinen yönü ise sosyal hayâta yönelik mesajlar veriyor olması. Tevekkül ile birlikte tedbirli olmayı, mânevî tarafımızın yanında maddî ihtiyaçlarımızı da dikkate almamız gerektiğini vazeder.

Şeb-i Arus Törenleri yapıldığı günden bugüne öyle çok eleştiriliyor ki artık bunu eleştirmek dahi popülerleşti. Öte taraftan Recep İvedik’in son filminde bile Hz. Mevlânâ var. Zamânın getirisi bu deyip geçmeli mi, yoksa nerede yanlış yapıyoruz diye sormalı mı?

Her şeyden önce Hz. Mevlânâ gibi çağları aşan bir değerimiz olduğunun bilincinde olmalıyız ve popülerliğe malzeme yapmamalıyız. Bunu kötü niyetle yapanlar, bunun hesâbını âhirette Hz. Mevlânâ’ya verecektir. Ama bu konuda söyleyecek sözü olan bizlere düşen görev, Hz. Mevlânâ’nın yanlış anlaşılmasına sebep olan unsurlara tepki göstermek. Bu, bizim entelektüel sorumluluğumuz. Elbette sekiz yüz yıla rağmen dipdiri ayakta duran öğretisiyle Hz. Mevlânâ’ya kimse zarar veremez. Ama bu, bizim meydanı boş bırakacağımız anlamına gelmez.

Noel’den bir hafta önce, Hz. Mevlânâ’nın biblolarını satmak, düğünlerde dansöz gibi semâzen müsveddesi olarak para karşılığı sahneye çıkmak, Hz. Mevlânâ’nın ve Mevlevîliğin metalaşmasıdır.  Hz. Mevlânâ, İslâm dünyâsının Noel Babası değildir.

Gelecek nesillere Hz. Mevlânâ öğretisinin sâdece “dönen adamlar” olmadığını anlatmamız gerekir. Bu konuda susmak, dilsiz şeytanlıktır.

Tedirginliğimi anladınız değil mi? Bunu sorgulamanın ve çıkarılan neticenin de hoşgörüsüzlük olabileceğini düşünüyorum. Hz. Mevlânâ bu tabloyu nasıl yorumlardı?

Yanlış bilinen bir şey var: Hz. Mevlânâ her şeye kabul gösteren biri değildir. Yanlışa, “Yanlış” demiştir. Kendi zamânında yanlışı düzeltirken kendine has yöntemleri vardır. Şiddeti öncelemeden iknâyı tercih eder. Arabuluculuk yapar. Gönül alır; gönül fetheder. Ama her şeyi oluruna bırakıp dejenere olmasına da müsaade etmez. Şâyet günümüzde yaşıyor olsaydı, elindeki bütün imkânları ve teknolojik yolları kullanıp yapılan yanlışlara karşı duruşunu en net şekilde ortaya koyardı.

Siz de âyin-i şeriflerde mutrip heyetinde icrâcı olarak yer alıyorsunuz. Galata Mevlevîhânesi gibi mevlevîhânelerde veya diğer dergâhlarda da âyin-i şerifler icrâ ediliyor. En çok hangi mevlevîhânede âyin-i şerif yapmak veya yapılmasını isterdiniz?

Osmanlı coğrafyasında onlarca mevlevîhâne var. Ama günümüzün sorunlarına çâre, dertlerine derman olması bakımında Kudüs Mevlevîhânesi’nde bir âyin-i şerif yapılmasını çok isterdim. Zira biliyorsunuz, Kudüs’ün etrâfı Kânunî Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı surlarla çevrili. Daha önceki surlar, Selahaddin Eyyübî tarafından dönemin şartları gereği yıkılmıştır. Kânunî Sultan Süleyman, bu surları yeniden yaptırırken, şehrin giriş kapılarından birine mermer levhaya şunu yazdırmıştır: Lâ İlâhe İllallah, İbrâhim Halilullah. Bu, çok önemli bir mesaj. Kudüs, Hz. İbrâhim’in peygamberliğini kabul eden üç din için de kutsaldır. İbrâhimî dinler için değerli olan Kudüs’te bir Mevlevî âyin-i şerifinin icra edilmesi, birçok siyâsî sorunu anlamsız hâle getirecek ve bu sorunlar kendiliğinden çözülecektir. Keşke Dışişlerimiz veya TİKA böyle bir organizasyon için girişimde bulunsa.

Star Gazetesi