DOSTLUK KİTABI – Cihan Okuyucu

A+
A-

DOSTLUK KİTABI

Cihan Okuyucu

A- İNSANLARIN DOSTLUĞU

Dostlukta Uyum

Herkes herkesle dost olabilir mi? Şeyh Sadi’ye göre hayır. Kalıcı dostluklar ancak hemcinsler arasında mümkündür. O bu durumu şu vecizeyle formüle eder: “Kebuter bâ-kebuter bâz bâ-bâz” yani: Güvercin güvercinle dost olmalı, şahin de şahinle. Şahinle dost olmaya kalkan güvercinin vay haline!

Hz. Mevlânâ da dostların uyumlu olmasının lüzumunu çeşitli benzetmelerle açıklıyor. Biri dar diğeri geniş iki ayakkabı birbirine çift olur mu? Hayır! Böyle ayakkabı insanı topal etmekten başka işe yaramaz. Keza nasıl ki biri boş diğeri dolu iki çuval bir devenin sırtında dengeli duramazsa farklı mizaç ve inanıştaki iki insan arasında da uyum olmaz. Bu tip dostluklar iki taraf için de hayır getirmez. Yapıları ve gayeleri farklı kimselerin dostluğu olsa olsa fare ile kurbağanın dostluğuna benzer. Şimdi böyle bir dostluğun akıbetini görelim.

Fare ile Kurbağa Dost Olursa

Her nasılsa bir fare su kenarında karşılaştığı kurbağayla arkadaş olmuş. İyi ama buradaki fare ve kurbağadan maksat ne? Hemen hikâyenin başında bunları belirtelim ki mesaj anlaşılsın. Efendim, Hz. Mevlânâ’ya göre fareden kasıt dünya ehlidir; suda yani temiz yerde yaşayan kurbağa ise şeriat ehlini temsil etmekte. Neyse efendim, bir müddet sonra bu ikili arasındaki dostluk öyle ilerlemiş ki gece gündüz birbirlerinden ayrılamaz olmuşlar. Fare bir gün arkadaşına şöyle demiş:

– Kurbağa kardeş! Seninle dostluğa doyamıyorum ama bir gün beni terk edersin diye de korkuyorum. Bu korkudan kurtulmak ve istediğim her an seni yanımda bulmak için bir teklifim var. Gel bir sicimle ayaklarımızı birbirine bağlayalım; böylece her an birbirimizden haberdar olalım.

Bu teklif kurbağanın pek hoşuna gitmemiş, ama berikinin ısrarına da dayanamamış. Böylece bir yandan istenileni yapmış ama diğer yandan ayağından karaya çekilmemek için de tetik duruyormuş. Bu hal böylece süredursun bir gün alaca bir karga aniden şimşek gibi dalıp fareyi kaptığı gibi havalanmış. Tabi onunla birlikte ipin ucundaki kurbağa da yükselmiş. Görenler bu hale şaşırarak; “Su ehli olan kurbağa nasıl karganın yemi olur!” demişler. Kurbağa da lisan-ı hal ile şöyle cevap vermiş:

– Ben bu felaketi hak ettim. Zira su halkından olduğum halde hemcinslerimi bırakıp karada yaşayanlarla arkadaşlığa kalktım. Toprakta gezenle arkadaş olanın layıkı budur. (6/98)

Dostluğun zararlı olması için arkadaşın mutlaka kötü niyetli olması da gerekmez; onun ahmak olması kafidir. Tıpkı aşağıdaki nüktede anlatıldığı gibi:

Ayı ile Dost Olan Ahmak

Ahmak bir adam ejdere yem olmak üzere olan bir ayı görmüş ve onu helak olmaktan kurtarmış. Zavallı ayı kendisini kurtaran adama köle kesilmiş ve nereye giderse gölge gibi onu takibe başlamış. Ayının bu vefası berikinin de pek hoşuna gidiyor, onunla oturup onunla kalkıyormuş. Bir gün bu dostluğu doğru bulmayan bir arkadaşı ona demiş ki:

– Bu yaptığın yanlış. Ayının dostluğu sana hayır getirmez. Git kendine kendi cinsinden bir dost bul. Ancak ahmak bu uyarıyı yanlış yorumlayarak:

– Sen ayının bana gösterdiği dostluğu kıskanıyorsun, var yoluna git, demiş.

Bir zaman kırda bayırda dolaşırken adamın uykusu gelmiş ve yatıp uyumuş. Ayı onun başında dadı gibi bekliyor ve konan sinekleri eliyle kovalıyormuş. Fakat bir müddet sonra inatçı sinekleri kovmaktan usanmış. Çok da sinirlendiği için koca bir kaya alıp adamın yüzüne konan sineklerin üzerine fırlatmış. Zavallı ahmağın başı bir anda tuzla buz olmuş. (2-70)

Mevlânâ’ya göre ahmak dostların sevgisi de bu ayının sevgisi gibidir. Kinleri sevgiye, sevgileri de kine benzer. İyilik ediyorum zannıyla dostlarına zarar verirler. Şimdi bu tür dostluğa yeni bir örnek olarak bilgisiz bir kocakarı eline düşen zavallı şahinin başına gelenlere bir bakalım:

Kocakarı Evine Düşen Şahin

Padişahın av için beslediği doğanlardan biri sahibinden kaçmış ve tesadüfen un eleyen bir kocakarının evine girmiş. Ömründe böyle uzun gagalı, uzun tırnaklı bir kuş görmemiş olan ihtiyar ona acımış, kolunu kanadını bağladıktan sonra eline makası almış ve:

– Vah zavallı kuşum vah! Sahibin seni ne kadar bakımsız bırakmış, ne kadar ihmal etmiş, diyerek sağını solunu kırpmaya başlamış. Böylece şahinin kanatlarını, gagasını ve tırnaklarını kesmiş ve:

– İşte şimdi kuşa benzedin, demiş. Sonra da yemesi için önüne saman dökmüş. Şahin verilen samanı yemeyince de pek kızmış:

– Bak hele şu nanköre! Bunca iyiliğimin kıymetini bilmiyor da ikramımı reddediyor, diye kafasına vurmaya başlamış. Beri tarafta padişah arayıp tararken kocakarının elinde acınası bir hale düşen kayıp kuşunu bulmuş ve ona şöyle demiş:

– İşte padişahtan kaçıp kocakarının çadırını yurt edinmenin cezası budur. (2/14)

Yani? Yani ey Ezel Şahı’nın şahini olan insanoğlu. Senin kadrin kıymetin o tarafta. Bu dünya kocakarısının çadırına meyleder, oradan bir dostluk umarsan başına geleceklere hazır ol!

Dostluk Lafla Olur mu?

Peki dostluğun ölçüsü nedir? Sözler mi, davranışlar mı? Bazıları güzel fakat boş sözlerle dostluk iddiasında bulunurlar. Ama onun gereğini yerine getirme konusunda sonuç hüsrandır. Demek ki dostluk hizmet, feragat ve iyi niyet ister. Bunlar olmazsa? O zaman durum aşağıda hikâyesi anlatılan sofi ve tekke hademesinin macerasına döner:

Bir sofi yolda giderken yoruldu ve bir tekkeye misafir oldu. Yorgun eşeğini tekke görevlisine emanet edip kendisi içerideki sohbete katıldı. Yemek getirilince sofi eşeğini hatırlayarak hizmetçiye;

– Eşeğin de karnı aç. Ona ıslatılmış arpa ve saman ver, dedi. Bu müdahaleden canı sıkılan hizmetçi bir lahavle çekerek:

– Birader, bu benim her zamanki işim, sen kaygılanma, dedi.

Lakin eşeğine düşkün sofi isteklerini kesmedi:

– Ha! Semerini indirmeyi de unutma. Hem yarasına da biraz ilaç ek!

– Lahavle, lahavle! Ya hu buraya şimdiye dek binlerce konuk geldi ve hepsi memnun ayrıldı. Hizmetin nasıl yapılacağını herkes benden öğrenir, sen niye bu işlere burnunu sokarsın ki!

– İyi iyi. Ama yine de sen suyunu verirken ılıştırmayı unutma, eşek üşütmesin.

– Lahavle… Ben ne diyorum sen ne diyorsun! Ne diye beni iş bilmez yerine koyup utandırıyorsun!

– Peki tamam… Sen eşeğin yattığı yeri de temizleyiver. Taş ve gübre varsa kaldır, ıslaksa kuru toprak dök!

Sahtekâr tekke görevlisi eşek sahibiyle baş edemeyeceğini anlayınca, emrin baş üstüne, deyip güya hizmet için dışarı çıktı ama söylenenlerin de hiçbirini yapmadı. Gitti eşeği taşlı bir yere bağladı.Yorgun, aç ve susuz eşek altındaki taş ve çakıl içinde debeleniyor, kah o yanına kah bu yanına devrilip duruyordu. Beride dinlenmeye çekilen yolcu da gece boyunca tuhaf tuhaf rüyalar gördü. Eşeğini ya kurtlar paralıyor, ya da zavallı hayvan kâh o çukura kâh bu kuyuya yuvarlanıyordu. Adam eşeğin başına bir hâl geldiğini anladı ve onu görmek istedi ama kapılar da kapalı olduğu için dışarı çıkamadı. Nihayet eşek de sahibi de güç hal ile sabaha çıktılar. Hareket zamanı hizmetçiler hayvanı eğerleyip sofinin önüne getirdiler. Bizimki eşeğine binip yola koyuldu ama beriki dermansızlıktan her adımda kapaklanıp duruyordu. Eşek kapaklandıkça kervandakiler onu kaldırıyor hastalığını anlamak için şurasına burasına bakıyordu. Hastalığı kimisi nalındaki taşa kimisi ise gözündeki lekeye bağlamadaydı. Sofi ise meseleyi anlamıştı. Dedi ki: “Ne o, ne de bu. Bütün bunlar eşeğin gece boyunca yediği lahavlelerden oldu. Eh gece tesbih çeken gündüz de böyle secde eder… ” (2/9)

Mevlânâ’ya göre insan bu dünyada dost yüzlü düşmanına inanırsa İslam yolunda o eşek gibi dermansız ve biçare kalır. Soysuz kimselerin hizmeti de o hizmetkarınkine benzer. O halde! Dam altında alçakların esiri olmaktansa dışarıda kimsesiz kalmak daha iyidir. Hasılı dun-himmet olan kişilerin dostluğu sadece dilindedir. Kendilerine bir işin düşerse yıllarca yaptığın iyiliklerini bir anda unutur, yele verirler. Bu sebeple onlara yaptığımız hizmetlerin karşılığını beklemek ya da izhar ettikleri dostluğa kanmak sadece başımıza dert almaktır. Örnek mi? Mevlânâ bu tip dostluğa örnek olarak -aşağıda verilen- köylü ile şehirlinin dostluğunu gösteriyor. Peşinen söyleyelim ki hikâyede şehirli görgü ve nezaketi temsil ediyor; köylü ise hem kaba, hem de hakikatsiz ve içten pazarlıklı. Aman, sakın köylü okuyucu bu rol taksimine alınmasın. Şüphesiz burada yapılan bir tipleştirmeden ibaret. Keza bu algılayışta Mevlânâ asrında Selçuklu hükümetini pek meşgul eden köylü ve göçebe toplulukların şehirlere yönelik tehditlerini de hesaba katmak herhalde yanlış olmaz.

Şehirli ile Köylünün Dostluğu

Bir köylü ile şehirli dost olmuştu. Köylü şehre indikçe oradaki dostuna konuk olur ve iki üç ay boyunca beyler gibi ağırlanırdı. Köylü her ayrılışında yalancıktan ev sahibini köyüne davet eder:

– Bahar mevsimi köy yerinde, bağın bahçenin ayrı bir safası vardır. Ne olur siz de çoluk çocuk toplansanız da bize misafir olsanız, derdi. Bu hal yıllarca devam etti. Şehirli her seferinde bir bahane bulur; bu sene şu işim, bu işim var; inşallah gelecek yıl geliriz, deyip atlatırdı. Nihayet onuncu yıl yine köylü şehirliye üç ay misafir olup dönerken ev sahibinin elini sıkıca tuttu ve:

– Artık bu sene mazeret dinlemem. Çoluk çocuğu toplayıp illa ki geleceksin, diye and aldı. Adam yine bir bahane bulacak oldu ama bu sefer kendi çocukları da köylüyü arkalayıp:

– Baba, bu adam senin iyiliklerinin altında kalmak istemiyor, misafirliğinin hakkını ödemek istiyor; niye onu üzüyorsun, diye ısrar ettiler. Nihayet şehirli bu ısrarlara dayanamadı ve köylüyü yolcu ettikten birkaç gün sonra eşyalarını öküze, eşeğe yükleyerek köye doğru yola koyuldu. Çocuklar köyde kendilerini bekleyen bahçeleri, bahçelerdeki türlü türlü meyveleri hayal ederek neşe içinde yürüyorlardı. Bir ay boyunca gece yıldızları takip ederek, gündüz alınları güneşte yanarak yol çilesi çektiler ama bu çile de onlara hoş görünmedeydi. Nihayet o uzak köye ulaştılar ve arayıp sorarak köylünün evini buldular. Güzel bir karşılanma beklemekteydiler ama evden yana hiçbir hareket olmadı: Ne kapıyı açan, ne de hoş geldin diyen! Şehirli içeriye doğru seslenip birkaç defa:

– Hey köylü dost! Ben filancayım, adım sanım şudur, bak davetine uyarak sana geldik, hadi kapıyı aç, dediyse de berikinden ses seda çıkmadı. Şehirli ısrarla kapıyı vurmaya başlayınca köylü:

– Yahu ne diye kapımı çalıp duruyorsun? Ben ne seni tanıyorum, ne de seni davet ettiğimi. Sen neyin nesi kimin fesisin? İyi misin, kötü müsün, deyip onu tanımazlığa vurdu. İş bu hale gelince şehirli kızdı:

– A nankör, bunca yıldır her gelişinde evinde kaldığın sofrasında yemek yediğin kişiyi nasıl tanımazsın, dedi. Fakat köylü inkarını sürdürdü ve kapıyı açmadı. Böylece şehirli ve ailesi tam beş gün dışarıda kaldılar. Ne içeri girebiliyor ne de yorgunluktan çekip gidebiliyorlardı… O ara şiddetli bir yağmur da başlamasın mı! Şehirli mecburen kapıyı bir kere daha çaldı ve:

– Tamam, tamam, dedi. Beni tanımadığını kabul ettim ve geçmiş bunca nimetin hakkından, hukukundan da vaz geçtim. Ama ne olur bize bir sığınak göster. Yoksa bu yağmurda çoluk çocuğum hasta olacak! Bunun üzerine köylü kapıyı açtı ve şöyle dedi:

– Karşı bahçede ok ve yayla oturup kurdu gözetlemek için yapılmış bir bekçi kulubesi var. Eğer bu hizmeti görürsen var o kulubeye sığın, dedi. Mecbur kalan şehirli eline ok yay alıp çocuklarıyla o kulubeye sığındı. Daracık kulube sivrisinek ve pireyle doluydu. Çocuklar bir yandan rahat evlerinden kalkıp da şimdi içine düştükleri bu hallere şaşırıyor bir yandan da;

– Bu bize layıktır; böyle alçakla dost olan ve onun sözüne kanana bu çile müstehaktır, diyorlardı. Zavallı baba burayı da kaybetme korkusuyla uykuyu terk etmiş, tetikte kurd gözlemekteydi. Birden tarlada kurdun karaltısını gördü ve okuyla onu vurup düşürdü. Kurt düşerken gürültüyle yellendi. Yellenmeyi duyan köylü, evinden dışarıya fırladı ve:

– Eyvah eşeğimin sıpası gitti! Sen ne yaptın a zalim, niye sıpamı öldürdün! diye şehirliye bedduaya başladı. Şehirli her ne kadar;

– Ya hu, bu zifiri karanlıkta onun sıpa olduğunu nereden biliyorsun? Benim gözüme kurt gibi göründü, önce bir araştır, sonra şikâyet edersin, dediyse de beriki:

– Hayır, ben yirmi yel arasında bile olsa sıpamı yellenmesinden tanırım. Bu konuda hiç şüphem yok, dedi. Artık şehirli sabredemedi ve gidip berikinin yakasına yapıştı:

– A alçak! Sen bu üç karanlık içinde sıpanı yelinden tanıyorsun da tam on yıllık dostunu gündüz gözüyle nasıl tanımıyorsun, dedi. (3/10-26) Neuzubillah, köylü de ne köylüymüş ama! Allah hepimizi böyle dostlardan uzak etsin. Tabiatıyla Mevlânâ bu hikâyeden başka başka manalar da çıkarıyor ama biz konuyu dağıtmamak için işin dostluk kısmıyla yetinelim.

İyiye Zarar Yok

Peki ama daima iyiler iyilere, olgun insanlar olgunlara dost olursa, ham ve cahil insanları kim eğitecek? Mevlânâ zaman zaman bu konuyu da ele alır ve hakiki mürşitlerin böyle bir dostluktan zarar görmeyeceğini belirterek: “Külhanın dumanından güneşin yüzü kararır mı hiç! Anka kargadan niye korksun!” der. Böyle dostluk mürşide zarar vermez ama ham için bir rahmettir… “O çirkine ne mutlu ki arkadaşı güzel olur. Ölü ekmek bile cana yoldaş olunca dirilir de can kesilir. Kömür ateşin dostu olunca karalığı nurun içinde yok olur gider. Kendini Hak küpüne batıranlar da başka renklerden kurtulur, o tek renge boyanırlar. Nitekim kendi rengini ateşin renginde yok eden demir, susar gibi görünse de hâl diliyle daima ateşlikten bahseder. Der ki: “Ben ateşim! Şayet bundan şüphen varsa beni elinle tutmayı bir dene! Hele bir yüzünü yakınlaştır, gör ki ateş miyim, değil miyim!” Nitekim Hz. Adem de Hakk’ın dostluğuyla nurlandığı için melekler tereddütsüz ona secde ettiler. Dost dostun huyundan etkilenir. Öyle ki köpekler bile bazı huylarını insanlardan alırlar da kimi zaman avcılığa, çobanlığa veya bekçiliğe soyunurlar. (2/49-52) Demek ki iyi olmak için iyilerle dost olmak gerek. Şimdi gelelim dostlukla ilgili ince bir meseleye: Aslında iki insan arasındaki dostluk Hakk’ın rızası üzerine bina edilirse sağlam ve kalıcı olur. İnsanın hakiki dostu haktır, hukuktur. Bunlara ihanet eden kendi dostlarından da ihanet görür. Aşağıda bunun ilginç bir örneği var:

Hakk’a İhanet Edersen!

Bir gammaz Mısır halifesine Musul valisinin dünyada eşi bulunmayan güzel bir cariyesi olduğundan bahsetti ve resmini çizip gösterdi. Halife daha resminden cariyeye aşık oldu ve en güvendiği ordu komutanlarından birini çağırıp ona şu emri verdi:

– İstediğin kadar asker al ve gidip Musul hakiminden o cariyeyi iste. Verirse savaşsız olarak, vermezse zorla onu al getir.

Komutan kahramanlıkla nam salmış bir yiğitti. Musul’a varıp kaleyi yıkmaya başlayınca şehir hakimi Müslümanları korumak için cariyesini vermeye razı oldu. Ancak genç komutan cariyenin güzelliğine hayran oldu ve gözünü duman bürüdü. Dönüş yolunda bir gece çadırda ona el uzattı. Cariye de genç kahramana aşık olmuş kendisini ona teslim etmişti. İkisi tam halvet halindeyken dışarıda ormandan gelen bir aslanın kükremesi işitildi. Askerler korkuyla kaçıştılar. Komutan çıplak haliyle dalkılıç dışarı fırladı ve bir darbede aslanın başını kestikten sonra hiçbir şey olmamış gibi cariyenin yanına döndü. Daha sonra aralarında geçen olayın gizli kalması hususunda cariyeyi tembihledi. Cariye kendisine teslim edilince sultan da ilk bakışta bu güzellik karşısında büyülendi ve geceyi onunla geçirmek istedi. Ancak halvet esnasında tavanda bir fare tıkırtısı işitilince korkudan sultanın eli ayağı çözüldü, işinden kaldı. Cariye komutanın cesaretiyle sultanın korkaklığını kıyaslayınca gülmekten kendisini alamadı. Halife bu yersiz gülüşten şüphelendi ve kılıcını çekerek:

– Hemen bana neye güldüğünü söyle. Şayet yalan söylersen bunu anlarım ve seni öldürürüm, ama doğruyu söylersen suçun ne olursa olsun seni azad ederim, dedi. Cariye çaresiz kaldı ve yolda başından geçenleri anlattı. Hz. Mevlânâ bu noktada hikâyede bir parantez açıyor ve bütün sırların zamanla aşikâr olacağını belirtiyor. Nasıl ekilen bir tohum, bahar vakti geldiğinde bulut, su, ateş ve güneşin tahrikiyle biter de toprak altında kalan sırlarını aşikâr ederse ve nasıl her ağacın kökündeki sır dalda meyve halinde tecelli ederse insanların suçları da en umulmadık bir vesileyle açığa çıkar. Diğer taraftan yaşanan her sıkıntının gerisinde bildiğimiz, bilmediğimiz bir hatamız vardır. Zira Cenab-ı Hak günahsıza azab etmez. Ne var ki işlenen hatayla görülen ceza birbirinin aynı olmayabilir. Nitekim Adem topraktandır ama toprağa benzemez, üzüm de asmadandır fakat asma gibi değildir. O halde insana bir sıkıntı gelince ona yakışan hemen Cenab-ı Hakk’a yönelmesi ve:

– Ya Rab sen zulümden münezzehsin. Gerçi ben cürmümü tamamen bilmiyorum ama bu suçsuz olduğum anlamına gelmez. Sen cürmümde sebebi örttüğün gibi günahımı da gizle, diye niyaz etmesidir.

Cariyeyi dinleyen sultan da bu başına gelenin kendi hatası olduğunu anladı ve Allah’tan af dileyerek kendi kendine şöyle dedi:

– İlahi! Başkalarına layık gördüğüm şey sonunda bana geri döndü. Yol üzerin başkası için kazdığım kuyuya kendim düştüm. Ben Musul şahını incittim ve o dert bana geri döndü. Anlaşılan başkasının eşi hakkında kötülük düşünen aslında kendi karısına pezevenklik edermiş. Aslında ben o komutanı daha önce defalarca imtihan etmiş ve böyle bir kötülüğünü görmemiştim; demek ki onun bu yanlışlığı yine bendendir. O halde ya Rabbi, ben bu iki genci affettim, sen de beni affet.

Mevlânâ suçunu farkeden ve pişman olan sultanın aksine bazılarının kendi kusurlarına sığındıklarını hatırlatıyor. Mesela bir sarhoş kötülük yapınca kabahati sarhoşluğuna yükler. Böylesinin özrü kabahatinden daha büyüktür. Öylesine denir ki:

– A kötü kişi, onu da sen kendi isteğinle içmedin mi, o sarhoşluğu sen davet etmedin mi? O halde böyle geçersiz mazeretleri bırak! Hasılı padişah o komutanı çağırıp ona dedi ki:

– Bu cariye benim hoşuma gitmedi. Hem çocuklarımın annesi de bu cariyeyi kıskanıyor. Bu yüzden onu sana hediye ediyorum dedi ve kendi günahına kefaret olarak o iki genci evlendirdi. (5/155-161)

Hasan Harkani Eşine Niye Katlanırmış

Efendim, arkadaşlıkların en uzunu eşler arasındaki hayat arkadaşlığı. Hayatımız boyunca birçok arkadaşlar edinir ve her birini şu veya bu dönemeçte kâh bu kâh şu sebeple terkederiz. Neticede insan hiç kimseyle arkadaşlık yapmaya mahkum değil. Yürümediği yerde beraberlik de tabii olarak sona erer. Ama insanın eşi ve çocuklarıyla olan arkadaşlığı böyle mi? Çok zaman bu arkadaşlık duvakla başlayıp kefenle sona erer. Böyle uzun bir yolculukta birbirine ayak uyduranlara ne mutlu. Ama şans her zaman o kadar cömert davranmıyor ve bazen karga ile bülbülü bir kafeste bir araya getiriyor. Böyle bir durum ham kişi için mutsuzluk sebebidir, olgun ise bu zararı da kâra tahvil etmesini becerir. Dolayısıyla olumsuz örneklere bakıp evlilikten ürkmemeli. Nitekim rivayete göre Sokrat şöyle demiş: “Evlilik her halükarda iyidir. İyi bir eşe düşersen mutlu olursun, kötüsüne düşersen de filozof.”

Latifesi bir yana olgun dahi olsa insan böylesi bir evlilikten ne kazanabilir ki? İşte nakledeceğimiz hikâye bize bunun ipuçlarını gösteriyor. Mesnevî’ye göre Talkan şehrinde yaşayan bir âşık meşhur veli Hasan-ı Harkani’yi ziyarete niyetlenmiş ve uzun yollardan aşarak şeyhin memleketine gelmiş. Çaldığı evin kapısını şeyhin hanımı açmış. Kadın dervişin geliş amacını öğrenince bir kahkaha atmış ve demiş ki:

– Hay aklına şaşayım. İnsan hiç böyle sahte bir şeyh için bu kadar zahmete girer, bunca yol teper mi? Şayet Hz. Ömer gibi biri olsaydı böyle kalpazan şeyhleri kırar, geçirirdi. Sen bu düzenbazı görmek sevdasından vazgeç de bir an evvel memleketinin yolunu tut.”

Kadın bu minvalde kocası hakkında olmaz hakaretleri peş peşe sıralayınca artık derviş dayanamamış ve şöyle demiş:

– A kadın! Senin işin gökyüzüne tükürmeye benzer. Göğe tükürenin salyası yine kendi ağzına düşer. O halde onun hakkında söylediklerini aslında sen kendi kendine söylemektesin. Şükret ki bu mübarek sarayın köpeğisin. Eğer o zatın hürmeti olmasa şimdi seni kılıcımla ikiye biçerdim.

Böylece evden ayrılan derviş araya sora şeyhin odun toplamaya gittiğini öğrenmiş ve orman yolunu tutmuş. Biraz ilerleyince odununu bir erkek aslana yükleyip kendisi de sırtına kurulmuş ve eline de kamçı yerine bir ejder almış olarak gelen Şeyh Harkani’ye rastlamış. Derviş kendi içinden; “Allah Allah! Bu kadar ulu bir zat niçin öyle huysuz bir kadınla eş olmuş!” diye taccüp etmiş. Adamın içinden geçenleri okuyan şeyh ona şöyle demiş:

– A derviş! Sanma ki benim o kadınla çift oluşum nefsim eseridir. Biz Allah’ın elinde kurban olmuş ve hakkımızda ne yazılmışsa razı gelmişiz. Ben onun yükünü çekmesem hiç bu aslan benim yükümü çeker miydi? Kendi nefsimin ejderine boyun eğseydim, hiç bu elimdeki ejdere hükmedebilir miydim! (6/77)

B- HAK DOST

Üns-i tu ba-mâder ü baba kücâst

K’ez be-cüz Hak munisanterrâ vefâst (3/552)

Yani:

Haktan başkasının dostluğunda bir gerçeklik olsaydı, anne ve babanın dostluğunda olurdu. Ama hani onlar? O dostluktan geriye ne kaldı?

Ey Vefasız Dostlarım Nerdesiniz?

Sevgili okuyucu! Ömür güneşi kemalden geçip zevale meyledince ve ufku gurubun kızıllığı tülleyince insan bu dünya gerçeğini daha iyi anlıyor. Kısa bir ömür muhasebesi bize ne kadar çok şeyi geride bıraktığımızı dehşetle farketmemize yetiyor. O zaman içimizden kırık bir ses bütün bu kaybolan, bizi bırakıp giden şeylere sitemle şöyle seslenir:

“Ey hayatımın baharı olan çocukluğum ve ey ömrümün hiç bitmeyecek sandığım uzun yazı olan gençliğim şimdi nerelerdesiniz? Niçin beni dökülen yaprakların, hüzünlerin, ayrılıkların mevsimiyle başbaşa bırakarak gittiniz? Bu uzun hayat yolculuğumun her kavşağında beni birer birer terkeden yakınlarım, akrabalarım, ya sizler nerdesiniz! Sevgili annem, başımı okşayan şefkatli elin nerede, gölgesine sığındığım güçlü babam sen neredesin? Ya siz dostlarım! Birbirimizden canımızı esirgemediğimiz yoldaşlarım, sizinle aramıza ne girdi? Neden her menzilde sizi birer birer kaybettim. Şimdi niçin birçoğunuzun adını bile hatırlayamıyorum? Zor anlarımda yanıma yöreme baktığımda niçin pek azınızı bulabildim. Ve niçin bulduğum o dostlar da dertlerimi çözmekten aciz kaldı? Ey vefasız dostlarım! Elbette sizi aczinizden dolayı asla suçlamıyorum. Ama madem ki dostlukta kemalden uzaksınız, o halde siz de benden tam bir dostluk beklemeyin. Ben eksiksiz bir dostluk isterim. Öyle bir bir dost isterim ki kalbimden geçeni ben söylemeden bilsin ve daha ben istemeden ihtiyacımı versin. Ve o vefakâr sevgili beni ömrüm boyunca bir an bile terk etmesin.”

Yaşlı insanı bu iç muhasebenin sonunda şu iki sonuçtan biri bekler: O özlenilen dosttan mahrum olan inançsız için derin bir yeis, onu şah damarından yakın bilen mümin için sonsuz bir mutluluk. O mutlulukla başı dönmüş mümin Cenab-ı Hakk’a şöyle niyaz eder:

Rûzihâ ger reft gû rev bâk nist

Tu bimân ey an ki çün tu pâk nist

Yani: Günler geceler ve onlarla birlikte her şey gelip geçerse ne gam! Ey benzersiz dost, yeter ki sen bizimle kal, yeter ki sen bizi terk etme!

Hz. Mevlânâ da aşağıdaki mısralarda böyle bir iç konuşmaya tercüman oluyor. Ancak biz anlaşılabilmesi için metnin aslı yerine Merhum Nahifi’nin manzum tercümesini tercih edelim ve okuyucunun anlama zorluğunu kısa açıklamalarla azaltmaya çalışalım:

Nice yâr u hemrehe buldun zafer-

Sana sorsam dersin anlar gittiler

Yâr-ı Salih dahil-i dâr-ı naim-

Yâr-ı fasık vâsıl-ı nâr-ı cahim

Öyle kaldın ortada sen nâ-tüvan-

Ateşin guyâ bırakmış kârbân

Yâr u yâver yoktur illâ ol ilah

Zir ü bâlâdan münezzeh padişah

Her kudûret buldu fazlıyla safâ-

Haktır ancak eyleyen ahde vefa

Har u hasla eyleme ünsiyyetin

Âriyettir anda üns ü ülfetin

Kanda gitti valideyn ünsiyeti-

Olsa Hakdan gayrının hayriyyeti

Oldı divar üzre bir pertev ayan

Yine oldı şemse ol pertev devan

Meali: Ey dünya yolcusu! Şimdiye kadar ne çok dostun, yoldaşın oldu. Sana, onlar nerede, diye sorsam şöyle dersin: Onlar gitti! Nereye mi? İyi dostlar cennete, kötüler ise cehenneme. Böylece sen tıpkı göçen bir kervanın geride bıraktığı sönmüş ateş gibi ortada yapayalnız ve çaresiz kalıverdin. Herhalde şunu anladın ki yerden de gökten de münezzeh olan, her an her yerde hazır bulunan o Padişahtan başka senin ne dostun ne de yardımcın var! Zaten dostluk ahdine sadık kalan sadece Hak’tır. O dost olunca da her üzüntü neşeye ve sevince döner. O halde artık sen de çer çöp kabilinden olan sahte ve ödünç dostluklardan, arkadaşlıklardan elini çek! Düşün! Eğer Allahtan başkasının dostluğundan bir hayır görseydin anne babandan görürdün; hani onlar, niçin seni yalnız bıraktılar! Aslında onların sevgisi de Allahın verdiği ödünç bir sevgiydi; sanki duvara yansıyan bir parça ışıktı da o ışık yine ait olduğu güneşe geri döndü. (3/22)

Kulun Dostluğu, Hakk’ın Dostluğu

Şeyh Sadi’nin şu sözü ne kadar manidardır: Bir adamdan kurtulmak mı istiyorsun? Fakirse ona borç ver, zenginse ondan borç iste. İkisi de bir daha semtine uğramaz. Demek ki, istemek seni kuldan uzaklaştırır; halbuki sen Cenab-ı Hak’tan istedikçe ona daha çok yaklaşırsın. Mevlânâ da aşağıdaki beyitlerde insanın dostluğuyla Hakk’ın dostuğu arasındaki farkları sıralıyor:

Vakt-i sıhhat cümle yârend ü harif

Vakt-ı derd ü gam be-cüz Hak k’u elif (5/3215)

İyi vaktinde herkes seninle dost görünür ama dertli zamanında Cenab-ı Hak’tan boşka dost bulamazsın. Onun dostluğu elif gibi dosdoğrudur.

Nâzenin yârî ki ba’d ez -merg-i tu

Rişte-i yârî-i tu gerded se tu (5/1526)

O öyle hakikatli bir dosttur ki ölümünle bile senden soğumaz, bağlılığı git gide artar.

Ey cefâyet bih zi-ahd-ı vâfiyan

Hem zi-dâd-ı tüst ahd-ı bâkiyan (5/1533)

Ey cefası bile başkalarının vefasından daha iyi olan dost! Başkalarının ahdi dahi gerçekte senden bir ihsandır.

Vefasız Dosta Kızmalı mı?

Bu beyitlerden de anlaşıldığı gibi insandan vefa beklemek yersizdir. Peki bundan dolayı herkese ve her şeye küselim mi? Her çirkinlikte güzel bir taraf bulan Mevlânâ’ya göre hayır. Niçin? Çünkü Cenab-ı Hak: “Öyle bir gün gelir ki insan kardeşinden, çocuk anne babasından kaçar.” buyuruyor. O halde daha buradayken bir dost senden yüz çevirir, kibir, kin ve haset gösterirse feryat etme, kendini aptal ve cahil yerine koyma. Belki şükür maksadıyla bağışta bulun. Onun tuzağından çabuk kurtulduğun için kendini şanslı say ve de ki: “İyi ki yarın olacak şey bu gün oldu. İyi ki ömrümü onlara harcayıp bitirmeden önce ne olduklarını gördüm… Özürlü bir kumaş almışım ama şükürler olsun ki onun kusuru hemen belli oldu. Yoksa onunla sermayem elden çıkacak ve iflas edecektim. Malımı mülkümü verip kalp para alacak ve evime bilmeden sevinçle dönecektim. Şükür ki ömrüm ziyan olmadan paranın sahte olduğu belli oldu. ” (5/61)

Netice olarak madem ki seni sevgiliye götürüyor, bütün bu kötülükler hakikatte hayır ve rahmetten ibarettir. Zira:

Her çi mekrûhest çün şüd o delil

Sûy-ı mahbûb habibest ü halil (4/80)

Seni sevgiliye götürüyorsa mekruh şeyler de sevimli ve güzeldir.

O Halde Mutlak Kötü Yoktur:

Vefasızlığı, çile ve sıkıntıları da güzel gösteren yukarıdaki fikirler bizi sufilerin güzellik anlayışı ile karşılaştırıyor.

İbn-i Sina ile başlayan ve sufilerin varlık anlayışı ile genişlik kazanan bu fikre göre kainatta çirkin ve abes hiçbir şey yoktur. Her şey ya bizatihi ya da bilvasıta güzeldir. Söz gelimi gül zati olarak güzeldir ama diken olmadan bu güzellik farkedilemez. O halde diken de güzeli farketmemizi sağladığı için dolaylı olarak güzeldir. Hz. Mevlânâ aşağıdaki beytinde her şeyin zıddıyla bilinebileceğini ifade ediyor:

Bed nedâni ta nedâni nik-ra

Zıddra ez-zıd tüvan did ey fetâ (4/1365)

Yani: Ey delikanlı! Her şey zıddıyla bilinir. Bu yüzden kötüyü bilmeden iyiyi de bilemezsin.

Bu duruma göre kainatta mutlak kötü yoktur. İyilik ve kötülük duruma göre değişmekte. Nasıl mı? Aşağıdaki beyitler bunun açıklaması:

Pes bed-i mutlak nebâşed der-cihan

Bed be-nisbet bâşed inrâ hem-bedân

Der zemâne hiç zehr ü kand nist

Ki yekirâ pâ diğerrâ bend nist

Zehr-i mârân marrâ bâşed hayat

Nisbeteş bâ-âdemi bâşed memat

Halk-ı âbîra buved deryâ çü bâğ

Halk-i hâkîrâ buved ân merg ü dâğ

Ger tü hâhî ki türa başed şeker

Pes orâ ez-çeşm-i uşşâkeş niger

Menger ez-çeşm-i hodet ân hûbra

Bîn çeşm-i tâlibân matlûbra

Çeşm-i hod ber-bend z’ân hoş çeşm-i tu

Ariyet kün çeşm ez-uşşâk-ı tu

Tâ şevi eymen zi-sîrî vü melâl

Güft kânallahu leh z’in Zülcelâl

Bil ki dünyada mutlak kötü yoktur. Kötü bir şeye nisbetle kötüdür. Dünyanın şeker ve zehiri birine ayak, birine bağdır. O Amr için zehir Zeyd için şekerdir. Yılanın zehri yılan için hayat insan için ölümdür. Deniz deniz, canlıları için bağ bahçedir, kara canlıları için ölüm. Sana her şeyin şeker olmasını istiyorsan ona aşıkların gözüyle bak. Güzele kendi gözünle bakma, ona aşık olanın gözüyle bak. Kendi gözünü yum, aşıkların gözünü ödünç al. Ta ki sana usanma gelmesin. Cenab-ı Hak “Allah da ona verdi” buyurmuştur. (4/4-5)

Mevlânâ’nın hayır ve şer konusundaki fikirleri şu cümlelerle özetlenebilir: Cenab-ı Hak ne yaratmışsa mutlak hayır veya şer değildir, hayır ve şer oluşu duruma göre değişir… Düşküne vurulan sille bazen ona ekmek ve helva vermekten daha iyidir. Zira helva yiyen hasta ölür, ona tokat vurup men etmek onun yararınadır… Vurmak kötü huy içindir. Keçeye vururken kasıt tozu silkmedir, keçeyi dövme değil. Merhemi koymak için yarayı yarmak ve irini akıtmak gerekir. Yoksa ilaç yara altındaki eti de yer.

Şimdi de bu anlayışa tercüman olan hikâyemizi verelim:

Kötülere Dua Eden Vaiz: Bir vaiz her vaaza başlamadan önce bütün günahkarlara asilere, haydutlara hayır duada bulunurdu. Ona:

– Bu adeti nereden çıkardın? Sapıklar için dua caiz ve makbul değil, dediler.

– Ben onlardan çok iyilik gördüm, duam ondan. Bana öyle kötülüklerde bulundular ki iyiliğin kıymetini öğrettiler, neye bel bağlamam gerektiğini hatırlattılar. Aşağılık dünyaya ve dünyadakilere meylettikçe onlar beni döver, söver, tekrar Hakk’a sığınmama sebep olurlar. O halde onlara nasıl dua etmem!.. (4/5) Gerçekte her düşman senin için bir ilaçtır. Onlardan kaçar Hakk’a sığınırsın. Seni Hak’tan başka şeylerle meşgul eden dostlarınsa hakiki düşmanlarındır. Mümin porsuk gibi ki dayak yedikçe semirir, cefa çektikçe güzelleşir. Peygamberlerin bunca çile çekmesi bundandır. Hasılı dosttan gelen belalar sen bilmesen de hayrınadır. Kötü kişi de başkasına faydalı olur ama kendisine zararlıdır.

Yakarış

Allahım! Kendi iç konuşmasıyla vicdanım bir daha anladı ki dostluk senden, vefa senden, varlık sendendir. Madem ki her şey senindir, vicdanım senin adına şöyle demekte elbette haklıdır:

Ger bâ-heme çü bî-meni bî-hemeî

Ver bî-heme çü bâ-meni bâ-hemeî (3/1214)

Her şeyin var ama benden (Cenab-ı Hak’tan) mahrumsan, bil ki gerçekte hiçbir şeyin yok. Hiçbir şeyin yok ama benimleysen her şeye sahipsin.

İlahi! Bu gerçeği kavrayan vicdanım halka minnetten kurtuldu ve cümle aleme şöyle seslendi:

Dâd hod ez-kes neyâyem cüz meğer

Z’ân ki o ez-men be-men nezdikter

Ben kimsenin yardımını istemem. Çünkü varlığın sahibi izin vermedikçe zaten kimse bana yardım edemez. Ben yardımı bana benden yakın olandan isterim ancak.

İlahi! Sen bana şahdamarımdan daha yakın olduğunu buyurdun:

Ci’te akreb ente min habli’l-verid

Kem ekul ya ya nidâi lil-baid (6/685)

Sen bana şahdamarımdan yakınken ben uzaktakine çağırır gibi nasıl ya ya diye seslenebilirim!

İlahi! Sana yakınlığı hak edecek bir sermayem yok. Ama senin Peygamber lisanıyla buyurduğun: Ene celisu men zekereni ve enisü men iste’nese bi (Ben beni ananların yanındayım ve bana enis olanların enisiyim) müjdesini kendime dayanak edindim ve dostluğunu umarak kapına geldim. Yüce Mevlamız! Sen ne güzel dost ve ne güzel yardımcısın!.

Görevimiz Hakk’adır

Sevgili okuyucu! Mevlânâ her şeyi hangi kapıya borçlu olduğumuzu bakın ne kadar veciz ifade ediyor: “Değil mi ki memeyi, sütü ve anayı yaratan hep Cenab-ı Hak’tır. Değil mi ki ananı babana çift eyleyip senin doğmanı takdir eden yine O’dur; Hakk’ın hakkı ana hakkından da öncedir. Bunu bilmeyen eşeğe benzer.” (3/14) Bu ihtarla bir kere daha anlıyoruz ki Hakk’ın hakkı her şeyden öncedir. Bize ulaşan bütün nimetler O’nun yüce elinin eseri ve hediyesidir. Ama çok zaman o nimetler onları uzatan elle aramıza perde olmuyor mu? Ve çok zaman vesileler hakikatin önünü kesmiyor mu? Hakk’ın hakkının her haktan önce olduğunu çoklukla unutmuyor muyuz? Hayatta değer verdiğimiz, üzerine titrediğimiz ne çok şeyimiz var. Sözgelimi malımız, mülkümüz, hayatımız, ailemiz… Bir mücevherin üstüne titrer gibi üstüne titrediğimiz birçok şey. Fark etmeyiz ki bütün bunlar bazen asıl cevherle aramıza perde olurlar ve bize asli görevimizi unuttururlar. Ne gibi mi?… Sultan Mahmut’la vezirlerinin aşağıdaki hikâyesinde olduğu gibi:

Ayaz’ın Farkı

Gazneli Mahmut’un yaşlı başlı vezirleri çobanlıktan gelip de kısa zaman içinde kendi saflarına kadar yükselen Ayaz’ı kıskanıyor, Sultanın ona değer vermesini çekemiyorlardı… Sultan, Ayaz’ın diğerlerinden farkını göstermek üzere hepsini huzuruna çağırdı. Vezirleri kıdem sırasına göre dizilince o hazinesinin en değerli mücevherini aldı ve baştaki ilk vezire uzatarak; “kır!” emrini verdi. Bu beklenmedik emir karşısında bocalayan yaşlı vezir şöyle dedi:

– Sultanım, emrinizin hikmetini anlayamadım ama beni mazur görün. Zira ülkeler satın alacak değerdeki bu mücevheri kırmak benim gibi bir kölenizin haddi değil.

Padişah ısrar etmedi. Mücevheri alıp ikinci vezire uzattı ve aynı emri verdi. Ne var ki ikinci vezirden de benzer bir cevap aldı. Bu minval üzere mücevher tek tek bütün vezirlerin elinden geçti ve her biri baş vezirin sözlerini tekrar ederek padişahtan af dilediler. Nihayet sıra en sonda yer alan Ayaz’a geldiğinde o daha sultanın ağzından kır emri çıkar çıkmaz bir an bile tereddüt etmeden taşı yere vurup paramparça etti. Bu manzara karşısında şaşkına dönen diğer vezirler Ayaz’ın üzerine yürüyerek onu paylamaya başladılar:

– A densiz! A kadir kıymet bilmez çoban parçası! Sen ne kırdığının farkında mısın? Senin gibi bir köle parçası kim, Sultan hazinesinin bu paha biçilmez cevherini kırmak kim?

Bunun üzerine Ayaz onlara şu manidar cevabı verdi:

– Haklısınız taş çok değerli, ama Sultan o taştan çok daha değerlidir. Siz o cevheri kırmadınız ama Şahın emir cevherini kırdınız. Sultanın bir emri benim için binlerce mücevherden daha kıymetlidir… O, eğer taş yerine kendimi yere vurup kırmamı isteseydi asla tereddüt etmezdim…” (5/163)

Demek ki insan binbir heves arasında oynayıp duran ayağını bir noktaya dikmeli kalbini tek bir yere bağlamalıdır. Kısacası Hakk’a karşı vefalı olmalıdır. Aşağıdaki veciz mısralarda Mevlânâ bu hakikati parlak benzetmelerle bakın nasıl ifade ediyor:

Cenab-ı Hak’tan Başkasına Yar Olma

Evvel ü âhir-i tu aşk-ı ezel hâhed bud

Çün zen-i fâhişe her şeb tu diger şûy mikün

Dil binih ber hevesi ki dil ez-ân ber-neküni

Şir-i merdâ dil-i hodra seg-i her kûy mikün

Hem bedân sû ki geh der-i devâ mi-hâhi

Vakf kün dide vü dil rû be-her sûy mikün

Hemçün üştür be-medd ü cânib-i her harbüni

Terk-i in bâğ u bahar u çemen ü cûy mikün

Hân ki hakan binihadest şehâne bezmi

Enderin mezbele ez-behr-i Hudâ toy mikün

Mir-i çevgâni-i mâ cânib-i meydan âmed

Pey-i esbeş dil ü cânra hele cüz gûyi mikün

Ey, başlangıcı ve sonu ezeli aşka ait olan! Her gece başka bir erkeği koca edinen fahişe kadın gibi olma! Kalbini kendinden ayıramayacağın tek bir arzuya bağla. Ey aslan kişi! Kalbini mahalle mahalle dolaşan köpek derecesine düşürme! Gözünü ve kalbini dert anında nereden deva istiyorsan sadece o tarafa vakfet ve her tarafa akıp durma. Deve gibi her çekildiğin yöne ve diken tarafına gitme; bu bahçeyi, baharı, çimeni ve ırmağı terk etme. Bak, sultan şahlara layık bir eğlence meclisi düzenledi, Allah aşkına artık bu çöplükte oturup kalma. İşte çevgan oynayan emirimiz meydana doğru geldi. Haydi, kalbini ve ruhunu onun atının arkasında top gibi yuvarla.

Hakk’a Vefalı Ol

Dostluk vefayla sınanır. Cenab-ı Hak’tan gelen bazı sıkıntılar da kulun kulluk konusundaki imtihanıdır. Ancak sıkıntılı hallerde bazıları çareyi başka kapılarda arar. Mevlânâ bu konuda insanı köpekle mukayese ediyor: “Köpek bile bir ekmek verenin kapısından ayrılmaz, ona vefa gösterir. Başka kapıya gitmek o nimete küfürdür. Köpek dahi vefasız olmaktan utanırken sen nasıl vefayı terk edersin?”

Demek ki hakiki vefa hiçbir durumda Hak’tan başkasından bir şey ümid etmemektir. Aksi halde? Aksi halde Cenab-ı Hak sana kendi dileği dışında kimsenin yardıma kadir olmadığını gösterir. Mevlânâ buna misal olarak Hz. Yusuf ‘u gösteriyor:

Beni Hatırlat

Hz. Yusuf zindan arkadaşı olan bir mahpusun rüyasını yorumlamış ve ona kurtulup büyük bir mevkiye geleceğini müjdeleyerek demişti ki:

– Padişahın yanında mevki sahibi olduğunda ona beni hatırlat. Ne var ki Cenab-ı Hak o adama bu vadini unutturdu ve Hz. Yusuf yanlış ricası yüzünden daha nice yıllar o zindanda kaldı. Böylece o Hak’tan başka dayanılan her şeyin çürük bir sopa hükmünde olduğunu yaşayarak öğrendi… (6/127)

Aslında Cenab-ı Hak bu dünyada kendi düşmanlarına bile lutfetmekte, onları yaşayıp doyurmakta iken neden küçük bir kusuru için sevdiği bir kulunu bu kadar yıl zindanda bekletiyor? Mevlânâ bu noktada şöyle bir inceliğe dikkat çekiyor:

Gerçi yarasa güneşe düşmandır ama yine de rızkını güneşe borçludur. Zira yarasa gece bir kurtçuk bulup yese o kurtçuğun büyümesinde güneşin tesiri vardır. Güneş kendi düşmanına bile böyle ikramda bulunur ama sıra doğana gelince ona aynı müsamahayı göstermez. Şayet doğan, gece avlanmaya kalkarsa güneş onun kulağını çeker ve şöyle der:

“Hadi yarasa kördür, ama sana ne oluyor! Gözlerin aydın olduğu halde neden nurdan kaçmadasın.? O halde sen kulağının çekilmesini hak ettin, bir daha güneşten başını çevirme!”

Demek ki sıradan insanlar için meşru sayılan şeyler yüce insanlar için bir kabahat hükmündedir. Bu yüzden şöyle denmiştir: Hasenat-ı ebrar seyyiat-ı mukarrebin. Yani: Sıradan iyilerin sevabı Cenab-ı Hakk’a yakınların nezdinde günah sayılır.

Mevlânâ aşağıdaki hikâyede de kulluktaki vefanın nasıl olması gerektiğine güzel bir örnek veriyor.

Kulluk ve Padişahlık Nasıl Olurmuş

Yoksul, aç ve çıplak bir dervişin yolu Herat şehrine uğramıştı. Şehirde dolaşırken gözleri cins atlar üzerine kurulup giden atlas elbiseli, altın kemerli bir grup soyluya takıldı. Derviş bu asilzadeleri merak ederek oradan geçen birini durdurdu:

– Bunlar nerenin beyleri, emirleri

– Ne beyi ne emiri! Bunlar Herat defterdarının kulları/köleleri…

Bunun üzerine zavallı derviş kendi perişan halini onlarla karşılaştırdı ve başını göğe kaldırarak:

– Ya Rabbi bir kendi kuluna bak, bir Herat defterdarının kullarına! Kul beslemek nasıl olurmuş gör, dedi.

/Hz. Mevlânâ naz halindeki dervişin bu yakarışını yanlış anlamamak hususunda bizi uyararak şöyle diyor: “Gerçi bu derviş Hakk’ın has kullarındandı ve yakınlığına güvenerek böyle niyazlar etmekteydi. Ama madem ki sende o yakınlık yok, Hakk’a öyle sözler söylemekten sakın!..” Mevlânâ eserinin bir yerinde bu fikrini şu örnekle açıklıyor: “İhtişamla taht üzerinde oturan padişahın sağ ve solunda eli kılıçlı çavuşlara nöbet tutturması, her gün davul ve nekkare çaldırması halka kudret ve heybetini göstermek içindir. Ama gece sultan has dostlarıyla işret Meclisi kurduğunda orada ne resmiyet kalır ne de uzaklık. Demek ki sultanın haşmet ve heybeti yabancıyadır, dostlarına değil. (4/145)

/Bir müddet sonra padişah bir suç isnadıyla defterdarı hapse attırdı ve hazinesinin yerini söyletmek için işkenceler yaptı. Onu konuşturamayınca bu sefer -o ihtişamlı- köleleri işkenceyle konuşturarak bilgi almak istedi. Demir cımbızlarla etleri çekilmesine ve vucutları parça parça olmasına rağmen kölelerin hiçbiri efendilerine ihanet etmedi. O gece derviş gaybdan kendisine şöyle seslenildiğini duydu:

– Ey arif, sen de kulluk nasıl olurmuş bu kölelerden öğren! (5/128)

Kendini Layık Olana Feda Et

Bu köleler kendilerini feda etmekle zarar mı ettiler, kâr mı? Mevlânâ insanın kendisini kime feda etmesi gerektiğini açıkladığı şu beyitleriyle bu soruyu cevaplıyor:

Ey hunuk ân ki fedâ kerdest ten

Behr-i ân kâr zed fedâ-yı ân şüden

Her yekî çünki fedâ-yı fenniyist

K’ânderan reh sarf-ı ömr ü küştenist

Bâri in mukbil fedâ-yı in fenest

K’ender-u sad zindegî der-küştenest (6/3552-54)

Canını ve tenini layık olana feda edebilene ne mutlu! Herkes kendini bir işte feda eder, ömrünü o yolda harcar ve o uğurda ölür. /Bari o kutlu kişi öyle bir yolda feda olmuştur ki onun ölümünde dahi yüzlerce hayat vardır.

Cömertlik Çeşitleri

Cömertliğin birçok cinsi var şüphesiz. Mevlânâ’ya göre cömertliğin en üstünü Hak yolunda çile çekmek ve canını o yolda sarf etmektir. Akıllı cömert neyi nereye harcayacağını bilen, Hakk’ın malını Hakk’ın emrettiği şekilde sarfedendir:

“Para dağıtmak cömert için şereftir. Aşıkın cömertliği ise can feda etmektir. Ekin eken önce ambarı boşaltır ama sonra hasılatı harcadığından pek çok olur. Zaten tohumu ambarda tutmak israftır. Bir yandan çürür, bir yandan fareler yiyip mahveder. O halde bu acı canı feda et de tatlı bir can satın al. Kendini Hak’tan başka bir şeye feda edersen kendi kendini ucuza satmış olursun. Say ki bir atlassın ama tutup kendini bir hırkaya yamamadasın.” (1/88-89)

CEVHER BEYİTLER

65 -67

Âşık kime âşık:

Pâdişehler kendi pesti pestidir

Halk-ı âlem kendi mesti mestidir

Dilberân oldu esir-i bî-dilân

Can verirler bî-dilâna dilberan

Suya tâlipdir egerçi teşnegân

Teşnelerdir matleb-i âb-ı revân 1/1805 vd

Ey biçmeden ekmek, vermeden almak, sevmeden sevilmek isteyen! Bil ki vermek almaktır, sevmek sevilmektir.. Padişahlar bile kendilerine eğilene eğilirler, zira herkes kendi sarhoşunun sarhoşudur. Sevgililer kendi âşıklarına âşıktırlar ve onların yoluna can verirler. Susayanlar suya hasrettir ama su da susamışları arayıp durmada.

68

Sular da susar:

Teşnedir müştâk-ı âb-ı dilsitân

Abdır hem tâlib-i lebteşnegân 3/4442

Susuz kişinin dudağı tatlı suya hasrettir. Ama su da susamış dudakları özler. Çocuk memeye âşıktır, memeyse kendisini emecek bebeğe. Muhtaç olan cömerd bir el peşindedir, cömert ise kendisinden isteyecek elleri gözler. Yani fakrın gereği istemek zenginliğin şanı vermektir. Beriki ne kadar almağa muhtaçsa Hak eri de o kadar vermeye müştaktır. Cömertlerin en cömerdi olan Cenab-ı Hak ise:Yok mu benden isteyen, diye kullarını kendisine davet eder.

69

Müminler bir beden:

Müminân ma’dûd lîk imân yekî

Cismişân ma’dûd likin can yekî 4/418

Beden bir ama organları çok. Bedenleri bir araya getiren, birleyip bütünleyen candır. Can giderse azaların hiç biri kalmaz, hepsi ölür. Müminler de böyledir, hepsi bir büyük bedenin uzuvları hükmündedir. Niçin? Çünkü hepsinin ortak bir canı vardır ve o can imandır. Nice hazinelerin bir araya getiremeyeceği kalpler imanla bir araya gelmiş, kardeş olmuştur. İman ipi kopmaya görsün, beden tesbihi dağılır gider.

70-71

Dildaşlık mı üstün gönüldaşlık mı:

Çok olur Hindî ve Türki hemzebân

İki Türk olur veli bîgâne san

Bâ-husûs ola zebân-ı mahremi

Hemzebândan oldu alâ hemdemi 1/1259-60

Önemli olan dil akrabalığı değil gönül akrabalığıdır. Bu yüzden bakarsın bir Hintli ile Türk anlaşırlar da aynı dili konuşan iki Türk anlaşamazlar. O halde gönüldaş olmak dildaş olmaktan daha iyidir…

72

Ayakkabın sıkarsa yalınayak gez:

Pâ-tehî geşten bihest ez-kefş-i teng

Renc-i gurbet bih ki ender-hâne ceng 1/2496

Elbette her ayağa bir ayakkabı, her sırta bir gömlek lazım. Ama ayakkabı darsa insan yalın ayak olmayı tercih eder. İnsanın evi barkı, vatanı elbette gurbetten iyidir ama bazen vatan yaşanmaz hale gelir deşairin dediği gibi-:”Gahi gurbet vatan olur,gahi vatan gurbetlenir”. Ayakkabı nedir? Yerine göre arkadaş, eş,dost. O halde eşler ve dostlar dikkat etmeli ve sormalı: Ben nasıl bir ayakkabıyım? Korumakla mı yükümlüyüm, sıkmakla mı? Sonra evim nasıl bir ev? Cennet bahçesi mi, çilehane mi? Aman eşler.. Dikkat!

73

Dostların düşmanındır çünkü..:

Der-hakikat dûstanend düşmenend

Ki zi-Hazret dûr u meşgûlet künend 4/96

A arkadaş! Sen hedefini şaşırmış dostu düşmanı karıştırmışsın. Dostum diye sarıldığın şeyler seni oyalamakta, yolundan alıkoymakta. Haktan hakikatten, cennetten ve cemalden uzaklaştıran dost nasıl dosttur. Gerçek dost sana kapı olandır perde değil, önüne düşüp Hakka iletendir, yolunu kesen değil. Bu nazara göre seni döve söve Hakka doğru kovalayanları zahiren düşman da gözükseler düşman bilme dost bil. Zira hayra vesile olan hayırdır.