DÖRT KUŞU BOĞAZLA -1 – Cihan Okuyucu

A+
A-

DÖRT KUŞU BOĞAZLA 1

Cihan Okuyucu

Efendim, bilindiği gibi Mesnevî batıni bir Kur’ân tefsiridir. Hz. Mevlânâ Kur’ân-ı Kerim’deki bazı ayetleri manevi bir tefsire tabi tutuyor ve onlarda bilinen anlamları dışında yeni manalar buluyor. Bu tür tefsire tabi tuttuğu kıssalardan biri de Cenab-ı Hakk’la Hz. İbrahim arasında geçen şu hadisedir:

Hz. İbrahim bir gün Cenab-ı Hakk’a:

– Ya Rab bana ölümden sonra dirilişin nasıl olduğunu göster, diye niyaz etmişti Allah:

– Yoksa inanmıyor musun, buyurunca:

– İnanıyorum, fakat kalbim itminan bulsun, demişti.

Bunun üzerine Allah ona dört kuşu kesip parçalarını birbirine karmasını ve götürüp bir dağ başına bırakmasını, sonra da onları kendine doğru çağırmasını istedi. Hz. İbrahim söylenenleri yaptığında parçalara ayırdığı dört kuşun dirildiğini ve kendisine doğru uçarak geldiğini gördü. (Al-i İmran 260) (5/2)

Şimdi gelelim Mevlânâ’nın bu kıssayla ilgili tefsirine…Mevlânâ insandaki dört kötü huyu şu dört kuşla sembolize ediyor:

Kaz=hırs

Horoz =şehvet

Tavus=makam sevgisi

Karga= uzun ömre tamah.

Ona göre insandaki bu dört kötü huy, kesilmesi emredilen o dört kuş gibidir. Kurtulmak için onların kafasını koparmak gerek. Şimdi bazı okuyucularımız; bu benzetme de nerden çıktı, diye düşünebilir. Bunun için küçük bir açıklama yapalım: Devre ait bazı minyatürlü eserlerde görüldüğü üzere Selçuklu döneminde zengin bir hayvan sembolizmine tesadüf edilir. Her hayvan bir karakteri; sözgelimi tilki kurnazlığı, tavşan şansı, horoz cömertliği temsil eder. Hz. Mevlânâ da yukarıdaki benzetmeleriyle dönemin bu anlayışını malzeme olarak kullanıyor… Bu küçük izahtan sonra artık Mesnevî’ye geçelim ve dört kuşun kötü huylarıyla ilgili bahisleri özetlemeye çalışalım.

HIRS

1. Kazın Halleri

Herhalde gözlemleyenler Hz. Mevlânâ’ya hak verirler. Kazın temel özelliği haris olmasıdır. Bu kuş azmanının boğazı bir an bile boş durmaz; kuru yaş ne bulursa yer, yiyemediğini de toprağa gömüp saklar. İnciden nohuta kadar boğazdan geçen ne varsa kursak anbarını onlarla doldurur. Mevlânâ’ya göre bu yeme hırsının sebebi şu: Kazın sahibine itimadı yoktur, onun kendisini doyurmayacağını vehmeder. Keza herkesi kendisi gibi tamahkar sandığından eline geçeni gizler, saklar. İşte kaz tabiatlı olan kişi de aynen böyledir. O rızıktan yana telaşlıdır, endişelidir, huzursuzdur. Kur’ân’da dendiği gibi şeytan onu fakirlikle korkutur. Bu yüzden kimseye bir şey veremez; kendi yediğini içtiğini ve sakladığını kâr bilir. Oysa mümin, bu kainatı yaratan Zat’ın bütün yarattıklarının rızkına kefil olduğunu bilir ve bu itimat dolayısıyla da sakindir, telaşsızdır. Gözü gönlü tok olan müminin rakiplerinden yana da korkusu yoktur. Mevlânâ hırsı ateşe benzetiyor. Kömür yanarken ateşi göze güzel görünür ama sönünce gerçek rengi ortaya çıkar. Kötü bir şeyi de insana güzel gösteren, ona duyulan hırstır. Rahmani olan kanaat ve teenninin aksine hırs ve acele şeytandandır. Hırs; şimşek ışığında mektup okumak gibi aldatıcıdır. Gerçi şimşek parlaktır ama gözü almaktan başka işe yaramaz. Hakiki nurun karakteri sakin ve daimi oluşudur. (2/56)

Yine Mevlânâ’ya göre hırs körlüğü en kötü körlüktür. Gözü kör olan ilahi rahmete nail olur, kendi kendini kör eden haris ise o rahmetten uzaktır. Peki bütün bu gayretlerin neticesinde harisin eline ne geçer? Koca bir hiç! O denizin köpüğüne at süren bir zavallıdır. Zira onun peşinde olduğu dünya da müflisin tekidir ve taliplerine verecek bir şeyi yoktur. Şimdi bütün bu anlatılanları özetleyen bir hikâyeyi aktarmaya çalışalım:

Hırsın Gözü Kör, Kulağı Sağır:

Dolandırıcının biri hileleriyle herkese illallah dedirtmişti. Dışardakiler onun şerrinden korunmak için adamı zindana attırdılar. Fakat adam orada da rahat durmadı. Bir hileyle herkesin elindeki avucundakini alıyor, kimseye rahat ve huzur vermiyordu. Çaresiz kalan zindan halkı durumu kadıya şikâyet etti. Kadı düşündü, taşındı ve içerdekileri kurtarmak için onu serbest bırakmaktan başka çare bulamadı. Fakat mahkum sevineceğine buna itiraz ediyor ve:

– Bu zindan benim cennetim, geçim kaynağımdır; ben şimdi dışarıda ne yaparım, diye sızlanıyordu. Kadı bu yalvarmalara kulak asmadı ve adamı serbest bıraktı. Diğer taraftan da tanımayanları onun şerrinden kurtarmak için farklı dillerde 10 münadi /çığırtkan görevlendirdi. -O dönemlerde adet olduğu üzere- münadiler adamı bir Türkün devesine bindirdiler ve şehri sokak sokak dolaştırarak teşhir etmeye başladılar. Bir yandan davullarıyla yeri göğü inletirken diğer yandan her biri kendi dilinde bağırıyor ve şehir halkını uyarıyordu:

– Ey ahali! Bu gördüğünüz adam bir dolandırıcı, bir müflistir! Sakın ona, onun hilelerine aldanmayın ve bir kuruş bile vermeyin. Kendinizi onun şerrinden koruyun! Bu iş akşama kadar devam etti ve bütün şehirde Türkten, Araptan, Acemden bu sözleri duymayan, anlamayan kalmadı. Nihayet akşam iş bitip ayrılma vakti geldiğinde deveci müflise:

– Bak sabahtan beri dolaştık, yorulduk! Hadi benim devemin saman parasını ver de yoluma gideyim! dedi. Bunun üzerine dolandırıcı dedi ki:

– Yahu, ne samanı ne parası! Bilmiyor musun ki ben müflisim. Sabahtan beri bu şehirde on farklı ağzın söyleyip durduğu şeyleri işitmedin mi! Herkesin duyduğunu, bildiğini bir sen mi duymadın, anlamadın!

Efendim hikâyenin sonucu şu: Bu dünya herkesi çulsuz gönderen bir soyguncudur; münadiler her dilde bu durumu tebliğ eden peygamberler. Haris ise saman hırsı ile duyduğunu duymaz gördüğünü de anlamaz hale gelen o deveci Türk gibidir. Deveci gibi hırsla kalbi kararmış olanlar o ilahi münadileri -elçileri- duymazlar ve aslında bir müflisten başkası olmayan bu dünyaya kendilerini kaptırırlar. (2/23) Bu tip insanlar bir zarara uğradıklarında onu telafi telaşıyla kendilerini daha büyük zararlara uğratırlar. Mevlânâ aşağıda bu tip hırsa ilginç bir örnek veriyor:

Keçiyi Çaldıran Haris:

Adamın biri keçisini iple çekerek götürürken hırsız gizlice ipi kesip keçiyi çaldı. Adam bir zaman sonra durumu fark edince telaşla keçiyi aramaya koyuldu. Öteye beriye seğirtirken bir kuyu başında “eyvahlar olsun” diye feryat eden biriyle karşılaştı. Aslında bu kişi hırsızdan başkası değildi. Adam ona feryadın sebebini sorunca dedi ki:

– Kuyuya bir kese düşürdüm içinde yüz altın vardı. Eğer çıkarabilirsen beşte biri senin.

Adam içinden “Bir koçun gitse Cenab-ı Hak bir deve bağışlar..” diye tamahla soyunup kuyuya girdi. Hırsız onun elbiselerini de alıp gitti. Fikirsiz tedbirsiz tamah böyledir. Tamah hırsızı her an bir şekle girer. (6/17)

Kafirin Yedi Boğazı:

Efendim, yukarıda arzetmiştik; kazın bir özelliği de pisboğaz olması, doyma bilmemesiydi. Acaba açlık sadece fiziki bir hadise midir? Yoksa bu aşırı açlık aslında manevi boşluğun bir tezahürü mü? İşte Mevlânâ aşağıdaki hadisede doyma hissinin inanca göre nasıl değiştiğine ilginç bir örnek veriyor:

Bir gün Gıfaroğullarından 30 kâfir mescide gelip Hz. Peygamber”e konuk oldu. Hz. Peygamber de doyurmaları için bunları sahabeleri arasında paylaştırdı. Her sahabi bir adamı alıp evine götürdü. Ortada iri cüssesinden dolayı kimsenin misafir etmek istemediği bir adamcağızdan -merhum Gölpınarlı’nın tespitine göre Ebu Busayra- başkası kalmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu kendi evine davet etti. Evde ekmek ve yedi sağmal keçinin sütünden hazırlanmış 18 kişilik yemek vardı. Adam bir oturuşta bu 18 kişilik yemeği tek başına silip süpürdü. Ehl-i beyt evin bütün yemeğinin bu şekilde tüketilmesine üzüldüler. Midesi davula dönen adam gece sıkışarak kalktı ve dışarı çıkmak istedi. Ama misafirin oburluğuna içerleyen evin cariyesi odanın kapısını arkadan sürgülemişti. Çaresiz kalan misafir yatağına döndü ve uyumayı denedi. İnsanın ihtiyacı uykusuna girer ya, adamcağız da rüyada kendisini bir viranelikte gördü ve fırsattan istifade abdestini bozdu… Uyanınca olan biteni anladı ve bütün yatağı batırdığını görerek perişan oldu. Sabahleyin Hz. Peygamber kapıyı açtı ve mahcup olmasın diye kendini gizledi. Adam da ok gibi fırlayıp uzaklaştı. Ev halkından biri Hz. Peygamber”e:

– Bak misafirin neler yaptı, diye serzenişte bulununca Hz. Peygamber:

– Bana su getirin, onu şimdi yıkarım, buyurdu. Ev halkı buna itiraz edip:

– Sen hizmet etmeğe değil hizmete layıksın, bırak bunu biz yapalım, dediler. Ancak Resul-i Ekrem:

– Hayır! Cennet insanın hoşlanmadığı bu çeşit şeylerle çevrilmiştir. Hem bu işte bir hikmet var, bırakın onu ben yıkayayım, buyurdu…

Su Gibi Ol

Hz. Mevlânâ bu örnekte olduğu gibi kir yıkamadan iğrenmeyen nebileri ve velileri suya benzetiyor. Su şöyle seslenir: “Ey kirliler bana gelin! Ben her kirliyi kabul ederim. Kirlensem yine oraya dönerim.” Bizim kirimiz olmasaydı su bu tarafa yol bulamazdı. O yıkanmamış yüzleri yıkar, gemileri üstünde taşır, yetimleri o besler büyütür. Su pislenince halini Hakk’a arz eder. O da buluta, güneşe emreder de suyu göklere alır. Kirli su orada ilahi rahmetle temizlenir de tekrar yere iner işinin başına döner. Mevlânâ’ya göre ulu insanlar da böyledir. Onlar gökte arınır ve yerdeki işlerine dönerler.

Hikâyeye Devam

Bu arada kaçak misafir yolda putunu unuttuğunu farketmiş ve gizlice alırım umuduyla geri dönmüştü… O sırada Fahr-ı alemin kendi elleriyle yatağı yıkadığını görünce utancından kafasını duvarlara vurmaya ve ağlamaya başladı. Hz. Peygamber onu güleryüzle karşıladı ve sakinleştirdi. Adamcağız peygamberin bu tevazuu karşısında hemen kelime-i şehadet getirerek imana geldi. Hz. Peygamber kendisini o gece yine misafirliğe davet edince:

– Vallahi ben iki alemde de senin misafirinim ya Resulullah! Senin sofrandan başka sofraya giden şeytanın sofrasına gitmiş olur, deyip bu daveti kabul etti. O akşam adam bir keçinin sütünün yarısı ve bir parça ekmekle doydu. Hz. Peygamber daha fazla yemesi için ısrar edince; “Vallahi doydum,” dedi. “Hem de dünden daha fazla…” Ev halkı bu değişikliğe şaşırıp kaldı ve “Nasıl bir kuşun gıdası böyle bir filin karnını doyurur?” diye hayretlerini bildirdiler. Mevlânâ bu değişikliği küfrün aç gözlülüğünü kanaate çeviren ve mideyi yatıştıran iman lezzetine bağlıyor. (5/3)

Yukarıda bahsi geçtiği üzre hırsın özelliklerinden birisi de insanı başkasına yardım etmekten alıkoyması idi. Bu tip kişiler başkalarının ihtiyaçlarına karşı duyarlılıklarını kaybederler. Duyarlı gözükseler bile bu, sahte bir duyarlılıktır. Bu duruma örnek hikâyemiz de şu:

Ekmek mi Değerli Gözyaşı mı?

Bir Arap ölmek üzere olan köpeği başında feryat ediyor, ağıt yakıyordu. Bir yolcu ona niçin ağladığını sorunca bizimki ölmek üzere olan köpeğini gösterdi ve ağıtlar döktürmeye başladı:

-Nasıl ağlamayım! Bu öyle bir köpektir ki köpek cinsinde emsali bulunmaz. O benim gece bekçim, gündüz avcımdı, hırsızı evime yaklaştırmazdı, ah, ah…” Yolcu bu büyük sevgiyi hak eden köpeğin hastalağını merak etti:

– Peki şimdi niye böyle oldu. Derdi, hastalığı nedir?

– Başka hastalığı yok, açlıktan bu hale düştü.

– Demek öyle… İyi ama senin sırtında dolu bir dağarcık görüyorum, onun içinde ne var?

– Ha o mu? Yol azığım ekmeğim!..

– Ya hu! Madem onu bu kadar seviyor, başında oturup ağlıyorsun, niçin o ekmekten birazını köpeğe vermiyorsun?

– Dur bakalım! Merhametliyim ama o kadar da değil. Ekmek parayla ama gözyaşı bedava! Yolcu şaşırarak bu zavalı Araba demiş ki:

– A şaşkın, toprak başına! Bir dilim ekmek senin için göz yaşından daha mı değerli? (5/20)

Sevgili okuyucu! Okurken bize gülünç gelen bu halin benzerleriyle günlük hayatta sık sık karşılaşmıyor muyuz? Biz de çok zaman benzer hallerde yardım etmek yerine hayıflanmakla durumu geçiştirmiyor muyuz? O halde bu fıkranın biraz da bizi anlattığını unutmayalım.

Haris Mahrum

Buradaki Arap ekmeğini neden paylaşamıyor? Paylaşamıyor, zira haris olan insanların bir özelliği de nimeti Cenab-ı Hak’tan bilecek yerde onu kendi gayretlerinin neticesi sanmaları ve paylaşmaya kıyamamalarıdır. Oysa böyle yapmakla çok zaman gelen nimete de mani olurlar. Tıpkı Darvanlı cömert babanın cimri çocukları gibi…

Yemen yakınlarındaki Darvan şehrinde oturan salih bir adam vardı. Cömertliğinden onun semti garipler yurdu olmuştu. Buğdayı biçilince onda birini, buğday samandan ayrılınca onda birini, un öğütülünce onda birini, ekmek pişince onda birini sadaka olarak dağıtırdı. Böylece her mahsulun dört kere onda birini dağıtmış olurdu. Çocuklarına sık sık nasihat eder;

– Fakirlerin payını dağıtmayı benden sonra da siz sürdürün. Nimeti veren Cenab-ı Hak’tır bunu sakın unutmayın ve cimriliğe kapılmayın, derdi. Fakat çocuklar babalarının ölümünden sonra tamaha düştüler ve bu güzel adeti terkettiler. Bunun neticesinde de tarlanın beti bereketi kesildi ve yoksulluğa düştüler. (5/60)

Mevlânâ hikâyedeki babayla çocukların hallerini şuna benzetiyor: Bir tarla sahibi mahsulün epeyi bir kısmını tohumluk diye ayırır ve onu toprağa ekmekten çekinmez. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın o harcadığı şeyi daha fazlasıyla vereceğinden şüphe etmez. Kazancı oradan olduğu için kazandığını yine oraya harcar. İşte babanın yaptığı da budur. Çocuklara gelince… Onların hatası, bereketi Hak’tan değil topraktan bilmeleri. Mevlânâ soruyor: Diyelim ki bir iki yıl ektiğinin karşılığını alamasa, insanın yapacak neyi vardır? O zaman anlar ki rızkı veren toprak değil Hak imiş. O halde yardımı amcadan dayıdan değil O’ndan bilmeli, verenin sadece O olduğu unutulmamalı.

Hırslı Eşeğin Akıbeti!

Kanaat emniyettir, hırs ise hüsran. Ama haris bir nevi köt olduğu için bile bile kendisini tehlikeye atar. Şimdi bu duruma misal olmak üzere Mesnevî’de yer alan uzun bir hikâyeyi ve bu hikâyenin içindeki alt mesajları aktaralım: Bir çiftçinin hasta ve zayıf bir eşeği vardı. Zavallı eşek sabahtan akşama kadar bir tutam ot için kayalıklarda dolanır, yine de karnını doyuramazdı. Bu kayalığın üst tarafları ise kamışlık ve ormanlıktı ama eşek korkusundan oraya yaklaşmazdı. Zira ormanda bir aslanın yaşadığını biliyordu. Bir gün bu aslan fille mücadele etmiş ve yorgun düşmüş, avlanamaz olmuştu. Onun artığıyla geçinen diğer orman hayvanları da o gün onunla birlikte aç kaldılar. Yorgun aslan tilkiyi yanına çağırdı ve:

– Ormandan çık da etrafa bir göz at bakalım. Otlayan bir öküz veya eşek bulursan onu kandırarak yanıma kadar getir. Benim oralara gitmeye gücüm yok ama yanıma yaklaşan avı parçalamaya muktedirim. Onun birazını ben yerim gerisi de size kalır, dedi. Mevlânâ’ya göre buradaki aslan -bir cihetle- akıldır, diğer hayvanlar da akla hizmet eden organlar gibidir. Akıl güçlü olursa bütün organları besler. Ama o güçsüz kalırsa diğerleri de aç kalırlar. “O halde sen de tilki gibi aklın için avlan ki o seni de beslesin kendisini de.”

Hasılı aslandan bu emri alan tilki hemen dağdan aşağıya taşlık sahraya doğru koştu ve orada otlamaya çalışan bitkin eşeği buldu. Tilki ona hal hatır sordu ve güya acımış gibi sordu:

– Yahu arkadaş! Bu taşlık ve otsuz yerde böyle yapayalnız ne yapıyorsun, bari karnını doyurabiliyor musun?

Eşek önce şükür yolunu tutup:

– Gerçi çok doyduğum söylenemez ama madem ki Cenab-ı Hak böyle takdir etmiş, halime şükür. İster ot, ister diken olsun, rızkımı veren bana bu kadarını uygun görmüşse daha fazlasını istemek küfür olur, dedi. (5/94)

Mevlânâ burada da bir parantez açıyor ve eşeğin şikâyet etmemesini takdir ederek şöyle bir tespitte bulunuyor: “Senin gerçekte tek dostun var, o da Cenab-ı Hak’tır. Onun dışındaki herkes yabancı sayılır. İnsanın kendi dostunu yabancıya şikâyet etmesi hiç dostluk adabına sığar mı?” Ne ince bir mesele… Demek ki birine dert yanmakla aslında Cenab-ı Hakk’ı şikâyet etmiş olmaktayız. Diğer taraftan, eşeğin bulunduğu hale rızası bir nevi zillet olarak da hatıra gelebilir. Daha iyisi dururken azla yetinmek niçin? Hz. Mevlânâ hikâyenin burasında yeni bir başlık açıyor ve aslında her nimetle beraber bir de külfet bulunduğunu ve bazan elde edilen nimetin çekilen zahmete değmediğini belirtiyor. Örnek mi? Evet, her seferinde olduğu gibi tabii bu fikre de bir örnek vermek lazım. İşte aşağıdaki hoş hikâye de bunun örneği:

Atlara Özenen Eşek

Eşeğiyle su dağıtan fakir bir sucu vardı. Adam fakir olduğu için hayvanını doyuramıyor, bakımını aksatıyordu. Demir şiş ve ağır yüklerle sırtı yara bere içindeki biçare eşek, değil arpa, kuru samana bile hasret kalmıştı. Saray ahırının seyisi bizim fakir sucuyu tanıyordu. Bir gün ona eşeğinin neden böyle zayıf ve dermansız göründüğünü sordu. Sucu da:

– Sebep benim fakirliğimdir, zavallı arpasız, yemsiz ve bakımsız kaldı, dedi. Seyis bir iyilik yapmak istedi:

– O halde sen onu birkaç günlüğüne bana bırak. Zavallı, padişah ahırında birazcık felekten kâm alsın.

Biçare eşek böylece saray ahırına alınınca orada keyfinden yerinde duramayan bir dizi güzel atlar gördü. Atların önüne en güzel yiyecekler konuyor, altları süpürülüyor, tüyleri taranıyordu. Hasılı fakir evine göre saray neyse eşeğin gözüne de burası öyle göründü. Kendi halini atların durumuyla karşılaştıran merkebin yüreği kabardı ve başını kaldırıp acı acı siteme başladı:

– Ya Rabbi, her ne kadar hakir bir eşek isem de ben de senin kulunum. Geceleri sırtımın acısından ve karnımın açlığından öyle hallere düşerim ki içimden ölsem de kurtulsam diye geçer. Bunlar bu kadar nimet içinde iken benim hayatım böyle acı ve ıztırab içinde geçsin, bu reva mı?…

Bu niyazın üzerinden çok geçmemişti ki komşu ülkeyle savaş çıktığı haberi geldi ve atlar eğerlenip savaşa gönderildiler. Çok geçmeden giden atların çoğu yara bere içinde geri döndü. Kimisi ok, kimisi ise mızrakla yaralanmış, kırılan parçalar içeride kalmıştı. Bakıcılar aletlerini hazırlayıp atları sıkıca bağladılar ve ellerindeki bıçaklarla hayvanların yaralarını deşmeye ve içerdeki parçaları çıkarmaya başladılar. Hasılı ortalık kan gölüne dönmüş, o nazenin atlar pek zavallı bir duruma düşmüştü. Bütün bu olan biteni ibretle seyreden eşek tekrar başını kaldırıp şöyle niyaz etti:

– Ya Rabbi, sen önceki sözlerimi bağışla. Ben bu fakirliğime razıyım. Sonucu böyle olacak nimet geri kalsın, istemem, dedi. (5/95)

Konuya Dönelim!

Sevgili okuyucu! Mesnevî’ye uyarak o hikâye bu hikâye ederken asıl konumuzdan biraz uzaklaştık. O halde önceki hikâyede kaldığımız yere geri dönelim ve eşekle onu kandırmak için dil döken tilkinin diyaloğuna kulak verelim:

Tilki tilkiliğiyle eşeğe mağlup olacak değil ya! Suret-i Hak’tan görünerek eşeğe şu yollu nasihat etmeye başladı:

– Şükrün güzel ama helal rızık aramak da farzdır. Lakin rızık da sebepsiz gelmez. Rızkın anahtarı bizim çalışıp çabalamamızdır. O kapı çalışma anahtarı olmadan açılmaz. O halde sen de bu çorak yerde otlamaktan vazgeç de rızkını daha yeşil yerlerde ara ” Eşek hikmet gösterip dedi ki:

– Köpek ve domuzlardan bile rızkını esirgemeyen Hak Teala beni mi mahrum edecek! Hem bilmez misin ki kimse hırs ile sultan olmadı. Sen rızka karşı nasıl hevesliysen rızkın da öylece sana arzuludur, gelir seni bulur. Acele etmekle kendini boş yere üzüp yormuş olursun… (5/96)

Sevgili okuyucu! Hikâyenin burasında yine rızık meselesi karşımıza çıkıyor. Biz bu bahsi ileride ayrı bir başlık altında ele alacağız. Ama aşağıdaki küçük hikâyeyi ana konuyla ilgisi bakımından burada nakletmeyi tercih edeceğiz:

Rızkından Kaçamazsın

Hz. Peygamber”in:

– Sen istesen de istemesen de rızk sana koşarak gelir. Zira o sana aşıktır, nerede olsan seni bulur, sözünü sınamak isteyen bir zahit gidip bir dağ başına çekildi. Kendi kendine:

– Bakalım burada yapayalnız iken rızkım gelip beni bulacak mı, bulmayacak mı, diyordu ki uykuya daldı. O sırada bir kervan yolunu kaybedip dağ tarafına geldi ve onu uyurken buldu. Adamlar:

– Bu adam bu dağ başında tek başına ne arıyor? Kurttan kuştan korkmaz mı, ölü mü diri mi, diyerek ona doğru koştular. Onlar adamı evirip çeviriyordu ama bizimki kasten ne gözünü açıyor ne de bir kelime söylüyordu. Kervancılar:

– Galiba bu adam açlıktan ölüm haline gelmiş, kımıldayamaz olmuş, diye düşünerek ekmek ve yemek getirdiler. Dişlerini kasten sıkan zahidin dişlerini bir bıçak sokarak zorla araladılar ve oradan çorba akıtarak, parça parça ekmek yedirdiler. O zaman zahit kendi kendine:

– Senin için bundan iyi imtihan olmaz, dedi. (5/97)

Nerede Kalmıştık

Hasılı bir eşek söyledi, bir tilki… ve rızık bahsi böylece uzayıp gitti. Sonunda ikisinde de söyleyecek söz kalmadı. Nihayet tilki asıl maksadına gelip dedi ki:

– Senin böyle çorak bir taşlıkta sürünmen düpedüz ahmaklık. Ben öyle bir yer biliyorum ki tam senin şanına layık. Cennete benzeyen o yerde her taraftan sular akmakta, çayır çimen bitmede. Orada bütün hayvanlar sağlıklı, gürbüz ve mutlu.

Daha yukarıda bilgece sözler söylemiş olan eşek bu yalanlar karşısında gevşemeye başladı ve tilkiye şunu sormayı akıl edemedi:

– A alçak! Madem ki orası senin tarif ettiğin gibi. Peki sendeki bu zayıflık neyin nesi! Söylediğin o güzelliklerden niçin senin üzerinde bir iz ve belirti yok?

Hz. Mevlânâ’ya göre bunun sebebi eşeğin söylediği evvelki sözlerin adamı olmaması. Tilkiye söylediği delillerin hiçbirisi eşeğin kendisine fayda etmiyor ve kandırılmaktan alıkoymuyor. Niçin? Çünkü o bir mukallit. Mukallit ise halka söyler ama kendisi tutmaz.

Böylece ot hırsına kapılan eşek tilkinin peşine takılıp aslanın yuvasına doğru yürümeye başladı. Peki ama hırs eşekte var da aslanda yok mu? Tilkinin peşindeki eşeği gören yorgun aslan beklemeye tahammül edemedi, uzaktan kükreyerek avının üzerine atıldı. Eşek de can havliyle geriye sıçradı ve bütün gücüyle aşağılara doğru kaçtı. Beriki de güçsüz olduğu için onu takip edecek dermanı kendisinde bulamadı ve avını elinden kaçırdı. Tilkinin canı sıkılmıştı. Aslana:

– Niçin böyle sabırsızlık gösterdin? Bak hem av kaçtı hem de güçsüz olduğun anlaşıldı, diye sitem etti. Aslan dedi ki:

– Haklısın ama ben bu kadar dermandan düştüğümü bilmiyordum. Açlık da sabrımı elimden almış, düşünemez olmuşum. Ama şimdi iş yine sana düşüyor. Tekrar eşeğin yanına git de ne yap et aklına gir, onu kandırıp yanıma getirmeye çalış. Bu sefer aynı hatayı tekrar etmeyeceğim.

Bu kısımdan da şu hisse çıkıyor ki hakiki aslanlık kendi hırsına mağlup olmamaktır. Yoksa aslan bile eşeğe zebun olmakta.

Beri tarafta tilki aslanın emriyle şansını denemek üzere yeniden aşağılara, eşeğin bulunduğu yerlere doğru gitti. Bir yandan da içinden şöyle diyordu:

– Bir daha onu kandırabilir miyim? Görünüşe göre hayır. Zira bir kere bu can korkusunu yaşayanın aynı hatayı tekrar etmesi imkansız. Eşek bana uyup yukarılara geldiğine bin kere pişman olmuş, tevbeler etmiştir. Etmiştir ama eşeklik onda baki kaldıkça ne tevbesi bir işe yarar ne de tecrübesi. (5/101)

Tabiatıyla, bu hikâyede eşekten kasıt, eşek kafalı insanlar. Mevlânâ’ya göre nasıl eşek kellesi çocukların oyuncağı olursa, eşek kafalılık da insanı çocuklara oyuncak eder. Peki ama eşeğin tilkiye ikinci defa kanacağı ne malum? Belki de o bu tecrübeden gerekli dersi çıkarmıştır. Kim bilir? O halde neticeyi görmek için biz de yeniden onların yanına dönelim:

Tilki tekrar eşeğin yanına gelince can korkusundan ayakları titreyen eşek berikine nefretle bakarak:

– Ey kalleş, dedi, senin elinden bin kere el-aman. Benden ne kötülük gördün ki böyle sebepsiz yere canıma kıymaya kalktın. Sen sırf kötülüğü dolayısıyla sokmaktan zevk alan akrep gibisin. Ya da kendisine hiçbir faydası olmadığı halde başkalarının kötülüğünü isteyen şeytana benziyorsun! Şeytan da insanı güya sulara bahçelere çağırır ve tuzağa düşürür…

Eşeğin sitemlerini dinleyen tilki yeni bir kandırma yolu deneyerek lafazanlığa başladı:

– A zavallı dostum! O gördüğün şey gerçekte aslan filan değildi, bir büyüden ibaretti. Burası büyülü bir vadidir. Ama suç bende ki korkmaman için seni önceden uyarmayı unuttum…

Bu yalanlar eşeği daha da kızdırdı:

– Ya hu, ne utanmaz ne yüzsüz şeymişsin sen. Yüzünün derisi kalınlıkta gergedan derisinden de beter. Her ne kadar hakir bir eşek isem de benim de canım tatlıdır. Azraille yüz yüze gelmişken Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla canımı kurtarabildim. Benim bu gördüğümü bir çocuk görse bir anda kocalırdı. Bütün bu olanlardan sonra bir daha hiç sana kulak tutar, inanır mıyım! Anlaşılan o ki o kötü aslan beni kandırman için seni yeniden göndermiş, ama nafile, artık inanmam. Burada çalı yer ona şükrederim… (5/106)

Böylece Mevlânâ eşeğin dilinden kanaatin faziletini beyan etmeye başlıyor ve bu vesileyle de şu nükteyi anlatıyor:

Küflü Ekmek

Bir adam küflü ekmeği iştahla yerken onu gören biri hayretle sordu:

– Böyle kokmuş ekmeği nasıl yiyebiliyorsun? Beriki dedi ki:

– İyice acıkana kadar açlığa sabrederim; acıkınca da artık küflü ekmek bile bana helva gibi tatlı gelir. Böylece ben her ne yersem helva yemiş olurum. (5/115)

Yukarıda eşeğin açlığın faziletinden bahsettiğine tanık olmuştuk. Mevlânâ’ya göre açlık aslında Cenab-ı Hakk’ın ancak has kullarına ihsan ettiği bir hediyedir. Hamların açlıkla işi yoktur. O bununla ilgili olarak şu örneği veriyor:

Açlık Herkese Nasip Olmaz

Bir şeyh müridiyle uzak bir diyara gitmişti. Müridin kalbi açlık ve kıtlık korkusuyla doluydu. Şeyh bunu görünce ona şöyle dedi:

– Açlık Hakk’ın seçkin kullarına bir ihsanıdır, o her ahmağa nasip olmaz. Bu korkudan kurtul, zira sen o seçkinlerden değilsin ki ekmeksiz kalasın. Halkı doyurmak için her an ekmek üstüne ekmek, tabak üstüne tabak verirler. Öyle ki onlar ölür de ekmekleri geride kalır. Ekmek der ki: Bak açlıktan korkuyordun. Ama sen gittin ben hala bitmedim. (5/ 115)

Mevlânâ böyle rızık endişesi çeken insanların durumunu aşağıdaki öküzün durumuna benzetiyor:

Öküz ve Rızık

Bir adada yalnız başına yaşayan bir öküz vardı. Her gün yağan yağmurla taze ot biter ve öküz tıka basa karnını doyururdu. Fakat akşam olunca, yarın yiyecek bulamama korkusuyla sıkıntı içinde sabahlar ve endişeden zayıflardı. Bu durum yıllarca devam ettiği halde zavallı hayvan; “Yıllarca ben bu otlakta otladım, bir gün bile rızkım azalmamışken niye endişe ediyorum ki!” diye düşünmez yine üzüntülere batardı. (5/116) Buradaki öküzden kasıt nefs, otlaktan kasıt ise bu dünyadır. Mutmain olmayan ve daima aç kalacağını sanan nefs bu haliyle aşağıdaki karıncaya benzer:

Karınca

Karınca bir taneye yapışmış, sürükleye sürükleye yuvasına götürmeye çalışıyordu. Zavallının çektiği eziyeti gören harman sahibi dedi ki:

– Hey kör müsün, harman tane dolu. Sense bu koca harmanda aç kalacağını sanıp o taneye tamah etmedesin. (6/31) Hz. Pir”e göre bu hal Cenab-ı Hakk’ın Rezzak olduğuna itimat edememekten geliyor. Oysa insan denizdeki küp gibi nimetlerle çevrilmiştir. Küpün dolması için ağzını açması yetiyor. Demek ki bunca nimet içinde aç kalacağını sanmak denizin içinde sudan mahrum kalacağını sanmak kadar abes.

Bunun Yüreği Nerde!

Yukarıda demiştik ya! Eşek ne kadar akıllı görünse de onun aklı dolma akıldır, iğretidir. Sonunda kanaat hakkındaki onca bigisine rağmen eşek tilkiye yine kandı. Hırsıyla kör ve sağıra döndü ve:

– Aman, dedi. Böyle yaşamak da yaşamak mı sanki? Şayet bu işin sonu ölümse ölüm! Hiç olmazsa ölür de bu açlık azabından kurtulurum.

Böylece tilkinin ardına takılan eşek aslanın yanına gelince pusudaki aslan bir hamlede onu yere serip parçaladı. Lakin bu mücadele aslanı susatmıştı, avını bırakıp yakındaki pınara su içmeye gitti. Bu sırada tilki fırsattan istifade ederek eşeğin en değerli kısımları olan yüreğini ve ciğerini yedi. Aslan sudan gelip de yürekle ciğeri bulamayınca tilkiye:

– Bunun yüreğiyle ciğeri nerde, diye sordu. Tilki:

– Onda bu iki şey yoktu, dedi.

– Saçmalama! Hiç yüreksiz ve ciğersiz hayvan olur mu!

– Eğer onda bunlar olsaydı bir kere o korkuyu yaşadıktan sonra kendi ayağıyla tekrar buraya gelir miydi! (5/117)

Tilkiye bu sözleri söyleten Mevlânâ devam ediyor: “Eğer bir yürekte gönül nuru yoksa ona yürek denmez!. Kandilde ışık yoksa o kandil midir?” Değil mi ki:

Cû ki âbeş hest cû hod ân buved

Ademi ânest ki ora cân buved (5/2894)

Yani: Irmak ancak akan suyu varsa ırmaktır, insan da eğer aklı, fikri ve canı varsa insandır. Canı olmayanlar sadece bir şekildir, şehvet ekmeğinin maktulleridir onlar.

Hedeften Uzaklaştıran Hırs ve Hüner

Sevgili okuyucu! Hikâyemiz böylece eşeğin trajik sonuyla sona ermiş oluyor.

Hırsın bin bir türü var şüphesiz. Bazılarının mala mülke, mevki ve şöhrete duyduğu hırs gibi bazıları da bilgi konusunda haristirler. Peki bu kötü bir şey mi? Amacına göre hem evet, hem hayır! Bazan bilgi insanları asıl bilmeleri gereken şeyden uzaklaştırır. Mal peşinde koşup elindekini de kaybeden kişi gibi nefsani amaç- la istenilen bilgi de bizi bilgilerin bilgisinden mahrum eder. Böylece yolumuzu açması gereken bilgi yol kesici hale gelir. Aşağıdaki hikâyede fazla hırsın her iki anlamda da insanı nasıl mahrum bıraktığına ilginç bir örnek verilmekte:

Yoksul bir sufi yıllar yılı Cenab-ı Hakk’a niyaz eder, kendisini bu yoksulluktan kurtarması için yalvarır yakarırdı. Nihayet bir gün rüyasında kendisine şöyle dendi:

– Kalk, komşun olan kâğıtçıya git. Orada karalama kâğıtları arasında seni sıkıntılarından kurtaracak bir kâğıt parçası bulacaksın. Onu sakın kimseye gösterme, gizlice oku ve orada anlatılanları tatbik et.

Rüyada adama o kağıdın şekli ve rengi de gösterildi. Sufi uyandığında neredeyse sevincinden deli olacaktı. Hemen kâğıtçı komşusuna koştu ve işe yaramaz diye bir kenara kaldırılan kâğıtlar arasında aradığını buldu. O bu hale şaşırıyor ve içinden:

– Allah Allah! Böyle bir hazinenin karalama kâğıtları arasında bulunsun da şimdiye kadar kimse onun farkına varmasın, ne garip iş! diyordu. Buradan da anlaşılıyor ki Cenab-ı Hakk’ın takdiri olmadıkça insan yanıbaşındaki hazinenin bile farkına varamaz… Hasılı adam bir köşeye çekilip kağıdı okudu. Orada şöyle yazılmıştı:

– Şehrin dışına çıkınca filanca yerde bir türbe göreceksin. O türbeye git, şehri arkana alıp kıble tarafına bir ok at. Okun düştüğü yeri kaz; aradığını orada bulacaksın. Bunun üzerine adam hemen koşup tarif edilen yeri buldu. Eline kuvvetli bir yay alıp alabildiğine gerdi ve okunu fırlattı. Sonra da okun düştüğü yeri sevinçle kazmaya başladı. Ama kazdığı yerden bir şey çıkmadı. Allah, Allah! Rüyasının sıhhatine emin olan adam bu duruma bir anlam veremedi ve şansını tekrar tekrar denedi. Böylece birçok kere ok attı ve elinde kazma kürek o ovayı delik deşik etti. Bu hal günler boyu devam edince iş artık sır olmaktan çıktı ve olayı görmeyen duymayan kalmadı. Bazıları gidip durumu padişaha haber verdiler. Padişahın huzuruna çağrılan adam korkusundan her şeyi olduğu gibi anlattı. Kağıdı sultana uzatarak dedi ki:

– Sultanım, bir aydır benim bu sevdayla ağzımın tadı kaçtı, artık hazineyi bulmaktan da ümidimi kestim. Ama sizin bahtınız açıktır, umulur ki onu siz bulursunuz. Böylece hırs el değiştirmiş oldu. Padişah da büyük bir hevesle kuvvetli yaylar buldurup uzak mesafelere oklar attırdı. Fakat tam altı ay uğraştığı ve sahrada kazılmadık yer bırakmadığı halde o da bir netice alamadı. Sonunda usanan sultan tekrar o fakiri çağırıp eline kağıdını verdi ve:

– Bu iş benim gibilerin işi değil. Tam altı aydır işimden gücümden kaldım. Sen şu kağıdını al da istersen aramana devam et. Bulacağını sanmam ya eğer bir şey bulursan onu sana helal ettim gitti, dedi.

Aşık için usanma yoktur. Yoksul yeni bir ümitle işe koyuldu. Bir hayli çabalayıp didindikten sonra artık bu işte kendi gayretiyle bir netice alamayacağını anladı. Bu arada elindeki avucundakini de bitirmiş evvelkinden daha yoksul hale düşmüştü. Nihayet adam yüzünü Allah’a döndü ve tam bir acz ile:

– Allah’ım, ben bu işin sırrından aciz kaldım. Bu düğümü sen bağladın, çözersen yine sen çözersin. Sen müşkilimi hallet, diye yakardı. O zaman ona gaipten şöyle dendi:

– Sana ok at, dendi ama uzağa at denmedi. Sense okçuluktaki hünerini göstermek istedin ve oku daima daha uzaklara fırlattın. Oysa uzağa attıkça ondan daha çok uzaklaştın. Şimdi gevşek bir yay al ve hafifçe çek. Ok nereye düşerse hazine oradadır. Böylece fakir yırtınarak ulaşamadığı sonuca bu sefer yorulmadan ulaşmış oldu. (6/72)

Mevlânâ’ya göre filozofun durumu da böyledir. O kendisine şah damarından daha yakın olanı uzaklarda arar. Hazine onun ardında kalmıştır; o ise boyuna daha uzaklara koşup durmadadır. Tıpkı tufandan kaçmak için dağa koşan ve koştukça kendisini kurtaracak olan gemiden uzaklaşan Kenan gibi… Demek ki çok bilgi ve hüner bazan sahibinin yolunu keser.

Hırsın Yönü

Biri çıkıp şöyle diyebilir: Madem ki bize verilen bütün duygular gibi hırs da fıtridir, o halde hırslı olmakta bizim ne suçumuz var? Gerçekten insandan beklenen bu tabii duygularını öldürmesi değil budaması, terbiye etmesi, yüzünü zararlı olandan faydalı olana çevirmesidir. Tıpkı şu nüktede olduğu gibi:

Birisi bir beyi ziyarete gitmişti. Kalktığı zaman evine gitmek üzere ondan bir at istedi. O da:

– Git şu kır atı al, deyince, atı tanıyan misafir;

– Hayır, onu istemem, çünkü o yürüyünce kuyruğundan yana geri geri gidiyor, dedi. Ferasetli Bey de:

– O halde sen de onun kuyruğunu gideceğin yere çevir; kuyruğu tarafına gide gide geleceği yere gelince orada durur, dedi. (6/43)

Mevlânâ bu nükteyi şöyle yorumluyor: İşte senin nefis atının kuyruğu da hırs ve şehvettir. Onun maksadı geri geri gitmektir. O halde sen o şehvetin yüzünü ahirete çevir, hırsını ona yönelt. Tabii yine de en iyi at geri değil ileriye doğru giden itaatkar attır.