DÎVÂN-I KEBÎR’DE VEFA İLE İLGİLİ TEŞBİH VE TASAVVURLAR

A+
A-

MEVLÂNA’NIN DÎVÂN-I KEBÎR’İNDE VEFA İLE İLGİLİ TEŞBİH VE TASAVVURLAR

∗ Şener DEMİREL

ÖZ

Arapça isim soylu bir kelime olan vefa, sözlüklerde birçok anlamıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda “bağlılık”, sevgiyi sürdürme, sevgi, dostluk bağlılığı” gibi anlamların yanında bir şeyi yerine getirmek, sözünde durmak ve sevgide süreklilik ve bağlılık gösterme” anlamlarında da kullanılmaktadır. Edebiyatta ise âşık/sevgili ilişkisi çerçevesinde çoğu kez âşığın olumlu, sevgilinin ise olumsuz bir özelliği olarak kullanılmıştır.

Mevlâna’nın ünlü Dîvân-ı Kebîr’inde de sevgilinin, dünyanın ve zamanın vefasızlığı yanında âşığın ve âşığın bir parçası olan gönlün ise vefalı tutum ve davranışı ile çeşitli tasavvurlara konu edinilmiştir. Bunun yanında eserde dikkat çeken bir başka konu ise vefa ile maden, hazine, ırmak, su ve deniz gibi unsurlar arasında teşbih ilgisinin kurulmasıdır.

Nitel desende gerçekleştirilecek olan bu çalışmada, veri toplama tekniği olarak doküman incelemesi kullanılacaktır. Bildiride özellikle Dîvân-ı Kebîr’de tespit edilen vefa/vefasızlık kelimeleri bağlamında söz konusu kavramların hangi tasavvur ve teşbihlere konu edinildiği eserden seçilen örneklerle ortaya konulacaktır. Bunlar yapılırken yer yer divan şiirinden örneklerle konuya derinlik kazandırılacaktır.

Anahtar kelimeler: Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr, vefa, teşbih, tasavvur.

 

GİRİŞ: VEFA KELİMESİ ÜZERİNE

Daha önce de belirtildiği üzere sözlüklerde “bağlılık”, sevgiyi sürdürme, sevgi, dostluk bağlılığı” gibi anlamların yanında bir şeyi yerine getirmek, sözünde durmak ve sevgide süreklilik ve bağlılık gösterme” anlamlarında da kullanılan vefa kelimesi tasavvufta a) Ruhu gaflet uykusundan uyandırmak, zihni dünya dağdağası ile meşgul etmemek; sözde samimi olmak, ruhun dürüstlük içinde bulunması. b) Ezelde, Bezm-i elestte Allah’a verilen söze, misaka bağlı kalmak. c) İnsanlara verilen ahdi korumak (ahde vefa). d)Ezeli inayet. Kur’an’da “Bana verdiğiniz ahde vefa edin ki, size verdiğim ahde vefa edeyim (Bakara 2/40) buyrulmuştur. Yapılan âkidlere ve verilen âhidlere sadakat ve vefa temel bir ilkedir (Uludağ, 1991, s.515-16). Ethem Cebecioğlu da Tasavvuf Terimleri Sözlüğü adlı çalışmasında vefa kelimesinin Arapça kökenli bir kelime olduğuna vurgu yapar ve şöyle der:

“Vefa bir şeyi yerine getirmek, vefalı olmak vb. gibi anlamları olan bir kelime. Kur’ân-ı Kerim’de “Bana verdiğiniz sözde durunuz ki, size verdiğim sözde durayım.” (Bakara/40) âyetiyle ifadesini bulan bu terim, Allah’a “elest” toplantısında verilen sözü yerine getirmeyi gösterir. Buna, vefa bi’l-ahd de denir. Bu, avam tabakasının, müjdeye rağbeti, tehditten korkması sonucu yaptığı ibadetle olurken, havassınki, rağbet, korku veya bir bedel beklemeksizin, emre sırf emir olması bakımından verdiği sözde durmak şeklindedir. Havassû’l-havassın vefası, güç ve kuvvetten uzak kalmak suretiyle. Muhibbinki de kalbine Allah’tan gayrısını sokmamak şeklindedir. Kulluk vefasının esaslarından biri de noksanlığın kendisinden çıkıp kendine döndüğünü görmek, Rabbinden başkasını olgun (kemalli) bulmamaktır” (Ethem Cebecioğlu, TTS)

Yukarıdaki tanımlara bakıldığında vefa kelimesinin anlam dünyasının katmanları içinde “ahlak” ile ilgili kuvvetli bir ilişkisinin olduğu da bir gerçektir. Daha doğrusu “vefa ahlakı” olarak ifade edebileceğimiz bir ahlaktan da bahsetmek mümkündür. Özellikle dinî/tasavvufî literatürde vefa ile ahlak arasında ilgi kurulduğu görülmektedir. Çünkü kişinin başta Yaratanı olmak üzere, ebeveynine, akrabalarına, arkadaşlarına karşı takınacağı   tavır,   onları   hatırlamak,   unutmamak   ve   unutturmamakla yakından ilgilidir ve bu tutum ve davranış aynı zamanda ahlakî bir duruşu da göstermektedir.

İnsanoğlunun öncelikli olarak vefa göstermesi gereken onu yaratan Allah’tır. Dahası ezel gününde yarattığı ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (el-A’râf, 172)” sorusuna ruhların verdiği “Kâlu Belâ/Evet sen bizim Rabbimizsin” cevabı bir ahittir ve bu ahdin gereği de O’na karşı her durumda vefalı olmaktır. İnsan ruhlar âleminden bu dünyaya gelince, nefsanâ ve dünyevî arzu ve isteklerin peşine kapılmış ve Ezel gününde kendisini Yaratan’a karşı verdiği sözü unutmuş; bu şekilde ahdine vefasızlık yapmıştır.

Bu ikrar hususu, Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetini ve insanların kulluğunu kabullenmeyi ifâde eden bir ahitleşmedir. Bunu kabûl eden, ikrârında sadâkat gösterip kulluğunu hayâtı boyunca en güzel şekilde devâm ettirmekle vefakârlık göstermiş olur. Çünkü bu vefakârlık için sâdece ikrar kâfî değildir. Bu kabullenişin doğurduğu bir takım aklî ve vicdânî mükellefiyetler vardır. Bunlar da Allâh’ın emirlerine riâyet ve nehiylerinden kaçınmaktır.1

Kul Rabbine verdiği ahdi, ancak o ahdin gereklerini birer birer yerine getirdiği zaman vefa sahibi olmuş olur. Kul bu dünya hayatını yaşarken “Ezel Gününde” Rabbine verdiği sözü yerine getirme sürecinde kendisini birbirine zıt iki yol arasında bulur. Yollardan biri nefsin kontrolünde, diğeri ise ruhun kontrolündedir. Kul eğer ahdine sadık kalıp vefalı olmak istiyorsa, aklını ruhun emrine verip meleklerden bile üstün bir duruma gelir, yok eğer ahdini unutup aklını nefsinin emrine verir ve mâsivânın rüzgârına kapılırsa bu sefer de nefsinin kontrolüne girerek hayvandan da aşağı bir seviyeye düşer. Buradan çıkan sonuca göre vefalı olup olmamak tamamen elimizde ve aklımızla, irademizle ilgili bir durumdur. Mevlâna’nın da sık sık belirttiği gibi vefalı olmak akıllı adam işidir. Mevlâna Hazretleri Mesnevî’nin 4. Cildinde bu durumu kendi üslubunca şöyle anlatır:

Ahmağın, bir belâya uğrayınca nadim olup ahdetmesinde bir vefa yoktur. “Onlar tekrar dünyaya döndürülseler yapmayın diye nehy olundukları şeyleri yapmaya başlarlardı yine.. onlar yalancılardır.” Subh-ı kâzibin vefası olamaz! Akıl, ona diyordu k: Ahmaklık, seninle değil mi? Ahmaklıkla ahde vefa edilmez. Ahitlerde vefa etmek, akılla olur… sense aklın yok a eşek değerli! Akıl, ahdini hatırlar… âkıl, unutkanlık perdesini yırtar (C.4.2285-2589).

Kulun ikinci olarak vefa göstermesi gereken, âlemlere rahmet olarak gönderilen, her fırsatta “ümmetî ümmetî” diyen ve bizi bizden daha fazla düşünen Hz. Peygamber’dir. Bizim O’na karşı göstereceğimiz vefa onun sünnetine sıkı sıkıya sarılmak ve bizi ebedî mutluluğa götürecek rehberliğine nankörlük etmemektir.

Mevlâna, insanları vefa açısından değerlendirdiği zaman sadık âşıkları ayrı bir yere koyar. Ona göre vefa, gerçek âşıkların işidir. Mevlâna gerçek âşıklara, ilahî aşka mensup âşıklara seslenerek dostun (Allah’ın) yolunda doğruluktan ayrılmayın, yanlış yollara sapmayın. Çünkü sizin içinizde vefasızlığı reddeden, ezelde verilmiş mutlu bir söz, bir ahd vardır (C. VI, 2837). Sorun tam da burada, bu cümlelerde kendisini gösteriyor. Mevlâna’nın sizin içinizde vefasızlığı reddeden ezelde verilmiş mutlu bir söz, bir ahd (Sen Bizim Rabbimizsin) vardır. Ne mutlu bu ahdi her daim unutmadan yaşayan Allah yolunda doğruluktan ayrılmayan ahdine vefa gösterenlere!…

Mevlâna’ya göre kişi muhatabına verdiği söze, yemine her ne olursa olsun vefa göstermeli, ahdini bozmamalıdır. Çünkü ahdi bozmak nefse uymanın bir sonucudur ve bu durumda akıl devreden çıkmış; kişi ahmaklıkla baş başa kalmıştır. Kişinin yeminine vefa etmesi ve yemininde durması gönlünde mâsivâdan eser olmayanın temiz kişinin işidir. (C.2. 2875).

Vefasızlığını apaçık gösterme, beyhude yere vefasızlığı fâş etme. Köpeklerin âdeti vefakârlıktır. Yürü be, bari köpeklerin adını kötüye çıkarma derler. Ulu Allah bile vefakârlıkla öğündü de “Bizden gayrı ahdine kim vefa eder ki?” dedi. Hakları reddettikten, saymadıktan sonra isteğin kadar vefakâr ol. Bil ki bu vefa, vefasızlığın ta kendisidir. Çünkü hiç kimse Allah hakkından daha ziyade hak sahibi değildir ki (C.3. 320).

Mevlâna vefalı kimseleri/varlıkları tanımlarken onların tertemiz ve safa içinde olduklarını belirtir. Bu bağlamda vefa ile gönül arasında da ilişki kuran Mevlâna bir beytinde Allah’ın kuluna karşı vefasının gönülde zuhur ettiğini, bedenin ise hakikat yolunda topal olduğunu anlatır. Beden, nefs ve ruhtan meydana gelen insan, bir yönüyle cismani, bir yönüyle ise rahmanîdir. Gönül, gerçek anlamda ilahi tecelli mekânı olacaksa, içinde cismani/dünyevi bir şey barındırmamalıdır. Bedenin hakîkat yolunda topal oluşundan, gönlün de hızlı gidişindendir ki, Allah sırrı bedenden zuhur etmez de onun vefası, mürüvveti hep gönülden belirir. (C.1.200)

Mevlâna, vefa açısından kendisini tanımlarken “Ben vefasız değilim! Kıyamete kadar benim sevgilim budur. Benim işim gücüm de mest olmaktır, ne harap olmaktır. (c.I, 342)” diyerek kıyamete kadar sevgilisine sadık kalacağını belirtir. Demek ki vefa günübirlik, şıpsevdi bir tutumla sevgili değiştirmek değil, sevgiliyi ölene kadar hatta kıyamete kadar sahiplenmek demektir. Vefanın ölçüsü Mevlâna tarafından bir şekilde ortaya konulunca, bu ölçünün dışında kalanların vefasız olarak nitelenmesi gerekir.

Dîvân-ı Kebîr’de geçen vefa/vefasız ile ilgili unsurları tespit ederken, önce Mevlâna’nın Mesnevisini sonra da kimi divan şairlerinin bu kelimeyi kullanma sıklıklarını araştırarak bir durum tespiti yapmak istedik. Bu bağlamda Mevlâna’nın Mesnevisinde vefa/vefakâr/vefasız/vefalı kelimelerinin kullanım sıklıkları incelendiğinde toplam 102 kullanımın sadece ikisinde (vefa tohumu C.2/2565 ve vefa ağaçları C3.4388)” biçiminde bir imgesel kullanım tespit edilmiştir.

DÎVÂN-I KEBÎR’DE VEFA İLE İLGİLİ TEŞBİH VE TASAVVURLAR

Konuya geçmeden önce Dîvân-ı Kebîr’de tespit ettiğimiz vefa ile ilgili teşbihlerin bir başka ifadeyle imgelerin genel bir tablosuna bakıldığı zaman Mevlâna’nın vefa kelimesini daha çok somut kelimelerle ilişkilendirdiği, bunlarla yeni imgeler ortaya koyduğu görülür. Burada imge konusunda da bir şeyler söylemek gerekirse eğer, imge sözlüklerde genel olarak özellikle şiir bağlamında “Özellikle şiirde söylenmek isteneni benzerlik ve anıştırmayla çarpıcı anlatma, imaj” ve “Duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, hayal, imaj.” olarak tanımlanıyor.

Görüyoruz ki imge, nesnel gerçekliği kavrayarak bu gerçekliği düşünce dünyasında -yani bellekte- yoğurmak ve o gerçekliğe kendi düş dünyamıza göre kattığımız yorumun bir sonucu oluyor. İmge oluşturulurken teşbih, teşhis, mecaz ve istiare gibi sanatlardan da ve alışılmamış bağdaştırmalardan yararlanılır. Özellikle teşbih sanatı bu bildiride üzerinde durulacak konuyla ilgili örneklerde ön plana çıkan sanat olarak diğer sanatlara göre daha belirgin bir biçimde imge oluşumunda etkilidir, diyebiliriz.

“İmgesiz sanat olmaz, şiir ise hiç olmaz” diyen Alexander Potebnya’nın bu sözü, imge anlamı güçlendiren, çağrışıma dayalı, ince bir hayâl olarak düşünülürse değer bulur. Yoksa sırf imge yapmak için imge peşinden koşulursa sonuçta II. Yeniciler gibi “imge avcısı” olarak nitelenmekle yüz yüze kalınabilir.

Bir metinde/şiirde kullanılan sözcüğün imge oluşturup oluşturmadığı genelde iki biçimde tespit edilir: Birincisi söz konusu sözcüğün metinde kendisinden başka bir nesneyi işaret edip etmediğidir. Yani benzetme yapılması, benzeyen ve benzetilen nesne arasında yeterli bir uzaklık var mı yok mu? İkincisi ise bu sözcük bir benzetme ya da bitişiklilik ilişkisi ile işaret ettiği nesneyle birleşmiş midir? (bitişiklik; parça-bütün; bütün-parça ilişkisidir). Sonuç itibariyle imge birbirinden az ya da çok iki uzak alana ait iki unsurun birbirine yaklaşmasından imge doğar, diyoruz. Bunu basit bir örnekle şöyle açıklamak da mümkündür:

“Senin sarayın, ne güzel saraydır ki onda binlerce hazine vardır.”

Yukarıdaki cümlede saray ve hazine ilişkisi söz konusudur. Bu iki unsur çağrıştırdıkları anlam dünyaları itibarıyla birbirlerine yakın sayılırlar. Ancak Dîvân-ı Kebîr’den aşağıya alıntılanan ve üzerinde oynama yaptığımız beyitte ise birbirlerine oldukça uzak iki kelime, vefa ve hazine kelimeleri birbirlerine yaklaştırılarak aralarında bir benzetme ilgisi kurulmuş ve dahası bu şekilde yeni bir imge oluşturulmuştur. “Senin sarayın, ne güzel saraydır ki, onda yüzbinlerce vefa hazinesi vardır.” Vefa hazinesi tamlamasındaki “vefa” ve “hazine” kelimeleri yeni bağlamda bir araya gelerek orijinal sayılabilecek bir imgeyi meydana getirmişlerdir. Divanda buna benzer birçok örnek vardır ve biz de bildiri içinde bunlar hakkında bilgi vermeye çalışacağız.

Şurası da bir gerçek ki yukarıdaki örnektekine benzer bir çağrışımın olduğu her yerde bir benzetmenin/imgenin varlığı dikkat çeker. Benzetme/imgenin okurun zihninde bir çağrışım oluşturabilmesi için okurun da belli bir oranda da olsa bu konudan haberdar olması gerekir. Yani sıradan bir kişinin yukarıdaki örnekte verilen benzetmeyi/imgeyi tanıması veya onu tanımlaması beklenecek bir durum değildir.

Şairin/şiirin gücü bir görüşe göre imge oluşturmada ortaya koyduğu başarı ile doğru orantılıdır. Çünkü şiir dili bir yönüyle günlük dilin içinden çıkarken bir yandan da kendisini onun üstünde bir yere konumlandırır. Günlük dil sanatçı aracılığıyla üst dil düzeyinde kullanılırken, dil aracılığıyla kullanılan sözcükler, sıradan anlamları yanında yeni yeni anlam katmanlarıyla biçimlenir, derinleşir, genişler ve çoğalır. Kısacası sözcükler teşbih/imge, istiare, mecaz ve değişik bağdaştırmalar ile birbirinden değişik anlamlara kapı açarlar.

İmgeler meydana gelişleri açısından somuttan somuta; soyuttan somuta; somuttan soyuta ve soyuttan soyuta olmak üzere dört türlü olarak tasnif edilebilir. Dîvân-ı Kebîr’de tespit ettiğimiz teşbih/imgeler bu tasnife çerçevesinde değerlendirildiği zaman, karşımıza ağırlıklı olarak soyuttan somuta biçiminde oluşturulmuş teşbih/imgelerin çıktığını görürüz.

VEFA İLE İLGİLİ TEŞBİH/İMGELER

Soyuttan Somuta Teşbih/İmgeler

1.1. Vefa-Hazine-Maden

Mevlâna’nın vefa ile ilişki kurduğu kelimelerden biri hazinedir. Bununla birlikte vefa ile ilişkilendirilen bir başka kelime cefadır. Sevgiliden kaynaklanan cefayı şeker gibi tatlı olarak niteleyen Mevlâna, bu cefada yüzbinlerce vefa olduğunu söyler. Divan şiirinde bir taraftan sürekli olarak sevgilinin vefasızlığından bahsedilirken bir diğer taraftan ise cefasından da mutluluk duyulur. İlk bakışta birbirine zıt iki unsurun bir arada kullanılması sorun oluştursa da sevgilinin cefasının aynı zamanda âşıka bir ilgi kaynağı olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Yani maşuk bir yandan âşıka cefa ederken bir yandan da zımnen bir ilgi göstermiş, vefasını ortaya koymuş olmaktadır.

Senin cefan, şeker gibi tatlıdır. 0 ne güzel cefadır ki, onda yüzbinlerce vefa hazinesi vardır (C.1.479)

Mevlâna’nın vefa ile ilişkilendirdiği bir başka kelime madendir. Sevdiğine/dostuna (bir ihtimal Şems-i Tebrizî olabilir) seslenen Mevlâna, onsuz olamayacağını, yapamayacağını belirtir ve ey cömertlik, ihsan ve vefa madeni artık gel der. Temiz canına yemin ederim ki; ben sabredemiyorum. Sensiz yapamıyorum. Ey azîz dost, ey cömertlik, ihsan ve vefa madeni, artık gel! (C.1.227).

Vefanın maden ile ilişkilendirilmesinde tıpkı vefa-hazine ilişkisinde olduğu gibi, dostunun vefalı olmasının vefa duygusunun belirgin olmasının önemli bir payı vardır. Aşağıdaki beyitte de benzer ilgiyi kuran Mevlâna, muhatabına seslenir ve “Bulut, göklerde senin yüzünden ağlamakta, şimşek senin yüzünden ışıklarla gülmede, daha saymakla bitmez binlerce çeşit işler senin lütfun ile olup durmada. Sen ihsanlar, iyilikler kaynağı, vefa madenisin. (C.6.2853)” diyerek bir önceki örnekte olduğu gibi onu ihsan, iyilik ve vefa madeni olarak tavsif eder.

1.2. Vefa-Irmak

Mevlâna, vefa ile ilgili teşbih ve tasavvurlarını dile getirirken vefa-gönül ilişkisine ayrı önem verir. Ona göre vefa, insan bedeninde değil, gönlünde bulunur, orayı kendisine mesken edinir. Bununla birlikte vefanın gönülde karar kılması için gönlün temiz olması, her türlü nefsanî arzu ve isteklerden arınmış olması gerekir. Bir beytinde beden-gönül ilişkisini, bedenin hakikat yolunda topal oluşu gönlün de hızlı gidişi tasavvuru noktasından ele alır ve “Bedenin hakîkat yolunda topal oluşundan, gönlün de hızlı gidişindendir ki, Allah sırrı bedenden zuhur etmez de onun vefası, mürüvveti hep gönülden belirir (C.1.200)” diyerek Allah’ın tecelligâhı olarak gönlü işaret eder. Bir başka beytinde ise gönlüne uyan kişinin gönlünün gittiği yerlerde yeşilliklerin, çiçeklerin nasıl yeşerdiğini ve vefa ırmaklarının nasıl aktığını göreceğini, söyler. “Sen de gönlün izine uy, onun gittiği yerlere git, git de yeşilliklerin, çiçeklerin kara topraktan nasıl bittiklerini, vefa ırmaklarının durmadan nasıl aktıklarını gör! (C.2.898).” Beyitte geçen vefa ırmağı geçtiği her yere hayat veren kuru topraklara can veren bir özellikte tavsif edilmiştir. Yani kişi eğer gerçek anlamda vefa sahibi olursa hem kendisi hem de etrafındakiler bundan hayat bulur, demektedir.

1.3. Vefa-Deniz

Klasik şiirin zirve şahsiyetlerinden, aynı zamanda Mevlâna takipçilerinden ve Galata Mevlevihanesi postnişinlerinden Şeyh Gâlib, bir beytinde vefa-deniz ilişkisine atıfta bulunur ve Hazret-i Mevlâna’yı vefa denizinin mücevheri olarak niteler:

Şeref-i zât ile mâşuk-ı gürûh-ı ervâh

Gevher-i bahr-i vefa Hâzret-i Mevlânadır (Ş. Galib/3/4)

Mevlâna da bir beytinde vefa ile deniz arasında bir ilişki kurar. Deniz, enginliği, dinginliği ve derinliği ile öne çıkar. Mevlâna muhatabına seslenerek “Senin ruhun vefa denizidir,” der. Ruhun vefa denizi olarak nitelenmesinin arka planında söz konusu iki unsur arasında saflık, temizlik ve arılık ilişkisinin var olması gelir. Senin ruhun vefa denizidir. Rengin ayrılık parıltısı, ömrüne yemin ederim ki, günaha girmekten korkmasam, sana “Zü’l-celal sahibi Allah” derdim. (C3.1361).

1.4. Vefa-Tencere

Orijinal bir teşbihin/imgenin söz konusu edildiği aşağıdaki beyitte Mevlâna, ham kişilerin burnuna vefa kokusu gitmesin, onlar bu kokudan etkilenmesinler diye vefa tenceresinin kapağını örtüyoruz, diyor. Ham kişilerin bu kokunun ne olduğunu anlayamayacaklarını Mevlâna Mesnevi’nin 18. beytinde şöyle anlatıyor: “Ham ervâh olanlar, pişkin ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar, o hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.” Beyitte geçen ham ervâh, nefsinin etkisinde kalmış olan, insan-ı kâmil seviyesine henüz ulaşamamış kişi demektir. Her ham kişinin burnuna kokusu gitmesin diye vefa tenceresinin kapağını örtüyoruz. (C.3.1241)

1.5. Vefa-Ekin

Mevlâna’nın vefa ile ilişki kurduğu somut unsurlardan biri de ekindir. Bir beytinde sevdiğine/dostuna seslenen Mevlâna “Senden gelen cevr ü cefa böyle hoş ve tatlı olduğu için vefa ekinine kıtlık düşmüştür de insanlarda vefa bulunmaz olmuştur! Ey gönül; ne duruyorsun? Onun cefasına karşı canınla oyna, onun cefasına canını ver! (C.6.2618)” diyerek sevgili/dosttan gelen cevr ü cefanın lezzetinden vefa ekini bitmez olmuş, insanlarda vefa bulunmaz olmuştur, der. İnsanlarda vefanın bulunmamasına sebep olan dünyevî cevr ü cefanın lezzetidir ve insanlar bu lezzetin tadına varınca, vefa ekinini unutmuşlardır. Cevr ü cefaya gösterilen ilginin vefa ekininin bitmemesine neden olması, insanların ezel gününde Allah’a verdikleri ahdi unutmaları ve esasında kendileri için ceza gününde eziyet olacak olan, ancak bu dünyada kendilerine tatlı gelen nefsin arzu ve isteklerine uymalarıdır.

1.6. Vefa-Kadeh

Vefa-kadeh ilişkisinin kurulduğu beyitte bir tasvir söz konusudur. Mevlâna maşukuna seslenir ve Sen’in aşkından dolayı sarhoş olup kendinden geçenler, birbirlerinin vefa kadehini kapmaya çalışırlar, bu ne güzel bir durumdur, der. İlahî aşktan dolayı kendinden geçenler, aklını yitirmiş kişilerdir. Çünkü bu dünyada akıl sahibi kişilerin vefa kadehiyle işleri olmaz. Onlar bulundukları hâlet-i rûhiyenin etkisiyle birbirlerinin vefa kadehini kapmaya çalışırlar ki, ne kadar çok vefa kadehine sahip olurlarsa o kadar fazla ilahî aşkla mest olacaklardır. Bu durumu tatlı bir yarış, tatlı bir çekişme gibi gören Mevlâna, durumdan duyduğu memnuniyeti dile getirmeye çalışmıştır.

Sen’in aşkınla mest olanların birbirlerine düşmeleri, birbirlerinden vefa kadehini kapmaları ne kadar hoştur ne kadar güzeldir! (C.4.1893)

Bir rubaisinde yine aynı imgeyi kullanan Mevlâna, önceki hayali destekleyecek mahiyette duygu ve düşüncelerini dile getirir. Beyte Babası Bahauddin Veled’in adını anarak başlayan Mevlâna, onu ruhlara hükmeden ölümsü bir sultan olarak niteler ve ondan şu dilekte bulunur: “Bizi kendimize bırakma! Elimizden tut ki vefa kadehi kırılmasın. Eğer vefa kadehi kırılırsa, sevgi şarabıyla sarhoş olanların ayağına batar, ayaklarını yaralar. Yapma bunu! (R. 350). Bizi kendimize bırakma ve elimizden tut ki ruhaniyetin üzerimizden eksilmesin, bizi bize, nefsimize bırakma, eğer bırakırsan sonuçta üzülen, incinen bizler oluruz, der.

1.7. Vefa-İnci

Gönül-sadef, vefa-inci ilişkisinin kurulduğu bir beyitte vefanın gönülde mekân tuttuğuna işaret edilir. İncinin nasıl oluştuğu ile ilgili birtakım rivayetler söz konusudur. Bunlardan birine göre; bu rivayet daha çok edebiyatta dillendirilir, nisan ayında yağan yağmur damlalarından nasibini almak için sadef/istiridye ağzını açar ve o bir yağmur damlası sadefin midesine girer. Zaman içinde yağmur damlası sadefin salgıladığı saydam sıvı ile kaplanır ve gün geçtikçe saydam madde sertleşerek inciye dönüşür:

“Nisanda yağmur taneleri toprağa düşer, o sırada istiridye denizden karaya çıkmıştır. Baharda her şey uykusundan uyanır istiridye de gelir nasibini almaya, ağzını açar ve bir yağmur damlası ağzından karnına girer. Bu damla istiridyenin önündeki kuma düşer, bu kumdan sıçrayan kum tanesi de ağzına gelir kumla birlikte. İstiridyenin saydam dokusu içerisinde o kum taneciği istiridyeyi rahatsız etmeye başlar. Onu rahatsız ettikçe istiridye onun acısını örtecek bir salgı salgılar, bir katman ile kaplar onun etrafını. Bir müddet sonra o salgının hükmü geçer tekrar kum tanesi acı vermeye başlar. Acı verdikçe bir katman daha salgılanır böyle böyle her katman salgı ile gittikçe büyüyen bir inci oluşur istiridyenin karnında.”2

Mevlâna bir beytinde gönlünü sadefe, gönüldeki vefayı da tertemiz incilere benzetmiştir. Bu kadar uzun bir ayrılıktan sonra, gönlümüzün şu sadefleri tertemiz vefalı incilerle karışmış. (C.4.2371)

1.8. Vefa-Bahçe

Vefa ile ilişkilendirilen bir başka kelime bahçedir. Divan şairleri içinde özellikle 16. yüzyıl şairlerinden Celilî’nin divanında sûsen-i bâg-ı vefâ, berg-i vefâ, bâr-ı vefâ, semen-i bâg-ı vefâ, bâg-ı vefâ biçiminde çok sayıda imgenin olduğunu belirtmek gerekir. 17. Yüzyıl şairlerinden Şeyhülislâm Yahyâ da bir şiirinde istiare yoluyla sevgilisini vefa bağının goncası olarak niteler ve “senin boyun gül fidanıdır ama, Allah’ın kudreti ile onda şeftali biter”, diyerek, şeftali ile gül arasında hem şekil hem de renk açısından bir ilgi kurar.

Nahl-i güldür kâmetün ey gonce-i bâg-ı vefa

Kudret-i Hak ile ammâ anda şeftâlû biter (Ş. Yahya/71-2)

Mevlâna ise bir şarta bağlı olarak kendisini vefa bahçesinin habercisi olarak niteleyerek divan şairleri tarafından çok kullanılan sabah rüzgârının haberci olma mazmununu kendisi üzerinden dile getirir ve şöyle der: “Eğer can gülistanı/gülbahçesi, ıstıraplara, kederlere katlanan, onlardan şikâyet etmeyen kişiyi okşamasaydı, ona lütuflarda bulunmasaydı, nasıl olurdu da ben seher rüzgârı gibi vefa bahçesinin habercisi olurdum? (C.6.2996)” Beyitte cân gülistânı/gülbahçesi imgesi çerçevesinde bir kişileştirme yapılmıştır. Ve eğer böyle bir durum olmasaydı nasıl olurdu da ben seher yeli gibi vefa bahçesinin habercisi olurdum, denilerek bir soru sorulmuştur.

1.9. Vefa-Meme

Mevlâna’nın vefa ile ilgi kurduğu şaşırtıcı imgelerden biri de “vefa memesi” tasavvurudur. 4.Cilt/2093 nolu gazelde yer alan bu tasavvur öncesinde Mevlâna sevgilisine medhiyeler dizer ve “Ben şarap içmem ama, eğer sevgili benim kadehimi öperse, işte o zaman içerim!” dedikten sonra “O benim dadımdır, o benim anamdır; vefa memesi süt vermez olur mu?” der. Beyitte yukarıdaki örnektekine benzer bir biçimde şarta bağlı bir eylem söz konusudur. Mevlâna önce bir durum tespiti yaparak “ben şarap içmem” diyor, sonra da “ama” diyerek ikinci cümlenin birinciyi boşa çıkardığını belirten ifadeyi söylüyor: “Ama sevgili benim kadehimi öperse, işte o zaman içerim.” Mevlâna’nın şarap içmemesine rağmen, sevgilinin dudağının değdiği kadehten şarap içmesi birbirine tezatmış gibi görünse de esasında sevgilinin dudağının değdiği her şeyin kutsallığına işaret söz konusudur. Dudak tasavvufta vahdeti simgeler. Şarap da ilahi aşkı temsil ettiğine göre, Mevlâna’nın sevgilinin dudağının değdiği şarabı içmekten imtina etmemesi ona duyduğu aşkın derecesini göstermektedir. Sonraki beyitte ise neden böyle davrandığına açıklık getiriyor ve şunları diyor: O(sevgili) benim dadımdır, anamdır; vefa memesi süt vermez olur mu? 0 benim dadımdır, o benim anamdır; vefa memesi süt vermez olur mu? (c.4.2093)

1.10. Vefa-Su

Mevlâna’nın vefa ile ilişki kurduğu bir unsur da su’dur. Muhatabına çeşitli medhiyeler düzen Mevlâna, onu çeşitli tasavvurlar çerçevesinde överken, beytin sonunda da “Sen, dünyada fışkırıp akan vefa suyusun! (C.4.2055)” diyor. Vefa ile su arasında ilişki kurulması, her iki kelimenin de taşıdıkları anlam dünyalarıyla ilgili olsa gerek.

Senin gibi bir varlığı kimsecikler görmedi! Zaten ey benim canım; her şey senindir! Kimse dediğimiz de ancak sensin! Dünyada eşi örneği olmayan, görülmeyen birisin! Sen, dünyada fışkırıp akan vefa suyusun! (C.4.2055)

1.11. Vefa-Çeng

Mevlâna, bir şiirinde “vefa ve sevgi çengi” imgesini kullanır. Beyitte vefa ile ilişki kurulan çeng bir musiki aletidir ve dik tutularak çalınır. Çeng çanak, boyun, perde, deste ve kirişler olmak üzere beş bölümden oluşmaktadır. Boyun kısmı at boynu gibi uzun ve eğridir. Perde kısmı ise iki karışa yakın uzunluktadır. Çeng parmağa geçirilen mızrapla da çalınabilir. Klasik Türk şiirinde daha çok çeng ile âşığın bükülen beli arasında bir münasebet kurulmuş, ayrıca beli bükülen yaşlı insanları çengin yay gibi eğri biçimine benzetmişlerdir. Sesi bakımından da ağlama, inleme, gam ve hicran için müşebbeh olarak kullanılmıştır.

Mevlâna bir beytinde muhatabına (Bu muhatabın oğlu Alaaddin Çelebi olması  ihtimal  dâhilindedir.  Mevlâna,  biraz  da  hiddetli  bir  biçimde
seslenerek, daha öncesinde yüzlerce kez “hiddete, öfkeye kapılma, kimse ile kavgaya girişme” biçiminde uyarmış olmasına rağmen sözünün dinlenmemesinden dolayı serzenişi vardır. Dile getirdiği uyarıyı şu örnekle de somutlaştırıyor: “Vefa ve sevgi çengine mızrap vurursan, usulüne göre vur!” Eğer bu işi yapacaksan da usulüne göre yap, kimseye kırma, üzme. Bir kere değil, yüz kere söyledim; “Hiddete, öfkeye kapılma, kimse ile kavgaya girişme!” dedim (c. II, 1049).

1.12. Vefa-Kuş

Mevlâna bir beytinde vefa ile kuş arasında bir ilgi kurar ve bahsettiği kişiden “Onun cefası kaçıp giden canımı yemle tuzakla tuttu da beni vefa kuşuna arkadaş etti. (C. III, 1287)” der. Beyitte birçok şiirde birlikte anılan cefa ve vefa kelimeleri bir arada kullanılmış ve cefa ile yem/tuzak, vefa ile arkadaş, dost arasında bir ilgiden söz edilebilir.

1.13. Vefa-Süt

Mevlâna’nın vefa kelimesini bağdaştırdığı bir başka somut bir unsur süttür. Önce bir durum tespiti yaparak aşk ateşinden dünyada sıcaklıklar vardır, diyen Mevlâna, sonra da aşkın vefası sütünden cefa bile yumuşar, der. En sonda ise güzel bir hüsn-i talil sanatı ile «güneşin bile utandığı bir ay’dan utanmayan kişi, ne utanmazdır, hem ne utanmaz! (R.45). Diyerek güneşin batıp ayın çıkması hadisesini, güneşin aydan utanması biçiminde hem teşhis hem de güzel neden ile dile getirir.

1.14. Vefa-Gün

Mevlâna bir beyitte vefa ile ilgili art arda iki teşbih kullanmıştır. Bunlardan biri vefa günü, diğeri de vefa ümididir. Her cefa çeken kişi, çektiği cefanın bir gün sona ereceğini ümit eder; bu bağlamda bir taraftan vefa ümidini yaşar, bir taraftan da beklediği günü yani vefa gününü bekler. Bununla birlikte Mevlâna kendisinin vefa ümidini beklemediğini, sevgilinin cefasının kendisine çok tatlı geldiğini, o cefadan hayat bulduğunu bu nedenle vefanın gelmemesini, gelirse buna dayanamayacağını belirtir.

Beyitte âşık tipinin çok karakteristik bir özelliği söz konusudur. Âşık, sevgili kaynaklı cefalara katlanır, dahası onlardan mutluluk duyar, onlarda hayat bulur. Çünkü acıma, esirgeme veya cefaya son verme ilgisizliğin, önemsememenin göstergesi olduğu için âşık ne kadar cefa çekerse o derece sevgilinin ilgisine mazhar olduğunu düşünür:

Her cefa çeken, vefa ümidine kapılır, vefa gününü bekler. Bense öyle cefa çeken bir âşığım ki, sevgilimin cefası bana çok tatlı gelir de vefa beklemem, vefa gelirse vefaya dayanamam. (C:4.1676)

1.15. Vefa-Koku

Mevlâna’nın birkaç yerde kullandığı bu imge farklı tasavvurlar çerçevesinde divan şairleri tarafından da kullanılmıştır. Örneğin 16.yüzyıl şairlerinden Bâkî, sevgilisine seslenerek, “Aşk ile sinemizi gül gibi parça parça ettin, lâkin yine de gülen goncandan vefa kokusunu alamadık.

Gül gibi pâreledüñ sînemüzi ‘aşk ile lîk

Almaduk bûy-ı vefa gonca-i handânuñdan (Küçük, 1994:146)

Divan şairleri içinde vefayı birbirinden farklı çok sayıda tasavvura konu eden 16. yüzyıl şairlerinden Celilî ise bülbüle seslenir ve “Ey bülbül gülbahçesinde vefa kokusu yoktur, bu nedenle baykuş gibi virane yerler bana mesken olmuştur.” der.

Yoḳ durur būy-ı vefā gülzārda ey andelḭb

Ol sebebden cuġdveş vḭrāne meskendür bana (Celilî, 18/2)

Değişik konulardaki tasavvurlarıyla divan şairlerine ilham kaynağı olan Mevlâna bir rubaisinde vefa-cefa ilişkisi üzerinde durur ve senin cefandan da vefa kokusu alıyorum, der. “Senin bulunduğun yerden, senin havandan gelen tozu, toprağı istiyorum. Olur ya, belki ayaklarının bastığı yerden, gözlerime, rüzgâr toz getirir. Canım cefaya da sevinir, neşelenir. Zira ben cefadan da senin vefa kokunu alırım. (R. 425)

1.16. Vefa-Kumaş

Mevlâna, bir beytinde imge olarak vefa kumaşını kullanır. Kendisine dönük iki sorar: Birinci soru “senin aşkının gıdası nedir?” Cevap “Şu yanmış kavrulmuş ciğerim”. Benim yıkılmış, harap olmuş gönlüm nedir?

Cevap: “Senin için vefa kumaşının dokunduğu yerdir.” Beyti bu tür bir okuma ve anlamlandırmaya sebep olan beyitteki birinci sorunun cevabının olmamasıdır. Bir başka okumaya göre “Senin aşkının gıdası nedir? sorusuna cevap olarak “Şu yanmış, kavrulmuş ciğerim, benim yıkılmış, harap olmuş gönlüm nedir? Diye karşı bir soru soruluyor ve gönlünün ne olduğu sorusuna cevap olarak senin için vefa kumaşının dokunduğu yerdir.” deniliyor. Daha önceki birçok beyitte vefanın ikamet ettiği yerin gönül olduğu dile getirilmişti. Ancak bu gönül sıradan bir gönül değil, tertemiz, her türlü dünyevi ve nefsanî arzu ve isteklerden arınmış bir gönüldür. Çünkü böyle olmayan bir gönülde vefa bulunması mümkün değildir.

1.2. Soyut-Soyut Teşbih/İmgeler

2.1. Vefa-Ümîd

Mevlâna bir beyitte vefa ile ilgili olarak vefa günü ve vefa ümidi biçiminde, art arda iki teşbih kullanır. Her cefa çeken kişi, çektiği cefanın bir gün sona ereceğini ümit eder; bu bağlamda bir taraftan vefa ümidini yaşar, bir taraftan da beklediği günü yani vefa gününü bekler. Bununla birlikte Mevlâna kendisinin vefa ümidini beklemediğini sevgilinin cefasının kendisine çok tatlı geldiğini, o cefadan hayat bulduğunu bu nedenle vefanın gelmemesini, gelirse buna dayanamayacağını belirtir. Beyitte âşık tipinin karakteristik özelliği söz konusudur. Âşık sevgiliden yana çektiği cefalara katlanır, onlardan mutluluk duyar, onlarda hayat bulur. Acıma, esirgeme veya cefaya son verme ilgisizliğin, önemsememenin göstergesi olduğu için ne kadar cefa çekerse o derece sevgilinin ilgisine mazhar olduğunu düşünür.

Her cefa çeken, vefa ümidine kapılır, vefa gününü bekler. Bense öyle cefa çeken bir aşığım ki, sevgilimin cefası bana çok tatlı gelir de vefa beklemem, vefa gelirse vefaya dayanamam (C:4.1676).

  1. SONUÇ

Sonuç itibarıyla, Mevlâna’nın Dîvân-ı Kebîr’inde tespit edip bildirimize örnek olarak aldığımız vefa ilgili beyitlerden çıkardığımız sonuçlar şöyle maddelenebilir:

  1. Vefa ile ilgili tasavvurların büyük kısmı teşbih/imgelerden oluşmakta; bunlar da kendi içinde yaptığımız tasnif çerçevesinde soyuttan somuta biçimindeki imgelerden oluşmaktadır.
  2. Vefa ilgili tasavvurların arka planında verilen sözün tutulması; verilen sözün gereğinin yapılması, hatırlama, hatırlamama gibi bir olgunun olduğu da görülmektedir.
  3. Yaklaşık 26 bin beyitten meydana gelen Mesnevî’de tespit edebildiğimiz 102 kullanım içinde sadece iki teşbih/imgenin Dîvân-ı Kebîr’dekine oranla daha az sayıya tekabül etmesi, Dîvân-ı Kebîr’in Mesnevî’ye göre daha estetik bir hüviyete sahip olduğunu gösterir. Çünkü anlatma esasına dayalı bir metin olan Mesnevî’de ön planda didaktizm olduğu için dil ve üslup açısından sanatkârânelik ikinci planda kalmıştır. Buna karşın Dîvân-ı Kebîr baştan sona sanatkârane bir dil üslubun ürünü olduğu için, daha estetik bir dil ile yoğrulduğu için Mevlâna bu eserinde daha fazla imgesel bir anlatıma başvurmuştur, diyebiliriz.
  4. Divan şairlerinin vefa konusunda dile getirdikleri teşbih/imge ve tasavvurların birçoğunun arka planında özellikle Dîvân-ı Kebîr’deki imgelerin yer aldığı da söylenebilir.

 


*Prof. Dr., Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü. Elazığ. sdemirel63@gmail.com

https://www.islamveihsan.com/vefa-nedir-kimlere-gosterilir.html 18.11.2019-15:00

2 http://mustafakaya.net/forum/index.php?topic=5729.0

 

KAYNAKÇA

Can,    Şefik    (2000).    Dîvân-ı    Kebîr’den    Seçmeler    (C1-4),    Ötüken Neşr.İstanbul.

Can, Şefik (2004). Konularına Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi C.1-6, Ötüken neşr. İstanbul

Cebecioğlu,  Ethem  (2014).  Tasavvuf  Terimleri  Sözlüğü,  OTTO  Yay. İstanbul

http://mustafakaya.net/forum/index.php?topic=5729.0

http://www.bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/dogal-inci-nasil-oluşur.

https://www.islamveihsan.com/vefa-nedir-kimlere-gosterilir.html 18.11.2019-15:00

Kalkışım, Muhsin (1994). Şeyh Gâlib Dîvânı, Akçağ Yayınları, Ankara.

Kavruk, Hasan (2001). Şeyhülislâm Yahyâ Dîvânı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara.

Kur’an-ı Kerim (1993). İslâm Ansiklopedisi Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara.

Küçük, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı (Tenkitli Basım), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.

Nas, Şevkiye Kazan (2011). Celilî Divanı, Fakülte Kitabevi, Isparta.

Türkçe Sözlük (1988). TDK Yayınları, Ankara.

Uludağ, Süleyman (2001). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul.