Dinledin mi Sözümü?!… – AHMET ÇALIŞIR
Dinledin mi Sözümü?!…
AHMET ÇALIŞIR
Unesco’nun 2007 yılını Mevlana Yılı ve Mevleviliğin korunması gereken kültür mirası olarak kabul etmesinin ve bunun dünya genelinde kutlanması kararının ardından aşağı yukarı bir yıl geçti. Bu süreç 30 Eylül 2007 tarihinde büyük bir doğum günü partisi ile de (!) kutlanarak devam etti. Tabii ki pastasız bir doğum günüydü bu… Temelde bizim kültür değerlerimiz açısından önemli olan böylesi bir kararın verilmesi ilk planda önemli bir gelişmeydi. Ancak geçen bir yılın muhasebesini yapmağa kalkıştığımızda ister istemez kimi sorular oluşmaya başlıyor. Acaba bu yıl içinde gerçekleştirilen farklı içerikli programlar, icralar, etkinlikler yerine ulaşıyor mu diye kendi kendime bir soru sorar sormaz hemen Hz. Mevlana karşıma dikiliverdi, ansızın silueti beliriverdi ve ben bocalamaya başladım. Terledim. Saklanacak bir yer aradım. Keşke dedim devekuşu olsaydım, olsaydım da başımı gömüverseydim bir yerlere. Zira arka arkaya sorular gelmeye başlamıştı..
“Ben Kur’anın kölesiyem demiştim… Beni hangi kitaplarda aradınız. Hangi kitapların içine hapsettiniz. Yaptıklarımı ve de vasiyetimi hangi kitaplardan aldıklarınızla açıklamaya çalıştınız. Kur’an ve de sünnetten gayrı bir dayanağım yoktu. Benim yazdıklarımı ve de kitaplarımı insanlara anlatırken, kaç kez onlardan referans vererek izah ettiniz?..”
Başımı eğdim…
“Ben katıksız bir Müslüman, cinnet derecesinde Allah ve Peygamber âşığı iken, siz beni samimiyetsiz insanların dolduruşu ile hümanist olarak nitelediniz. Ne idi bu hümanizm? Sadece insanı sevmek mi? Yoksa Türkmen dervişinin de dediği gibi Yaradılanı severiz, Yaradandan ötürü sırrının üzeri örtülmüş mü?..”
Başımı kaldıramadım bile…
“İslam ve de şiddetin yan yana anıldığı bir dönemde, benden bahsedilirken ünlü Türk düşünürü, sufi, hümanist diye bahsettiler. Halbuki ben İslam’ın estetik boyutunu ön plana çıkartmış ve de benim dinim budur, dinime mensub olan insanlar zarif kişilerdir, öyle olmak zorundadırlar demiştim. Her taraftan aziz İslam’a ve mensuplarına saldırı varken bu zerafete, sen ne yaptın? Hiç bu kaygıları taşıdın mı? Hani sen de kendini sanatkar olarak tanımlıyordun? San’atın Allah’ı aramak olduğunu, en büyük san’atkarın Allah olduğunu nasıl da unutuverdin?!..”
Başımı gömecek kum aradım…
“Size bıraktığım miras sema ve de musikiden mi ibaret idi? Yok mu idi başkaca bir mirasım? Hayatım boyunca bütün amelim bu mu idi benim? Sema ve de musıki öyle mi? Kur’an’ın kölesiyem diyen birinin Kur’an’dan ayrı olması düşünülebilir mi? Ama tabii sema ve de müzik denince hem şöhret, hem para ve hem de itibar kazandın. Evladımızdan Şeyh Galib’in “efendimsin, cihanda itibarım varsa sendendir” dediğini ne de çabuk unuttun. Belki de unutmadın, gözün kamaştı bunca parıltıdan. Para, itibar, şöhret… bunları elinin tersiyle itemedin. Kaç kuruşuna itibar etmiştim ben onun. Köleliği hürriyete taş çatlasa değişmem demiştim. Siz bunların kölesi oldunuz. Hakikatin tadını alan ne altına itibar eder ne de taca dedim. İtibarın nerede olduğunu bilemediniz. Kendinizden zannettiniz. Ucuz bir bahaya sattınız itibarınızı.”
Utandım, utandım, utandım…
“Ben doğum günümü kutlayın mı dedim size. Kutladınız, peki. Nerede Kur’an? Nerede mukabele? Kalbinizi mutmain edecek zikrullah nerde? 30 bin kişi ile kutlamak mı aslolan yoksa 3 kişin dökeceği gözyaşı mı? Gerçi gözyaşı olmadı değil, ehl-i dil ağladı, böyle mi olmalıydı diye diye. Ama heyhaaat. Tanıtım olmuştu ya. Dünyaya tanıtılmıştı ya. Daha da acaib olanı beni tanıması gerekip de tanıyamayanlar, tanımamalarında beis olmayan ama tanıması gerekenlerden daha fazla bilgisi olan kişilere tanıtmış gibi görünüyorlar. Bu ne riyakarlık. Hoşgörü. Cehaletin hoşgörüsü olmaz oysa. Boş gelinip boş gidilmez. Vakit varken kaldır başını etrafına bir bak, muhasebeni iyi yap. Zararını, kârını iyi hesab et. İtibarının kendinden olduğunu düşünme. San’at ne, san’atkâr kim tanı, öğren, bil. Hatanın neresinden dönülürse kâr. Zarar da ısrar edenlerden olma.”
Yavaşça kaldırdım başımı. Zonkluyordu, gözümü açamıyordum utancımdan. Neden sonra açtım baktım ki kimseler yok. Rahatlamalı mı idim yoksa bu rahatsızlığı iliklerime kadar hissetmeli, ehl-i dil ile paylaşmalı mı idim? Kaygılarımı hangi zemine oturtmalıyım diye düşündüm. Hz. Pîr, referans olarak alınması gerekeni söylemişti. Turizm-tanıtma endişesinden uzak, tamamı ile vasiyetine uygun bir tavır almalı ve ona göre hareket etmeliyim dedim.
Dedim ama, kendime söz geçirebilecek miyim bakalım…