“Dinle”
“Dinle”
Ö. Tuğrul İnançer
Sayın ve sevgili dinleyenler, Bu bir radyo konuşması mı kî. dinleyenler dedin.” demeyiniz. Çünkü köşemizin adı “Dinle Neyden”. İşte bunun içindir ki, sayın ve sevgili dinleyenler diye söze başladık. Köşemizin adı “Dinle Neyden” konusu ise, Hz. Mevlânâ’nın asırlardır gönüllere, dimağlara, akıllara nurlar saçan, bilgiler saçan, hakikatler öğreten Mesnevî-i Şerifi. Mesnevî-i Şerifin nasıl bir kitap olduğunu, isterseniz bir başka sohbetimizde anlatmak kaydı ile, dinlemenin ne olduğ hakkında biraz konuşalım.
Mesnevî-i Şerif, bişnev kelimesi ile başlar, yani dinle. Dinleyeyim, ama neyi? “Neyi” dinle, “Bişnev în ney çün şikayet mîküned, ayrılıklardan hikayet mîküned” veya orjinal metniyle “ez cüdâyihâ hikâyet mîküned.” Dinle çün neyin nasıl şikayet ettiğini, ayrılıkları nasıl dile getirdiğini dinle.
Önce dinleme hakkında konuşalım, daha sonra “neye” geliriz. Dibacesinde, yani önsöz veya takdim yazısında, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından “bu Mesnevi kitabı Allah’ın sırlannın ve ona ulaşma yollannın öğretilmesi hakkında, sırların açıklayıcısının açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseder, Allah’ın fıkh-ı ekberi, şer’-i ezharı, yani büyük bir anlayış ve parlak delilidir.” diye tarif edilir. Mesnevî-i Şerif yukarda arz ettiğim gibi, “bişnev” ile başlar; dinle kelimesi ile… Bişnev, “b” harfi ile başlar dolayısıyla Mesnevî’nin başlangıcı “b” harfi iledir.
B harfi, eski yazımızda bildiğiniz gibi, altında noktası olan yatay bir yay şeklindedir.
Denir ki, kainat Kur’ân’dadır, Kur’ân Fâtiha’dadır, Fatiha besmelededir, besmele b’de, b ise noktadadır. İşte onun içindir ki, bizzat Hz. Peygamber tarafından, ilim şehrinin kapısı olarak vasıflandırılan İmam Ali (kvc), “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” buyuruyor. Hep o noktayı anlatmak için, asırlardır ilmi çalışmalar yapılmış ve bütün kitaplarda o noktayı anlatmak için yazılmıştır. O nokta, ki ismini söylemek çok kolay “tevhid noktası” dır. Ama o noktaya gelebilmek için, evvela Mesnevi-i Şerifin emri veya tavsiyesinde olduğu gibi dinlemeyi bilmek lazımdır. Çünkü “olma” nın yolu, “bilme” den geçer “bilme” ise dinleme ile başlar. Yok dinleme yerine okumak olsa idi:o ellerinden öpülesi, başımıza taç edilesi öğretmenlerimizin asli fonksiyonlar kalmazdı. Herkes kitap okur, öğretmenlerinden bir şey öğrenmesine hacet kalmaz, okuduğu kitaplardan yeterince ilim öğrenirdi. Ama okuma ile değil, dinleme ile öğrenilir.
İşte Hz. Mevlânâ Mesnevî’sine “b” harfiyle başlayarak, daha ilk söz bile değil, ses, “b” sesinden itibaren bazı şeylere işaret buyurmuş oluyor. Malum, besmele bütün İslam kitaplarının başlangıç cümlesidir. Kur’ân’ı Kerim ve diğer bütün semâvi kitaplar da öyle başlar. Kur’ân’ı Kerim’de. besmelesiz başlayan bir sûre tevbe sûresidir ki o da “berâetün” kelimesi ile, yani “b” ile başlar.
Besmelenin “b” si, Sûre-i Tevbe’nin ilk kelimesi olan “berâetün” kelimesinin b’sinin noktasında gizlidir. İşte Hz. Mevlânâ böyle bir ince nükteye de işaret etmiş oluyor. Tabi bu işaretler, ancak ehline malumdur. Ve böylece Hz. Mevlânâ kendine mahsus çok özel bir tarzda besmele çekmiş oluyor. Çünkü bilinir ki, besmelesiz başlayan işin âkıbeti hayır getirmez.
Evet, dinlemek dedik, tasavvufun veya tasavvuf yolunda ilerlemenin en önemli birbirinden aynlmayacak kadar yanyana iki şartı vardır: Hizmet ve sohbet. Hatta biraz ileri gidersek, hizmet dahi sohbetin feyzine erebilmenin bir yoludur. Sohbet ise, dinlemeyle olur, sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lazımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir. Az yiyin, az konuşun, az uyuyun; çünkü israfla geçirilecek zaman. doyduktan sonra israf edilecek gıda ve layık olmayan tarzda söylenecek sözlerin israf edilmesi, genel hüküm olan “israf haramdır” kâidesince haramdır. Hüner, söylemek değil dinlemektir. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenmeyenler bilemezler, bilemeyenler ise “olamazlar.” Tıp, matematik, hukuk, coğrafya, ekonomi, mühendislik ve daha sayabileceğimiz bütün müspet ilimlerin tahsilinde de bu kaide aynen geçerlidir. Bununla birlikte kendilerinin dinlemeden öğrendiklerini zannedenler ise “Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der” beytinde anlatılan manaya düşerler.
Evet, dinlemek çok önemli olduğu için, tekrar dinlemek üzerinde durmaya devam edelim. Kur’ân’-ı Kerîm’de ki, bütün kitapların, bütün ilimlerin doğuş yeridir ve kaynağıdır. Meselâ, Tâ-hâ suresinin 13. ayetinde, Hz. Musa’ya hitap ederken Cenâb-ı Hakk, “Sana vahy olunacak şeyleri dinle” diye emretmiştir. Mesela, Nuh tufanının anlatıldığı Nuh suresinde, 7. ayette, Hz. Nuh’un davetlere icabet etmemek, yani hak olan davetine icabet etmemek için, bazı insanların, elleri ve parmakları ile kulaklarını tıkadıklarını; bunu Hz. Nuh’u işitmemek, duymamak, dinlememek için yaptıklarını ve tufanda da, işte o parmaklarıyla kulaklarını tıkayanların, helak olduklarını anlatır. Kur’ân’ı Kerîm’de A’râf suresinin 204. ayetinde, bir kat’î emirle şöyle buyrulmaktadır:
“fe izâ qurie’l qurânu” Kur’ân okunduğu zaman “festemiû” dinleyiniz “ve ensitû” ve sükût ediniz, susunuz “leallekum turhamûn” böylelikle rahmete erenlerden olursunuz. Yani rahmete ermek için, Kur’ân’ı ve hepsi Kur’ân’ın birer îzâhı olan bütün ilimî kitapları okurken ve bundan bahseden kişileri dinlerken “susunuz” emri var. Susunuz ki, iyi dinleyebileseniz. Çünkü dinleyen dinlenir, dinlemeyen dinlenmez. Tabii dinlemek için iyi bir kulağa ve anlayacak bir kalbe sahip olmak lazımdır. Biz anlamayı başka yerlere ve başka huzurlara yüklemeye çalışırken, Allah bunun böyle olmadığını, anlamanın kâlb ile olacağını beyan buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede, “Onlar ki, kulakları vardır işitmezler, gözleri vardır görmezler, kalpleri vardır anlamazlar. İşte onlar belki hayvan, belki hayvandan daha aşağıdırlar” buyurularak anlamının, idrak etmenin kalp ile olacağı beyan edilmiştir.
İşitici bir kulağa sahip olmak ise daha önde gelen bir şart. Onun için, gene Mesnevî-i Şerif de 512’nci ve 513’ncü beytlerde Hz. Mevlânâ şöyle buyruyor:
“Canu dil râ takati ân cûş nîst
Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst.”
Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve bu kulakta da işitecek istidat yoksa, ben kime ne söyleyeyim?
“Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt
Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest.”
Nerede bir kulak varsa, ondan yol gösterici yol basıl olur. Nerede bir taş varsa, söz dinlerse eğer, taş olmaktan çıkar, yeşim derecesine yükselir. Evet, göz yol göstericidir, ama kulak yol buldurucudur. Her gördüğümüz doğru değildir. Çok basit, bir su dolu kaba, bir cetvel batırdığımızda, suyun zemininde, sathında, cetveli kırılmış gibi görürüz. Halbuki, cetvel kırık değildir, biz öyle görürüz. İşte göz böylesine yanılabiliyor. Kulak, eğer doğru ağızdan çıkan sözleri işitirse, işte göz gibi yanılmaktan da ârîdir ve o doğruyu görmez ancak doğruyu bulur. Tabi bu durum, söz bir kulağından girip, diğer kulağından çıkanlar ve kalpleri ve kulaklan mühürlü olanlar için değildir.
Efendim, bilindiği gibi, tasavvufta ilerlemenin çok önemli iki unsuru var. Biraz evvel söylediğim gibi, hizmet ve sohbet. Sohbet o kadar önemli ki, Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunanları, bizler asırlardan beri Ashâb-ı Kiram diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerini diliyoruz. Bunun sebebi nedir? En yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunup, onu dinlemenin şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, ala silsiletihim, yani elden ele bize naklettiler, eğer bizde dinlersek öğreneceğiz. Evet, dinleyelim, ama neyi? “Neyi”, işte o “ney” nedir? İsterseniz, o “neyin” ne olduğunu, bir başka sohbetimizde konuşalım. Şimdiye kadar konuştuk, dinlediniz. Mevlânâ’dan ve onun kitabından, onun kutabının ilk kelimesinden bahsettik. Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi, büyük arif ve aynı zamanda büyük musikişinas olan Hüseyin Fahrettin Dede bir şiirinde şöyle söylüyor:
“Fahriyâ malûmudur erbâb-ı irfanın bu raz
lâf-ı Mevlânâ’da Zât-ı Mevlâ’dır garaz.”
Şu birkaç satırda, Hz. Mevlânâ’dan, onun kitabından ve onun kitabının henüz birinci kelimesinden bahsetmiş olarak, Mevlânâ’dan bahsettik. Ama Fahrettin Dede’nin tabiriyle, ondan ve onun sözlerinden bahsetmekten kastımız, garazımız Mevlâ’dan bahsetmek, Mevlâ’yı anlatmak, Mevlâ’nın ismini tekrarlamak idi. Bu kasıtta idik ve bu kasıtta da sabit kademiz, yani ayak diriyoruz.
Hani Mevlânâ’nın, “Ben semâ ederken, bir ayağımla kâinatın merkezinde ayak direr, diğer ayağımla kâinatın bütününü dolaşırım” dediği gibi, bizde Mevlânâ’nın sözleri vasıtasıyla, onun sanatı vasıtasıyla, yüceliği vasıtasıyla Mevla’da ayak diriyoruz. Mesnevî-i Şerifin ikinci kelimesi olan “ney” nedir? Bu hususu da eğer ecelden aman görürsek inşallah bir başka sohbetimizde anlatmak dileğiyle… Şimdilik “hoş” kalın, “hoşça” dahi değil, “hoş” kalın.
Keşkül Dergisi 1. Sayı’dan alınmıştır.