Dinle ney’den III – Mehmet Çelik

A+
A-

Dinle ney’den III

Prof. Dr. Mehmet Çelik 

8) Ney’in içindeki ses yel değil ateştir

     Kimde ki bu ateş yok, yok olasıdır.

Hazret-i Pîr’in aşkı kızgın demire teşbih ettiğini söylemiştik. Ney, mademki aşk ateşinin yangınıyla ağlayıp inlemektedir; o halde, ney’in içinden geçen nefes, yel değil ateştir. Bu aşk ateşini barındırmayan kişi manen ölmüş sayılır. Hazret-i Pîr’in ney’e neyzenin üflemesi ile Hakk’ın insâna ruh üflemesi arasında bir münasebet, benzerlik kurduğu malumdur. Kendisi bir başka şiirinde şöyle der:

                                                   “Men dem nezenem liyk dem-i nahnu nafahnâ

                                                    Der men bidemed nâle tâ be sûreyyâ”

Bu anlatım Yani “Ben soluk bile almıyorum, fakat “biz üfürdük” soluğu (Hicr sûresi 15) bana üflüyor da feryadım ta ülker yıldızına dek ulaşıyor.”  Bu adeta Yûnus Emre’nin Türkçe söylediğidir:

 İşitin hey erenler! aşk bir ateşe benzer

Aşkı olmayan kişi misal-i taşa benzer

 Kuru taşta ne biter dilinden ağu tüter

 Ne kadar hoş söylese sözü savaşa benzer

Hazret-i Pîr’in aşk ateşi barındırmayan kişiyi “yok olası” sayması ile Yûnus’un taşa teşbihi oldukça yakın ve benzer görünmektedir.

9) Ten cândan cân tenden gizlenmemiştir

     Ama cânı görme izni kimseye verilmemiştir.

Cân ve beden birbirlerinden gizli şeyler değildirler. Cân bedensiz görülmediği için beden öne çıkar. Bu bir nevi kafes gibi dar bir alanda kuşu görmenin kolaylığına benzer. Cân bedensiz görünmezse de cânsız beden sadece maddeden ibaret kalır. Çünkü beden adeta ruhun anlaşılması için üzerine yazı yazılan kağıt gibidir. Kağıttaki yazı nasıl ma’nanın tecellisinden ibaretse beden de cânın tecelligâhıdır. Cân gayb alemindendir. Ma’na nasıl ki harfsiz, sessiz görülüp duyulamazsa, cân da bedene o şekilde yansımıştır. “Fakat yazıdan maksat, nasıl manâyı anlatmaksa bedenden maksat da ruhtur; ruhsuz bedenin hiçbir değeri yoktur.”

10) Neyin içine düşen aşkın odudur

      Meyin içine düşen aşk coşkusudur.

Hazret-i Pîr aşkın değiştiren dönüştüren bir âteş olduğunu aşksız kişinin “yok olası” bir insân olduğunu dile getirmişti. Bu beyitte vecdin ve coşkunun kaynağının da aşk olduğuna vurgu yapar. Ney’i bir kamış parçasından kendisine ruh üfürülen bir insân seviyesine çıkaran nasıl ki aşk ateşi olmuştur; ney onun ateşiyle yanıp inlerken kendisini dinleyenleri de yangınına ortak edip nasıl inletiyorsa, üzüm suyuna da aşkın coşkusu düştüğünde şarap olmaktadır. Yalnız buradaki şarabı sarhoş eden alkole karıştırmamak gerekir. Sûfîlerin şarap vurgusu şu âyet ile bağlantılıdır: “Üstlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Gümüş bileziklerle süsleneceklerdir. Rabb’leri onlara tertemiz bir içecek içirecektir.” (İnsan sûresi, 21. Âyet) Çünkü ney’in inlemesindeki sır nasıl ki aslına geri dönüşü ifade ederse, varlık ve nimetlerde de Cennet vurgusu kaçınılmaz olmaktadır. Nitekim Gölpınarlı merhum da buna işaretle şöyle demektedir: “Buradaki şarap da şüphe yok ki bir remizdir, insânı varlığından, benliğinden alan gerçek aşka, irfâna, ma’nevi neş’eye garkeden cezbeye işarettir.”

11)Yârinden uzak düşenin dostudur ney

       Perdeleri perdemizi yırtandır ney.

Ney, Hakk’ın cemalinden, Cennet’ten uzak düşmüş, yârinden (Allah c.c.) ayrılmışların dostudur. Bu ebedî iftirakı dile getiren acı nağmeleri perdelerinden boğumlarından gelir. Hazret-i Pîr burada “perde” kelimesini çift ma’na- da kullanır. İlk ma’nası müzik terimi olan ses aralığını karşılar. İkinci ma’nası âşıkın gözündeki ve gönlündeki perdelerdir. Ney’in ebedî ayrılık karşısındaki inlemeleri sesinin perdelerinden kulağa geldiğinde gönüldeki sırlar perdesini yırtmakta adetâ âşıkı Hz. Âdem’in Cennet’teki mutluluk zamanlarına döndürmektedir.

12) Ney gibi var mı zehri hem panzehiri gören?

      Ney gibi var mı bir derdi ve iştiyaki gören?

Ney’in hem zehir, hem panzehir olması ile mürşidin manevî terbiyesine işaret edilmiştir. Çünkü mürşid hakikat yolcusunun bütün eski malumatlarını yok edip onu yepyeni irfânî bilgiyle donatır. Tıpkı içi boş kalan ney’in içinin neyzenin nefesiyle ötelerden ses taşıması gibi, mürşidin nazarı da müridin, aşkla yanmış ve dünya sevgisinden boşalmış kalbinin yeniden inşasına taliptir. Mürşid adeta bir ney gibi, sâlikin içindeki nefs cânavarına zehir, nefsini zehirleyen yılansı arzulara karşı panzehir olacaktır. “Ney’in hem zehir, hem panzehir olması da kâmil insânın sözüyle, bakışıyla, istidat sahibinin kötü huylarını yok etmesine, o kötü huyların zehriyle zehirlenmiş olan ilâhî huyların diriltilmesine işarettir.”

13) Neyin söylediği kan dolu yolun hikayesidir

       Neyin söylediği Mecnûn aşkının efsanesidir.

Hazret-i Pîr aşk yolunun zorluklarına dikkat çeker. Çalışmamızın başında Mevlânâ’nın hakikate erme yolunda zühd ile aşk arasında, aşkı tercih ettiğini ifade etmiştik. Fakat aşk yolu zor ve tehlikelerle doludur. Çünkü aşk bir anlam yüklemesidir. Uğrunda feda edilecek çok şey vardır. Hz. Pîr bunu Leylâ ve Mecnûn kıssasına da dayandırır, Yûsûf ile Züleyha’ya da. Mecnûn’un Leylâ’dan Mevlâ’ya geçememe badiresi de aşka dahil…

“Dedi ki Leylâ’nın şeklini sevmiyorum ki ben; Leylâ bir şekil değil. Elimde bir kadehe benzer Leylâ. Ben o kadehle şarap içerim. Şu halde ben içip durduğum şaraba (mutlak güzelliğe) aşığım. Siz kadehi görüyorsunuz şaraptan haberiniz yok.” Aşk benliği alır. Eşyadaki anlamı tekleştirip, sevgiye hasreder. “Zeliha o hale gelmişti ki çöreotundan ödağacına kadar her şeyin adı Yûsûf ’tu onun için.”

Aşkın kanlı yolundan kasıt, aşkın kelime ma’nası ile de ilgili olabilir. Çünkü aşkın Arapçadaki ma’nası sarmaşıktır. Sarmaşık kendi ayaklarının üstünde duramaz. Birine ya da muhatabına sarılır ve onun öz suyuyla beslenir. Eğer sarıldığı ağaç ya da bitki kendisinden zayıf ise onu kurutur; kendisi de ölür. Aşk da mecâzî ise âşıkın ciğer kanıyla beslenir denmiştir.

14) Bu aklın ancak akılsızdır sırdaşı

      Kulağın ancak ağızdır müşterisi.

Aklın Arapçadaki ma’nası iptir. Bağlamak fiilinden türetilmiştir. Akıl yoluyla hakikata bağlanmayı sûfîler hep yanlış sayagelmişlerdir. Bu da bilişlerimizi bir kayda bağlamasından kaynaklanır. Fakat aşkın kayıtlardan azâde idraki, zihni ve kalbi özgür kılar. Bu özgürlük, zihnin yasaklarını ortadan kaldırır. Çünkü aşk ilâhî bir vergidir; onun akılla anlaşılmasına ihtimal yoktur. Aşk ise bütün bağlardan çözer. “Ancak bu sözden akılsız olmak gerektiği gibi bir ma’nâ çıkarılmamalıdır. Çünkü sûfîlerce dünya geçimini düzene sokmaya çalışan akla “Akl-ı Maâş” ahiret işlerini düzene sokmağa çalışan aklaysa “Akl-ı Maâd” denir. Söz nasılsa kulağa yönelikse aşk da akla dayanmayan kişiye yönelir ve mal olur. Yalnız bu kulak uzvumuz kulaktan öte cân kulağıdır. Hz. Pîr bunu şöyle dile getirir:

“Sen yaprakların el çırptığını duyamazsın; ona baş kulağı değil cân kulağı gerek.”

15) Gamla geçti günlerimiz akşam oldu gitti

      Günler hatalarla yoldaş oldu yanıp bitti

Hz. Mevlânâ burada olgunlaşma yolunda, hatalardan yanlışlardan bahseder. Yani bulunduğu hâle gelinceye kadar ne bedeller ödediğini dile getirir. Gerçeğe ermek yolunda geçirdiği badireleri ifade eder. Ömrünü boşa geçirmişlerin hallerini incitici olmamak için kendisine izafe ederek beyan eder. Yoksa aslında Hz. Mevlânâ’nın dünle ve yarınla işi yoktur. Merhum Gölpınarlı bu konuyu şöyle beyan eder:

“… Zaman, esasen mücerred (soyut) ve zihni bir mefhumdur. Geçmiş zaman, ancak hatırada, zihinde vardır; gelecekse ufuk gibidir; biz gittikçe o da gider; ulaşmamıza imkan yoktur. Hâl dediğimiz ve içinde bulunduğumuzu sandığımız zamansa boyuna geçmişe akar.” Bu durumda ömrün, faydasız olana değil, ebedîleştirecek gayrete sarfı elzemdir.”

16) Günler geçer geçsin ne gam ne tasa

      Ey Temizlikte eşsiz dost! Sen kalsana !

Temizlikte eşi olmayan dost, bütün dünya kayıtlarından âzâde olmuş insân-ı kâmildir; geçmişin tortularını silkelemiş, gelecek korkusuna sarılmamış kişidir. Çünkü anı düşünenin geçmişle ve gelecekle ne işi olur? “Çünkü dün geçti yarın henüz gelmedi.” O halde bugünü idrak edip, “sûfî vaktin çocuğudur” ilkesini unutmamak gerekir.

17) Balıktan gayrı herkes suya doyup kandı

       Rızkı olmayanın günü uzadıkça uzadı.

Hz. Pîr’in balıktan maksadı, hakikat yolcusudur. Hakikat yolcusu mutlak bir sonuca varmak yerine arayışını ebedîleştirendir. Böyle bakıldığında hakikat denizindeki balık yani sûfî her gün yeniden başlamışçasına bir gayret içindedir. Bu gayret sabır ve sebattan oluşan azıktır. Bu azıktan nasibi olmayanların günü adeta yıl gibidir. Sabırsıza akşam olmaz. Sudan çıkan balık nasıl yaşamazsa hakikat denizindeki yolcu da hakikate kavuşma anını ebedîleştirme gayretindedir.

Hz. Pîr bu noktayı Divân-ı Kebir’deki bir gazelinde şöyle dile getirir:

 “Rindân-ı herabat behordend o bereftend

   Mâyim ki câvid behordim o bemandim.

 Yani “Meyhâne rintleri içtiler sızıp gittiler, bizlerse o erleriz ki ebedî olarak içtik, fakat oturduk kaldık.”

18) Olgunun halinden hiç anlar mı ham?

 Öyleyse sözü kısa demek gerek vesselam…

Bu beyit Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’nin “özü” kabul edilen ilk on sekiz beytinin sonuncusudur. Başından itibaren değindiği hakikatlerin muhatabını belirleyen bu beyit, ulvî hakikatın ancak ehline söylenmesi gerektiğinin teslimidir. Mevlânâ her ne kadar uzun uzadıya eserler vermiş bir ulu kişi ise de kendi deyişiyle “Körler çarşısında ayna satılmayacağını da iyi bilir.” Kendi deyişi ile “Ne bilirsen bil; bildiğin karşıdakinin anladığı kadardır.” deyip bu uzun bahsi kısa geçiyoruz

 

ETİKETLER: