Derviş… II

A+
A-

Derviş… II

Bağdat’ın Bağdat olduğu devirlerde, yani insanlığın muhtaç olduğu her ilmin meşk edildiği, müstesna akılların ve gönül sahiplerinin akın akın geldiği, medeniyetin merkezi olduğu zamanlarda Hz. Abdülkadir Geylanî’ye bir heyet gelmiş. Cenâb-ı Pir sebeb-i ziyaretlerini sorduklarında “Efendim, hem sizin duanızdan ve feyzinizden istifade edelim hem de bulunduğumuz beldeye sizin münasip gördüğünüz bir hâlifenizi beraberimizde götürüp bizleri orada irşad ile münevver eylesin düşüncesiyle huzurunuza geldik” diyerek cevap verirler. Cenâb-ı Pir Geyla-nî “Elhamdülillah, bizde zor bir şey isteyeceksiniz de ricanızı yerine getiremeyeceğiz diye telaşlanmıştık” der. Heyettekiler taaccüb (şaşırarak) ederek “Efendim, siz nasıl düşündünüz?” şeklinde sorduklarında Hz. Geylanî “Derviş isteseydiniz o iş zordu; ya fakir reddetmemek için kendim gelecektim ya da kardeşim Şeyh Ahmet Rıfâî’yi gönderecektim mamafih hacet kalmadı. Tekkemizdeki talebelerden gönlünüzün ısındığı biri var ise beraberinizde gitmesine tarafımızdan izin vardır, kimi isterseniz alabilirsiniz” demiş.

Dervişliği temsili olarak anlatan bu kıssa meşhurdur. Herhalde anlatılmak istenen dervişliğin zor olmakla beraber güzelliğidir, “Bir şeyin kıymeti nedre-tindendir” derler demek ki derviş unvanı almakla iş bitmiyor. Seyr ü sülû-kun devreleri ikmal oluna oluna sadece huylar, sıfatlar elenmiyor; bazen o kötü huy ve sıfatlara benlik, o kadar çok sahiplenip kalıyor ki elekten benlik sahibinin kendisi de elenip gidebiliyor.

Derviş yetiştiren tezgahlarda ilk başta ve en sonda, söz dinlemeyi öğretirler. Sözü dinleyebilmek için bile söz dinlemek lazımdır. Cenâb-ı Pir Cerrahî şöyle buyurur eserinde:

Dervişlik çok kolay, âsân bir yoldur, söz dinleyene;

Dervişlik çetin ve pek müşkil yoldur, söz dinlemeyene.

Dervişin nasıl olması gerektiğini ne güzel ifade etmişler. Zira hiçbir arif zat “Gel, sana edebi, marifeti öğreteyim” demez. Kişi ancak bu hâli, o kimseye tabî olarak belki öğrenebilir. Bu tabî oluşun ilk basamağı ise söz dinlemektir. Meydan terbiyesinde söz tutup tatbik etmeye “nutuk haklamak” tabir edilir. Dervişlik denildiğinde ilk hatıra gelen “teslimiyet”, teslimiyet denilince de ilk akla gelen “nutuk haklamak”, söz dinlemektir. Monlâ-yı Rûm Cenâb-ı Mevlânâ’nın muhteşem eseri Mesnevî “Bişnev!” “Dinle!” diye başlar. Öğrenmek için, yaşamak için, aşkı meşk etmek için “Duy!” önce “Dinle, işit!” hitabı ile başlar Mesnevî. Kur’an-ı Kerim’in nazil olan ilk âyetinin “Oku!” olmasında da aynı hikmet yok mudur? Emre muhatap olmak için dinlemek ve sükûnet hâlinde bulunmak icab etmez mi?

Bu sebepten dervişlikte söz dinlemenin ehemmiyeti, sadece sözün öğretisinden ibaret değildir. O sözden evvel, kişide bulunması gereken sözü dinleyebilecek sükûnet hâli söz kadar önemlidir. Zira sükûnet ancak tevhidin tecellîsi ile mümkün olur. Tevhid hâli sağlanmadan emre de muhatap olunamaz fakat söz dinlemekle bu tevhidin dahi kâim olması talim edilir. O hâlde dervişin bir tarifi de tevhidde karar kılmış, sükûnet sahibi, kendisinde karışıklığa (teşvişe) meyil olmayan zat demektir.

Allah teâlâ cemâline ve cennetine ulaşılmasını kendi rızâsına bağlamıştır. Râzı olduğu amelleri kullarına peygamberler vasıtasıyla bildirmiş, beyan etmiştir. Ancak bu kulun, bu rızâyı hangi hayırlı amelle kazanacağını da setretmiştir (gizlemiş). Başka bir ifadeyle her kulun Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsil edebilmek için kendine has ameli vardır. Hangi amelle o rızâyı kazanacak, bu kendisinden saklanmıştır. Biz müminler bu sebepten ötürü hiçbir hayırlı ameli küçümsemeyiz; yapabildiğimiz kadarıyla yani tâkatimiz nispetince iyiliklerle meşgul olur, kötülüklerden sakınmaya ve sakındırmaya gayret ederiz. Ancak bunları yaparken yine de nefsimiz devreye girmek ister, çeşitli şekillerde amellerimizi çürütmeye çalışır. Nefis bu terbiye şeklini kendisine kast etmiş düşman gibi algılar, sonra o da kendi menfaatine olduğunu anlar, bu safhaları görüp geçirebilmek için ehil olanın irşadına ihtiyaç vardır. Her şey kendinde vardır, lâkin kendi kendine olmaz. Cenâb-ı Hakk’ın lütfü ile talip olanlara bu rızâ yolu ve kapısı daima açıktır. İşte derviş kelimesindeki “kapı eşiğinde bulunan” manasına gelen ifade, amellerin değişik değişik gözükmesine bakmadan, sadece bu rızâya talip ve sadece rızâ ve o rızânın beraberindeki “cemâl” zevki ile meşgul olan kimseyi işaret eder. Dolayısıyla derviş meşrep olanlar, amellerin kendisine yakışıp yakışmadığına bakmaz. Allah teâlânın kendisine yakıştırdığı vazifeyi ve rızâyı, memnuniyeti düşünerek hareket eder. Fahr-i Kainat (s.a.v.) “Fakir, muhtaç olduğu hâlde, nefsinin muhalefet etmesine rağmen, kendisine verilene kibir göstererek, râzı olmayan kişiyi Allah sevmez, lanet eder” mealine gelen şekilde “Allah kibirli fakiri sevmez” buyurmuşlardır. Derviş, varlığını terk ederek Allah kapısında fakirliğini arz etmiş, kapı eşiğindeki dilenci gibidir. Dolayısıyla O’nun rızâsı ile kapının eşiğine bırakılan her amel, her sıfat, her esma, her tecellî ve her zuhurât derviş tarafından tevazu ile “Eyvallah” denilerek kabul edilir. Dünyevî nimetlere karşı beğen-memezlik etmek, kibir sayılır da Allah kapısında kendisine verileni beğenme-mezlik nasıl bir kibir olur, kıyaslamak lazım. Bu kabulleniş, o kadar tabii, öylesine bir memnuniyetle olmalıdır ki kapıdaki ile kapının ardındaki dahi fark edilmemeli: İşte adlar, ünvanlar burada bitiyor adı derviş oluveriyor… Kapı eşiği belki kapının kendisi. Artık o kapıdan kapı ondan ayrılmaz bir hâlde sanki. Bu dereceye işaret ederek Eşre-foğlu Rûmî hazretleri “Allah bilir dervişlerin hâlini” diye buyuruyor. Yine dervişlerin baş tacı evliyâullahın sancaktarlarından Hak şâiri ve nedimi Âşık Yunus, insanlar nazarındaki sıfatlardan, unvanlardan geçmeyi ve derviş olmayı, bir nutkunda şöyle ifade etmekte:

Derviş olan kişiler deli olağan olur

Ana bakan kişiler ana gülegan olur

Sakın gülme sen ana eyü değüldür sana

Kişi neye güler ise başa gelegan olur

Yunus Emre sen dahi incitme dervişleri

Dervişlerin niyazı makbul olağan olur

Muhtaç olduğu hâlde kapıya gelmek, yokluğun ve hiçliğin alametidir. Amma kendisine müracaat edilen kapı öyle bir kapıdır ki, bütün kapılar ona çıkar ve neticede her şey o kapıya muhtaçtır. Böylesine yüce kapının eşiği olmak, beraberinde mevcut içerisinde en büyük zenginliğe de erişmeyi getirir.

Padişahın biri, çok neşeli ve zevkli bir ânında, sarayındaki bütün köle ve cariyeleri toplamış. “Bugün çok güzel haberler aldım, gönlüm coştu, herkes benden ne istiyorsa istesin. İster hazine, ister mal -mülk, ister hürriyet! Dileyin benden ne dilerseniz. Vereceğim” demiş. Kölelerden, câriyelerden herkes isteyeceğini istemiş. O esnada kenarda boynunu bükmüş bir şey istemeden duran câriyeye gözü ilişmiş ve ona hitaben “Sen bir şey söylemedin haydi sen de bir şey söyle” diye seslenmiş. Câriye “Her şeyi isteyebilir miyim?” diye sorunca padişah evvelki verdiği sözü yinelemiş. Bunun üzerine “Ben sizin baş hanımınız olarak nikahınızı istiyorum” demiş ve izdivacına talip olmuş. Verdiği söz üzere padişahta bu akıllı câriyesi ile evlenmiş ve onu hanım sultan yapmış. Zira o sultanın sahip olduğu hazinelerden almak bir güzellik ve zenginlik olabilir ama bunlar, bu hazinelerin sahibine sahip olmakla kıyaslanamaz. Dervişlik aza kanaat gibi gözükür ama esasında en büyük zenginliğe talip olmaktır.

Kapı ve kapı eşiği, kültürümüzde çok derin manaları içinde barındırır. Tabirlerde ve deyimlerde dahi pek çok örneklerini bulmak mümkündür. Düşünce ufkumuzu daha da genişletmek için bazı misaller vermek isteriz. İlim ve feyiz membaı, kalplerin sevgilisi, vicdan ve akılların terbiyecisi Efendimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde “Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır” buyurmuştur. Kapı (tamamı ile bir beldeyi saran surların kapısı olarak düşünürsek) şehrin hem en son sınırını gösterir hem de o şehrin başını ve girişini temsil eder. İlim şehrinin kapısı olmak, o ilmin hem bidayetine (başlangıcına) hem de nihayetine, ondan arta kalana işaret eder. Binaya veya şehre girerken de kapıdan geçersiniz çıkarken de kapıdan geçersiniz. İlmin bâtınından zahirine geçiş; evvelinden âhirine, âhirinden evveline nüfuz edebilme hikmetine ilm-i ledün denirmiş ki bu, ancak ve ancak rızâ kapısında bulunanların tahsil edebileceği ilm-i hâldir. Sure-i kehfte bu ilmi arzu eden Hz. Musa’nın kıssası anlatılmaktadır. Âyetlerde geçen bu olayın detaylarını bir çok sahih hadis kitaplarında Efendimizin (s.a.v.) anlattığını görürüz. Merak eden arkadaşlarımızın başta Zübdetü’l-Buhârî olmak üzere hadis-i şerif kitaplarına bakmalarını tavsiye ederiz. Biz burada, şu kadarını zikredelim ki neticede bu ilmi tahsil edebilmek için kapıdan -velev ki konuşmak, soru sormakla olsun- hiç ayrılmamak icap ettiğini öğreniyoruz. Tasavvuf kültüründe Hızır, rızâ kapısına gelenlerle ilgilenmek üzere memur edilmiş, tayin kılınmış mübarek bir kul olarak kabul edilir.

Buna binaen aynı vazifeyi gören yani rızâ kapısındaki teslimiydi talim eden o makamın taliplerine işin hikmetini anlatan her kişi Hızır gibidir. Eskilerin “Her geceyi kadir bil, her gördüğünü Hızır bil” sözü bu öğrenmenin vakti, feyzi hiç belli olmaz, her ân olabilir manasına gelen ifadeleri meşhurdur. Daimi olarak vaktini nakte, nazarını (bakışını) hep bu rızâya ayıran, kendini buna adayan kişiye derviş denir.

Hz. Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî (k.s.) dervişi tarif ederken “Derviş ib-nü’l-vakttir” diye ifade buyurmuş. İb-nü’l-vakt, vaktin çocuğu demek. Bu muazzam bir tariftir. Zira derviş ona derler ki zamanın üzerine gelip geçtiği, fânî olan vaktin, fânî olan cisim üzerindeki tahribatını bâkî olan zaman ve bâkî olan varlığa çevirme kabiliyetine Allah’ın izniyle sahip olan kişidir. Bu nasıl olur? Şöyle ifade ediyorlar ki kim vaktin tecellîsini idrak eder o idrâk ile tefekkür ve amel eder; böylece zaman içinde zaman, hikmet içinde hikmet onda neşet eder (ortaya çıkar). Bu hâlde de zaman ve mekan, onun üzerinde seyretmez; o, zaman ve mekanın üzerinde seyreder. Zaman onun üzerine binmez, o zamanı kendisine binek yapar. Böyle söylenildiğinde ilk ânda tuhaf gelebilir. Ancak Cenâb-ı Hak âyet-i kerimesinde “Biz her şeyi o insanın emrine müsahhar kıldık” (onun emrine tâbî kıldık) ifadesi ile bu sırra işaret ettiğini hatırlarsak, esasında bunun var olduğunu, inkar edilemeyecek bir gerçek olduğunu anlayıveririz. Yine Hz. İbrahim’in (a.s.) Kur’an-ı Kerim’de kıssasını anlatırken geçen bir âyette “Muhakkak ki o kaybolup giden zeval bulan şeyleri sevmez” ifadesi ibnü’l-vakt olmanın lüzumuna da dikkat çekmektedir. Daha basit ifadesiyle bizler hep vakti geçirmeyi adet hâline getirmişizdir. Derviş meşrep yani dervişliği kendilerine hayat biçimi olarak kâim kılmış kişiler, vaktin içerisinde tabir caiz ise vakit doğurmayı, zamanın içerisinde zaman kazanmayı ve bereketlendirmeyi ilahî aşkla ve irşadla meşk etmiş kimselerdir. Hani hep deriz ya geçmişteki insanlar nasıl yaşamışlar da bu kadar çok işi kısacık zamanlara sığdırmışlar. İşte onlar zamanın çocuğu olarak yaşamamışlar, zamanı kendilerine çocuk yapmışlar.

Her hangi bir şahsa verilen, emanet edilen bir şeyin kaybolması, zayi olması mümkündür ama Cenâb-ı Hakk’a verilen bir ânın, bir nefesin vakfedilen hâlin kaybolması, zayi olması mümkün müdür? Büyükler sohbetlerinde ve eserlerinde âhiret gününü, hesabın şiddetini anlatırken şöyle bir misal getirmişlerdir. Kul, Cenâb-ı Hakk’a mazeretlerini sıralarken “Zaman kötüydü, etrafım çok kötüydü, bilemedim, edemedim” gibi sözler sarf ettiğinde kendisine şöyle hitap edilecekmiş “Sen zamanını, malını, mülkünü, sevdiklerini ve canını bize emanet ettin de bizim emrettiğimiz şekilde yaşadın da bunları bizim elimizden mi çaldılar? Sen bize emanet ettin de biz mi muhafaza edemedik? Bu ne kadar ağır bir iftira, ne büyük bir yalan!” Bu hitap karşısında kul kendi sunduğu mazeretlerle daha da zelil durumlara düşecekmiş. (Kıyamet süresindeki âyetlere bakınız)

İşte derviş, ibnü’l-vakt olarak fânî zamanını bakî zamanla değiştiren, fânî canını bakî canla değiş tokuş eden, yaşadığı ânla istikbaldeki (gelecekteki) ânı bir düzlemde değerlendirebilen rızâ kapısının müdavimidir.

Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış. Anlaşılan o ki dervişlik tarifle, işaretle, satırla anlatılabilecek bir meslek değil ancak yaşandığı zaman ve yaşanılabildiği kadarı ile anlaşılacak lâkin anlatılamayacak bir hâl, hatta yaşayanın bile neticesini veya mazhar olabileceği nimetlerini tahmin edemeyeceği ilâhî bir lütuftur. Çünkü dervişlik hâli tamamen cemâlullah neşesi ile hem hâl olmaktır. Böyle düşünürsek cennetlerin dahi adedi vardır nihayet Cenâb-ı Hakk’ın zâtına nispetle sınırı vardır. Ancak zât-ı ilâhîsinin cemâline ve cemâlinin güzelliklerine nihayet yoktur. O cemâli ile âşıklarına, kendisine müştak olanlara acaba nasıl tecellî eder? Bunu da idrak ile keşfetmenin ve anlamanın imkanı yoktur.

“Allah bilir dervişlerini hâlini” vesselam.

*Keşkül Dergisi 3. Sayı’dan alınmıştır.