Değerli Olan Her Şeyin Sahtesi de Olur

A+
A-

Değerli Olan Her Şeyin Sahtesi de Olur

 Mustafa KARA

Sahte şeyh tartışmaları vesilesiyle…

Sahte kelimesi Farsça, sun’î kelimesi Arapça olup ikisi de aynı anlamdadır: Yapma, yapmacık, düzme, gerçek olmayan…

Değerli olan şeylerin sahteleri de olur: Sahte para, sahte gümüş, sahte fatura… Hatta sahte vakar…

Değerli makamların/mesleklerin talibi çok olduğu için onların da her zaman sahteleri, sahtekârları olagelmiştir: Sahte peygamberler, sahte şeyhler, sahte doktorlar…

Demek ki bu kelimeler insanla yaşıttır. Zamanı ve coğrafyası farklı da olsa insanoğlunun değişmeyen özelliklerinden biri de budur: Bir şeyin hakikatını kavramak, hikmetin peşine düşmek veya sahtesi ile avunmak, sahtenin getirisi ile; para, itibar, makam ile gününü gün etmek.

Hayatın diğer alanlarını şimdilik bir kenara koyarak dinî alana gelelim.

Yakın tarihimizde sahte şeyh, sahte mürşit, sahte mehdi kelimeleri zaman zaman duyduğumuz ifadelerdir. İşin dikkat çekici tarafı şudur ki gazete ve dergilerde, medya organlarında  “sahte imam”, “sahte müezzin”, “sahte müftü” ifadelerini duymadık, görmedik.  Niçin?  Sebebi gayet basit: Diyanet İşleri Başkanlığı. Yani imam, müezzin veya müftü olmak istiyorsanız yapacağınız şeyler bellidir. Almanız gereken diplomalar, girmeniz gereken sınavlar ve diğer bütün belgeleri, ilgili makamlara tam olarak ibraz etmek ve mülakatlara katılmak zorundasınız. Tayin edildikten sonra da her gün gözetim ve denetim altındasınız. Her an Diyanet’in murakıp ve müfettiş ordusunun bir temsilcisiyle yüz yüze gelebilirsiniz.

Ana soru şu: Sahte mürşitler niçin hesaba çekil(e)miyor? Niçin önceden deşifre edil(e)miyor? Niçin olaylar bir şekilde patlak verdikten ve “atı alan Üsküdar’ı geçtikten”  sonra herkes beyanat verme ve açıklama yapma yarışına giriyor? Çünkü onlar Diyanet’in elemanı değil. Onun yetki sınırları içine girmiyor. Niçin girmiyor? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre tekkeler kapalıdır, tarikat eğitimi yasaktır. Devlet, yasakladığı bir kurumun “yok olduğunu” düşünüyor. Bilindiği gibi 3 Mart 1924 tarihinde 429 no’lu yasa ile Genel Kurmay Başkanlığı ile birlikte kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, Aralık 1925 tarihine kadar hem camilerin hem de tekkelerin/tarikatların/şeyhlerin yönetiminden mesuldü. Onun kontrol ve denetimi altındaydı.

İlgili kanunun 5. maddesi şöyle:

“Türkiye Cumhuriyeti memâliki dâhilinde bilcümle cevâmi, mesâcid-i şerifenin ve tekâyâ ve zevâyânın idaresine, imam, hatip, vâiz, şeyh, müezzin vesair müstahdeminin tayin ve azillerine Diyanet işleri reisi memurdur.”

Kasım 1925 tarihinde çıkan 677 sayılı kanunla bu kurumların “köküne kibrit suyu dökülmek” istendi. Çeyrek yüzyıl boyunca (1925-1950) tarikat, tekke, derviş ve şeyh kelimeleri toplumda en menfur, en olumsuz kelimeler olarak anıldı, yazıldı, çizildi. Bu kurumları kötü göstermek için romanlar, hikâyeler, filmler ısmarlandı. Toplumdaki bütün menfi olayların “günah keçisi” tekkeler ve tarikatlar oldu. Yetkililerin beyanatları buna göre kaleme alındı.  Geri kalışımızın tek sebebi bunlardı. Bunların başı ezilirse Türkiye’yi başka hiçbir güç durduramazdı. Söz konusu bakış tarzı dinî hayatı temsil eden kimselerin toplumdaki itibarını da ciddi olarak zedeledi. Orta öğretime bu sakat görüşlere göre yön verildi. Dinî değerlerin aşağılayan yazı ve karikatürler vitrinleri kapladı. Gençlik dinî hayat ve değerlerden uzaklaştı.  Sonra ne oldu? Cevabını hemen verelim: Erken kalkan şeyh oldu. Üstelik ondan icâzet isteyen de olmadı, diploma soran da mülakata çağıran da. Çünkü kanuna göre o, yani tekke, tarikat, şeyh zaten “yok”tu. Bu “yok”luk sebebiyle Diyanet İşleri teşkilatı, geçen yüzyıla yakın bir zaman içinde bırakınız müstakil bir Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi kitabını, konu hakkında bir hutbe bile yayınla(ya)madı. Ama sahte mürşit, sahte şeyh, irtica haberleri gündemden hiç düşmedi.

İnsanda doğuştan var olan dinî-mistik ihtiyaçlar normal-meşrû yollarla giderilemeyince –tabiat boşluk kabul etmez fehvasınca-  gayr-i meşru yollar hemen devreye girer, ”aktör”ler sahneyi işgal eder. Sahtekârlara gün doğar. Çalıp oynamaya başlarlar. Saf ve samimi vatandaşlar, sahte ile gerçeğin ölçüsüne tam olarak sahip olamadığı için gönül dünyasının bu arayışlarına cevap bulmak niyetiyle “uydum kalabalığa” diyerek tavsiye edilen esaslar çerçevesinde yaşamaya başlar… Cemaatin küçük bir kısmı zaman içinde yanlış yolda olduğunu anlar ve ayrılır. Büyük kısın yürümeye devam eder. Unutmamak gerekir, mistik açlık çekenler her toplumda vardır. Ülkemizde yaratılış itibariyle bu grupta olup aldığı kültür sebebiyle dinî hayatın uzağına düşen, dinî hayata ve sembollerine soğuk bakan insanlar bu ihtiyacını Uzakdoğu mistisizminden beslenen meditasyon seanslarıyla ve benzer yollarla gidermektedirler. Evet, insanlara “temiz su” sunulamazsa “kirli su” ile hayatlarını sürdürmeye mahkûm olacaklar demektir. Başka seçenekleri yoktur.

Daha sonra ne oldu?

“Demokrasilerde çareler tükenmez.” formülü ile söz konusu yasak, STK formülü ile bir şekilde aşıldı. Dernek, vakıf, şirket şemsiyesi altında faaliyetler yürütüldü. Adı şeyh, mürşit olan bu şahısların etrafında büyük bir kitle bir araya geldiği için –özellikle son çeyrek yüzyılda-  politikacılar için peşinen “düşman bir kitle” değil en azından diyalog kurulması, gönlü alınması gereken vatandaşlar topluluğu olarak algılanmaya başlandı. Cemaat kalabalıklaştıkça şeyhin gücü artmaya başladı, güç arttıkça intisab edenler çoğaldı. İntisab edenler çoğaldıkça nemâlanma konuları gündeme girdi. Derken şirketler şirketleri kovaladı. “Güç bende!” naraları yükselmeye başladı. Ve oy deposu… Bu konuda partiler arasında hiçbir fark yoktur. Tekkeleri kapatan partinin, genel ve mahalli seçimler öncesi yürüyüş çizgisi takip edilir, gazete haberlerine bakılırsa bunun çok orijinal ve şaşırtıcı örneklerini bulmak hiç de zor olmayacaktır.

Bu bakış tarzı devam ederse senede bir iki defa Türkiye, sahte şeyh, sapık mürşit haberleri ile dalgalanacak demektir. Bu arada bilir bilmez birçok şahsın uyduruk nutuklarını, “araştırmacı gazeteciler”in, hatta akademisyenlerin baştan sona cehalet kokan, masalımsı tespitlerini, tartışma programlarında dinlemeye mecbur kalacağız demektir. “Eylül 2020 patlaması” için gazetesinde yazı yazan yaşlı sosyoloji profesörünün önerisi müthiş: Tarikatlar kapatılmalıdır. (Cumhuriyet, 10.09.2020)  95 sene önceki haber henüz kendilerine ulaşmamış! Evet, Türkiye Cumhuriyeti, tarikatları 95 yıl önce yasakladı. Bütün bu olaylar bir asırdan beri yasak olan bir kurumun faaliyetleri! Demek ki bazı kurumları kanun gücü ile kapatmak mümkün olmuyor.  “Mezheple tarikatın farkını bilmiyorlar.” diye tarikat muhalifi bazı kimseleri tenkit eden genç sosyolog ise bir rifaî şeyhinin bir cümlesini alarak bütün rifaîlerin böyle düşündüğünü zannetmiş. Nakşibendî müceddidîlere büyük bir rol vermek isterken Nakşibendî-Halidî olan Ziyaüddin Gümüşhanevî’yi öne çıkarmış, maalesef Esad Erbili’yi de idam ettirmiştir! (Yeni Şafak, 13.09.2020)

Gele gele buraya geldik. Oturup düşünmemiz gerekmez mi? Tarihçiler, ilâhiyatçılar, sosyologlar olarak “biz nerede yanlış yaptık” sorusunu sorma makamına gelemeyecek miyiz? Bu konuları militanlık mahallelerinde dolaşmadan, “dün”ü tabu hâline getirmeden soğukkanlı bir şekilde hata ve eksiklerimizle yüzleşerek ele alıp tartışacak bir çağa hâlâ gel(e)medik mi?

Çare ne?

Çare tabiî olana dönmek.

Nedir o?

Bugün dünyada din ve vicdan hürriyetinden, inanç ve düşünce özgürlüğünden anlaşılan mana şudur: İnsanların dinine diyanetine, keyfine göre müdahele etmeyeceksin. Kimsenin mezhebine tarikatına, ritüellerine karışmayacaksın. Devlet üst kontrolünü yapacak, gerekli tedbirleri alacak herkes kendi dininin tedrisatını ve teşkilatını hür bir ortamda, gönül rahatlığı içinde gerçekleştirebilecek…

Bilindiği gibi mezhep ve tarikat kelimeleri yaklaşık bir asırdır ülkemizde sevimli kelimeler arasında değildir. Hâlbuki bu kelimeler insanlık tarihi ile yaşıttır. Çünkü bunlar, insanların mensup oldukları dinin ana metinlerine getirdikleri farklı yorumlardan kaynaklanan kurumlardır. Yani mezhepler –sanılanın aksine- hür düşünce ve yorumun yavrularıdır. Mezheplerin çokluğu, değişik yorumlara “eyvallah” diyebilme zenginliğidir. Onu katılaştıran, dinî temel ilkelerin önüne geçiren, mezhep savaşlarına fetva veren dar yorumlar da  -ne yazık ki- o dinin mensuplarına aittir.

Hıristiyanlık dinine mensup olan vatandaşlarımızın farklı mezheplere göre İstanbul’da kiliseleri vardır. Bunu herkes biliyor. Ama İstanbul’da bir şey daha var: Hıristiyan tarikatların manastırları. Tarikatlar, dinî hayatın bir parçası. İsteyen o hayatı tercih ediyor, genç yaşlarda girdiği kapıdan bir daha tabutu çıkıyor. Bunlara “çağdışı” demek kimsenin aklından geçmez, geçmemiştir, geçmemelidir. 1453 yılından beri Dersaadet’te durum böyledir. “Osmanlı cami, kilise ve havrayı yan yana yaşatan bir din hürriyetinin güzel örneklerini verdi.” demek yetmez, bu hürriyeti özümseyecek, bugün de yaşatacak gönüllere ihtiyaç vardır.

Yeni soru: Din ve vicdan hürriyeti adına Hıristiyan vatandaşlarımıza tanıdığımız bir özgürlüğü Müslüman vatandaşlarımıza niçin tanı(ya)mıyoruz? Bugün ülkemizde Müslüman bir şahsın “ben filan tarikata mensubum” demesi büyük bir cesaret ister. Acı ama gerçek… Yüzde yüz bir tarikat mensubu olduğunu bildiğiniz meşhur bir insana medya önünde bu soruyu sorarsanız doğru cevap alamazsınız. Niçin?  Türkiye’de niçin tarikat yerine cemaat, mürit yerine talebe, mürşit yerine hoca efendi kelimeleri kullanılıyor? Niçin? Hepsi zorlama… Yani sahte ve sun’î… Hepsi takiyye… İkiyüzlülük… O zaman soru şu: Bir devlet, vatandaşlarını sahtekârlığa/takiyyeye/ikiyüzlülüğe iter mi, itebilir mi? Yüz yıl önce işlenmiş bir “cinayet”in hesabı dört-beş nesil sonra gelen torundan sorulabilir mi? Bunun mantığı var mıdır?

Çare tabii olana dönmek…

Tarikatlar dinî hayatın bir parçasıdır. Ama hemen ilave edelim, dinen zorunlu değildir. Yani Allah bize yarın “Hangi tarikata, hangi mezhebe bağlısın?” diye bir soru sormayacak. Ama bize sorulacak ana sorunun cevabını vermek için mezhep ve tarikatlar –şartlarına uygun izlenirse- yol gösterici, ufuk açıcı olabilir. Yani tasavvufî eğitim zorunlu değil seçmelidir. İsteyenler, ihtiyaç duyanlar için o yol sonuna kadar açık olmalıdır. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Osmanlı döneminde tarikatlar serbestti diye toplumun büyük bir kısmı tarikata bağlı mıydı? Hayır. Tarikatlara bağlı olanlarla olmayanlar arasında mutlak bir uyum ve sükûnet mi vardı? Hayır.  Elimizde o günlerde yapılmış istatistikler yok ama farklı göstergeler toplumun büyük bir kısmının konuya sıcak baktığını ama küçük bir kısmının bir tarikat şeyhine bağlı olduğunu göstermektedir. Tarikat kelimesinden ürkenler için rahatlatıcı haber: Tarikatlar legal hâle geldiğinde olacak olan da budur. Çünkü biz bize benzeriz.

 

Engel Anayasa

Tekkeleri kapatan 677 sayılı yasa, diğer devrim kanunlarıyla birlikte 1961 yılından beri Anayasa’nın “değiştirilmesi teklif edilemeyecek” maddelerinden biridir. Son altmış yılda yapılan Anayasa değişikliklerinde bu konu gündeme gel(e)memiştir. Tekkelere benzer tarafları olan Cemevleri ile ilgili engellerin son yıllarda ortadan kalkmasının temel sebebi, ilgili kanunda bu kelimenin yer almamasıdır. Bu problemi çözmek isteyen bazı devlet yetkililerinin, hukukçuların aklından Meclis-i Meşâyıh gibi bir kurum geçiyorsa da söz konusu Anayasa maddesi engel olmaktadır.

Bu “yasaklı yüzyıl” içinde hele Hiyânet-i Vataniyye, Takrîr-i Sükun kanunu ve İstiklâl Mahkemelerinin asıp kestiği yıllarda kimse muhalif bir tavır ortaya koyamamıştır. Yasaklamayı uygun bulan, o çizgide yorum yapanların bir kısmı korkusundan, bir kısmı Ankara’nın sesine kulak vermesinden kaynaklanmıştır. Bu konuda Şemseddin Mısrî’nin eserlerinde ortaya çıkan durum dikkat çekicidir. Bursa Mısrî dergâhının son şeyhi olan bu mutasavvıf, Cumhuriyet öncesinde kaleme aldığı yazılarda tekkelerdeki çöküşten bahsetmiştir. Ama bu tespitler ilga için değil ıslah için kaleme alınmıştır. Bu nereden anlaşılmaktadır?  1925 ten sonra yazdıklarından, âdeta iniltilerinden anlaşılmaktadır. Tabii ki bu iniltiler vefatından üç çeyrek asır geçtikten sonra yayınlanabilmiştir.

Yüzyıllık bu engele hiç mi kafa tutan olmamıştır. Son elli yılda çok az da olsa olmuştur. Şu üslupla: Mason tekkeleri açık, tarikat tekkeleri niçin kapalı? Haksızlık etmeyelim. “Tarikatlar serbest olmalıdır.” cümlesini 1980’li yıllarda kullanan ilk ve son başbakan mistik yaratılışlı Bülen Ecevit’tir. Konu ile ilgili olarak önceki yasama döneminde/2010’lu yıllarda TBMM başkanlığına iki farklı parti mensubu iki önerge vermiştir. İkisi de kadük olmuştur.

 

Netice

Bu engel er-geç aşılacaktır. Deliliniz nedir diye bir soru sorarsanız cevabım şudur: Mevcut durum tabiî değil, sun’îdir. Yani sahtedir. Toplumun genleriyle uyuşmamaktadır. Toplumlar sun’î teneffüs ile geçici olarak yaşayabilirler fakat sürekli olarak yaşamaları mümkün değildir.

Bu hukukî engel aşılırsa her şey “pembe”mi olacaktır?

Hayır.

Sancılı bir geçiş olacaktır. İlk büyük soru:  Geçen yüz yıllık açık nasıl kapatılacaktır? İkinci soru: Yetkili kurul kimlerden oluşacaktır?

Yazının başında ifade edildiği gibi insanlık tarihinde sahtecilik her zaman olmuştur, tarikatlar/tekkeler legal hâle geldikten sonra da olacaktır. Yalnız bilmek gerekir ki illegalite bataklığının problem üretme kapasitesi legal ortamlara göre daima daha çoktur. Tabiî yola girince sahtekârlıklar azalacak, dinî hayatını tasavvufî bir zevk ile yaşamak isteyenlerin önü açılacak, “kaç-göç” derdinden kurtulacak, yaşadığı devletin çizdiği sınırlar içinde ibadetlerini hür bir ortamda gönlüne göre doya doya, duya duya yapabilecektir.

Bu ortamı sağlayanlara da teşekkür ve dua edecektir.