Cömertlik Nimeti Artırır, Rızık Hiç Ummadığın Yerden Gelir
Allah nimetlerini vereceği için göstermiş, insanı onlardan haberdar etmiştir. İnsana düşen o habere kulak vermektir. O nimeti adabı dairesinde istemeyi bilmektir. Nimeti istemenin adabı “ağlamak” ağlayarak istemek, ağlayacak derecede içten, saf ve samimi bir şekilde istemektir. Bunun nasıl olacağı hayatın içinde arzu ile aklın uzlaşarak etrafı karartmasından dolayı belirsiz görünür. Hatta belirsizlikten de fazlası sanki çelişkili gibidir. Nimetin çoğalması için insanın elindekini vermesi lazımdır. Bu sadece maddi şeyler için değil, bilgi, ahlak, hidayet, takva gibi manevi nimetleri de kapsar. Bu yüzden cömertlik nimeti artırır denmiştir. Cömertlikle ilgili çok fazla örnek vardır. Bu örnekler insana nasıl olması gerektiğine bir hedef bir ileri maksat gibi görünür.
Borçlu bir şeyh vardı daima borçlanırdı
Fakirleri doyurur hepsini dağıtırdı
On binleri bulan borç almıştı o yüce kişi
Dünyanın bütün fakirlerine dağıtmıştı cömertlik ehli
Yine borçla harçla bir tekke inşa etmişti
Canını malını hep onun yoluna dökmüştü
O borçlandıkça Hak ödemesini nasip ederdi
Bir çuval kumu Halil için nasıl un ettiyse öyle
Öylesine cömert idi ki şeyhin birisi iyilik etmek için borçlanırdı. Bu günümüz algısıyla en hafifinden tuhaf bulunacak bir durumdu. Elinde olanı vermeye ve dağıtmaya cömertlik denirdi. Dağıtmak ve vermek için borç almak cömertlikten bir fazlasıydı. Hikâyesi anlatılan Şeyh cömertliğin bir adım daha ilerisine geçmiş birisiydi. O borç alıp dağıttıkça, tekke yapıp fakirleri doyurdukça, etraftan borç alıp fakir fukarayı gözettikçe nimeti çoğalırdı. Çoğu zaman işler sıkıştığında bir kapı açılır. Çaresiz kaldım dediğinde bir çare çıkarılır karşına. İşte buna da “keramet” denmektedir. Tıpkı Hazreti İbrahim’in çölde çaresiz kaldığında, evine un yerine çuvala kum doldurup onu götürmesi, böylece ailesine bir umut vermeye çalışırken, çuvaldaki kumun una dönüşmesini görmesi gibi. Hazreti İbrahim de cömertliğinin aşırılığıyla bilinen bir yüce peygamberdi. Cömertliği öven birçok hadisi şerifler buyrulmuştu.
Nebi şöyle buyurdu: “Şüphesiz çarşı pazarda
İki melek durmaksızın şöyle derler duada”
“Ey Allah’ım! İnfak edene daha çok ver, artır
Hasislik edenin malını telef eyle”
Artık can infak eden düşün nerdedir
Yaratanın yoluna nefsini kurban eder
İki meleğin çarşı pazarın başında oturup “Allah’ım infak edene daha çok ver, cimrinin nimetini elinden al” diye dua etmesi bunlardan biridir. Bu hadisi şerif ile nimetin ancak cömertlik, dağıtmak, vermek, paylaşmak ile arttığı tebeyyün eder. Ama mesele sadece elindeki maldan vaz geçmek değildir. “Feda” etme bir hiçlik tercihidir. Bu tercihin çıkış noktası, var olan her şeyin sahip olunmadığını, elde edilmediğini tam aksine verildiğini bilmektir. Her şeyin asıl sahibinin yüce yaratıcı olduğuna dair iman etmek sahibiymiş gibi görünen şeyleri feda etmeyi, emredildiğinde ondan vazgeçmeyi gerektirir. Sahip olunan şeylerin en tepesinde “var oluş / can” olduğuna göre feda edilebilecek şeylerin en büyüğü odur.
İsmail aziz olan Allah’a teslim olunca
Keskin bıçak işe yaramadı boğazında
Şehitlere sonsuz dirilik bu yüzdendir
Kalıba iltifat etme bil ki o gaflettendir
Can feda eden ölümsüzlük bulur
Can ölmekle telef olmaz
“Feda” etmek, vazgeçmek, sahip olma saplantısının ilacıdır. Hazreti İbrahim oğlunu, oğlu Hazreti İsmail ise canını feda etmişti. Belki imtihanların en ağırıydı ama bütün insanlığa kurtuluş yolunu gösteren meşale gibi tarihin helezonisi içinde asılı kaldı. Biz bugün o ışığa bakarak yolumuzu bulma çabamızı kolaylaştırmış oluyoruz. İşte bu yüzden insanlığın kendi özgür iradesiyle yükselebileceği en üst mertebe şehitliktir. Şehit bedeninin çok da önemli olmadığını, önünde sonunda ölümü tadacağını, ama ruhun ölümsüz olduğunu idrak etmiş olan kişidir. Bu yüzden ölüm yoktur şehitlere.
Şeyhin hâli nice yıl böylece deva etti
Borç alıp durmadan hayır verirdi
O böyle tohumlar saçıp dururken ihlâs ile
Ne çare gelecekti ecel günü sonunda geldi
Şeyhin ömrü nihayete erdi aniden son göründü
Ölümün alametleri belirdi yol göründü
Alacaklılar etrafına toplanıp halkalandı
Şeyhin yüzü yanmaktan mum gibi soldu sarardı
Alacaklılar ümidi kesmiş suratlarını ekşitmişti
Her birinde kat kat gönül derdi birikmişti
Şeyh ise “nedir bu suizan” derdi “umut kesmeyin
Allah dört yüz altını elbet gönderir biraz bekleyin”
Hikâyesi anlatılan cömert Şeyh, hastalandı. Vakit tamamdı. Ölüm yakındı. Etrafı başına toplanmış bekliyordu. Toplananların büyük bir kısmı borç aldığı kimselerdi. Onların kafasında şeyhin borcunu ödemeden çekip gideceği, alacaklarını tahsil edemeyecekleri düşüncesi vardı. “Kat, kat gönül derdi birikmişti” cümlesinden anlaşılan içlerindeki huzursuzluk katlanarak büyüyordu. Şeyhin vakti sekarette oluşu da onun cömertlik konusunda ne büyük bir örnek oluşu da feda etmek de cömert olmak da umurlarında değildi. Neler kaybettiklerinin ne kadar zarara uğradıklarından başka bir şey düşünmüyorlardı.
Ansızın bir helvacı çocuğun sesi duyuldu
Helvasını övüp, bağırıyordu
Şeyh hadime şöyle söyledi gizlice
“Git o helvanın hepsini al hemen”
Alacaklılar helva ile oyalansınlar
Bir müddet gönüllerinde sükûn bulsunlar
Hadim hemen çıkıp dışarıya
Helva almak için seslendi çocuğa
“Götürü kaç para bu helvanın hepsi” diye sordu
“Yarım dinar birkaç para” dedi helvacı çocuk
“Sofilerden fazla para istenmez” dedi hadim
Hepsine yarım dinar, anlaştık
Şeyh ölüm döşeğinde olsa dahi aklı başındaydı. Helva satan çocuktan helva alıp şu gönlü kararmış topluluğa dağıtmasını istedi. Pazarlık edildi. Helva satın alındı. Herkesin önüne bir tabak koyulup helva dağıtıldı.
Şeyhin önüne bir tabak helva hazırladı
Bak da anla bu işin keyfiyetini esrarını
Şeyh mutlu bir şekilde dedi “buyurun
İkramdır yiyin korkmayın helaldir”
İkram helaldir, kabul etmek adaptandır. Hatta nafile oruçluyken ikramı reddetmek, oruçlu olduğunu söylemek hoş görülmemiş, orucun bozulup sonradan kaza edilmesi daha güzel bulunmuştur. Helvalar yenir. Fakat asıl mesele şimdi ortaya çıkacaktır.
Tabak boşalınca helvacı çocuk dedi
“Haydi, parası gelsin”
Şeyh ona “bende bir dirhem yok” dedi
“Bak borçluyken ölüme gitmekteyim”
Hayretinden helvacı çocuk başladı bağırmaya
Ağlıyor, sızlıyordu, şeyhe söyleniyordu
Gönül kıran bu aldanıştan ağlamakta
Diyordu “keşke ayağım kırılsaydı da
(410) Yolum külhanın dibi olsaydı
Bu dergâha hiç uğramasaydı
Yemeğe düşkün sofi köpek gibi yer
Sonra kedi gibi ağzını temizler”
Çocuğun ağlayarak söyledikleri
Başına topladı iyi kötü kim varsa hepsi
Çocuk “Ey alçak Şeyh!” dedi “şimdi beni
Şüphesiz ustam öldürecek boş görünce elimi
Elim boş gitmeye çaresi olan biri var mı?
Günahsızın katline caizdir diyen var mı?”
Helva satan çocuk, hem ağlar hem epeyce abartarak sıkıntısını dillendirir. Helvası yenmiştir ama ortada parası yoktur. İşi cinayete kadar vardıran bir faciaya dönüştürür. Zarara uğradığını düşünenler genellikle böyle yapar. Zararlarını mübalağa ile anlatırlar. Hatta onlar için dünyanın en büyük zulmü, en büyük haksızlığı uğradıkları zarardır. Mübalağa olsa da olmasa da çocuk haklıdır. Etraftakiler çocuğun ağlayışını kendi gönüllerindeki sıkıntıyla birleştirip mırıldanmaya, kendi aralarında konuşmaya başlarlar.
İnkâr ederek etrafta bekleşen alacaklılar
Yüz çevirip şeyhe sitem etmeye başladılar
“Bizim malımız gitti bu zulüm ne kadar sürecek
Ettiğin zalimlik tavrı daha ne kadar sürecek”
Keza çözüm üretmek aralarında para toplayıp çocuğa vermek hiç değilse onun sesini kesmek akıllarına gelmiyordu. Ölüm döşeğindeki adamın sağlığında yaptığı şeylere devam etmesine, parası yokken ikram etmesine, borç aldıklarıyla cömertlik yapmasına öfkelenmişlerdi. O öfke ile söyleniyorlardı. Alacaklı oldukları için de kendilerine verilmeyen para için “bize yapılan zulüm” demekten çekinmiyorlardı.
Çocuk ta namaz vaktine kadar ağladı
Şeyh hiç oralı olmuyordu gözünü kapamıştı
Etrafındaki telaşla hiç ilgilenmedi
Ay gibi güzel yüzüne yorganı çekiverdi
Ecelin yaklaşmasından mutlu kendi hâlindeydi
Avamın da havasın da ayıplamasından azade idi
Cömert Şeyh olan bitenle hiç ilgilenmiyordu. Ağlayan çocuk, mırıldanan kalabalık, parası ödenmeyen helva umurunda değildi. Hatta daha da fazlası son derecede mutlu görünüyordu. Yorganı kafasına çekti, kendi dünyasına daldı. İnsanların ayıplamasından –veya yargılamasından- kurtulmanın sebebi ölümünün yaklaşmış olması mıydı? Ölümü hissettiği için mi böylesine umursamaz, böylesine aldırmaz durumdaydı?
Canı şekere ulaşıp şeker tadını bulanlar
Halkın azarlamasını umursamazlar
Ruh bir adamın gözünden öpmüşse eğer
Sanma feleğin bin bir cevri onu rencide eder
Güzel gecenin parlayan mehtabı
Köpek havlamasından görmez zararı
Köpek kendi tabiatının hükmünü sürer
Mehtap bütün âlemi nura gark eder
Herkes kendi işini kendince görecektir
Çer çöp akıp giden temiz suya ne zarar verecektir?
Çer çöp suyun yüzünde kalır
Temiz su akmasına devam eder
“Canı Şekere Ulaşan” şekerin tadını alan biri artık kendi olmuş, diğer insanlarla irtibat noktasını sıfır noktasına indirmiştir. Ölüm şekerin tadını alma anlarından biridir. Çünkü ruh beden zindanından kurtulacak özgürlüğüne kavuşacaktır. Bundan daha tatlı bir haz olabilir mi? “Ruh bir adamın gözünden öpmüşse eğer” mısraı tam da bu durumu ifade etmektedir. Bu an bir yükselme anıdır, önemsiz ve kıymeti olmayan bütün çer çöpten kurtulma vaktidir. Hayatın bilinen seyri akıp gitmekte, köpekler havlamakta, köpekleşmiş nefis hükmünü sürmekte, zir zibil kir pas akan sulara karışıp durmaktadır. Ama diğer taraftan mehtap ışıldamakta, gece onun nuruyla aydınlanmakta, su üzerinde gezinen atıkları umursamaksızın akıp durmaktadır. Ölmeden önce ölmek de bu yükselişi sağlar insana, ruhun gözünden öpmesi için “feda ediş” “vaz geçiş” veya “adanmışlık” bir bakıma ölmeden önce ölmek demektir. Bu hazzı yaşayan biri için insanların övgüleri de sövgüleri de hükümsüzdür.
Hayata bir de bu açıdan bakmak da fayda vardır. Bir tarafta batıl, yanlış, çirkin, yalan, zulüm hâkimiyet kurma gayreti içinde çırpınır durur. Diğer tarafta hak, doğru, güzel, ruhun gözünden öpme noktasına doğru yükseliş kendi mecrasında akar gider. Bu akış içinde önemli olan senin hangi tarafta olacağına karar vermendir.