ÇIKTIM ERİK DALINA – Haydar Murad HEPSEV
ÇIKTIM ERİK DALINA
Haydar Murad HEPSEV
Şeyh Yunus Emre kuddise sirruh hazretlerinin 13 beyitlik “çıktım erik dalına” ile başlayan meşhur şiiri, bize hakikatin birçok kapılarını açıyor. Niyazi-i Mısrî,İsmail Hakkı Bursevî, Şeyhzade Muslihuddin Mehmed Efendi, Şeyh Ali Nevrekanî (kaddesallahu esrarahum) gibi büyüklerimiz de bu manzumeyi şerh etmişlerdir. Biz bu yüce zatların ayağının tozu bile olamayız; cüret ettik belki ama şiiri ve şairini yeniden gündeme getirebiliriz deyip Yunus Emre hazretlerinden izin ve himmet istirham ederek gönlümüze düşenleri paylaşmak istedik.
Bu muazzam şiir; a) bir hakikat yolcusunun kendisi (nefsi) ile yaptığı muhasebeye, b) yolda olanlara tavsiye ve öğütlere, c) insanların genelinin hakikat karşısındaki tutumlarına dair ipuçları veriyor. Biz önce her beytin bugünkü dille nesre çevrilmişini vereceğiz, daha sonra ipuçlarından hareket ederek beyitleri açıklamaya çalışacağız.
çıktım erik dalına anda yedim üzümü
bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu
(Erik dalına çıktım, orada üzüm yedim; bostan sahibi kızarak cevizimi neden yersin dedi. / ıs: sahip. kakımak: öfkelenmek, kızmak; itiraz etmek, karşı gelmek; azarlamak, tekdir etmek. koz: ceviz.)
Bu beyitteki anahtar kelimeler erik, üzüm ve cevizdir. Bizce hepsi de aynıdır, aynı meyvenin değişik halleridir. Erik ekşidir, güneşi görür, sabreder, bekler ve tatlı yani üzüm olur. Koz da onun çekirdeğidir. İnsan önce ekşidir, cahildir, bilinçli değildir ama sabrederek ilim irfan öğrenir ve eğitimli bir insan olur. Öğrendikleri çekirdektir, onlarla insanlara yararlı olacak işler yapar, bilgilerini kendisinden sonra gelenlere (insan yetiştirme; öğüt, sohbet; şiir, kitap vb. ile) öğretir. Bilgi ve görgüsünü paylaşmayıp saklayanlarsa cimridirler, cimrilerse sevilmezler.
Erik ağacına çıkmak zordur. (Hatta erik, ağaca çıkılarak değil dallar sarsılarak toplanır.) Ağaca çıkmak isteyenlerin her tarafı yara bere olur. Lakin bir meyve yemek isteyenler zahmete katlanmalıdır. Ağaca çıkmayan ve eriğin ekşisine sabredemeyenlerse üzüm yiyemezler, güzel nimetlere kavuşamazlar. Büyüklerimiz “Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır” demişlerdir. Eğitimli bir insan olmak çok güzeldir, bilgili görgülü insanlar itibar ve hürmet görürler lakin onlar senelerce dirsek çürütmüş ve uykusuz kalmışlardır yani erik ağacına çıkmışlardır. Namaza başlamak zordur, namaz kılmak da; hatta namazı (farzını, sünnetini, edeplerini vb.) öğrenmek bile kolay değildir; lakin sabredip kılanlar maddi ve manevi nice güzelliklere kavuşurlar. Bir ay oruç tutarız; yazda sıcağa, kışta soğuğa rağmen aç ve susuz kalırız ama sonunda bayram yapar, şenleniriz yani üzüm yeriz. Ceviz olmak içinse öğrenip yaptıklarımızı içselleştirerek yenilerini bunlara ekleyip insanlara öğretmek gereklidir. Bostan sahibi yani öğretmen bunun için kızıyor. Çünkü çekirdek başka ağaçların yetişmesi içindir, o yenmez ekilir.
“bu baş gözü değil ol can gözüdür
kimin canı var ise onu görür” (Risâle-tün- Nushiyye”den)
Bir başka bakış açısıyla erik ile ten yani nefs, üzüm ile akıl, ceviz ile ruhkastedilmektedir. Nefs, sürekli ekşiyi, kötülüğü arzu eder. Akıl, tatlı ile acı olanın yani iyiyle kötünün ölçüsünü verir. Kalb yani Ruh ise cevizdir; ruh Allah”tandır, “nefahtü, üfledim” sırrıyla insana hediye edilmiştir. [“Artık onu şekillendirip içerisine de ruhumdan üflediğim zaman hemen (benim için) ona secde edin. Sad Suresi, 72. ayet”; “Hani bir zaman Rabbin meleklerine, “Muhakkak ki ben, kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir beşer yaratacağım Onu (insan olarak) düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, (kudretim için) derhal ona secde edin (buyurmuştu). Hicr Suresi, 28,29. ayet”] Beyitte onun için “ne yersin kozumu” diye bir azarlama söz konusudur. Çünkü ruh “elestü bi-rabbikum (Rabbiniz değil miyim)” hitabına mahzar olmuş ve bu soruya verdiği “bela(evet)” cevabıyla müşerref olmuştur. [(Ey Resulüm) Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların zürriyetlerini sırtlarından (sulblerinden) çıkarıp onları, kendilerini şahit tutarak: “Ben sizin, Rabbiniz değil miyim?” (demişti.) Onlar da: “Evet, (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu da) kıyamet gününde “ Biz bundan habersizdik dememeniz içindi. A”râf Suresi, 172. ayet] Mademki ruh O”ndandır ve mademki “evet” diyerek şereflenmiştir, bu büyük mazhariyete uygun davranma yolunda olmalıdır. Aksi takdirde azarlanma ve cezalandırılmayla karşı karşıya gelecektir.
“gerek sen pasını kalbin yuyasın
lâyıkı neyise onu koyasın” (Risâle-tün- Nushiyye”den)
Büyüklerimiz erik ile şeriatın, üzüm ile tarikatın, ceviz ile hakikatin kastedildiğini söylemişlerdir. Evet, şeriat ekşidir yani zordur, emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak başlangıçta zordur; bunları öğrenmek ve uygulamak kolay değildir. Tarikat bunları tatlılıkla yani aşkla yaptırır insana. Ancak seven ve sevilen insan uzun bir yolculuğa çıkar çünkü. Hakikat ise yolculuktan dönenlerin getirdiği tadılmış yani yaşanmış, denenmiş yani sağlam meyvelerdir. Cepte saklanmaz, yenilmez; dostlara, talebelere, dervişlere verilir.
Ya da hepsi zaten şeriattır ki ağacın tohumu da gövdesi de meyvesi de kendisidir, yolculuğu tanımlamak için farklı isimler verilmiştir. İç içe kalelerle korunur ibadetler; en dıştakinden en içtekine kadar büyük bir hassasiyetle korunmalıdır. Farzlar; vaciplerle, sünnetlerle, müstehap, menduplar ve edeplerle korunur ve ceviz gibi sağlam olurlar. Mekruhlardan kaçınmayan harama kolay düşer. “Biz harama düşeriz korkusuyla bin mubahı terk ettik” demiştir, bu sırra vakıf ulularımız.
İman çekirdektir; ibadetle, edep ve güzel ahlakla süslenir ve korunur. Lakin iman her şeyin başı, ortası ve sonudur. “La” demek yani her şeyden vazgeçmek ekşidir, zordur, “illa” tatlıdır çünkü büyük gerçeğe adım atılmıştır, “Muhammedün resulullah” ise la ve illa”nın muhkem kapısıdır. Bu kapıya büyük hürmet lazımdır çünkü hakikat yolculuğunun başı ve ortası buradadır. Sonu görenler ise bir şey söylemezler çünkü susmak edeptir. Çünkü miraca çıkıp hakikatin en yüce, derin ve geniş halini gördüğü halde, sallallahu aleyhi ve selem hazretleri dönüşte batınını zahirine yansıtmamış, normal bir insan gibi hayatına devam etmiştir.
Erik kapısından geçip de üzüm kapısına gelenler, sevmekten ve sevilmekten ötürü türlü haller yaşarlar. Üzüm tatlıdır ve sarhoşluk verir. Onun için bazı yolculardan değişik sözler çıkar. Kolay değildir, ateşe girip de yanmamak, yanınca âh dememek. O zaman bostan sahibi “cevizimi neden yersin der”. Bostan sahibi, hakikat yolcusunun mertebesine göre değişir. Mürid için şeyh, şeyh için Peygamber aleyhisselam, ondan sonra da Cenab-ı Hak”tır. Ceviz ise sırdır, sır ifşa edilmez, kat kat kabuklar içinde saklanır ve ancak ehline verilir ya da öyle söylenir ki ancak gayret edenler nasipleri kadar anlar.
“ger râzımı söyler isem kimse dilim bilmez benim
eğer sabır eyler isem gönlüm karar kılmaz benim” (râz: sır.)
Evet, Ya Hazret! Senin dilini bilemedik, ne kadar derin, ne kadar ince, ne kadar dakik söylemişsin. Cevizin değil eriğin bile ipincecik dış kabuğundan içeri giremedik. Lakin âcizane anlamak, öğrenmek istiyoruz, öğreniciyiz biz; dış kapıda bırakma bizi.
kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
nedir diye sorana bandım verdim özünü
(Kazana kerpiç koydum, poyraz ile kaynattım; nedir diye sorana özünü bandım verdim. / kerpiç: yağlı balçık çamuru içine saman karıştırılarak yapılan ve güneşte kurutulan ilkel ve pişmemiş tuğla)
Yola çıkmanın gayesi; kendini tanımak, iyi insanların elinde terbiye görmek ve nihayetinde yüce yaratana gereği gibi kulluk etmektir. Bu eğitim de orta yerde olmaz, biraz uzlette biraz halvette, biraz tekkede biraz hizmette olur. Kazan tekkedir, şeyhtir, zikirdir, hizmettir; poyraz insanlardan ayrılmaktır, çünkü insanların çoğu rahatına düşkündür. Kerpiç ise insanın nefsidir, pişmemiştir, çirkindir. Poyraz ise ayrılık, zorluk, güçlüktür. Seneler seneler boyunca poyraza katlanmak gerekir. Soğuğa sıcağa, iyiye kötüye, celale cemale, şeytana nefse, insanların eziyetlerine katlana katlana olgunlaşır insan, iyileşir, güzelleşir. Poyrazdan başka bir kasıt da celal ile terbiye olmaktır, çünkü büyüklerimiz celal ile terbiye olmak cemal ile olandan daha kısadır daha tesirlidir demişlerdir.
İnsanın her edimi, bir basamak daha yükselişi zahmet ve çaba ile olmaktadır. Bir kat daha yükselene ise diğer insanlar farklı bakmaktadır, çünkü o en az bir basamak daha yüksektedir. Hakikat yolcuları da böyledir çünkü onlardan farklıdırlar. Çünkü insanlardan ayrılmış, uzaklaşmışlardır. Diğerlerinden çok daha üstün bir gayret göstermişler, daha büyük bir çalışma içinde olmuşlar, daha farklı yöntemler uygulamışlardır.
Yola çıkanlara ise sorarlar: “Neden, neden neden; eline ne geçecek, ne gereği vardı, ne oldu yani, gençliğini yaşasaydın ya, aklını peynir ekmekle mi yedin, deli misin sen, vb.” Yolcuların en basit sınavlarındandır bu aslında ama başlangıçta onlara zor gelir. Hakikatin sevdalıları, ne diyebilecekler ki soru soranlara, henüz yolun başındalar. Lakin sabır ile koruk helva olur; kerpiç ev olur, saray olur. Sualciler o evlere gelir, yer içer, bilgi alır, şevk alır dönerler. Hakikatin uçsuz bucaksız ovalarını dolaşarak geri gelen ve nice poyrazlar ile olgunlaşmış kişi de onlara özünden, bilgisinden, görgüsünden verir, doyurur, ceplerine bir de harçlık koyar gönderir. O zaman onlar bir zaman sordukları o sualleri çoktan unutmuş olurlar. Lakin arifler bazen Yunus Emre hazretleri gibi lafın arasında bu soruları hatırlatır geçerler. Arif olan anlar, olmayana “davul zurna az.”
Yunus Emre de yıllarca Tapduk Emre hazretlerine hizmet etmiş, dergâhtan içeri eğri odun sokmamış, kim bilir ne çileler çekmiş ve sonunda cümle âlemin sevgi ve saygısını kazanmıştır. Özüne banıp sunduklarından bir kısmı da muhteşem ve muazzam şiirleridir, divanıdır, Risale-tün-Nushiye”sidir. Hâlâ istifade ediyor, feyz alıyoruz. Allah teala hazretleri ondan gani gani razı olsun, âmin.
iplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini
(Dokumacıya iplik verdim, sarıp yumak etmemiş ama acele ısmarlar ki bezini gelsin alsın. / çulha: (Farsça çulaha”dan) dokumacı. becid: çabuk, acele, derhal; münhemik, düşkün; sık sık, devamlı olarak; çok, ziyade; gerek, lazım.)
Bu beytin anahtar kelimeleri olan iplik eriğe, yumak üzüme, bez ise cevize karşı gelir. İplik hamdır, onu dokumacıya vermek gerekir ki sonunda bez olsun ki onunla insanlar örtünsün, giyinsin.
Hakikat yoluna girenlerin çoğunluğunun eğitimi uzun sürer, makbul olanı da budur. Lakin yola girenler, bir zaman sonra (nefsin, şeytanın ve diğer insanların zoruyla) kendilerinden ve hatta yoldan şüphe edebilirler; ya da insanın tabiatındaki acelecilik onlara galebe çalar. Çünkü kolay değildir yıllarca yokuş çıkmak. Zordur yaz güneşi altında terlemek. Zorun zorudur poyraza karşı yıllarca durabilmek. Acaba der yolcu, kendi kendine, bu kadar zamandır uğraşıyorum, boşa mı gidiyor emeklerim? Çünkü ahlak eğitiminin meyvelerini derlemek için baharın, yazın gelmesi gereklidir. Güneşi görmek, sık sık görmek gereklidir. Niyet etmek güzel işlere, bunları yapmak, tekrar tekrar yapmak gereklidir; bıkmamak, usanmamak gereklidir. Lakin acizlik rahmeti, merhameti ve mazhariyeti celp eder. Onun için yolcu bu düşünceler içindeyken “üzülme, bezin yani cevizin yani ruhun olgunlaştı, gel de al, hayırlı olsun” denilir. Menkıbe kitaplarımız bununla ilgili nice anekdotla doludur: Derviş, kırk yıl tekkeye hizmet etmiştir, bu arada kendisinden sonra gelen nicesi icazet almış gitmiştir. Biz hâlâ olamadık, niye olamadık derken bakar ki mürebbisi ona gülümsemektedir, demektedir ki senin kırk yıldır burada bulunman yani istikamet üzre olman en büyük keramet değil midir? Derviş de ferahlanır, aynı şevkle hizmete devam eder.
Lakin bazı büyükler ki onlar büyüklerin de büyükleridir, onlar normal insanların on yılda gittiği yolu bir günde alırlar, yani yumak safhasını çok kısa tutarak bez olurlar, kumaş olurlar, zaten onların kumaşları da farklıdır.
bir serçenin kanadın kırk kanlıya yüklettim
çifti dahi çekmedi şöyle kaldı yazılı
(Bir serçenin kanadını kırk katile yüklettim, çifti dahi çekemedi, şaşırıp kaldılar. / kanlı: katil. Yazmak: şaşırıp yanılmak, hata etmek.)
Serçe; yolcudur, derviştir, sofidir. Onların halleri başkadır. Günahlarına tövbe eden, nefislerini terbiye eden, ruhlarını arındıran, iyi niyetle hizmet edip rıza kazanan güzel insanlardır; gönülleri zengindir, duaları kabul olur. Herkes gibi yaşarlar lakin içleri başkadır, bambaşkadır; serçe gibi uçarlar, daldan dala konarlar. Dışarıdan zayıf, biçare, zavallı görünebilirler ama içleriyle kuvvetlidirler çünkü kuvvetin asıl sahibinden güç almaktadırlar. Kanlı ise cahillerdir, güçlü olduklarını zanneden gafillerdir. Evet, bazı insanlar vardır kilolarca yükü bir çırpıda kaldırıverirler; bazıları hatta demiri bükerler; kimisi oku, ciridi, gülleyi metrelerce öteye fırlatıverirler. Lakin bir serçenin yani dervişin bir kanadını bile taşıyamazlar. Bir hakikat aşığının bir fiskesiyle seksen pehlivan devriliverir çünkü onlar vücutlarına yaptıkları hizmetin kırkta birini içlerine, ruhlarına yapmamışlardır. Bilgi, ahlak ve eğitim ise sahibine fiziki güçlerden daha fazla kuvvet verir. Cahil ise ne kadar güçlü olursa olsun, ilim ve irfan ehlinin hizmetinde olur.
Serçe, ruh; kanlı ise nefstir. Ruh öte dünyaya uçar gider, nefs yani beden ise kendini kuvvetli zanneder lakin ruhu taşıdığı kadar taşır ama toprağa gömülür, dünyada kalır, şaşırır kalır.
bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
(Bir sinek bir kartalı salladı, yere vurdu; yalan değil gerçektir, ben de tozunu gördüm.)
Sinekten kasıt yine derviştir, dışarıdan güçsüz, biçare görünen kimsedir. Kartal ise makam mevki sahibi olmuş, güzel giyimli ama içi boş kişidir. Bunlar üniversitesiden, medreseden de mezun olmuş olabilirler; ilmi sadece bir meslek edinmek için edinmiş, ezberledikleri kitaplardan öteye geçememişlerdir. Dervişlerse, halkın arasında dolaşan, alçakgönüllü ama gerçek ilim ve fikir erbabı, zikir ve şükür ehli kişilerdir. Öğrendiklerini samimiyet ve ihlâsla yaşadıklarından bilmedikleri de onlara öğretilmiştir. Samimi olan da her zaman galiptir, karşısındaki kartal da olsa galiptir, aslan da. Hazret-i Yunus da böyle hadiseleri görmüş ve hatta bizzat yaşamış olmalıdır, çünkü “ben de gördüm tozunu” demektedir.
Evet, hiçbir unvanı hatta diploması olmayan nice insan vardır ki yüz profesörden belki bininden değerlidir. Rahmetli Üstad Necip Fazıl”ın bir üniversite diploması yoktur ama hakkında nice kitap yazılmıştır; hayatında nice ilim ve fikir adamını alt edivermiştir, nice kartalları yere serivermiştir. Konuyla ilgili nice örnek vardır, biz bir tanesiyle yetinmiş olalım.
İlim öğrenmek, diploma almak elbette ki çok değerlidir. Lakin ilim ile ahlak, bilgi ile görgü beraber olmalıdır. İnsan edindiği bilgi ile gururlanmamalı, onu daha da geliştirmeli, insanlara hizmet etmenin bir vesilesi yapmalıdır.
bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
onu da basamadım göyündürdü özümü
(Bir kötürüm ile güreştim, ayağımı elini kullanmadan aldı; onu bile yenemedim, bu içimi yaktı. / küt: felce uğramış, kötürüm. basmak: alt etmek, yenmek; bastırmak, altına almak; bürümek; atmak, savurmak. göyündürmek: yakmak.)
Bu beyitteki kütten yani kötürümden kasıt münafıktır, münkirdir. Münafık kötü kalplidir, içi başka dışı başkadır, riyakârdır. Münkir, inkârcıdır; doğruya, gerçeğe yan çizen inatçı kişidir. Bunlar hakikat yolcularına çok zarar verirler. Bunlarla beraber olmamak, tartışmamak gerekir, çünkü onları yenmek mümkün değildir, çünkü onlar bin bir dereden su getirirler. Çünkü onlar sadece nefsten ibaret kişilerdir, şeytanın yoldaşıdırlar, ondan akıl ve öğüt alırlar. Onlar yola karşıdır, yol kesen eşkıyalardır. Hakikat yolcusu bunlarla beraber olmamalı, bunların iyiliğine dua edip orada fazla kalmamalıdır. Münkirlerle beraber olmak, hele bir tartışmaya girmek derviş için çok zararlıdır. Kalbi, aklı, ruhu, hassaları darmadağın olur da haberi olmaz, yaptığı amelden, çektiği tespihten zevk alamaz olur; içi çöl, kalbi kasvetli, huzuru alt üst olur. Şundan misal verelim ki çocuk ve genç ile de tartışılmaz, inatlaşılmaz. Hatta neden bile denmez onlara, çünkü size “işte” der, kalıverirsiniz ortada. Lakin bir küt ile güreşmenin sonu elbette ki çok daha beter olur. Cenab-ı Mevla, bütün dervişleri münkir, münafık şerrinden korusun, âmin.
Hazret-i Yunus da kendisinden misal vererek biz dervişlerine ders olsun diye bu beyti söylemiştir. Kendini örnek vermek çünkü etkili bir anlatım yoludur. “Şöyle yapın, şunu yapmayın”dan ziyade “şöyle yaptım böyle oldu, şunu işledim şöyle zarar gördüm” demek daha etkili bir yöntemdir.
Kütle kastedilen diğer mana da nefstir. Nefs ile güreşmek zordur. Nefs, uyanık olmayan kimseyi her zaman yener, yenilen insan da her daim üzülür. Bazen de onu terbiye edeceğiz derken öyle yanlışlar yaparız ki nefs bizi alt eder, yine başa dönmüş oluruz, içimiz de yanar durur. Bu işin usulü vardır, “vusulsüzlük,usulsüzlüktendir” denilmiştir; usulün anahtarı da rehberin yani yol götürenin elindedir. Ondan öğrenilir, öğrenilen uygulanır; nefs terbiye, ruh tezkiye edilir; yolda yürünür, dosta varılır.
kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
öylelik yola düştü bozayazdı yüzümü
(Kaf dağından bir taşı bana şöyle attılar, yola öylesine düştü ki az kalsın yüzümü bozuyordu. / öylelik: öylesine, öylece, öyle bir.)
Kaf, kaderin baş harfidir, taş ise kazadır. Yolcunun başına bazen öyle işler gelir ki bunların neden, nasıl olduğu, hangi anlama geldiği bilinmez. Maddi-manevi sıkıntılara duçar olur, bunlar ceza mıdır yoksa imtihan mıdır ayırt edemez. Görünürde bir yanlışı da yoktur, vazifelerini elinden geldiği kadar ihlâsla yapmıştır lakin nereden ve niçin geldiği bilinmeyen bir tokat yemiştir; insanlar arasında mahcup olmuştur, içi sıkıntıyla dolmuştur. Bilmez ki bu, yola kabul edildiğinin bir göstergesidir. Bilmez ki bela gibi görünen şey, sevme ve sevilmenin bir bedelidir. Sevip de yanmayan mı var? Sevgi öyle basit bir nimet midir ki külfeti olmasın? Bir başka büyük âşık Fuzuli hazretleri de “aşk içre azâb olduğu bilirem kim / bir kimse ki âşıktır işi âh ü figandır” demiştir. Yol aşk yoludur, aşk olmasaydı zaten yolcu olunmazdı, mademki bu böyledir, zahmetlere tahammül edilecektir ki rahmete erişilebilsin. Lakin zordur, bazen zorun zorudur; onun için Hazret-i Yunus “bozayazdı yüzümü” demiştir.
Atılan taş bazen de yolu kesecek derecede büyüktür, yani büyük bir fitnenin yani imtihanın zuhurudur ki dervişleri perişan eder. Rehberin vefatıyla zuhur eder, çoğu zaman. İnsanlar, canlarından çok sevdikleri zatın ufulüyle ziyadesiyle üzülür, ne dediklerini ne yaptıklarını bilmez olurlar. “Kim Peygamber aleyhisselam öldü derse kafasını uçururum” diyerek kılıcını sıyıran Hz. Ömer gibi. Öyle zamanlarda, bir temkin ve sükûnet abidesi Hz. Ebubekir”in ortaya çıkıp da “Peygamber öldü ya da öldürüldü diye topuklarınızın üstünde döner gibi dinden çıkacak mısınız?” ayetini hatırlatıp sahabeleri akl-ı selime davet etmesi gibi, insanları çekip çeviren bir er çıkmazsa işte o zaman yüzler bozulur hatta yol da, erkân da bozulur, bir süre sonra mekân da boşalır, kimseler uğramaz olur.
Şeyh Yunus Emre hazretleri de efendisi Tapduk Emre”nin vefatıyla sorumluluk omuzlarına binince taşı yani yolu taşımanın ne derece zor olduğunu bu beyitle ifade etmek istemiş olabilir; Allahu a”lem bis-savab yani doğrusunu Allah bilir.
(sürecek)
Zilhicce 1429
Aralık 2008
Haydar HEPSEV