ÇIKTIM ERİK DALINA- 2 – Haydar Murad HEPSEV

A+
A-

ÇIKTIM ERİK DALINA (2)

Haydar Murad HEPSEV

balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe

leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü

[Şunun sözlerine (yani benim) bir bakın ki “balık, zift turşusu yemek için kavağa çıkmış; leylek sıpa doğurmuş. / koduk: sıpa.]

Evet, Hazret-i Yunus kendinden “şu” diye bahsetmektedir, tevazuunun enginliğinden. Lakin “sözü” de gerçekten farklı ve derin bir sözdür. Sözüne dikkat çekmesinin sebebi, sahtekârları ifşa içindir. Her yolun sahtesi, maalesef, vardır ve nice insanın yoldan çıkmasına neden olmaktadır. Peki, gerçeği ile sahtesini nasıl ayırt edeceğiz? Hazret, bunun çok güzel iki örneğini vermiş bize. Eğer balık zift turşusu yemek için kavağa çıkarsa ya da leylek sıpa doğurursa anlayınız ki sahte bir rehber ve sahte bir vekil söz konusudur.

“kerametim var diyen halka sâlûsluk satan

nefsin müslüman etsin var ise kerameti” (sâlûs (Farsça): hilekar, düzenci; riyakar.)

Doğru olanlar istikamet üzere olurlar, her işleri ölçülü biçilidir, sünnete ve edebe her şeyiyle riayet ederler; geçmişleri sağlam, günleri bereketli, gönülleri şendir. Öyle garip işler yapmazlar; onları ne zaman ziyarete gitseniz hep aynı salih amelleri tekrar ederken görürsünüz. Hâlbuki sahte olanlar balık gibi yanardönerdirler, her zaman başka başkadırlar. Kavağa çıkmaya yani sahte keramet göstermeye pek meraklıdırlar, ama o kerametçiklere inanan da yoktur lakin mumları yatsıya kadar yanar. Keramet göstereceğiz derken ziftin turşusunu hem de kavağın başında yerler.

Leylek de kal yani söz ehline işarettir, bunların işleri güçleri laftan ibarettir, amelleri yoktur; samimilerse hal ehlidir yani balı kavanozun dışından bilenlerden değil, kapağı açıp balın kendisini afiyetle yiyenlerdir. Leylekler ancak sıpaları yani hamları yani olmamışları vekil tayin ederler, sıpalar da kal yani söz hatta bağırtı erbabıdır.

Diğer taraftan kavak, baş olma hırsına delalet eder. Hâlbuki kavak zayıf bir ağaçtır, çabuk yetişir ama kerestesi pek makbul değildir. Makamlar da öyledir, gelip geçicidir lakin sorumluluktur ve zordur. Balık, geçici ve dayanıksız mevkileri arzulayan nâ-ehillere karşılık gelir; sürü halindedir, yani insanların çoğu layık olduklarına bakmadan en önde olmak isterler. Zor ve yüksek yerdeki güçsüz kişiler ancak zift turşusu yerler, yani bocalayıp bunalırlar, kalpleri kararır ve amelleri iptal olur.

gözsüze fısıldadım sağır onu işitmiş

dilsiz çağırıp eydir anlamadın sözümü

(Gözsüze fısıldadım, sağır onu işitmiş; dilsiz çağırıp der ki sözümü anlamadın.)

Yunus Emre hazretleri işini tam olarak yapmış, körle de, sağırla da, dilsizle de yani aciz ve gariplerle de belki de daha çok onlarla ilgilenmiş, irşad görevini eksiksiz olarak yerine getirmiş bir ulu zattır. Bunu da yine alçakgönüllülükle şiirin mazmunları arkasına gizlenerek söylemiştir.

Yola samimiyetle girmeden önce yolcular kör, sağır ve dilsiz gibidirler hakikat sarayının karşısında. Gerçek karşısında bebek gibidirler, gözleri açılmamış, kulakları duymaz, konuşamaz bir vaziyettedirler. Kapak açılıp da bal tattırıldıktan sonra hakikati anlamaya, bilmeye, söylemeye başlarlar. Bu da yolun bereketidir, girenlere ve yürüyenlere hayırlı olsun, bereketli olsun, Cenab-ı Mevla devamını ve tamamını nasip etsin, âmin.

“Gözsüz”, “sağır” ve “dilsiz”le rabıtaya da işaret vardır. Çünkü rabıtada odaklanma vardır, bir nevi gözsüzlük, sağırlık ve dilsizlik vardır. Rabıta, yolun ufkundaki rehberle irtibatta olma halidir ve hakikat yolcusu için çok önemlidir. Rehberin gönlü Hakk”ın aynasıdır, rabıta gönlü bu aynaya tutmaktır, oradan yansıyanlar şifadır, ab-ı hayattır, menzil-i maksuda ulaştırıcıdır.

Biz kendisini görmedik, bize fısıldadı; kendisini dinlemedik ama şiirlerini işittik, okuduk; dilsizleriz ve diyoruz ki ey Hazret-i Yunus seni anlayamadık, aç bize sözlerini, hakikatin derin manalarını. Aç ki gönlümüz şenlensin, şu garip dünyada, dünyanın şaşırıp kaldığı şu zamanda…

bir öküz boğazladım kakladım sere kodum

öküz ıssı geldi eydir boğazladın kazımı

(Bir öküz boğazladım, kuruttum, tepeye koydum; öküz sahibi gelip dedi ki kazımı boğazladın. / kaklamak: pastırma yapmak; kurutmak. ser: tepe, doruk, zirve.)

Öküzden ve kazdan kasıt nefstir. Hazret, uzun uğraşılardan sonra nefsimi terbiye ettim de insanların arasına döndüm demektedir. Terbiye olunmamış nefs, sahibi tarafından büyük çok büyük zannedilir lakin terbiye edilmiş nefs bir kaz gibi küçülür, ele gelir. Öküz ıssı yani mürşid de bu işten hoşnut olmuş, kazımı boğazlamakla iyi ettin diye nefs terbiyesini başarmış olanı övmüştür.

Ya da bazı insanları yetiştirmek için yanına, tekkesine almıştır. Aileleri gelip çocuklarımızı bizden aldın diye Hazrete itiraz etmiş olabilirler ki yola girenlerinin birçoğunun karşılaştığı bir durumdur.

Veyahut başka bir şeyhin dervişlerini kendine bend etmiş olabilir. Bu bir muhabbet meselesidir, kişinin nasibi ve muhabbeti değişebilir, bu normaldir. Lakin eski sahipleri “kazımızı” aldın diye itiraz etmiş olabilirler.

ağırlık yaptı bana bühtan eyledim ona

bir çerçi de geldi hani aldın gözgümü

(Beni ağırlayıp hürmet ettiği halde ona bühtan eyledim; çerçi de gelip aldığın aynam nerede dedi. / ağrılık: itibar, kıymet, değer. ağrılık etmek: hürmet etmek; izaz, ikramda bulunmak, ağırlamak. bühtan: iftira. çerçi: köy köy dolaşarak tuhafiye eşyası satan ve çoğu zaman para yerine yün, tahıl vb. alan esnaf, gezici tüccar. gözgü: ayna.)

Bazı nüshalarda “uğurluk (hırsızlık) yaptı …” diye geçiyorsa da bu, hem mantık hem de şiirin genel havası itibariyle doğru görünmüyor, hırsızlık yapana neden iftira edilsin ki. Bizi ağırlayan vücudumuzdur. Halık-i zülcelalin mükemmel bir surette yarattığı vücudumuz, dünya hayatında bize, ruhumuza ev sahipliği yapar lakin biz onu hor kullanırız. Bir taraftan da vücud fiziki âleme mensuptur, tendir yani nefstir. Bizi dünyaya bağlar, ya da biz öyle zannederiz (imtihan için o öyle yaratılmıştır, vazifesi odur), bu yüzden ona iftira ederiz. Hâlbuki bize akıl ve kalb verilmiştir, irade ve azim verilmiştir, bunlar ihsan edilmişken biz vücudumuza yani nefsimize kızarız, aslında kızdığımız melekelerimizi doğru kullanmadığımızdan ötürü kendimizdir. Yolcu kimseye hatta kendisine bile kızmaz, rehberin dediklerini yapar, işine bakar.

Veyahut yolcu kendisini ağırlayan rehbere gücenmiştir, “yüzüme bakmadı vb.” diye kendi kendine konuşmaktadır, yani büyüğüne iftira etmektedir. Hâlbuki mürşid-i kâmiller, müridlerinin sayısı ne kadar çok olursa olsun her birine dua ve tasarruf ederler; samimi ve ihlâslı olan her yolcu rehberinden muhakkak feyz alır, bereketlenir.

Çerçi, mürşid-i kâmildir; can alır, can satar. Nice dervişleri, nice insanları ağırlar, misafir eder. Çorbalar içirir onlara, karınlarını doyurur. Onlara Hakk”ı, hakikati hatırlatır; tövbe ettirip hak yoluna döndürür yani gönüllerini de doyurur. Lakin insanlar yine de bu büyüklerin kadrini tam olarak bilmezler, edebe tam olarak riayet etmezler, lakin büyükler yine de ses etmezler, insanların salahı için onlara kızmazlar.

Ayna ile aşka işaret vardır. Seven, sevdiğine kendini beğendirmek ister. Sevmek ve sevilmekle ne kadar güzelleştiğini görmek ister. Mürşid-i kâmiller de aşk hocalarıdır, müridlerinin kalp doktorlarıdır. Doktor, verdiği şifanın hatırlanmasını ister, ilacın kullanılıp kullanılmadığına çok önem verir. Mürşid de talebelerinin kalplerinin yani gözgülerinin rabıtayla meşgul olmasını ister ki fayda bulsunlar, şifayab olup akıbetleri hayr olsun. Yani gözgü, mürşid-i kâmilin görklü nazarıyla müride akan rahmet-i ilahiyedir ki bu nimet sıkıca korunmalı, kıymeti iyice bilinmelidir. Yoksa istifade olmaz. Mürşid de yolcularının her halini iyi bilir ve zaman zaman onlara ihtarlarda bulunur hatta kızar ki yolda istikamet üzre olsunlar.

Çerçiyle Yunus Emre hazretleri kendini kastetmektedir. O da Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye ve Kafkasya”yı gezmiş, çok can almış, can satmış; şiirler okumuş, sohbetler etmiş; çok kimseyi kendine âşık etmiş bir mürşiddir. Onun içindir ki birçok belde “Hazret bizdedir” der. Yunus Emre, büyük ihtimalle oralarda biraz uzunca kalmış, hizmetler etmiş, dervişler yetiştirmiş, başka yerlerden de davet alınca yani kendisine ihtiyaç olunca oralara da gitmiş, “la” dememiş gönülsüz bir alperendir.

tosbağaya uğradım gözsüzsepek yoldaşı

sordum sefer nereye kayseriye”dür azmi

(Yoldaşı köstebek olan kaplumbağa uğradım; sefer nereye diye sordum, niyetleri Kayseri”ye gitmekmiş. / gözsüzsepek: köstebek.)

Kaplumbağa da köstebek de yavaş yürüyen aciz hayvanlardır lakin yoldaş olup uzağa hele kendileri için çok uzağa gitmeye niyet etmişlerdir, Kayseri”yi de görmüş değillerdir. Bu ikisinden de kasıt hakikat yolcularıdır. Bunların himmeti büyüktür, büyük olmalıdır ki menzil-i maksuda varabilsinler. Karınca gibi yolda ölmeyi bile göze almış olmalıdırlar. Nasreddin Hoca rahmetullahi aleyh”in göle yoğurt çalmasındaki mana da, himmetin yüce tutulmasıdır. Küçük himmetle ele küçücük bir şey geçer. Hem her şey Cenab-ı Mevla”nın elinde değil midir? O bir kaşık yoğurdu koca göle maya tutturacak odur. Öyle de olmuştur hatta daha büyüğü de gerçekleşmiştir. Hoca”nın derin manalı fıkraları Anadolu”yu da aşmış dünyanın göl ve hatta denizlerini yoğurda dönüştürmüştür. Mürid de samimiyet ve ihlâsla yola çıkacak, engel ve zorluklara aldırmayacak, kendi acizliğine bakmayacak, istikametle yürümeye devam edecektir. Yahya Kemal”in bir şiirini biraz değiştirerek şöyle diyelim mi: “Ömrü oldukça yürür her yolcu / Vararak menzillere bir yerde ölür”

Kaplumbağa ruh ve akıl, köstebek de nefs olarak düşünülebilir. Nefs terbiye olunmadan Kayseri”ye varmak, mümkün değildir.

Köstebekten diğer kasıt da münkirdir, münafıktır. O zaman beytin anlamı şöyle olur: Kaplumbağa zaten yürümekten aciz zavallı bir yolcudur, yola çıkmak için iyi bir arkadaş seçmemiştir. Onun için giderse ancak Kayseri”ye kadar gidebilecektir. Oraya da nasıl varacağı şüphelidir, ya yoldan çıkacaktır ya da yarı yolda terk edilecektir.

Kaplumbağa, yalnızlığı yani uzleti de simgelemektedir. “Ölmeden evvel ölünüz” hadis-i şerifinin anlamına uygun olarak yolcular, kimi zaman yalnız yani ölü gibi yaşarlar. (Kaplumbağaların da sık sık ölümsü uykulara daldıkları bilinmektedir.) Başını içeri çekip kendini soyutlar bazen yolcular; içe dönüp Hakk ile beraber olmak, kendilerini tanımak ve değiştirmek için. Bir süre yalnız kalırlar ki kendilerine gelebilsinler, yeniden hizmet etmeye başlamak için güç kazansınlar. Bu çok zordur ama yolcuyu olgunlaştıran bir uğraştır. Olgunlaşan köstebek ile yoldaşı tosbağa, inziva ve yalnızlık çilesini tamamlamış ve irşada gönderilmiştir.

Kaplumbağa, mürşid-i kâmildir, onun kutlu nazarıdır. Gavs-ı Sânî Seyyid Abdülbâki el-Hüseynî el-Buhârî kaddesallahu sirruhu-l-âlî hazretleri buyurmuşlardır ki: “Sâdât-ı Kiram”ın nazarları kaplumbağa nazarı gibidir. Kaplumbağa yumurtasını yapar, biraz geri çekilir, yumurtaya bir müddet nazar eder. Sonra onu kuma veya toprağa gömüp gider. Onun bu bakışı yumurtayı olgunlaştırmaya yeter ve belli müddet sonra yavru meydana gelir. Sâdât-ı Kiram”ın nazarı da kalbi olgunlaştırır. Allah dostlarının nazarı ilahi bir nurdur. Bu nur kalbin ilacı olur. (S. Muhammed Saki Haşimî, Arifler Yolunun Edebleri, Semerkand yay., İstanbul, 2006, s.137)” Köstebek de gözleri henüz hakikate açılmamış derviştir. Büyüklerin merhameti de büyüktür; onların dergâhı “ümitsizlik dergâhı değildir”, köstebekleri de alırlar; çirkinliklerine, nifaklarına rağmen. Ve Allah”ın nuruyla baka baka terbiye ve edep sahibi yaparlar. Rabbimiz teala hazretleri onların kutlu ve görklü nazarlarını hepimize nasip etsin. Ve böylelikle Kayseri”ye, yani Ulu Padişahın Kutlu Memleketine kavuştursun, âmin.

yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez

erenler meclisinde bürür mâna yüzünü

(Yunus, hiçbir söze benzemeyen bir söz söylemiş ki erenler meclisinde bile mananın yüzünü örtmüştür. / bürümek: örtmek, setretmek, sarmak)

Gerçekten de Hazret-i Yunus, öyle büyük bir söz söylemiş ki nice âlim bunu şerh etmiştir, belki daha da nicesi yorumlamaya çalışacaktır. Bizim çabamız bu büyük şiiri ve şairini âcizane yeniden gündeme getirme gayretidir. İctisarımız, edebe mugayir bir hareket olmamıştır diye ümit ediyoruz.

Bazı nüshalarda “münafıklar elinden (ya da cahillerin ucundan) örttü mana yüzünü” geçiyorsa da kanaatimizce bu hem Hazretin üslubuna hem de şiirin bütününe uygun değildir. Münafıklar bu derin manaları anlayamazlar, zaten böyle bir şiirle ilgilenecek de değillerdir. Bazı nüshalarda “erenler” yerine “şeriat” geçmektedir, bu Hazret-i Yunus”un üslubuna uyar. Böyle olursa; tarikatın yüce sırlarına vakıf olmayan “şeriat oğlanları” için mana örtülmüştür, açılmayacaktır anlamına gelir.

Neden yazıldı bu şiir diye nice düşündüm. Hazretin diğer şiirleri daha açık daha anlaşılır ama bu niye bu kadar kapalı? Gönlüme şu düştü: Yunus Emre Türkçe söylüyor, hâlbuki o dönemde aydınlar ve şairler arasında Farsça kullanılıyordu. Hz. Mevlana Konya”dadır, Selçuk”un başşehrindedir; âlim ve arifler arasındadır, bu yüzden eserlerini bu dille yazmıştır. Yunus Emre ise halkın içindedir, Anadolu”nun farklı bölgelerinde gezmektedir; Farsça söylese onu kimse anlamayacaktır. O da “insanlara akıllarına ve anlayışlarına göre söyleyiniz” emrine uyarak zor da olsa hatta zorun zoru da olsa Türkçe söylemiştir. Söylemiştir ama bazı arifler ve medrese mensupları, bu büyük işi küçümsemişler ve ileri geri söz etmişlerdir. Yunus Emre de “alın bakalım size Türkçe bir şiir, anlayabilirseniz anlayın” diyerek bu şiiri söyleyivermiştir. Onun için mana, erenlerin meclisinde bile örtülü olmuştur.

***

Bu mübarek şiirin birçok şerhi yapılmıştır, bunları az çok okuduk lakin tekrarcılık yapmak istemediğimiz için şiirin kendisiyle baş başa kalmak istedik. Şiirin metnini oluştururken de epey zorluk çektik. Çünkü birçok nüshalarda değişik sayıda beyitlerden oluşuyordu ve müşterek olan beyitlerde de farklı kelimeler vardı. Özellikle şu dört kaynaktan çok istifade ettik. [Burhan Toprak, Yunus Emre Divanı, Odunpazarı Belediyesi yay., 2006, İstanbul, (1950 nüshasının yeniden basımı); Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, Türkiye İş Bankası yay., 2006, İstanbul; Dr. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, Akçağ yay., 2. baskı, 1998, Ankara; Çıktım Erik Dalına, (Niyazi Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî, Şeyhzade şerhleri, sadeleştiren Suat Ak), Mor yay., 2007, Ankara.] Araştırmalarımızdan sonra (Risaletü-n-Nushiyye”nin başında da aynı sayıda bir giriş olmasından da ilham alarak) bu 13 beyitte karar kıldık. Beyitlerde müşterek olanlara dokunmadık, ihtilaflı olanlarda da Yunus Emre”nin şiir dünyasına ve bu şiirin havasına uygun olan kelimeleri tercih etmeye çalıştık. Hazret-i Şeyhin hatırasına hürmetsizlikten ve Molla Kasımlıktan Allah”a sığınırız. Umarız ki doğruya yaklaşmışızdır.

“odur bana yunus diyen odur benim bağrım delen

odur beni bensiz koyan hem ben oyum bu ben neyim”

Çünkü Yunus Emre hazretleri gerçek bir Hak dostu, kâmil bir mürşid, büyük bir şairdir. Lakin hayret ediyoruz ki şeyhliği, mürşidliği ona yakıştıramıyorlar da onu hâlâ derviş kabul ediyorlar. Bizzat “boynumda icazetim”, “görenler elim öper tac u hırkaya bakar”, “Taptukun tapısında kul olduk kapısında / Yunus miskin çiğ idi piştik elhamdulillah” vb. dediği halde onu bıyıklı ve genç bir derviş olarak tasvir ediyorlar. Kanaatimizce bu Yunus Emre”ye yapılmış büyük bir haksızlıktır. Onu hâlâ derviş kabul edenler, ya Yunus Emre”yi tam olarak okumamışlar ya da okudularsa da anlamamışlardır. (Risaletü-n-Nushiyye”si dervişanı irşad için yazılmış, Mesnevi misilli bir kitaptır, adı üstündedir: Nasihat Risalesi.) Veliler arasında derecelendirme yapmak haddimize düşmez ama ona yapılan bir hazsızlığı gidermek maksadıyla deriz ki Yunus Emre hazretleri de en az diğer ulular kadar büyüktür. Şeyhlerinin (Taptuk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk, Seyyid Mahmud Hayrânî, ve Hz. Mevlana”nın) hayr-ul-halefi olmuştur; şiir bakımından da Şeyh Ahmed Yesevî”nin Hikmet”lerinden, Hz. Mevlana ve diğer İslam âlim ve şairlerinden büyük istifade etmiş bir ulu zattır.

Kendisinin halife ya da vekil bıraktığını, kendisinden devam eden bir silsile olup olmadığını bilmiyoruz. Maalesef hakkındaki bilgilerimiz yeterli değil. 1238–1320 yılları arasında, Selçukluların son dönemiyle Osmanlıların ilk yıllarında yaşamış olduğu, yani hakkında mutlaka yazılı kaynaklar bulunması gerektiği halde henüz tatmin edici bilgilere ulaşılmış değildir. Hakkındaki hâlâ en iyi eser,  ilk basımı 1919 yılında yapılmış olan Prof. Dr. Fuad Köprülü”nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (Diyanet yay., 3. baskı, Ankara, 1976) kitabıdır. Abdülbaki Gölpınarlı aydınlatıcı bazı ilaveler yapmıştır lakin maalesef daha ilerisine gidilememiştir. Yazma ihtiva eden kütüphaneler ve arşivler iyice araştırıldığında eminim ki daha fazla bilgilere ulaşılacaktır. Son dönemlerde tasavvuf tarihi hakkında ülkemizde yapılan bazı kapsamlı çalışmalar bize umut veriyor. Yapılması gereken şeylerden birisi de Yunus Emre”nin eseriyle Pir-i Türkistan Şeyh Ahmed Yesevî”nin Hikmet”leri arasındaki ilgi, benzerlik ve etkinin daha sarih bir şekilde ortaya çıkarılmasıdır. (Bir örnek vermekle yetinip işi sahanın değerli araştırmacılarına bırakalım: Yunus”un “bana seni gerek seni” redifli şiiriyle Ahmed Yesevî”nin “mana sin kerek sin” redifli şiiri arasında büyük bir benzerlik vardır.)

Lakin bundan daha önemli olan, bu iki büyük zatın Türkçenin mürşidleri olmasıdır. Özellikle bu iki ulu kişi Türkçe”yi imana getirip derviş yapmışlardır. Doğu Türkçesi”ni Ahmed Yesevî, Batı Türkçesini de Yunus Emre, evlat edinmişler, kol ve kanatları arasına almışlar, terbiye edip olgunlaştırmışlardır. Yunus”un kendisinden sonra halife ya da vekil bıraktığını bilmiyoruz; lakin Türkçeyi köylü bir derviş iken almış ve şehirli bir şeyh yapmış bırakmıştır. Hatta şunu da ifade etmek gerekir ki eserinin muazzam ve mübarek olmasına rağmen Hz. Mevlana”nın Farsça yazması, Yunus”un Türkçe yazmasından daha kolaydır. Çünkü Farsça aydınlar arasında zaten geçerli bir dil idi ve birçok büyük mutasavvıf şairler tarafından irfanın inceliklerini ifade yetkinliğine eriştirilmiş bir dildi. Türkçe ise henüz kendini bir medeniyet dili olarak ispatlayamamıştı. İşte Yunus Emre hazretleri bu zoru, hatta zorun zorunu başarmıştır. Evet, nice yazar, şair ve ilim adamının Türkçeye büyük hizmetleri olmuştur fakat hiçbirisi Yunus Emre kadar olamamıştır. Bu söz bir mübalağa değildir. Mevcut kaynaklara kısaca bakılsa bile dediğimiz kolaylıkla anlaşılacaktır.

“can odur kim hakka ere ayak odur yola gire

er oldur alçakta dura yüksekten bakan göz değil”

Yunus Emre Şeyhimiz, belki de bilinmezlik kisvesine özellikle bürünmüştür. Büyüklerin halleri farklıdır, o da kendisini sırlayıp sarmalayıp öyle saklamış da olabilir. Hem eseriyle çok bilinen bir ulu zat olmuş hem de hayatını, ailesini, dervişlerini, öldüğü yeri bilinmezlik zırhına bürümüştür. Erenler meclisinde mana yüzünü nasıl örtmüşse kendini de öyle saklamıştır. Bundan daha büyük keramet mi var?

“iki kişi söyleşir yunus“u görsem diye

biri eydir ben gördüm bir âşık kocayımış”

Onun tevazuunu gerçek sanmışlardır diye hüsn-i zan etmek galiba daha doğru ve Hazret”in ahlakına daha uygun bir edep olur. Fakat iş başkadır, şöyle anlatmaya çalışalım: Muhyiddin Arabî kuddise sirruh hazretleri “melâmet”i tasavvuf makamlarının en üst derecesi olarak tanımlamıştır. Melamilik bir neşvedir ki kınayıcının kınamasından korkmayıp Allah”ı seven ve Allah”ın sevdiği kişiler olmaya çalışmaktır; halkın arasında Hakk”la beraber olan, riyadan canavardan kaçar gibi kaçan ihlâslı kulların eğilimidir. Bu neşveye göre en büyük melami Yunus Emre hazretleridir. Menkıbe kitaplarında buna dair işaretler de vardır. Köstendili Şeyhi Süleyman Efendi”nin Bahr-ul-Vilâye adlı tezkiresinde şunlar yazılıdır: “Naklolunur ki Mevlana Rumi demiştir ki İlahi menzillerin hangisine çıktımsa bir Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim. Bundan muradları Yunus Emre”dir. (bkz. Dr. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, Akçağ yay., 2. baskı, 1998, s.21) Biz büyüklerimiz arasında elbette ki ayrım yapmayız, hepsini  büyük kabul ederiz ama onlardan herhangi birine bir haksızlık yapılmasına ya da birinin olduğundan küçük gösterilmesine razı olamayız.

Çünkü o gerçek bir aşk adamıdır. Hayatı aşktan ibarettir, bu aşkla “Urum ile Şamı, yukarı illeri kamu” gezmiştir, her yerde aşkı söylemiş, aşkı anlatmıştır. Şiirlerinde en çok geçen iki kelimeden biri aşk diğeri âşıktır. Âşıkları bulmuş onlara aşkı anlatmış, sevgiyi hiç tanımayanlara aşkı tanıtmış ve onları da âşık yapmıştır; hâlâ aşktan bahsetmekte, âşıkları şad etmektedir. Rahmetiyle bize aşkı veren ve böyle ulu kişileri bize nasip eden Cenab-ı erham-ür-rahimin hazretleri kandisinden gani gani razi olsun, âmin.

“niçeler eydir yunus”a çün kocaldın aşkı kogıl

rûzigar uğramaz aşka aşkın ne ay u yılı var”

Yeniden okuyalım Yunus Emre hazretlerini. Yeni bir gözle, gönül gözüyle okuyalım o ince, nazik, nazenin şiirlerini. Yeniden anlamaya çalışalım hazreti, şiirlerini yeniden anlamaya, yorumlamaya çalışalım. Tanımıyor onu yeterince, Türk dünyası, İslam âlemi ve dünya; dolayısıyla mahrum kalıyorlar ondan, büyüklüğünden, derin şiirlerinden. Dünya dillerine çevirelim eserlerini ama önce kendimizin, gençlerimizin anlamasını sağlayalım. Üniversitelerdeki edebiyat ve tasavvuf kürsülerine pek çok iş düşüyor, aydınlarımızı pek büyük görevler bekliyor. Mübarek dilimizi dünyanın büyük dilleri arasına sokan; irfan, kültür ve medeniyet dili haline getiren bu ulu zata karşı bir küçük vazifemiz yok mudur?

“doğru yola gittin ise er eteğin tuttun ise

bir hayır da ettin ise birine bindir az değil”

Zilhicce 1429

Aralık 2008

Haydar HEPSEV

yucedevlet.com