ÇEVRESİNDEKİLER
ÇEVRESİNDEKİLER
Ayten LERMİOĞLU
MÜMİNE SULTAN
(Hz. Mevlâna’nın Annesi)
İslâmın büyük Peygamberi “Kadın, Allah yolunda erdir, ona kadın demek revâ değildir” buyurmuş. Bu sırlı buyruktan aldığımız neş’e ve Mevlâna’nın annesi olması sebebiyle bu konuya Mümine Sultan’ın özlü hayat hikâyesiyle başlıyoruz.
Mümine Hatun, Belh Emîri Rükneddin’in kızıdır. Bunlardan daha önemlisi bir nur kaynağı olmasıdır. Mevlâna gibi Pîri, bir Allah sevgilisini can evinde besleyip geliştirecek imana ve şansa sahiptir. Seçilmiş, kutlu bir varlık olduğu için ulu bir zâta, Bahâeddin Veled’e (Sultânu’l-Ulemâ) zevce olmayı Allah kendisine nasip etmiştir. Belh’te evlenen bu iki bahtlının ilk çocukları Alâeddin’dir. Muhammed Celâleddin (Mevlâna) ikinci evlat olarak dünyayı şereflendirmiştir.
Mevlâna, Mesnevî’nin bir beytinde: “Kadın Hak nurudur, sevgili değil, sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil” buyurur. Bu mübarek kelâm, Allah’ın Hâlikiyet sıfatının kadında tecelli ettiğinin Pîr’in ağzından açıklanışıdır. Seçilmişlerden seçilmiş, nurlardan daha nur olan Mümine Sultan çevresini aydınlatırken, sevgili oğlu, müstesna insan Mevlâna’yı içindeki nur kaynaklarıyla beslemiş, büyütmüştür.
Sultânu’l-Ulemâ’ya kadın; gönüller sultanı Mevlâna’ya ana olan evliyalar güzeli Mümine Hatun, ailenin Karaman’da bulundukları dönemde vefat etmiş ve Karamanlıların Ak Tekke dedikleri zâviyeye defnedilmiştir. Mevlâna’nın kardeşi Alâeddin de burada vefat etmiş ve aynı türbeye defnedilmiştir. İki ulu ere hizmet eden Mümine Hatun “Mâder-i Sultân” (Sultan’ın Annesi) diye ün salmıştır. Ne yazık ki hayatı hakkında çok az şey bilinir. Fakat veliyye bir kadın oluşunda rivayetler çoktur.
Ak Tekke, diğer adlarıyla Valide Sultan Camii veya Mader Sultan Türbesi imanlı orta Anadolu kadınlarının, evliyaya gönül verenlerin ve bilhassa Mevlâna âşıklarının ziyaretgâhıdır.
Valide Sultan Camii oldukça geniş bir avlu içindedir. Tam bir kavis gibi kemerlenmiş sade ve zarif kapısından içeri girilir. İleri doğru dikdörtgen şeklinde olan sol taraf, tahta parmaklıkla namaz kılınan kısımdan ayrılmıştır; üstü sandukalarla örtülü kabirlerle kaplıdır. Mihrap hizasında camiin doğu güney tarafında küçük bir oda gibi etrafı çevrili olan ve böylece diğer yatırlardan ayrılmış bulunan sanduka Belh Emiri Rükneddin’in aziz kızı Mümine Sultandır. Bu ulu Hatunun kabrine yakın “Sır Ebesi” diye anılan fakat kime ebelik yaptığını bilemediğimiz bir kadın kabri daha vardır. Vaktiyle semâhâne olarak da kullanılan ve bugün namaz kılınan kısmı ayıran bölmeden geriye doğru, iki sıra hâlinde üstü sandukalarla örtülü başka kabirler mevcuttur. Bunlar Çelebilere aittir. Müezzin mahfilinin altındaki yatır ise Mevlâna hazretlerinin kardeşi Alâeddin’indir.
SULTÂNU’L-ULEMÂ (BAHÂEDDİN VELED)
(Hz. Mevlâna’nın Babası)
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin babasıdır ve hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’in soyundandır. Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. İsmi Muhammed Bahâeddîn’dir. Babası Hüseyin Hatîbî, dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî’dir. 1151 (H.545)de doğdu. 1228 (H.625) veya 1231 (H.628) de Konya’da vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed Harezmşah’ın kızı Emetullah Hâtundur.
Muhammed Bahâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî otuz üç yaşlarında olduğu hâlde vefât etti. Emetullah Hâtun, oğlu Bahâeddîn’in büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için büyük bir titizlik ve îtinâ gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî’den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu sık sık götürür; “Evlâdım, Bahâeddîn’im! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı. Muhterem baban bu kitapları dâimâ okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok değer verir, her şeyden üstün tutardı. Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim, bunları senin için muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya muvaffak ol ve babanın yerini tut!” derdi. Bu sözler Bahâeddîn’e çok tesir eder, büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi. Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına gelince ilim tahsîline verdi. Bahâeddîn, derslerine çok çalışır, devamlı kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere karşı sürat-i intikâlinin çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da tanındı, onların muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ’dan tasavvufu öğrenerek, onun dertlere devâ olan feyz ve bereketlerine kavuştu. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin en önde gelen talebeleri arasına girdi. Muhammed Bahâeddîn, hocasının teveccühleri ile iyice olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.
Muhammed Bahâeddîn evlenme çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn’in kerîmesi olan Mümine Hâtun ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri doğdu.
Muhammed Bahâeddîn hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz ona rüyâsında “Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı” lakabını verdi. Rivâyete göre, bu hâdise şöyle anlatılır: Zamânının büyük âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve müderris, bir gece Peygamber efendimizi rüyâlarında gördüler. Resûlullah efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etraflarında da binlerce velî ve âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed Bahâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen yanıbaşlarında ve sağ taraflarında oturmuştu. Peygamberimiz, orada bulunanlara Muhammed Bahâeddîn Veled’i göstererek; “Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed Bahâeddîn’e “Sultân-ül-ulemâ” denilecek ve imzasına “Sultân-ül-ulemâ” yazılacaktır.” buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını anlatmaya gelenlere, daha onlar bu müjdeyi vermeden o; “Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin bize ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi?” diyerek, onların rüyâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak; “Allahü teâlâ ve Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki, sen Sultân-ül-ulemâ’sın. Bundan böyle bu isimle tanınacaksın.” dediler. Muhammed Bahâeddîn’e karşı muhabbetleri ziyâde olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya başladı.
Âlimler, rüyâlarını yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan ziyâretçiler gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında îtibârı pek ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek için can atardı. O civarda olanlar, Sultân-ül-ulemâ’ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi olmakla şereflenmek istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh’e kadar gelip, aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.
Bahâeddîn Veled hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta annesi, talebeleri ve akrabâları kendisine; “Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak, emirlerini yerine getirmek için hazırız” dedilerse de, onlara; “Peygamber efendimiz; “Ben fakirlikle iftihâr ederim” buyurdu. Zâhirî saltanat tâcını giymek bize yakışmaz. Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i şerîflerine uymaktır.” buyurdu.
Bahâeddîn Veled, bundan sonra riyâzet ve mücâhede, nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak ile uğraştı. Bu şekilde mânevî bakımdan pek yüksek derecelere kavuştu. Ne zaman vâz ü nasîhat etmeye başlasa, etrâfında binlerce insan toplanır, feyiz ve bereketlerinden istifâde ederlerdi.
Bahâeddîn Veled, sabah namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim öğretir, ikindiden sonra medresesine gelenlere mârifetullahtan, Allahü teâlâyı tanımakdan bahsederek insanları aydınlatırdı. Nasîhatlerinde Ehl-i sünnet îtikâdını anlatır, bozuk fırkaların inanışlarını îzâh ederdi. İnsanların, dalâlet ve sapıklık yollarına düşmemeleri, Cehennem’de yanmamaları için çok gayret sarfederdi.
Bid’at fırkasına mensup bâzı âlimler, aralarında ittifak ederek, Bahâeddîn Veled’i, sultâna şikâyet ettiler. Sonra; “Sultânımız! Muhammed Bahâeddîn Veled, size zâlimdir, âlimlerinize de câhildir diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında toplandı. Vakitlerinin çoğunu onunla geçiriyorlar. Bir gün sizi tamâmiyle bırakıp, ona tâbi olacakları muhakkaktır. Eğer böyle bir şey olursa, sizin saltanatınıza ziyân gelir. Bu bizim için yüz karasıdır. Biz, size gördüğümüzü söylüyoruz. Vazifemiz sizi uyarmaktır, gerisini siz bilirsiniz.” dediler. Bunları işiten sultan çok üzüldü. Çünkü Sultân-ül-ulemâ’ya ziyâdesiyle muhabbeti vardı. Fakat bu âlimlerin söyledikleri de yabana atılır şeyler değildi. Bu işin tahkîki için yakınlarından bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ’ya göndererek; “Bütün beldelerde olan hâdiseler sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de tasarruflarınız altındadır. Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de hükümet kurması uygun değildir. Neticede, bendenizi bir memlekete tâyin buyurursanız memnun oluruz” gibi sitemli ve uygun olmayan sözler sarfetti. Bunları Sultân-ül-ulemâ’ya söylediklerinde, buyurdu ki: “Hasedcilerin zulümlerinden hicret etmek dedelerimizin sünnetleridir. İş böyle olunca, biz de sefer eder, başka ülkelere gideriz. Buradan ayrılınca, bu memleketin başına felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz Tatarlar (Hülâgü’nün ordusu) istilâ ederler.” buyurdu. Akrabâ ve talebelerine sefer hazırlıklarına başlamalarını söyledikten sonra, sultânın adamlarına dönerek; “Sultâna gidip bizden selâm söyleyiniz. Ona; “Biz fânî dünyânın şöhretlerine tâlip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tâcında da gözümüz yoktur. O, bu dünyâdaki saltanatına devâm etsin.” deyiniz.” buyurdu.
Haber etrâfa çabucak yayıldı. Bahâeddîn Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes, malını mülkünü toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Bahâeddîn Veled ile berâber gitmeye karar verdi. Bütün olup bitenleri yakından takib eden sultan, çok üzüldü. Sultân-ül-ulemâ’ya şefâatçılar göndererek af diledi. Kararından vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ hazretleri, pâdişâhın teklifini reddetti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyâna getirmeden şehirden ayrılmak istiyordu. Bunun için de, Cuma günü Belhlilerin bir câmide toplanmalarını arzu etti. Herkes o gün câmide toplanıp, mahşerî bir kalabalık hâlini aldı. Bahâeddîn Veled, onlara nasîhat etti, tesellide bulundu ve onlarla vedâlaştı, helâlleşti. Orada bulunanlar çok ağladılar. Sultân-ül-ulemâ, oradan yakın akrabâları ve talebeleriyle birlikte ayrıldı.
Nişâbûr’a geldiklerinde onları Ferîdüddîn-iAttâr hazretleri karşıladı. İzzet ve ikrâmlarda bulundu. O sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nişâbûr’da bir rüyâ gördü. Rüyâsında nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı dallı bir gül verdi. Rüyâsını babasına anlattığında, Sultân-ül-ulemâ şöyle tâbir etti: “Altı tâne dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir.” Orada bulunan Ferîdüddîn-i Attâr da; “Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl olursunuz.” diyerek, Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Mevlânâ’ya hediye etti. Meğer rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Nişâbûr’dan ayrılıp Bağdât’a doğru yola çıktılar. Bağdât’a giderken, yol üzerindeki bütün şehirlerin sâkinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine götürerek çok ikrâm ve tâzimde bulundular. Bağdat’a yaklaştıkları zaman, kendilerine rastlayan bir cemâat; “Sizler kimlersiniz?Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz?” diye suâl edince, Bahâeddîn Veled; “Allah’dan geliyoruz, Allah’a gidiyoruz, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah.” cevâbını verdi. O cemâat, bu cevâbın muhabbeti ile hayretler içinde kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O da; “Böyle bir zât, Bahâeddîn Veled’den başkası olamaz.” buyurdu. Bunun üzerine Sühreverdî hazretleri de, talebeleri ile birlikte onu karşılamaya çıktılar. Buluştukları zaman, Sühreverdî atından inip, Bahâeddîn Veled’in ellerini öptü ve onları kendi hânesine dâvet etti. Bahâeddîn Veled, maiyetinin kalabalık olduğunu söyleyerek, özür diledi ve Müstensıriyye Medresesine yerleşti.
Bağdât’tan kâfilesiyle ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâbe-i muazzamaya geldi. Zilhicce ayının ortalarına kadar orada ibâdet ile meşgûl oldu. Haccını îfâ ettikten sonra, Medîne-i münevvereye gelip, hasretiyle yandığı Sevgili Peygamberimize misâfir oldu. Orada günlerce gözyaşları içinde ibâdet eyleyip, Resûlullah efendimizin feyiz ve bereketleriyle şereflendi. Bir müddet orada Cennet hayâtı yaşadıktan sonra, mânevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize vedâ edip, gözlerinden yaşlar dökerek Medîne-i münevvereden ayrıldı. Günlerce yol aldıktan sonra, Şam’a geldi. Oradaki âlimler Şam’da kalması için çok ısrâr ettilerse de, onlara nâzik bir cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini bildirdi. Sonra Konya’nın bugünkü Karaman ilçesinin yerinde bulunan Lârende kasabasına geldi.
Konya’da bulunan Sultan Alâüddîn, Emîr Mûsâ’yı Lârende’ye bey tâyin etmişti. Emîr Mûsâ, Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun talebesi olmakla şereflendi. Hocası Sultân-ül-ulemâ’ya bir medrese yaptırarak, yedi sene hizmetiyle şereflendi. Bahâeddîn Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi, Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî hazretlerinin kerîmesi Gevher Hanımla evlendirdi. Vefât eden hanımı Mü’mine Hâtun ile oğlu Alâüddîn’i Lârende’ye defnetti.
Emîr Mûsâ’yı çekemeyenler, Konya Sultânı Alâeddîn-i Keykûbâd’a; “Lârende Beyi Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ’yı çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı muhabbetinden sizi unuttu. İsminizi bile ağzına almaz oldu.” gibi iftirâlarda bulundular. Alâeddîn Keykûbâd, Emîr Mûsâ’ya mektup yazarak huzuruna çağırdı. Emîr Mûsâ durumu hocasına bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ; “Sultan Alâeddîn’e gidiniz, selâmımı söyleyiniz. Sorduklarına doğru cevab veriniz.” buyurdu. Emîr Mûsâ derhal yola çıkıp, Konya’da Alâeddîn Keykûbâd’ın huzuruna çıktı. Sultânın; “Ey Mûsâ! İşittiğime göre Sultân-ül-ulemâ’nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin. Bizi ziyârete hiç gelmiyorsun. Yoksa bizi unuttun mu?” diye sitem edince, Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerinin üstünlüğünü, keşif ve kerâmetlerini, ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı. Âlimlere karşı aşırı sevgisi ve hürmeti olan Alâeddîn Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve; “Ey Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ böyle büyük bir âlim ve velî bir zât idi de, bize daha önce niçin bildirmedin? Onu Konya’ya dâvet ediyorum. Bizler de feyiz ve bereketlerine kavuşup, mübârek elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana vekâleten kusûrumuzun affını isteyip, muhabbetimizin çokluğunu kendilerine arzediniz. Lütfedip Konya’yı da şereflendirmelerini istirhâm ettiğimi zât-ı alîlerine bildiriniz” emrini verdi. Emîr Mûsâ Lârende’ye gelip, hocasına durumu bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; “Müslümanın dâvetine icâbet lâzımdır.” emri gereğince, bu dâveti kabûl edip hazırlandı. Konya’ya doğru yola çıktı. Sultan Alâeddîn de, yanında vezîrleri, kâdıları, âlimleri ve ileri gelen devlet erkânıyla, Bahâeddîn Veled’i karşılamaya çıktılar. Bahâeddîn Veled hazretlerine yaklaştıklarında, atlarından inip yaya olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir sevgiyle onu karşıladılar. El öpüp, hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir tevâzu ile Bahâeddîn Veled’den af dilediler. Hep birlikte Konya’ya dönmeye başladılar. Bugünkü Mevlânâ hazretlerinin türbesinin olduğu yere geldiklerinde, Sultân-ül-ulemâ; “Buradan nesebimizin güzel kokuları geliyor.” buyurarak, oradaki bir bahçeyi işâret etti. Bunu işiten Alâeddîn Keykûbâd, Sultân-ül-ulemâ’ya o bahçeyi hediye etti. Bahâeddîn Veled, Konya’da bir medreseye yerleşti. Orada vâz ve nasîhat ederek, insanların kurtulması, iki cihân saâdetine kavuşması için çok çalıştı.
Bir kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden Sultân-ül-ulemâ’nın huzûruna çıksa, gelenin durumunu hemen keşfederek; “Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın huzûruna, günahlarınıza tövbe ve istigfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü teâlânın rızâsı için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden istifâde edesiniz” buyururdu. Böylece, onların işlediği günahları söylemeden, yüzlerine vurmadan nasîhat ederdi.
Sultân-ül-ulemâ Muhammed Bahâeddîn Veled hazretleri, bir gün hasta olup, yattı. Alâeddîn-i Keykûbâd ziyâretine gelip; “Efendim! İnşâallah tez zamanda sıhhate kavuşur da devletimizin başına geçip tahta oturursunuz. O zaman zât-ı âlinizin hizmetiyle şereflenip, her ne murâd ederseniz, bütün gücümüzle size yardımcı olmaya çalışırız. Böylece Rabbimizin ihsân edeceği nice ikrâmlara ve gizli sırların keşfine nâil oluruz inşâallah.” deyince, Sultân-ül-ulemâ; “Biz artık bu hastalık sebebiyle bu fânî dünyâdan hakîkî âleme göç ederiz. Fakat arkamızdan kısa zaman sonra, siz de bize kavuşursunuz. İşte orada sizinle berâber oluruz.” dedi. Bundan sonra helâlleştiler. Bundan üç gün sonra bir Cuma günü, öğleye doğru Kelime-i şehâdet getirerek çok sevdiği hakîkî âleme kavuştu.
Muhammed Bahâeddîn Veled hazretlerinin vefâtından sonra, Alâeddîn-i Keykûbâd günlerce ata binmedi, sarayında tahtına oturmadı. Kuru hasır üzerine oturarak tâziye için gelenleri karşıladı. Câmilerde pekçok Kur’ân-ı kerîm hatimleri yaptırıp, öksüz ve fakirleri doyurdu, üstlerini giydirdi. Hepsinden meydana gelen sevâbı, hocası Sultân-ül-ulemâ hazretlerine gönderdi.
Sultân-ül-ulemâ’nın ileri gelen talebelerinden Seyyid Burhâneddîn anlatır: “Rüyâmda hocam Sultân-ül-ulemâ’nın türbesinden yeşil bir nur yükselmeye başladı. Genişledi, genişledi, bulunduğum yere kadar geldi. O nûrun önüne bir engel çıkmadan bütün Konya’yı kuşattı. Bu hâdise karşısında bayılıp düştüm. Sabahleyin rüyâyı tâbir ettirdim. Sultân-ül-ulemâ’nın neslinden çok muhterem kimselerin meydana geleceğini müjdelediler.”
Bahâeddîn Veled’in çok sevdiği talebelerinden biri anlattı: Rüyâmda, Sultân-ül-ulemâ’nın mübârek başını, Arş’a kadar yükselmiş gördüm. Ona; “Efendim! Hâliniz nasıldır?” dedim; “Oğlum Celâleddîn-i Rûmî’nin ilim ve amel nûruyla bu derece yükseklere ulaştım. Oğlumun mertebesine, bütün velîler ve melekler gıbta ediyorlar. Ondan çok memnunum.” dedi.
Baha Veled’in vefatından sonra Selçuklu Sultanı Alâeddin’in mühim bir sıkıntısı olsa şeyhinin Türbesine koşar mutlaka ferah bularak dönerdi.
1) Nefehât-ül-Üns; s.513, 514
2) Kâmûs-ul-A’lâm; c.2, s.1412
3) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.9, s.223
4) Risâle-i Sipahsalar
SEYYİD BURHÂNEDDÎN-İ TİRMİZÎ
(Hz. Mevlâna’nın Hocası)
Seyyid Burhâneddîn-i Tirmizî, Sultânu’l-Ulemâ’nın Horasan’daki müridlerindendi. Bahâeddin Veled’e intisap ettikten sonra bir müddet kırlara düşüp, tecelli nurlarının çokluğundan kararsız olmuştu. Riyâzeti pek sever, daima perhiz yapar, nadiren yemek yerdi. Kalplerdeki sırları söylediği için Horasan, Buhara, Tirmiz ve civarında “Seyyid-i Sırdân” diye tanınırdı. Baha Veled’in Horasan’dan göç edişinden sonra Tirmiz’e gitmiş ve orada inzivaya çekilmişti.
Seyyid, günlerden bir gün kuşluk vaktinde birdenbire; “Eyvah! Şeyhim bu toprak âleminden göçtü” diyerek feryat ile ağlamaya başladı. Günlerce ıstırabını, kederini teskin edemedi. Sonra bir gece rüyasında Sultânu’l-Ulemâ’yı gördü. Şeyhi hiddetle bakıyor;
-Burhâneddin, nasıl olur da bizim Hüdevendigârı (Mevlâna) yalnız bırakır, yanına gitmezsin? Bu atabeklik vazifesine yakışmaz, diyordu. Uykudan üzüntü ile uyanan Seyyid Burhâneddin hemen hazırlanıp, birkaç yakını ile birlikte yola koyuldu ve 1211 senesinde Konya’ya ulaştı. O sırada Mevlâna Celâleddin yedi sene boyunca oturdukları Lârende’ye bir seyahat yapmıştı. Hüdâvendigâr’ı bulamayan Seyyid-i Sırdan bir mektup yazarak dönmesini rica etti. Mevlâna mektubu alınca öpüp, gözlerine sürdü ve derhâl Konya yolunu tuttu.
Kavuşma çok heyecanlı oldu; her ikisi de kendilerinden geçtiler. Seyyid Burhaneddin, delikanlı Celâleddin’in bilgide eşi olmadığını görmüş; bâtınında da işlenmemiş mâdenler bulunduğunu keşfetmişti. Sevgiyle yürüyen hocalık-talebelik devresi tam dokuz yıl sürdü.
Seyyid, Mevlâna’nın büyüklüğünü çok iyi biliyor, onu çok seviyordu. Bunun için ;
-Benim onun üzerinde hakkım vardır; ama onun benim üzerimdeki hakkı binlerce misli fazladır, buyuruyordu. Dokuz sene tamam olduktan sonra yine bir sevgi havası içinde Seyyid zaman zaman Mevlâna’dan Kayseri’ye gitmek için izin istemeye başladı. Mevlâna’nın gönlü ise bir türlü gitmesine rıza göstermiyordu.
Bir gün Mevlâna dostlarından bir grup Seyyid’i bir katıra bindirerek bağlara götürmüşlerdi. Kayseri yolculuğunu düşünen Burhâneddîn-i Tirmizî birdenbire hayvanın sıçraması ile yere düştü ve ayağı kırıldı. Şehre döndükleri zaman sitemli bir tebessümle Mevlâna’ya;
-Ne güzel mürid; mürşidinin ayağını kırıyor! dedi. Sonra;
-Niçin gitmeme izin verilmiyor? diye sordu.
Mevlâna bu soruya soruyla karşılık verdi;
-Neden beni bırakıp gitmek istiyorsun?
Cevap şu idi:
-Buraya kuvvetli bir arslan yöneldi (Şems-i Tebrizî); olabilir ki birbirimizle geçinemeyiz. Benim görevim artık bitti. Bunun için gitmek istiyorum.
Seyyid Burhâneddîn Kayseri’yi seviyordu. Oraya yerleşecek, inzivaya çekilecek, köşesinde gece gündüz Hak’la bir olacaktı. Nihayet Mevlâna’nın müsâdesiyle, o zaman Darü’l-Feth denilen Kayseri’ye yollandı.
Hayatının geri kalan günlerini Kayseri’de geçiren Burhâneddîn-i Tirmizî, 1220 senesinde bir gün, hizmetine bakan müridinden bir testi sıcak su getirmesini istedi. Su gelince, müride;
-Kapıyı kapa ve garip Seyyid göçtü diye dışarda selâ ver, buyurdu. Suyu getiren mürid, çıkar çıkmaz, efendisi ne yapacak diye, içerisini gözetlemeye başladı. Seyyid abdest almış, elbisesini giymiş, odanın bir köşesine kıvrılmıştı.
-Ey, bana bir emanet veren hâzır ve nâzır Allah! Lûtf edip bu emaneti al. İnşaallah beni sabredicilerden bulursun (Kur’an, XXXVII, 102), âyetini okuyarak ruhunu Hakk’a teslim etti.
Seyyid-i Sırdan’ın vefat haberi etrafa yayılınca büyük küçük herkesi hüzün ve acı kapladı. Hâfızlar Kur’an okuyor, şeyhler zikrediyor, selâlar veriliyordu. Seyyid bu şekilde toprağa verildi.
Sahip Şemseddin, Seyyid’in Türbesini yaptırdı. Fakat çok kısa zaman içinde türbe harap oldu. Tekrar yaptırıldı; yine yıkıldı. Bir gece Sahip Şemseddin, Seyyid’i rüyasında gördü; üzerine türbe yapılmasını istemiyordu. Bir müddet sonra Mevlâna’ya mektup gönderildi. O zaman otuz dört yaşında olan Hüdâvendigâr dostlarıyla beraber Kayseri’ye geldi; Burhâneddin-i Tirmizî’nin kabrini ziyaret etti.
Seyyid Burhaneddin’in türbesi bugünkü şekliyle, 1892’de Mesnevi şarihi ve zamanda Ankara Valisi olan Abidin Paşa’nın yardımıyla yapılmıştır.
MEVLÂNA VE ŞEMS-İ TEBRİZÎ
(Hz. Mevlâna’nın Can Yoldaşı, O’nu Aşk Yoluna Düşüren Velî)
Babası Bahâeddin Veled’in vefatında yirmi dört yaşında olan Mevlâna, sultanın emri ile babasının yerine oturtuldu. Seyyid Burhâneddin’in Konya’ya gelmesine kadar, dinî ilimleri öğretme vazifesine devam etti.
Mevlâna’nın ilk mürşidi babası idi. Sonra dokuz sene Seyyid Burhâneddîn-i Tirmizî’den feyz aldı.
Mevlâna, o zamanın ilim ve irfan merkezi olan Hâlep ve Şam’da ders görmüş, zâhir ve bâtın ilimleriyle mücehhez bir âlim, bir zâhit olmuştu. Bilgide, keşifte, keramette, güzel söz söylemede, güzel huyda eşi yoktu. Akıllara hayret veren zekâ ve irade sahibi idi. Mollâ-yi Rûm diye nâmı dillere destandı. Bütün hayatında öğrenmekten ve öğretmekten zevk almıştı. Kitaplarına düşkünlüğü son derecede idi. Ders verdiği medreseler, hayranları ile dolup taşıyordu.
Bu vaziyet, Tebriz’li Şems’in Konya’ya vâsıl oluşuna kadar beş sene sürdü; sonra her şey birdenbire değişti. Bu değişme, Şeyh-i Ekber’in senelerce evvel görüp söylediği gibi Mevlâna’nın aslında uçsuz bucaksız bir umman oluşunun icabı idi.
O Ne Kutlu Bir Gündü
1224 senesinin bir Cumartesi günüydü. Mevlâna’nın etrafını talebeleri sarmış, hürmet ve sevgilerinden yaya yürüyorlardı. Birdenbire önüne kalenderî kıyafetli bir derviş çıktı. İleri atılarak Mevlâna’nın katırını çevikliği ile durdurdu. Gözleri alev alev parlıyordu. Sordu :
-Ey, madde ve mânâ altınlarının sarrafı! Muhammed Mustafa mı büyük, Bayezid-i Bistamî mi?
Mevlâna irkildi :
– Bu nasıl suâldir? Elbette Muhammed Mustafa bütün enbiyâ ve evliyânın serveri ve lideridir.
Derviş :
-Evet; ama, Muhammed (a.s.); “Yarabbi, seni tenzih ederim. Biz seni lâyıkı ile bilemedik” buyurdu. Bayezid ise; “Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim, cübbenin içinde Hak’tan gayrı varlık yok” dedi.
Mevlâna cevaben;
-Bayezid bir Hak tecellisine mazhar olunca kabının darlığından taştı. Hz. Muhammed ise hangi mertebeye varsa evvelki makamlardan istiğfar ediyor, “Ey bizim düşünce ve idrâkimizden olan Allah! Biz seni lâyıkı ile bilemedik.” diyordu, dedi.
Yabancı derviş bir çığlık kopardı. Mevlâna katırdan aşağı atladı. Ortalığı telâş ve uğultu kaplamıştı. Birbirlerine büyük bir cezbeyle bir “ân”da bağlanan bu iki ulu zât beraber Gevhertaş Medresesi’ne geldiler. Bir hücreye girdiler. Bir rivayet; kırk gün, bir rivayet üç ay kimseyi içeri almadılar. İstiğrak, semâ, Hak sohbeti ve visâl orucu ile ruhânî günler geçirdiler.
Bu derviş, Şems-i Tebrizî idi. Mevlâna, vaktiyle Şam’da Hz.Şems’e rastlamış, fakat yüzü kapalı olan Şems’i bir görüp bir kaybetmişti. Ezel sevgisiyle ruh dostunu şimdi çok iyi tanıyordu ve; “İyd-i ekber ki Şems-i Tebrizî’dir; o bayramın büyük kurbanı ben oldum” buyuruyordu.
Mevlâna ile Şems-i Tebrizî’nin Konya’da birbirlerine kavuştukları yere Marace’l- Bahreyn yani, “İki denizin kavuştuğu yer” denildi.
Şems-i Tebrizî Kimdir?
Mevlâna’nın ilim, irfan ve aşktan ibaret hayatından gücümüz nispetinde bahsederken Şems’in sırlı hayatından biraz olsun söz açmadan geçmek imkânsızdır.
Şems-i Tebrizî, 1164’de Tebriz’de doğmuştur. Ecdâdının İran Türklerinden olduğu söylenir. Adı Şemseddin Muhammed, babasının adı Ali’dir. Dedesi ise Melek Dâd-ı Tebrizî’dir.
Şems, çocukluk dönemlerinden sonra Tebriz şehrinde sepet ören Ebu Bekr-i Zenbilbâf’ın müridi oldu. O günleri kendisi şöyle anlatır :
-Çocuktum, melekleri ve gayb sırlarını müşâhede ediyor, bütün insanların bunları gördüklerini zannediyordum. Sonra görmediklerini anladım. Şeyhim Ebu Bekr beni, onları söylemekten alıkoydu. Babam;
-Bu, bizim Şemseddin’e tâat ve riyâzetle değil ezelden beri verilmiştir, derdi. Velâyetleri şeyhimden aldım; fakat bende şeyhimin ve kimsenin görmediği bir şey vardı. Onu şimdi Mevlâna gördü.
Ne güzel söylenmiş bir beyit vardır :
Kadr-i dürr-ü gevheri âlem bilür
Âdemi amma yine âdem bilür
(İnci ve cevherin kıymetini dünya bilir
Ama, insanı ancak insan bilir)
Hz. Şems’in makamı o dereceye ulaşmıştı ki şeyhi ile kanaat edemez olmuştu. Aşkı, vecdi hudutsuzdu. Bir yerde karar kılamazdı. Kara bir keçe giyer, günlerce oruçlu gezerdi. Yedi günde bir, yarım ekmeği kelle suyuna tirit yapar, yalnız onu yerdi. Senelerce seyahat etti. Bir kervansaraydan bir kervansaraya konardı. Bu sebeple ve mânâ âlemindeki seyrinden dolayı kendisine, Şems-i Perende (Uçan Şems) dendi. Âriflerin bâzıları ona Kâmil-i Tebrizî veya Seyfullah (Allah’ın kılıcı) da derlerdi.
Şems, kabına sığamayacak kadar taşkın bir ruha; hiçbir kayıt ve çerçeveye girmeyen coşkun, sûfiyâne bir cezbeye sahipti. Sabrının, kararının tükendiği, sırlarına mahrem bir dost aradığı bir gece;
-Ey Rabbim! Kendi örtülü velîlerinden benim sohbetime tahammül edecek birini karşıma çıkar, diye niyaz etti. Elbette Hak katında dûası makbul idi. Rûm ülkesine gitmek, Mevlâna Celâleddin’i bulmak için ilham aldı. Lâkin o mübarek yüze kavuşmanın bir de şükran borcu olacaktı. Uçan Şems de kendi “başını” şükrâne olarak adadı.
İşte böylece, Mevlâna âleminin “şemsi” Konya’ya aşk ve ateşle vardı. Şekerciler (Şeker-furûşân) Hanına yerleşti. Sonra Mollâ-yi Rûm’un yolunu beklemek için, Altın Aba Medresesi’nin önüne gitti ve daha önce bahsedildiği gibi “iki derya” kavuştu.
Hüdâvendigâr’ın aziz oğlu Sultan Veled, babasının Şems ile olan karşılaşmasını Hz. Musa ile Hızır’ın buluşmasına (Kur’ân, XVIII, 64–80) benzetir. Şems’in yüzünü görünce;
-Sırlar ona güneşin doğuşu gibi açıldı; görülmemişleri gördü, der. Sonra ilâve eder:
Mevlâna üstad bir şeyh idi, yeniden mürid oldu. Nihayete ermişti, baştan başladı. Herkes ona tâbî idi, o Şems’e tâbî oldu.
Mevlâna’nın Şems’e tâbi oluşu ve en ağır imtihanları geçirişi hiç şüphesiz kabının enginliği icabı idi. Mevlâna, “Mü’min, mü’minin aynasıdır” hadisine göre bir ayna gibi Hz. Şems’te gördüğü kendi güzelliğine, aslına âşık olmuştu. Allah Kur’an’da : “Beni sevmek isteyen sana (Peygambere) muhabbet etsin” buyurmuştu. Velîler, Peygamberlerin vârisi olduğuna göre velîler velîsi Şems’e aşk, aslında Allah’a olan aşkın bir tezahürü idi.
Artık Mevlâna kayıtsız şartsız, her ne bahasına olursan olsun, Hz.Şems’e tâbî idi. Sabrı ile en çetin imtihanları başarıyordu. İhtimal ki bu sebeple;
-Dost bize zehirle dolu bir kadeh getirdi; zehir onun elinde olduğu için o zehri zevk ve sevinçle içtik, demişti.
“Aşk şehidi nasıl olur, söyle, diyen olursa, tıpkı buna benzer diye ona benim canımı göster” buyurmuştu. Aşk dâvasının elbette ki çetin, nefse ağır gelen imtihanları vardı. Nitekim, insan ruhunu tam mânâsıyla saf bir hâle getirmek için nefsin gururunun kırılması lâzımdı. İşte en ağır imtihanların neticesinde Hz.Şems, Mevlâna’nın ayaklarına kapanıp ;
-Başlangıcı olmayan, başlangıcın sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyada baştan sona kadar senin gibi gönül tutan bir sultan, bir Muhammedî yürekli ne gelmiş, ne de gelecektir, dedi ve o anda baş koyup kendisi Mevlâna’ya mürid oldu.
Bütün Konya şaşkındı. Mevlâna’nın ne hocalığı, ne vaazı, ne de kitaplarına olan düşkünlüğü kalmıştı. Halk dedikoduya başladı. Talebeler;
-Şems, Hüdâvendigâr’ımızı bizden ayırdı, diye kıskançlığa düştüler. Dünya böylesine bir aşkı anlamaz, kaldıramazdı. Hâlbuki biraz evvel de arz etmek istediğimiz gibi, Şems, Hakk’ın tecellileriyle dolu Hak velisi idi. Onu sevmek, Hakk’ı sevmekti. Onunla sohbet, Hak’la sohbetti. Allah, Kur’ân-ı Kerim’de : “Ey, iman edenler, Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyordu. “Sâdıklar” velîlerdi. Fakat, hamlar, ancak zâhiri gören zâhirperestler, insandaki mânâyı göremediler. Bunun için Mevlâna bir beytinde : “Sabah kuşları onun ziyâsını görmeye tahammül edemezler, nerde kaldı ki gece kuşları onu görmeye tamah etsinler” buyurmuştu…
Şems-i Tebrizî’yi ve Mevlâna’yı anlamayanlar da, gün geçtikçe işi büyüttüler. 1225 yılının bir Perşembe günü dedikoduların artmasıyla ortadan kayboldu. Mevlâna’nın emri ile her taraf arandı. Hiçbir iz bulunamadı. Mevlâna, büyük bir keder içinde idi. Kıyafetini değiştirmiş, mâteme bürünmüştü. Istırabından gazeller söylüyor, muhitinden ayırmadığı neyzenlere ney üfletiyor, semâ ediyordu. Uyku, durak bilmiyordu. Zaten Mevlâna’nın istirahat ettiği vâkî değildi.
Şems Konya’yı terk ettikten sonra doğru Şam’a gitmiş bir han köşesine yerleşmişti. O da Mevlâna’nın hasretiyle yanıp tutuşmakta idi. Nihayet dayanamayarak Hüdâvendigâr’a bir mektup gönderdi. Mevlâna, hiçbir kelimenin izah edemeyeceği bir şekilde sevince gark oldu. Semâ etti ve hemen gazel tarzında bir cevap yazdı; oğlu Sultan Veled’i Şems’i geri getirmesi için Şam’a gönderdi.
Bir ay sonra Şems-i Tebrizî, Sultan Veled’in refakatinde Konya şehrine giriyordu. Yol boyunca Sultan Veled, bütün ısrarlara rağmen, hürmet ve sevgisinden yayan yürümüştü. Mevlâna’ya müjdeciler koşturuldu. Âşıkların sultanı şükran hisleriyle namaz kılıyor, semâ ediyordu. Sonra bekleyiş helecanlarına takati kalmadı. Yollara çıktı; kafile göründü. Konya bayram havası içinde idi. Tebrizli Şems’in büyüklük ve kudretine inananlar karşılamaya iştirak etmişlerdi. Dedikodu yapanlar ise pişmanlık hisleri içinde idiler. Şems ve Mevlâna kucaklaştılar. İnsanları çok iyi tanıyan, Muhammedî-meşrep olan Hz.Şems, pişmanlık duygusuyla önünde eğilenleri çoktan affetmişti. Nâzikâne muamelesi ve hekîmâne sözleriyle hissiyatının ulviyetini göstermişti.
Mevlâna, Şems-i Tebrizî’yi bu ikinci sefer gelişinde kendi çocukları gibi bakıp büyüttükleri güzel Kimya Hatun’la evlendirdi. Belki de bu evlilikle onu Konya’ya bağlamak istiyordu.
Günler tekrar, sohbet, semâ, istiğrak ve murâkabe ile geçiyordu.
Şems-i Tebrizî’nin Mevlâna ile olan mânevî alışverişinin eskisinden fazla, daha derinlerde olduğunu gören fesat kişiler, kıskançlık ve kötü görüşlerinden ortalığı tekrar karıştırmaya başladılar. Nihayet 1227 senesinde bir gece Hz.Şems’in ortadan kaybolmasına sebep oldular.
Menâkıb kitaplarının bazısında Şems’in, çekemeyenleri tarafından şehit edildiği; bazısında da izinin bulunmadığı yazılıdır. Bu kayboluş olayının rivayetleri çeşitlidir. Doğrusunu Allah bilir. Bizce mühim olan, Hz. Şems’in vazifesini tamamlamasıdır.
Şems’in kayboluşundan sonra Mevlâna yine her tarafı aratmış; bizzat Şam’a gitmiş, boş dönmüştür.
Mevlâna, Şems’in lâfını edenlere, “Filân yerde gördük” diye konuşanlara üstündeki cübbesini bağışlıyor;
-Bu senin yalanına armağan; doğru olduğunu bilsem canımı verirdim, diyordu. Güzel gözleri uykusuzluk ve gözyaşından kan içindeydi. Gazellerinin, rubailerinin en yanıklarını;
“O ebedi dirinin öldüğünü kim söyledi?
Ümit güneşinin söndüğünü kim söyledi?
O güneş düşmanı dama çıkıp;
İki gözünü kapadı ve güneş battı…” diye söylüyordu.
SALÂHADDİN-İ ZERKÛB
(Hz. Mevlâna’nın Şems’ten sonraki Yakın Dostu, Halifesi ve Dünürü)
Mevlâna’nın kutlu çevresinde müstesna bir yeri olan Salâhaddin Feridûn Zerkûb, Konya’da bir göl kenarında kurulmuş olan Kâmile köyündendi. Fakat Şems-i Tebrizî gibi aslen Tebrizli olduğu söylenirdi. Ümmî idi, yani okuma yazma bilmezdi. Buna rağmen son derece zeki ve anlayışlı idi. İlim ve irfan âşığı idi. Bu aşkla genç yaşta Seyyid Burhâneddin Tirmizî’nin müridi olmuştu. Şeyhine hizmet eder, sohbetlerini kaçırmazdı. Seyyid Burhâneddin Kayseri’ye gittikten sonra Salâhaddin de gönlünde açılan ayrılık acısıyla Konya’da duramamış, anasını, babasını ziyarete köyüne gitmiş, orada evlenmişti. Bir müddet sonra yine Konya’ya döndü. Bir gün Cuma namazına gitmişti. Mevlâna camide ders veriyor, Seyyid Burhâneddin’den bahsediyordu. Âşık ruhlu Salâhaddin, birdenbire Mevlâna’nın zâtında Seyyid’in hâl ve nurunu gördü; vecd ve istiğrak içinde feryat ederek minberin önüne atıldı, Hüdâvendigâr’ın ayaklarına kapandı. O andan itibaren içinde Mevlâna’ya karşı büyük bir sevgi ateşi belirdi ve dostlarının en bağlılarından oldu.
Şems-i Tebrizî Konya’ya gelip iki denizin birleşmesi misâli, Mevlâna ile mahrem sohbetlere koyulduğu zaman Salâhaddin-i Zerkûb, iki ulu zâta kendi hücresini tahsis etmiş, hizmetlerine de kendisi bakmıştı.
Salâhaddin’in en mühim hususiyetlerinden biri de dinlemekti. Mevlâna’nın huzurunda daima diz üstü oturur, kollarını yenlerinin içine sokar, başını kalbinin üzerine eğer, onun sohbetini dikkatle dinlerdi. Ancak kendisinden bir şey sorulduğu zaman da ârifâne cevaplar verirdi.
Şems-i Tebrizî’nin gidişinden sonra bir gün Mevlâna, Konya çarşısında dalgın dolaşmakta idi. Yolu kuyumcuların olduğu tarafa düştü. Salâhaddin’in bu çarşı içinde bir dükkânı vardı. Çırakları ile içerde altın dövüyorlardı. Bir çok çekicin âhenkli vuruşundan öyle bir mûsikî meydana geliyordu ki, dükkanın önünde Mevlâna durakladı. Sesleri dinledi; heyecanı artıyor, dayanılmaz vecd hâlini alıyordu. Bir eliyle feracesinin yakasını tuttu ve semâ’ya başladı. Çarşı halkı şaşkın seyrediyordu. Bu hâli gören Kuyumcu Salâhaddin, çekici bıraktı. Kalbinde coşa gelen aşk ve şevk şûlesiyle çıraklarına;
-Siz devam edin, altınların ziyan olmasına bakmayın, dedi; dışarı fırladı, koştu, Mevlâna’nın ayaklarına kapandı.
Mevlâna semâ esnasında şu gazeli söylüyordu :
Yekî gencî pedîd âmed der în dükkân-ı Zerkûbî
Zihî sûret, zihî ma‘nî, zihî hûbî, zihî hûbî
(Bu kuyumcu dükkanında bir hazine göründü.
Ne hoş sûret, ne hoş mânâ, ne güzellik, ne güzellik…)
O gün öğleden ikindiye kadar âşıklar sultanı semâ’ya ara vermedi. Öyle ilâhî bir âlemdi ki Mevlâna’nın bu semâı Kuyumcu Salâhaddin’in gönül gözünden perdeleri kaldırıyor, mânâ göklerinde uçuyordu. Bir ân geldi, fânî cihanın bütün maddesiyle alâkası kesildi. Varlığı eridi, gitti; sırf ruh kaldı. Mânevî hazineye müstağrak oldu. İşte o zaman;
-Yağma, ey ahâli, yağma! diye seslenmeye başladı.
Pek kısa zamanda dükkânındaki altınlar kapışıldı. Zahirî varlığını, bulduğu mânevî ve ebedî hazine uğruna yağma ettiren Salâhaddin’in servetinden ortada eser kalmadı.
Vaktiyle Seyyid Burhâneddin’in feyzi ile olgunlaşan Salâhaddin, Mevlâna’nın aşk ateşiyle bir anda pişmişti.
Kuyumcu Salâhaddin yukarıdaki olaydan sonra Mevlâna’ya şöyle diyecektir :
-İçimde nur kaynakları varmış da haberim yokmuş. Onları öyle bir uyandırdın, coşturdun ki…
Kuyumcu Salâhaddin’in nur kaynakları coşmuş taşmıştı. Ya Hüdâvendigâr’ın hâli nice idi? Âşıklar sultanı da Hz.Şems’in yüce mânâsını Salâhaddin’de bulmuş, onu gönül tahtına oturtmuştu. Erlerin eri olan Salâhaddin’i “Hak velîsi, zamanın Bayezid’i, devrin Cüneyd’i, Hızır kademli, İsa nefesli, Hak dinin Salâh’ı, iki âlemin Kutbu” diye övüyordu.
Tebrizli Şems’in kayboluşundan sonra Mevlâna, kendine tâbî olanlarla meşgul olma işini ve irşâd vazifesini 1229 senesinde Salâhaddin-i Zerkûb’a bıraktı ve onu Şeyh yaptı.
Seyyid Burhâneddin, Hz.Şems ve Mevlâna gibi üç büyük irfan güneşinden feyz alan Şeyh Salâhaddin, dinî usullere son derece riayet ederdi.
Mevlâna Şeyh Salâhaddin’e olan sevgisinden oğlu Sultan Veled’i Şeyhin kızı Fatma Hatun’la evlendirmişti. Bu suretle arada zahirî bir bağ ve akrabalık kurulmuştu. Keramet ehli ve kâmile bir hanım olan Fatma Hatun’un Hediye isimli bir de kız kardeşi vardı. Mevlâna onu da pek sever, “Fatma benim sağ, Hediye ise sol gözümdür” derdi. Hediye Hatun da Nizameddin-i Hattat ile evlendirilmişti.
Böylece on sene geçti. Riyâzet ve mücahededen pek zayıflayan Şeyh Salâhaddin günün birinde hastalandı. Mevlâna hemen her gün ziyaretine geliyor, başucunda oturuyordu. Nihayet Şeyh Salâhaddin;
-Bana müsaade et de dedi, artık bu dünyadan göçeyim, dedi.
Mevlâna bu yalvarışa boyun eğdi. Bir gazel yazıp gönderdi ve ziyaretini kesti. 1239 senesinde Şeyh Salâhaddin’in canı maksuduna erdi.
Cenaze, vasiyet ettiği gibi, kudümler, defler çalınarak, neyler üflenerek kaldırıldı.
Salâhaddin’in ölümüne son derece üzülen Mevlâna, onun için şu gazeli söylemiştir.
“Hakikatte sen bir kişi değildin, yüz cihandın. Dün gece gördüm ki senin gittiğin o cihan bıraktığın bu cihana ağlıyordu.
…
Yazık, yazık, pek yazık oldu. Böyle gören göze, şüphe gözü ağlamaktadır.
Ey, Şah Salâhaddin! Ey, çabuk uçup giden devlet kuşu. Yaydan fırlayan ok gibi uçup gittin. O yay da ağlamaktadır şimdi.
Salâhaddin’e ağlamayı herkes bilmez. O ağlamayı, kimlere, hangi insanlara ağlanacağını bilen bilir.”
HÜSÂMEDDİN ÇELEBİ (AHÎ TÜRKOĞLU)
(Hz. Mevlâna’nın Hâlifesi, Mesnevî’nin Kâtibi)
Hz. Mevlâna’nın kalbinde ikinci ayrılık yarası açan Şeyh Salâhaddin’in vefatından sonra, Mevlâna irfan şûlelerinin âhengini temin etmek vazifesini Çelebi Hüsâmeddin’e tevdi etti.
Hüsâmeddin Çelebi, Hz.Şems ve Mevlâna tarafından çok sevilmiş şanslı bir kişi, seçilmiş bir mânâ adamıydı. Hâlifelik sırası Şeyh Salâhaddin’den sonraydı. Fakat Mevlâna Celâleddin’e sorarsanız, Hz.Şems de dahil, mânâda hepsi BİR’di, hepsi aynı nurdandı.
Hüsâmeddin Çelebi’nin babasının adı Mehmed, büyük babasının adı Hasan idi. 1204 senesinde Konya’da doğmuş, çocuk denecek yaşta yetim kalmıştı. Zamanının şeyhleri kendisine pek ilgi gösterirler, meclislerine davet ederlerdi. Böylece daha çocukken birçok büyüklerin sohbetlerinde bulundu. Sonra Mevlâna Celâleddin’in huzurunu kendisine gönül durağı seçti ve bu da son menzili oldu.
Hüsâmeddin Çelebi, bütün varlığını, Hz.Ebubekir’in malını Hz.Muhammed uğruna feda etmesi gibi, Mevlâna yolunda, Mevlâna sevgisinde feda etti. Bir gün lalaları geçim vasıtası mal mülk kalmadı diye kendisine târizde bulundular. O ise evin eşyalarını da satmalarını emretti. Günün birinde :
-Artık bizden bir şey kalmadı, diye karşısına gelen lala ve hizmetkârlarına;
-Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Allah’ın elçisine uymak müyesser oldu. Sizleri de Mevlâna’nın aşkı ile âzâd ettim, dedi.
Mesnevî Yazılıyor
Bir gece Mevlâna ile yalnız kaldığı saatlerde Çelebi huzuruna gelip dedi ki :
-Feridüddîn-i Attâr’ın İlâhinâmesi ve Mantıku’t-Tayr’ı gibi bir kitap yazılsa, bütün insanlar arasında hâtıra olarak kalır. Âşıklara yoldaş ve ulu bir rehber olur. Bu kulunuz ister ki değerli dostlar, yüzlerini Mevlâna’mızın kutlu yüzüne çevirsinler ve başka bir şeyle meşgul olmasınlar.
Mevlâna, Çelebi’yi dinliyor ve gülümsüyordu. Hüsâmeddin Çelebi susunca, mübarek sarığının içinden bükülü bir kâğıt çıkarıp uzattı. Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti hazırdı .
Böylece Çelebi’nin eline verilen on sekiz beyitle Mesnevî-i Şerîf başlamış oldu. Sonra, yıllarca sürdü. Sohbet ederken, semâ ederken, yolda, bağda, medresede, gece sabahlara kadar, hangi saatte ve nerede olursa olsun Hüsâmeddin Çelebi karşısında, aşkla, şevkle yazıyordu. Bunu ancak Hüsâmeddin Çelebi gibi sevmesini bilen, Mevlâna’da aşkı ile yok olan bir bahtlı yapabilirdi. Böylece VI ciltlik dünya edebiyatının bir şâheseri ve ruhânî hayatın yol göstericilerinden biri olan MESNEVÎ yaklaşık sekiz yılda tamamlanmış oldu. Bu büyük aşka ve çok şerefli çalışmaya mukabil Mevlâna, Mesnevî’yi “HÜSÂMÎNÂME” diye sıfatlandırdı ve ciltlerin başında Çelebi’yi: “Hak ziyası Hüsâmeddin, yıldızların nuru şah Hüsâmeddin, gönüllerin hayatı Hüsâmeddin” diye övdü.
Yıl 1273’ü gösterdiği vakit Mesnevî’nin söylenip-yazılması tamamlanmış; Mevlâna da arzuladığı Sevgili’sine kavuşmuştu. Müridler Mevlâna’nın makamına oğlu Sultan Veled’i geçirmek istiyorlardı; O ise bu makama Hüsameddin Çelebi’nin lâyık olduğunu ve onun oturması gerektiğini söylüyordu. Hüsâmeddin Çelebi de ısrarlara dayanamayarak bu makama oturmuş müridleri ve halkı irşâdla Mevlâna’nın vazifesini devam ettirmeye başlamıştı. Bu mübarek vazife 10 yıl kadar sürecek ve Çelebi ileride tesis edilecek Mevlevîlik Tarikatı’nın ilk ve Mevlâna soyundan olmayan tek şeyhi olarak tarihe adını yazdıracaktı.
Bir gün Çelebi müridleriyle birlikte Meram’daki bağlara gitmişti. Bir derviş şehirden geldi;
-Mübarek Türbenin alemi düştü ve bir çatlak açıldı, diye haber getirdi. Çelebi teessüre kapılıp;
-Dönelim, ömür kadehimiz dolmaya başladı. Göç zamanı yaklaştı. Dost, vuslat müjdesini verince ayaklarımızla değil, başımızla sürünerek gitmemiz gerekir, diyerek ağlamaya başladı. Böylece âşıklar mahzûn ve kederli olarak evlerine döndüler.
Hüsâmeddin Çelebi birkaç gün hasta yattıktan sonra, H. 683 (M.1284)Şaban ayında Allah’ın rahmetine kavuştu.
Yaklaşık yirmi altı bin beyitlik altı cilt Mesnevî’yi, dünya tarihinde hiç görülmemiş bir şekilde gece gündüz demeden kaleme alan; on sene irşâd makamında kalan Hüsâmeddin Çelebi, Yeşil Türbe’nin giriş kapısına yakın bir yerde yatar.
SULTAN VELED
(Hz. Mevlâna’nın Oğlu ve Mevlevîliği Tesis Eden Kişi)
Mevlâna ve yakınları tarafından Bahâeddin diye çağrılan Sultan Veled, 25 Rebîulâhir, 623 de (24 Nisan 1226) Lârende’de (Karaman) doğdu. Mevlâna sevgili oğluna, babası Sultânu’l-Ulemâ’nın adını (Bahâeddin Veled) taktı. Sultan Veled’in annesi, bilindiği gibi, Lâlâ Şerefeddin’in kızı Gevher Banû idi. Küçük yaşta annesiz kalan Sultan Veled, velîye bir kadın olan dadısı Kirâmana ve üvey annesi Kerra Hatun’un annesi tarafından büyütüldü. Mevlâna da sevgili oğlu ile pek meşgul olur; onu daima kucağında uyuturdu. Gençlik çağında ise kendisini görenler, Mevlâna’nın kardeşi zannederlerdi. Bu benzeyiş için Hz. Pîr oğluna;
-Sen insanların iç ve dış yaratılışları bakımından bana en çok benzeyenisin, derdi.
Sultan Veled de bu alâka ve benzeyişten asla şımarmaz, kibirlenmez; bilâkis tevâzunun timsali bir insan olduğunu her hâliyle gösterirdi.
Oğlunun yetişmesine âzami dikkati sarf eden Mevlâna, diğer oğlu Alâeddin’le birlikte Sultan Veled’i Şam’a tahsil için gönderdi.
Sultan Veled, Mevlâna’nın sevdiklerine son derece sevgi ve hürmet gösterirdi. Yirmi yaşında iken Şems-i Tebrizî’ye mürid olmuştu. Sonradan babasının emri ile Şems’i alıp Konya’ya getirmek için Şam’a gitmiş, dönüşte bütün yol boyunca yürümüştü. Şems’in ısrarlarına rağmen;
-Padişah at üzerinde, kul at üzerinde nasıl olur? diyerek yaya kalmayı tercih etmişti. Hiç şüphesiz bu bir Velî terbiyesi idi.
Sultan Veled, kayınpederi olan Salâhaddin Zerkûb’a da aynı hürmet ve muhabbeti gösterirdi. Velîler velîsi Şems’in kayboluşundan sonra, Salâhaddin Zerkûb’a tâbî olmuştu.
Mevlâna, evlat sevgisinin yanı sıra mânâ birliği ile de sevdiği oğluna;
-Bahâeddin, daima cennette olmak istersen herkesle dost ol. Hiç kimseye kin gütme, buyururdu. Sultan Veled, mayasındaki aşk, iman, şefkat ve tevazû gibi güzel hasletlerden başka bu nasihat ve görenekle yetişiyordu. Âşıkların, âriflerin sultanı, biricik babasının kıymetini ise pek iyi biliyordu. Bunun için;
Mevlâna’dır evliya kutbu bilin
Ne kim ol buyurdise anı kılın
Allahdan rahmettir anın sözleri
Körler okusa açıla gözleri
diyordu.
Bir bahar günü, Meram bağlarına gidilmiş, semâ edilmişti. Mevlâna vecd içinde gazeller söylemişti. Bir aralık Sultan Veled coşkunlukla;
-Sübhanallah ! Konya’nın ne hoş manzarası var. Rahmet nurları ışıldıyor, dedi. Mevlâna;
-Evet, vallahi Konya mübarek bir şehirdir; onu sana bağışladım. Bizim mübarek Türbemiz, büyük Mevlâna Bahâeddin’in kemikleri, çocuklarımız, bizden sonra gelenler, muhiplerimiz bu şehirde oldukça bu şehir zevâl bulmayacak. Boş da kalmayacak. Şehir halkı emin olacak, buyurdu.
Mevlâna’nın vefatından sonra yedi gün geçmişti ki Çelebi Hüsâmeddin Sultan Veled’in önüne gelerek;
-Mevlâna’mız cemâl ve visâl âlemine gitti. Biz yetimleri de size tevdî etti. Buyurunuz, pederinizin makamına geçiniz. Hâiz olduğunuz irfan ve kemal ile bu makâmın ehlisiniz, dedi.
Sultan Veled de Çelebi Hüsâmeddin’in ellerine sarılarak;
-Pederimin hâlifesi ve dostların ulusu sizsiniz. Hüdâvendigâr’ın yadigârısınız. Pederim, bütün ashâb ve evlâtlarının umurunu size tevdî etmişti, diye cevap verdi.
Böylece Sultan Veled, babasının makâmına Çelebi Hüsâmeddin’i geçirdi ve senelerce Çelebi’ye tâbi oldu. Çelebi’nin vefatından sonra pek çok kişinin yalvarıp yakarmasıyla ancak Mevlâna’nın makâmına geçti.
Sultan Veled de babası Mevlâna’nın Seyyid Burhaneddin’e, Hz.Şems’e, Salâhaddin Zerkûb’a ve Hüsâmeddin Çelebi’ye bağlanması, onları övmesi gibi Çelebi’den sonra Bektemüroğlu Şeyh Kerimeddin’e bağlanmıştı.Yedi yıl sonra, 691 yılı Zilhicce ayında (M.1284) Şeyh Kerimeddin vefat etti ve Mevlâna Türbesi’ne defnedildi.
Sultan Veled, açık üslubuyla babasının sözlerini açıklar, Hadisleri, Âyetleri tefsirde fevkalâde başarılar gösterirdi. Mevlevî semâına âyin şeklindeki düzeni, Sultan Veled vermiş; ayrıca Mevlevîliği yaymak için birçok şehirlere seyahat etmişti.
Sultan Veled, irfan dolu hayatının son deminde, Kasım 1312 Cumartesi gecesi ağlayan yakınlarına şöyle demişti :
-Kılıç kınından sıyrılmadan kesmez. Siz de bizim kılıf gibi olan vücudumuzun harap olmasından müteessir olmayın. Biz her ne kadar gözü perdeli olanlardan gizli kalırsak da mânevî dostlarımızın yanındayız. Sizin hareketlerinizi idare etmekten geri durmayız.
Mevlâna’nın velî oğlunu sevgili ve eşsiz babasının yanına defnettiler. Halk, yedi gün Türbenin üzerinden bir nurun yükseldiğini gördü.
Sultan Veled’in üç mesnevisi, divanları ve bir de Ma’ârif adlı mensûr tasavvufî eseri vardır. Mesnevilerinin isimleri de İbtidânâme (Velednâme), Rebâbnâme ve İntihânâme’dir.
Sultan Veled’in, Şeyh Salâhaddin Zerkûb’un kızı Fatma Hatun’dan Emir Ârif Çelebi, Mutahhara Âbide Hatun ve Şeref Ârife Hatun, sonradan aldığı Nusret ve Sünbüle Hatunlardan Şemseddin Emir Âbid, Salâhaddin Emir Zâhid, Hüsâmeddin Emir Vacid isimli çocukları olmuştur. Mevlâna’nın kutlu nesli Sultan Veled’den devam etmiş ve bu sülâleye “Çelebiler” denmiştir.
ULU ÂRİF ÇELEBİ
(Hz. Mevlâna’nın Torunu, Mevlevîliği Anadolu’nun Birçok Yerine Yayan Kişi)
Sultan Veled’in ışıklı hayatının nihayet bulmasından sonra, yerine oğlu Ulu Ârif Çelebi geçti.
Sultan Veled’in eşi Fatma Hatun’un daha önce doğan çocukları yaşamamıştı. Bu hamileliğinde de yine bundan korkuyordu. Fakat, Mevlâna’nın gönderdiği müjdeli bir haber Fatma Hatun’un korkularını giderdi.
Ârif Çelebi, 1272 de dünyaya geldi. Bu mesut haberi alan Mevlâna, hemen Fatma Hatun’un yanına koştu; gelininin başına paralar serptikten sonra, çocuğu istedi. Mübarek feracesine sararak alıp götürdü. Epey bir zaman sonra geri getirdi. Yavruya kendi adı ile anne tarafından dedesinin adı olan Muhammed Celâleddin Feridun adını verdi. Sonra;
-Bu çocuğu Emir Ârif diye çağırın. Bana da babam, “Hüdâvendigâr” derdi, adımı söylemezdi, buyurdu ve şu gazele başladı :
Feridun kutlu olsun bize; din padişahı olsun,
Gökteki ay gibi parlasın, aydın bir hâle gelsin.
Şekerlerle dopdolu mısır tarlası gibi tatlılaşsın,
Kutluluk meydanından topu çelsin;
Eyeri vurup yağız devlet atına binsin.
Ay gibi ikbal burcundan doğan bu Feridun baştanbaşa sevgidir.
Hamd olsun Allah’a; devlet köşkünde rütbesi, mansıbı artar.
670 yılında bir Salı günü anasından doğdu.
Zilkade’nin sekiziydi; öğleyi iki saat geçmişti.
Hüsrevler soyundandır.
Şirin gibi sevgili olur elbet.
Ana tarafından da soylu bir padişahtır ;
Baba tarafından da.
Kara gözleri huriler gibi cennetten gelmiştir.
Ergenlik çağına gelip yetişince bu şiirimi görür, beğenir.
Dilerim, binlerce yıl yaşasın.
Feridun, sen de bu dûaya candan âmin de.
Bir gün de Mevlâna bu kutlu torununu sevip okşarken, Sultan Veled’e;
-Bahâeddin, bu çocukta yedi velînin nurunu görüyorum : Babam Bahaeddin’in, Seyyid Burhâneddin’in, Şems-i Tebrizî’nin, Şeyh Salâhaddin’in, Çelebi Hüsâmeddin’in, benim ve senin, buyurdu.
Şimdi, Ulu Ârif Çelebi’nin çocukluk günlerini düşünürken Menâkıbu’l-Ârifîn’den şu satırları aktaralım :
“Ârifin beşiğini Mevlâna’nın yanına getirdikleri zaman Mevlâna mübarek eliyle üzerindeki örtüyü kaldırıp inayet nazarları ile mütemadiyen beşiğin içine baktı. Bu kundak çocuğu da Hakk’ın inayeti ile büyük babasına karşı bir takım hareketler yapmaya başladı. Mevlâna, Ârif, “ALLAH” de, buyurdu. Hemen söylemek kudretini veren Cenab-ı Hakk’ın dile getirmesiyle İsa’nın dili gibi fesahatle “Allah” demeye başladı. Öyle ki çevredekilerin hepsi bunu işitip feryat ettiler. Bir kısmı o hâlin dehşetinden bayıldı…”
Ulu Ârif Çelebi büyüdükçe hâli, tavrı, yürüyüşü, semâı velhâsıl her şeyi Mevlâna’ya çok benziyordu. Fakat meşrebi Şems-i Tebrizî gibi celâlli idi. Kendisine hürmet ve aşk derecesinde sevgi gösterenlerden biri de babası Sultan Veled’di. “Velî’yi velî bilir, ârifi ârif anlar” gereğince gerçeği görüyor, oğlunu evlat sevgisinin çok fevkinde seviyordu.
Emir Kayser-i Tebrizî’nin kızı Devlet Hatun’la evlenmiş olan Ulu Ârif Çelebi çok seyahat ederdi. Hemen bütün Anadolu’yu gezmiş, Irak ve Tebriz’e kadar gitmişti
Sohbetlerinde;
-Peygamber ve velîler mucize ve keramet için değil, insanları Hakk’a davet için bu âleme gelmişlerdir. Fakat bedbahtların inkârları sebebiyle olağanüstü şeyler gösterirler ki başkaları ibret alsın, buyururdu. Yine buyururdu ki :
-Mevlâna’nın kutsî ruhunun hakkı için söylüyorum, ben kendimi göstermeyi asla sevmem. Keramet de hiç hoşuma gitmez; ama bazı zaman vâkî olan şeyler dostları teşvik içindir.
Âriflerin menkıbelerini toplayıp Menâkıbu’l-Ârifîn’i, yazan Ahmed Eflâkî de Ulu Ârif Çelebi’nin müridlerinden idi. Mevleviliğin ilk dönemleri hakkında bizleri aydınlatan bu güzel kitabı, Ârif Çelebi’nin emri ile yazmıştı.
Bir gün Ulu Ârif Çelebi Lârende’den Aksaray kazasına gitmişti. Semâ meclisleri tertip ediliyor, kendisine türlü ikramlarda bulunuluyordu. On gün kadar kaldıktan sonra bir gece uykusunda pek çok ağladı. Sabahleyin sebebini soranlara bir çardakta oturduğunu ve görülmemiş bir bahçeyi seyrettiğini, bahçede dedesi Mevlâna Celâleddin’i gördüğünü anlattı. Mevlâna yedi velînin nurunu taşıyan torununu davet ediyordu. Ulu Ârif Çelebi o davetin tesirinden ve bahçenin güzelliğinden ağlamıştı. Bu rüyadan sonra hemen Konya’ya hareket etti. Şehre varınca kendisinde bir kırıklık, bir keyifsizlik peyda oldu. 719 Hicrî (M.1320) yılının Zilkade ayında bir Cuma günü güneş doğarken Türbenin kapısında Mevlâna’nın şu sözlerini söyledi :
“ Bu dünyadan kurtulmanın zamanı geldi. Burada bana hem-derd kalmadı. Benim hem-derdim babam ve Hüdâvendigâr idi. Hüdâvendigâr’ın yüzünü arzuluyorum. Mutlaka gideceğim.”
Rahatsızlığına aldırmayarak o gün Cuma namazına gitti. Baba ve dedesini ziyaret etti. Şimdi gömülü olduğu yere uzanıp yattı. Bir zaman sonra kalkıp buyurdu ki :
-İnsanın toprağı gömüldüğü yerden alınmıştır. Beni buraya gömün…
Ertesi gün rahatsızlığı biraz daha arttı. Etrafında ağlayanlara;
-Gelişimiz sizin için olduğu kadar gidişimiz de sizin içindir, diyordu. “Bütün hâllerinizde sizinle beraberim. Tam bir huzurla beni yolcu edin.”
Ulu Ârif Çelebi’nin hastalık müddeti bir ay sürdü. Mevlâna’nın dünyadan göçüşünden evvel olduğu gibi yine o günlerde Konya’da deprem oluyordu. Zilhicce ayının yirmi dördüncü Salı günü çocukları Şahzâde Bahaaddin Emir Âlim ve Muzaffereddin Emir Âdil yanında idiler. Onların Hüdâvendigâr’a ait olduklarını, vasiyete ihtiyaçları olmadığını söyledi. Ahmet Eflâkî’ye Türbesi’nin hizmeti ile meşgul olmasını, menkıbeleri toplayıp yazmasını tembih etti. Öğle ile ikindi arası Kur’an okuyarak kırk dokuz yaşında aslına göçtü (M. 5 Kasım 1320).
Tam kış ortasıydı. Konya’nın meşhur soğukları ortalığı kırıp geçiriyordu. Yerler ve sular donmuştu. Buna rağmen hâlkın ekseriyeti cenazede bulundu. Çelebi, yanık bir merasimle baba ve dedesinin yanına Yeşil Türbe’ye defnedildi.
ÂTEŞ-BÂZ-I VELÎ
(Hz. Mevlâna’nın ve Dergâh’ın Aşçısı)
Konya’da Âsitane ve Huzûr-ı Pîr diye anılan Mevlâna Dergâhı’ndan başka merkeze bağlı beş Mevlevî Tekkesi daha vardı. Bunlardan en önemlisi Şems ve Âteş-bâz Zâviyesi idi. Mevlevî Tekkeleri Âsitâne ve Zâviye olarak iki kısma ayrılırdı. Zâviyeler, Âsitâneden daha küçük sayılırdı. İşte hayatından ancak birkaç çizgi ile bahsedebileceğimiz Âteş-bâz-ı Velî Konya’da, Meram tarafında, kendi adını taşıyan Zâviyenin civarındaki Türbede medfûndur.
Rivayetlere göre, Âteş-bâz-ı Velî, Mevlâna hazretlerinin aşçısı idi. Mutfak, Mevlevîlikte pek mukaddes bir yerdi. Dervişliğe “ikrâr” veren hamlar orada olgunlaşır; çiğler orada pişer, kemâle ererdi.
Mevlevîler arasında nakledildiğine göre, Âteş-bâz bir gün odun kalmadığını Hz.Pîr’e arz etmiş. “Kazanın altına ayaklarını koy” cevabını almıştı. Emre uyan, madem ki böyle dendi, olmaz olmaz, diye düşünen Âteş-bâz iki baş parmağından çıkan alevle kazanı kaynatmıştı.Ve ondan sonra ismi ateşle oynayan mânâsında “Âteş-bâz” kalmıştı. Asıl adı Şemseddin Yusuf idi. Mevlâna’nın sevgili babası Sultânu’l-Ulemâ ile Horasan’dan geldiği söylenirdi.
Âteş-bâz-ı Velî, Sultan Veled zamanında dünyadan göç etmişti. Meram civarında, Âşıkan(Aşkan) durağında, bahçeler ve iğdelikler arasından geçilerek gidilen Türbesinin cephesindeki kitabenin Türkçe’si şöyledir :
“Bu kabir, kutlu şehit rahmetli İzzeddin oğlu, milletin ve dinin Şemsi, Yusuf Âteş-bâz’ın kabridir. Altı yüz seksen dört yılı Receb’in yarısında Allah rahmetine ulaştı. Allah yarlıgasın.”
CEMEL ALİ DEDE
(Hz. Mevlâna’nın lalası)
Selçuklular devrinde Konya’da yetişen evliyâdan. Aslen Horasan taraflarındandır. İsmi Ali’dir. Küçük çocuk iken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’yi sırtına alıp deve taklidi yaparak eğlendirdiğinden Cemel (Deve) lakabı verilmiştir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1274 (H.673) senesinde Konya’da vefât etti. Kabri, Konya’da Meram tarafındadır. (Meram son durak meram dereye dönen yol üzerinde dir) İbrahim Hakkı Konyalı Konya tarihi kitabında, Kasım Kalfadan Şeyh Vefa yoluyla Merama giderken yolun solundadır. Önünden şehir ırmağı akar diye tarif eder.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin babası Sultânü’l-Ulemâ ile birlikte Konya’ya gelen Cemel Ali Dede, Sultânü’l-Ulemânın sohbetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Selçuklu devri Konyasının tanınmış kişilerinden oldu.
İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâ ve âhirette kurtuluşa ermeleri için gayret etti. Pek çok kimse onun sohbet ve zikir meclislerinde bulunup yüksek derecelere ulaştı. Adına yaptırılan dergâhta ve mescidde ilim ve mârifet incilerini dağıtmakla meşgûl iken Konya’da vefât etti. Meram taraflarında Dede Bağı veya Cemel Ali Bağı diye anılan yerde defnedildi. Mütevâzi bir üslupla yaptırılmış olan türbesi, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Cemel Ali Dede Türbesinin içinde, sandukası çinilerle süslü olan yedi kabir bulunmaktadır. Bunlardan ortadaki kabrin Cemel Ali Dede’ye, yanındakilerin de hanımına, kızına ve aşçısına âid olduğu söylenmektedir. Türbenin yanında yer aldığı söylenen Sıbyan Mektebi günümüze kadar gelememiştir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, Cemel Ali Dede’nin mescid ve zâviyesinin bulunduğu Dede Bağı adı verilen yere giderdi. Buradaki sohbetlerde sevenlerine ledünnî âlemin sırlarından bahseder, onlara dünyâ ve âhirette Allahü teâlânın ve Resûlünün râzı olacağı işleri yapmalarını tavsiye ederdi.
BEYHEKİM
(Hz. Mevlâna’nın Doktoru)
Esas ismi EKMELÜDDİN MÜEYYED EL NAHCUVANI’DIR.
Kendisi “Tabibler Sultanı” ve “Tabibler Maliki” olarak anılmaktadır.
Selçuklular döneminde yetişen tabiblerin en değerlisi, belki de birincisi BEYHEKİM’ dir. Kendisi bir süre Kayseri de bulunan Cevher Nesibe Tıp sitesinde de başhekimlik yapmıştır. Dünyanın ilk tıp fakültesi olan Kayseri Cevher Nesibe Tıp Sitesinde okuyan tıp öğrencileri mezun oldukları zaman mezuniyet tezi hazırlarlardı. Bu tez başarılı bulunursa BEYHEKİM tarafından kendisine Selçuklu topraklarında doktorluk yapabileceğine dair belge verilirdi.
Bu büyük hekimin doğum ve ölüm yılı bilinmemektedir. Kendisi Hz. Mevlana’ ya mürid ve doktorluk ile Hz. Mevlana’ nın oğlu Sultan Velede doktorluk yaptığı kayıtlarda geçmektedir.
Bugün Konya’da Mevlana’ nın Doktoru olarak bilinen BEYHEKİM onu çeşitli hastalıklarında tedavi etmiş, ölümünde de yanında bulunmuştur. Bir defasında Sultan Rükneddin için Tıryak-ı Faruk isimli ikna hazırlarken Hz. Mevlana’ yı yanında gören BEYHEKİM, o’na macundan bir parmak almasını teklif ettiğinde Hz. Mevlana BEYHEKİM ‘e şu nükte ile cevap vermiştir: “EKMELÜDDİN, BİZİM İÇİMİZİ BİR EJDERHA SOKMUŞTUR Kİ EĞER BAHR-Î MUHİT TİRYAK OLSA ANA İLAÇ ETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR.”
Hz. Mevlana’ nın ve ailesinin doktoru olan BEYHEKİM ” Mektubat-ı Mevlana Celaleddin-i Rumi” de büyük bir saygı ile onılmıştır. Hz. Mevlana ona bir mektubunda :
“HEKİMLERİN BÜYÜĞÜ, HAYAT CEVHERİNİN EN ARINMIŞI, BELALARIN VE ZEHİRLERİN PANZEHİRİ, AKIL AĞAÇLARININ MEYVESİ, HOYRAT KİŞİLERİN MEYDANA GETİRMEK İSTEDİKLERİ KÖTÜLÜKLERİN SÖKÜP ATICISI, MARİFET DERYASININ CEVHERİ…………….” olan diye takdirkar ifade kullanmıştır.
Yine bir diğer mektubunda :
“HÜNERLER SAHİBİ, GÜZEL İNANÇLI, ÖZÜ DOĞRU OĞLUMUZ, HEKİMLERİN İFTİHAR ETTİĞİ, DİNİN VE DEVLETİN EKMEL’İ ‘i” ifadesi vardır.
Bahaeddin Veled’ in de BEYHEKİM’ e çok hürmetkarane yazılmış bir mektubu vardır. KIRKBİR Beyittik bir kaside ile BEYHEKİM’ i övmektedir, üstelik bu kasidenin ilk harfleri okunduğunda EKMELÜDDİN MÜEYYED EL NAHCUVANI adının çıktığı dikkati çekmektedir.
Konya’ya Camii ve Darüşşifa yaptırmış olan BEYHEKİM’ in bugün şifahanesi mevcut değildir.
Fatih Sultan Mehmet Han adına Konya vakıflarını tesbit eden bir heyet bugünkü mescidinin bulunduğu yeri şöyle kaydetmektedir:
VAKF-I MESCİD-İ BEYHEKİM DER MAHALLE-İ DEVLAT HAN