ÇELEBİ HÜSÂMEDDİN

A+
A-

2.1.5.   ÇELEBİ HÜSÂMEDDİN

Şeyh Salâhaddîn’in 657 yılı Muharrem’inde intikali ile birlikte makamına Çelebi Hüsâmeddîn geçmiş, 457 Sultan Veled’in ifadesi ile “hilâfet Çelebi Hüsâmeddîn’e erişmiş”458 ve aynı zamanda Çelebi, Mevlânâ’nın nâibi olmuştur.459

“O (Şeyh Salâhaddîn), (Çelebi) Hüsâmeddîn’den razıydı; ona binlerce seçkin defineler bağışlamıştı,

(Gerçi) Mevlânâ, o iki dünyanın eşsiz padişahı, hepsinin mürşidiydi,

Her birinin rütbesi, derecesi, ona apaydın görünmedeydi; o, adeta canla beden arasındaydı,

Dedi ki: Karga misali kapkara geceden dolayı güneş gittiyse onun yerine çerağ vakti geldi,

Ay bulutla gizlendiyse madem yıldızdan başka ne aydınlatabilir ortalığı?

Sahrada Ay’ın yol gösterdiği gibi deryada da yıldız kılavuzluk etmez mi?”460

Kaynaklarımız, tıpkı Şems-i Tebrîzî ile Şeyh Salâhaddîn meyanındaki irtibatlandırma misâli,461 Çelebi’nin Şeyh Salâhaddîn’den sonra Mevlânâ tarafından Şeyh’in makamına halife ve kendisine naib olarak seçilmesine yönelik ifadeleriyle esasta iki hususu işaret etmektedirler. İlki Çelebi’nin -Şems-i Tebrîzî ve Şeyh Salâhaddîn’de olduğu gibi- Mevlânâ için hemdem oluşu (hilâfet); ikincisi ise cümle mürîdânın muktedâsı oluşudur (nâibiyyet). Bu ikinci husus, esas mürşidin Mevlânâ olduğu hakikati göz ardı edilmeksizin, teslîk başta olmak üzere tarikat âdâbına taalluk eden mesâilin ve faaliyetlerin pratikte Çelebi tarafından yürütüleceği anlamına gelmektedir. Nitekim Mevlânâ bütün Mevlevî ashabın Çelebi’ye inkıyâdını, iktidâsını tavsiye ve emretmiş, 462 mürîdân Mevlânâ’ya yol bulabilmek için evvelce Şeyh Salâhaddîn’in hazretine olduğu gibi bu sefer de Çelebi Hüsameddine’e mürâcaat etmişlerdir.463 İlave olarak bir kısım mürîdânın daha önceki halifelere/nâiblere yönelik olumsuz tutum ve tavırları nedeniyle yaşanan tatsızlıklardan ders çıkarılması dolayısıyla bu sefer benzer durumların Çelebi Hüsâmeddîn’in hilâfeti ve nâibiyyeti ile ilgili olarak yaşanmadığı da kaydedilir.464

Diğer taraftan Çelebi’nin Mevlevî gelenek çerçevesindeki mertebesinin belirlenmesinde karakteristik olarak öne çıkan birbiriyle paralel iki hususiyetinin belirleyici nitelikte olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki gelenek tarafından “irâdet ve intisâb/ mürîd olma” keyfiyetinin Çelebi’nin zatında tezâhür ettiği şekliyle tayin edilmesidir. İkincisi ise müridana rehber olmak üzere menakıbın nazmedildiği ve insânî hakîkatin dile dâir varlık alanındaki ifâdesi olmak itibariyle “Mesnevî”nin ortaya çıkışında üstlendiği roldür. Daha ilk defterinin dîbâcesinde Mevlânâ, Mesnevî’nin Çelebi Hüsâmeddin’in istid’âsı (talep ve ricası) dolayısıyla nazma çekildiğini ifade etmektedir.465

Mevlânâ’nın Çelebi’nin pek çok husûsiyetini466 de zikrettiği ve Eflâkî tarafından da bir bölümü neredeyse aynen tekrar edilen467 ifâdeleri şöylecedir: 468

“Yüce Allah’ın rahmetine muhtaç Abd-i Zaîf Muhammed b. Muhammed b. el-Hüseyin el-Belhî der ki:

Eşsiz, örneksiz, benzeri az bulunur şeyleri, yüce sözleri, delil olma incilerini, zahidlerin tarîkatını, âbidlerin bahçesini içine alan, kuşatan, binası külfetsiz, manaları pek çok bulunan bu manzum “Mesnevî”yi, Allah kabûl etsin, Seyyidim (efendim), Senedim (dayanağım), Mu’temedim (güvendiğim dayanak), bedenimde can kesilen, bu günümün de, yarınımın da azığı olan (kişinin) isteği üzerine (nazma) çekme hususunda gayret (ictihâd) ettim. O Şeyh’tir âriflerin muktedâsı, doğru yolu bulanların ve yakîn ehlinin imâmı. Halkın feryadına ve yardımına erişen gavstır; gönüllerin, akılların eminidir; halkın arasında Allah’ın emanetidir; (O Allah ki) yarattıklarının içinden onu ıstıfâ etmiş, seçmiştir; Peygamberine, onun hakkında tavsiyelerde bulunmuştur. O, tertemiz kulunun katında gizlediği kişidir. Odur Arş hazinelerinin anahtarı, yeryüzü definelerinin emini, fazîletlere sahip olan. Ahî Türkoğlu diye tanınan Hasan’ın oğlu Muhammed’in oğlu Din ve Hak Hüsâm’ı Hasan. Vaktin Bâyezîd’idir, zamanın Cüneyd’i. Sıddîk oğlu Sıddîk oğlu Sıddîk’tır -Allah ondan da râzı olsun, ecdâdından da-. Aslen Urmiye’lidir; soyu da (hani) “Kürt olarak yattım, Arab olarak kalktım” diyen kerem sahibi Şeyh’e dayanır; Allah onun da, soyunun da ruhlarını takdis etsin; ne güzel bir asıl ve ne de güzel bir nesil…

Öyle bir nesebi var ki güneş kaftanını üstlerine atmış

Öyle bir hasebi var ki yıldızlar huzurlarında ışıklarını yaymış.”469

Böylelikle Çelebi’nin asıl adının “Hasan”470 olduğu bizzat Mevlânâ tarafından belirtilmiştir. 471 Bununla birlikte Çelebi, Mevlevî gelenek tarafından daha ziyade lakabıyla, “Hüsâmeddîn veya Çelebi Hüsâmeddîn472“ şeklinde yâd olunur. Mevlânâ tarafından kendisini tavsifen kullanılan bir diğer lakab da “Ziyâü’l-Hakk”dır.473 “Hasan b. Muhammed474 b. el-Hasan475 b. Ahi Türk476 “ şeklinde kaydedilen şeceresinde477

büyük dede “Ahi Türk”ün adında açıkça ifade edildiği üzere aile mensuplarının, Fütüvvet/Ahi teşkilatının ileri gelenlerinden bulundukları anlaşılmaktadır.478 Şecerenin daha derinlerde ise “Kürt olarak yattım, Arap olarak kalktım” diyen Şeyh’e dayandığı vurgulanır. Maamafih gerek Mevlânâ ve gerekse ilk dönem menâkıbname sahipleri sözün sahibinin adını kaydetmemişlerdir.479 Dolayısıyla bu sözün kime ait olduğu kesin bir surette tesbit edilebilmiş değildir. Bununla birlikte muahhar kaynaklar söz konusu ifadeyi Tâcü’l-Ârifîn Ebu’l-Vefâ Bağdâdî’ye nisbet ederler ve Çelebi’nin nesebini Şeyh Ebu’l-Vefâ ile irtibatlandırırlar.480

Sipehsâlâr ise menâkıbına ayırdığı bölümün başında “Meleklerin efendilerinin (kerûbiyân) çelebisi, ruhanilerin hülâsası, muhabbet esasının bânisi, meveddet erkânının tamamlayıcısı, marifet ve hakikat sırlarını telkîn eden, şeriat ve tarikatın omurgasını kemâle erdiren, velilerin kendisi ile övündüğü, muttâkîlerin seçkini, ilâhi nurların mazharı, nihâyetsiz tavırlarının Mehdi’si (beşiği), vaktin Sıddîk’ı, zamanın Bâyezîd’i Dîn’in ve Hakk’ın Hüsâm’ı (Kılıcı) (Çelebi Hüsâmeddîn) -Allah Rûhunu Takdîs Eylesin-.481 şeklinde vasfettiği Çelebi’nin Tevhîd ehli ululardan ve tarikât sahibi âriflerden, cümle ashâbın muktedâsı ve bütün kutupların pîşvâsı olduğunu belirterek sözlerine şöyle devam eder:

“Zahîr ve bâtını mücâhededeydi; vera’ ve takvâ husûsunda mübalağa buyururdu. Son derece yüksek bir edebe ve nihâyetsiz bir sıdka sahipti. Çokça riyâzet ederdi ve daima mücâhede içerisindeydi. Kerem sahibi tabiatı ve yumuşak hal ve hareketleri ile gönüller üzere müşrif ve sırlara vakıftı. Pek çok mana ifade eden câmi’ kelimât buyurarak hâl ilmi ile kâl ilmi sahiplerinin müşkillerini hallederdi. Şeyh Salâhaddîn’den sonra Mevlânâ’nın hâl-i hayatında bi’t-tamam dokuz sene ve ondan sonra da şeyh, kâim-makâmı, halîfe ve bütün ashabın imamı onun hazreti oldu ve ashabın tamamı kendilerine bağlandılar ve ancak ona bağlanmakla (mülâzemet) Hz. Hüdâvendigâr’a yakınlığı aradılar.

Mübârek nesepleri “Kürt olarak yattım (geceledim) Arap olarak kalktım (sabahladım) diyen ârif Şeyh’e (k.s.) muttasıldır.

Hazretinin kemalatı kiminle kıyaslanabilir ve hangi terazi ile tartılabilir ki.

Eğer onu teraziye koyup (tartacak olursan) terazinin kırılacağını bil.482

Evvelce de belirttiğimiz üzere aslen fütüvvet ve ahîlik geleneğine mensup bir aileden gelen Çelebi’nin henüz ilk gençlik çağlarından itibaren Mevlânâ’ya iradet getirerek483 onun uğruna nesi varsa feda ettiği belirtilmektedir.484 Ayrıca kendisinin Şems-i Tebrîzî ve Şeyh Salâhaddîn’den de müstefîd olduğu da bildirilir. Bütün bu irtibatlarda dikkatimizi celbeden ilk husus Çelebi’nin Hakk’ı ve hakîkati elde etme uğruna her türlü varlık ve taalluktan vaz geçebilmesi keyfiyetidir. Nitekim Şems-i Tebrîzî, âdeti olduğu vecihle kendisinden, imtihan maksadıyla bir şeyler istediğinde Çelebi’nin tasarrufu altında bulunan bütün malı-mülkü gözünü kırpmadan feda edebilmesi kendisinin talep ve muhabbetteki derecesini anlamamız açısından önemli bir temsildir.485

Sipehsâlâr, Sultanların veya Beylerin göndermiş oldukları altını gümüşü Mevlânâ’nın evvelce, olduğu gibi Şeyh Salâhaddîn’in evine, ondan sonra ise Çelebi Hüsâmeddîn’e gönderdiğini nakleder. Ancak şiddetli bir zaruret söz konusu olup ta Sultan Veled iltimasta bulunduğunda az bir şeyi evine ayırdığını belirtir.486 Bu husus işlerin idaresinin Çelebi’nin uhdesine tevdî edildiğini belirten Eflâkî tarafından da dile getirilmiştir.487 Hal böyleyken Çelebi’nin takvası ve vera’ı dolayısıyla hususiyle vakıf malının kullanımı söz konusu olduğunda son derece titiz ve hassas davrandığı kaynaklarımız tarafından ittifakla dile getirilmektedir. Zaten o Eflâkî’nin ifadesi ile “Şeriat erkânının dekâyıkını (inceliklerini, zâhiri durumları) muhafaza edip gözetme ve Muhammedî    hakikatin    tarîkatına    mütâbaatta    büyük    bir   çaba    (ciddî    azîm) göstermekteydi.”488

Tarîkatta Mevlânâ’nın irşâdına, hakîkat-i Muhammediyye’ye tâbi’ olan Çelebi’nin şerîatın dekâyıkına ilişkin hususlarda ise Şâfiiyye mezhebince amel ettiği, hatta Mevlânâ’ya tam mütâbaat maksadıyla Hanefiyye mezhebi usûlünce amel etme talebinin Mevlânâ tarafından kabul görmediği de nakledilmiştir.489 Bu meyanda kaynaklarımız Çelebi’nin Mevlânâ’ya muhabbet, mütabaat ve bağlılıktaki ihlâs, samimiyet ve azmine dair pek çok temsîl ile doludur.4120 Mesela Çelebi’nin Mevlânâ’nın huzurunda daima edeple hareket ettiği, iki dizi üzerinde oturduğunu bildiren Sipehsâlâr şu şekilde bir değerlendirmede bulunmaktadır: “Şüphe yok ki bu sülûkun edebiyle elde etmişti her ne bulduysa.” 491 Ayrıca Çelebi’nin rakîk bir kalbe ve karaktere sahip olduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim Mevlânâ’nın hakâyık takrîriyle meşgul bulunduğu zamanlarda gözyaşlarını   tutamayıp   kendinden   geçtiği   ve   uzun   zaman   kendine   gelemediği belirtilmektedir.492

Diğer taraftan Mevlânâ’nın da Çelebi Hazretleri hakkında göstermiş olduğu inayeti, halifelerinden hiçbiri hakkında göstermediği kaynaklarımızca vurgulanır.493 Hatta Sipehsâlâr’a göre Mevlânâ’nın Çelebi’ye öyle bir vecihten sülûku ve hususi taalluku buyurmaktaydı ki kendilerini tanımayan herhangi bir kimse ilk görüşte Mevlânâ’nın Çelebi’nin müridi olduğu zannına kapılırdı. 494 Mevlânâ’nın Çelebi’ye yönelik muhabbeti ve alakası o derece güçlüdür ki muhabbetin eserinin sadece kendisinde değil ona herhangi bir cihetten mensup bulunan her şeyde mesela Çelebi’nin mahallesinin köpeğinde dahi tezâhür ettiğini görmekteyiz. 495 Ya da Mevlânâ’yı Çelebi’nin hizmetçisine iltifat ederken bulmaktayız.496 Mevlânâ’nın fedâkar bir âşık ve muhlis bir tâlib olan Çelebi’ye yönelik hürmet ve izzet dolu bir tavır içerisinde bulunmasının, müridânı ta’lim gibi bir maksada müstenid olduğu vurgulanmaktadır. Nitekim Şeyh müridândan istiğnasına rağmen bunca hürmet ve izzette bulunuyorsa müridin Şeyh’e yönelik hürmet ve izzetinin daha ziyade olması evladır ve icab eder.497

Mürîd/Müntesib olmak (İntisab) açısından Çelebi’nin zâtında tezâhür eden asıl mühim husus ise Çelebi’nin Mevlânâ’nın sahip olduğu marifetin zuhûra gelip ortaya çıkmasında sahip olduğu roldür. Tıpkı Hakk’ın kemâlâtının tezâhürü ve “bilinebilirliği” açısından esmâ-i ilâhiyye ile eşyâ arasında söz konusu nisbet misâli, Mevlânâ da kendisinde bi’l-kuvve mevcut ma’rifetin tezâhürü ve temâşâsı için gerekli ma’kesi bu defa da Çelebi’de bulmuş gibidir. Nihayetinde “hakikatlerin memesinden manalar sütünü cezbeden onun hazreti” idi.498 Mevlânâ bu hususu Mesnevî’de defâatle dile getirir ve şöyle söyler:

“Ey Hakk ziyâsı Hüsâmeddîn, gel! Bu çoraklıkta sensiz ot bitmiyor.”

“Ey Hakk ziyâsı Hüsâmeddîn, şu üçüncü defteri de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir.”500

“Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen!

Şeker kamışlığına asılakonan şu eşekbaşı, nice kişileri hor hakîr bir hale koydu!

Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı, hani mağlup olan koç geri geri gider ya; o da öyle geri gitti.

Harf suretini mana bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşekbaşı bil!

Ey Hakk ziyası Hüsâmeddîn! Bu eşekbaşını kavun karpuz bostanına getir.

Getir de eşekbaşı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin!

İşte bizden suret düzmek, senden can vermek. Hayır, yanlış söyledim, bu da senden, o da!”501

“Ey Hakk ziyası Hüsâmeddîn! Sen öyle bir ersin ki Mesnevî, senin nurunla ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hale geldi.

Ey lütfu, keremi ile umulan, yüce himmetin bu Mesnevî’yi nereye çekmekte? Allah bilir.

Bu Mesnevî’nin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekmektesin.

Mesnevi, koşup gitmekte, çeken gizli. Fakat görecek gözü olmayan gafilden gizli.

Mesnevî’nin yazılmasına önce sen sebep olmuşsun, artar, uzarsa arttıran, uzatan yine sensin.

Mademki sen böyle istiyorsun, Allah da böyle istiyor. Allah, takva sahiplerinin dileğini ihsan eder.

Evvelce sen, varlığını Allah’a verdin, karşılık olarak Allah da varlığını sana verdi.

Mesnevî, sana binlerce şükretmede, ellerini kaldırıp dualar eylemede…

Allah, Mesnevî’nin diliyle, eliyle sana şükrettiğini gördü de ihsanlarda bulundu, lütuflar etti, keremini çoğalttı.

Çünkü Allah, şükredenin nimetini çoğaltmayı va’detmiştir. Nitekim secdenin karşılığı, Allah’a yakın olmaktır.

Allah’ımız “Secde et, yaklaş” dedi. Bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Allah’a yaklaşmasına sebeptir.

Mesnevî, ziyadeleşiyorsa, uzuyorsa bu yüzden ziyadeleşiyor, bu yüzden uzuyor, fazla ve büyük görünmek için değil!

Üzüm çubuğu, yazdan nasıl hoşlanırsa, onunla nasıl bağdaşmışsa biz de seninle öyle bağdaşmışız, senden öyle hoşlanmaktayız. İstiyorsan emret, çek de çekip götürelim!

Ey “sabır, varlığın anahtarıdır” sırrının emîri, bu kervanı güzel güzel ta hacca kadar çek, götür!

Hacc, Allah evini ziyarettir, ev sahibini ziyaretse erliktir.

Hüsâmeddîn, sen bir güneşsin, onun için sana ziya dedim. Bu iki söz, Hüsam ve Ziya, senin vasıflarındır.

Bu Hüsam ve Ziya birdir, şüphe yok ki güneşin kılıcı ziyadandır.

Nur, ayındır, bu ziya da güneşin. Kur’ân’ı oku da bak!

Babacığım, Kur’ân güneşe ziya dedi, aya da nur. Hele bak da gör!

Güneş, aydan daha üstündür ya. Şu halde Ziya’yı da mertebe bakımından nurdan üstün bil!

Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi de güneş doğunca yol meydana çıktı, göründü.

Güneş, alınacak, satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden pazarlar gündüzleri kuruldu.

Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırt edilsin, kimse hileye kapılmasın, aldanmasın diye.

Hüsâmeddîn, bu dördüncü deftere nurlar saç! Çünkü güneş de dördüncü kat gökten doğar, âlemi nurlara gark eder.

Sen de bu dördüncü defterle âlemlere güneş gibi nurlar saç da şehirlerle ülkelere parlarsın, her tarafı nura gark etsin!

Bu kitap, masal diyene masaldır. Fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir!

Mesnevî, Nil ırmağının suyudur. Kıptî’ye kan görünür ama Musa kavmine kan değildir, sudur!

Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede: Cehenneme baş aşağı düşmüş!

Ey Hakk ziyası, sen onun halini gördün. Hakk, sana, onun işlerine karşılık verdiği cevabı gösterdi!

Gayb âlemini gören gözün, gayb âlemi gibi üstattır. Bu görüş, bu ihsan, şu âlemden eksik olmasın!

Bizim halimiz olan şu hikâyeyi burada tamamlarsan yakışır.

Adam olmayanları, adam olanların hatırı için bırak; hikâyeyi bitir, hikâyeye son ver!

Hikâye üçüncü ciltte tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt; onu, burada düzene koy, tamamla!”502

“Yıldızların nuru olan Şah Hüsâmeddîn, beşinci cildin başlamasını istiyor. Ey  Allah  ışığı  cömert  Hüsâmeddîn,  beşeri  bulantılardan  durulanların üstatlarına üstatsın sen!”503

“Ey gönüllerin hayatı Hüsâmeddîn, nice zamandır altıncı cildin yazılmasına meyledip durmaktasın.

Hüsâmî-nâme, senin gibi bilgisi çok bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada.

Ey ma’nevî er, Mesnevî’nin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan sunmaktayım.

Bu altı ciltle altı cihete nur saç da çevresini dolanmayan dolansın.”504

“Ey Allah ışığı Hüsâmeddîn, ey ruh cilâsı, ey doğru yolu gösteren padişah gel!

Mesnevî’yi yayılmış bir mera haline getir, örneklerinin suretlerine can ver!

Can ver de bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup gitsin.

Zaten onlar, senin sayende can âleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular.

Ömrün âlemde Hızır gibi uzasın, canlara can katsın, düşkünlerin ellerini tutsun, daimî olsun.

İlyas ve Hızır gibi dünyalar durdukça dur da yeryüzü, lütfunla gökyüzü haline gelsin.505

Bu mesele hususunda Sipehsâlâr’ın değerlendirmesi ise şu şekildedir:

“Hakîkatte Hz. Hüdâvendigâr’ımızın mazhar-ı tâmmı oydu. Ve bütün Mesnevîler (altı defter) onun talebi üzerine telif edilmiştir ve eğer aşk ve tevhîd ehlinin hepisinin üzerine sadece bu tek minnet yüklense denilebilir ki kıyamet günü gelip çatana dek o derin tahkîkin ve sınırlara ulaşan mananın teşekkürünü ifade etmek dahi kabil olmazdı (temhîd-i uzr-u ân tekassî ne-tevân nümûd). Mesnevîleri meyânında yazılmış bulunan hakîkatler Çelebi’nin sülûkuna dair işâret(ler) taşımaktadır: “Gönül alıcı dilberlerin sırrını başkalarından söz ederken dile getirmek hoştur.”

Bütün Mesnevîlerin dîbâceleri onun (Çelebi’nin) Şerefli lakapları ile süslenmiştir. Şayet bir tâlip onların seyr u sülûkundan bir nebze koku almak ve haberdar olmak arzusu varsa Mesnevî-i Ma’nevî’yi olağanüstü bir aşk ve (gayret) sırrıyla mütâlaa etmesi gerekir ta ki onun sıfatlarından bir kısmına şuûr bulabilsin ve basîret ehlinin sırasına girebilsin.”506

Çelebi Hüsâmeddîn’in yakın çevresinde bulunduğu anlaşılan Mesnevî-hân Sirâceddîn, 507 Mesnevî’nin yazılışı ile ilgili sürece dair verdiği malumata nazaran Mevlevî ashâbı evvelce Hakîm Senâî’nin İlâhî-nâme’si (Hadîkatü’l-Hakîka) ve Attar’ın Mantıku’t-Tayr   ile   Musîbet-nâme 508  adlı   eserlerine   büyük   bir   aşk   ile   rağbet etmekteydiler. Mevlevî yârânın bütünüyle Mevlânâ’ya teveccüh etmeleri arzusu ve bilinciyle Çelebi, Mevlânâ’dan şöyle bir ricanda bulunmuştur:

“Gazel dîvanları çoğaldı. Hakîm’in İlâhî-nâmesi tarzında ve Mantıku’t-Tayr vezninde bir eser olsa âlemde yâdigâr kalır, âşıkların canına enis ve derman olur. Bu gayet büyük bir merhamet ve inayet olacaktır. Bu bende de yaranın bütünüyle size teveccüh etmelerini ve başka şeylerden yüz çevirip onlara müteveccih olmamalarını dilemekteyim. Artık geri kalanı sizin inayet ve kifayetinize kalmıştır.”

Bunun üzerine Mevlânâ mübarek destarının içerisinden küllîyât ve cüziyyâta dair cümle esrarı şerh eden bir cüz çıkarıp Çelebi’nin eline verdi. Onda Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti yazılıydı.

Bu dâiye sizin mübarek zamirinizden tulu’ etmezden evvel gayb ve şehadetin alimi Rahman ve Rahim olan Allah tarafından gönlüme bu manalar ilkâ edilmişti ki bu nev’ manzum bir kitab söyleyeyim de parlak mana incileri onda delinsin. Şimdi öyleyse gel himmetinin hümasının hevasının evc ü balasında hakikatler miracı yönüne doğru kanat çırpabildiğin kadar kanat çırp (uçabildiğin kadar uç ve) Muhammedî mütâbaatın aynında âheng göster, göster ki o ahengin münâsibi bizim fâtın bâtınımızın âhengi önünde ihtizâza gelsin (titresin) ve mana kelimelerinin nazmına başlasın.”509

Böylelikle Mevlânâ, Çelebi’nin câzibesi sayesinde günlük yaşantısının hemen her anında Mesnevî’yi inşâda devam etmiştir. Bazen bu durumun saatlerce sürdüğü vâki’dir.510 Mevlânâ söylüyor, Çelebi ise süratle yazıyor, sonrasında yazılanları “yüksek ve güzel bir sesle” kıyamda tekrar okuyor,511 gerekli lafzî düzeltmeler söz konusu ise tashihler giriliyor ve müsveddeler tebyîze çekiliyordu. Böylelikle anlaşılmaktadır ki Çelebi’nin Mesnevî’nin yazımı hususunda iki tür fonksiyonu söz konusudur: İlki surî unsurların temini (sekreterya),512 ikinci ve daha önemli olanı ise mananın Mevlânâ’nın muhayyile, müfekkire ve muakkılesinden feyezân ederek lisâna, lafız kalıbına çekilmesidir (cezb).

Sipehsâlâr, Çelebi’yi kastederek “Hakîkatte Hz. Hüdâvendigâr’ımızın mazhar-ı tâmmı oydu.513 şeklinde bir değerlendirmede bulunur. Çelebi’nin, Mevlânâ’nın mazhar-ı tâmmı olması hasebiyle Mevlânâ’da tahakkuk eden hakîkat Çelebi Hüsâmeddîn’de tezâhür etmiştir. Lisâna dâir manada tezâhürün belirgin misâli Mesnevî olduğu söylenebilir. Mesnevî, eşyânın hakikatlerini ve mahiyetlerini, marifete dair sırları ihtivâ etmektedir ve bu sırlar Mevlânâ’dan zuhûr edip mazhar olarak Çelebi vasıtasıyla tezâhür etmektedir. Diğer taraftan “ilim, malûma tâbi’dir” veya “zuhûr vücûdî açıdan mazharı öncelese de mazhar hükmünü icrâ eder” kazıyyeleri mûcibince Mesnevî’nin tezâhürü ve sûret âlemine tulûu da Çelebi’nin cezbi ile ve kendisine ittibâen husûle gelmiş dolayısıyla sûrî yazım sürecinde Çelebi’nin ahvâline göre hareket edilmiştir.

Menâkıbnâmelerin zikrettiği ve bizim buraya muhtasaran dercettiğimiz bütün bu hususlar Mesnevî’nin altı defterinde muhtelif beyitlerde Mevlânâ tarafından dile getirilmektedir. Her şeyden önce şu hususu vurgulamak icab eder ki evvelce de zaman zaman temas ettiğimiz üzere Mesnevî, özü itibariyle Mevlânâ’nın bizzat kendisi ve kendisiyle bir/hem-dem olan evliyanın hakikatini, hallerini ve makâmlarını dolaylı yollarla/temsîl tariki ve kinâye tarîkince514 başkalarına dair sözlerle515 (hadîs-i dîgerân) dile dair varlık alanında ifadesiyle vücuda gelmiş bir eserdir. Bu çerçevede Mesnevî, özü itibariyle “ney” temsili ile ifade edilen “insân-ı kâmil” mevzuunu ele alır. Dolayısıyla Mesnevî’nin, husûsiyle “Fâtiha”sı kabîlinden olan ilk on sekiz beytin516 de esasını oluşturan bu temel mefhum çerçevesinde Mevlânâ tıpkı kendi hâlinin hakikati misali517, Şems-i Tebrîzî misali518, aynı hakikatin farklı bir tezâhürü olmak itibariyle en çok da Çelebi Hüsâmeddin’den bahseder. 519 Zaten Mesnevî, Çelebi ile muhâvere halinde inşâd edilmiş, hatta zaman zaman Çelebi talepleri, soruları gibi muhtelif suretlerle inşâda müdâhil olmuştur. 520

Doğrudan eseri Çelebi’ye ithâf ederek “Hüsâmî-nâme521 şeklinde telkîb eden ve Çelebi’ye nisbetle, onun sayesinde vücûda geldiğini ifade eden Mevlânâ Mesnevî’den maksadının Çelebi Hüsâmeddîn olduğunu açıkça ifade eder.522 Bu durum esasta “insan-ı kâmil”den bahisle “insâniyyet şuuru” oluşurma maksadına matuf “şiir” ile bi-zâtihi “insan” olan Çelebi meyânındaki mütekâbiliyyetin zârîfâne bir ifâdesidir. Diğer taraftan Mevlânâ,   Çelebi’yi   medhederken 523 ;   ona   tâbi’   olmanın,   ondan   öğrenmenin  gerekliliğinden dem vururken daima insan-ı kâmile işaret etmektedir. 524 Diğer bir zaviyeden bakıldığında ise feyz-i ilâhî neticesinde kemâli tahsil usûlünün mücessem sûreti olmak itibariyle Çelebi, seyr u sülûkun bizzat modeli olan “mürîd”dir ve Mesnevî seyr u sülûk serencâmının derc edildiği manzume haline gelmektedir. Dolayısıyla Mevlânâ zaman zaman Çelebi’ye nasihatlerde de bulunur. 525 Mesela Mevlânâ Mesnevî’nin birinci defterinin sonunda birkaç lokma yemesi dolayısıyla fikrî coşkunluğunun sükûtundan bahseder ve bu meyanda maddi ekmek (gıda) ile manevi ekmeği (gıdayı) birbirinden fark ederek Çelebi’ye manevi gıdayı tutması, maddi gıdadan da uzak durmasını salık verir. Bu meyanda Mevlânâ maksada sabırla erişileceğini bildirerek sabrı tavsiye etmektedir.526 Aradan bir yıldan fazla bir zaman527 geçtikten sonra başlanan ikinci defterin başında ise Çelebi’nin hakikatler miracına gittiği, göğün yücesinden tekrar dizgin çevirdiğinde, denizden tekrar kıyıya döndüğünde ise yine Mesnevi’ye başlandığından bahseder. Nitekim onun baharı olmaksızın mana goncaları açılmamış, Mesnevî çengi çalınmamıştı.528

Mesnevî’nin zuhûra geliş sürecine ve sürecin başlangıcına dair tavsîfî malumatımız bulunmakla birlikte eserin ne zaman yazılmaya başladığı hususunda kat’î bir tarih tayin edemiyoruz. Ancak Sahih Dede’nin bildirdiği ve gayet makul gözüken tarihlere nazaran 529 I. defterin hiç değilse h. 660 (m. 1261) yılı içerisinde veya öncesinde yazılmaya başlanarak bu yılda tamamlandığını düşünebiliriz.530 Üstelik II. defterin yazımına h. 662 (m. 1264) yılı “Rûz-i İstiftâh”ta531 başlandığı ve ilk defterin tamamlanması ardından bir fasılanın532 söz konusu olduğu bizzat Mevlânâ tarafından belirtildiğine göre;533 I. defterin söz konusu tarihten hiç değilse bir yıldan daha fazla bir süre534 önce tamamlandığına hükmedebiliriz.

Şu halde ilk defterin inşadı, yazımı, mukâbele ve tashih sürecinin hitâmı ardından Mesnevî’nin nazmına bir müddet (Eflâkî’nin verdiği bilgiye nazaran 2 yıl) ara verilmiştir. Ardından 15 Receb 662’de tekrar başlayan faaliyet bu tarihten itibaren Mevlânâ’nın 5 Cemâziye’l-Âhir 672 (17 Aralık, 1273) Pazar günü intikâline kadar geçen on yıllık süreç içerisinde kesintisiz bir surette devam etmiştir.535 Diğer taraftan gerek Sultan Veled ve gerekse diğer kaynakların Çelebi’nin hilafeti ile ilgili olarak verdikleri “on yıl” bilgisi kuvvetle muhtemeldir ki Çelebi’nin tam anlamıyla kemâli elde ederek hilafeti deruhte etmesi ve Mesnevî’nin bu yazım süreci ile ilgilidir.

Kaynaklarımızda Çelebi’nin Mesnevî’nin inşâdı ve kitâbeti husûsundaki mevkisini belirten ifadelerin haricinde kendisinin müstakil bir eser kaleme aldığına dair hiçbir malumat söz konusu değildir. Bununla birlikte bazı modern araştırmalarda “İlmü’l-Meşâyih” adında bir risale Çelebi’ye isnâd edilmektedir. Ne var ki söz konusu eser Çelebi Hüsâmeddîn’e ait değildir.536

Mevlânâ’nın   mülk   aleminden   melekût   alemine   intikâli   akabinde   hilâfeti makamına kimin geçeceği hususunda müridân meyânında farklı fikirlerin zuhûra geldiği anlaşılmaktadır.537 Bir kısım mürîdân Çelebi’nin hilafette devamını taleb ederken diğer bir kısım ise Çelebi’nin hakkâniyyetini ikrar etmekle beraber aynı zamanda Sultan Veled’i ileri sürmekteydiler.538 Ancak Sultan Veled, Çelebi’nin kendisine babasının makamına geçerek şeyhlik etmesi ve kendisinin de hizmetinde bulunmasını yönündeki teklifini gayet samimi ifadelerle ve kesin bir dille “Mevlânâ’nın geçip gitmediğini, babası zamanında olduğu gibi ondan sonra da Çelebi’nin şeyh olması gerektiği”ni ileri sürerek reddetmiştir.539

Sipehsâlâr ilave olarak bu hususta tartışma söz konusu olduğunda bir grup mürîdânın tavrını ise şu ifadelerle ortaya koymaktadır:

“Marifet pazarının kalp parasını, gerçek paradan ayıran ve tarikat sedirinin (mesnedinin) başköşesinde oturan azizlerden bir topluluk ise, “Biz ciğeri yanmış âşıkların, can ile canan arasında bir farka gitmemizin ne yeri ve ne lüzumu vardır ki?” dediler.

O, güneş; bu da nur saçan ay gibidir. Her ikisi de sultandır, âlemi elinde tutan padişahtır.

O sıdk ve safâ denizinin Sıddîk’ı, bu ise Habîb’in (Peygamber’in) Haydar’ı ve Allah’ın arslanı gibidir.

O, dinin ve âlemin şahsuvarı, bu beriki ise yeryüzünün iftiharıdır.

O, cihanın göz aydınlığı, bu beriki ise ruh aleminin semasıdır.

O biri, fakirlik mülküne tac, bu beriki ise yedi iklimin pîşvâsıdır (önderidir).

Her ikisi de gönül ülkelerinin ferman buyurucusu, her ikisi makbul ve hem her ikisi de kâbildir.

Her ikisinin de elinde marifet çerağı vardır; her ikisi de kudsilerin kadehinden mest olmuşlardır.

Her ikisi de, bu dünyada bizlere rehber, yine her ikisi de mahşerde şefaatçimizdir.

Her ikisi de ma’rifet bağında yetişmiş, gül ve yasemin misali tek bir deste halindedir.”

Evla olan budur ki aralarında ayrıma (temyîz) gitmeyelim de biz de her iki pîşvânın (önderin) doğru görüşlerinin muktezasınca olan fermanlarına itaat eden kimseler olalım.”540

Böylelikle anlaşılmaktadır ki Mevlânâ’nın intikali sonrasında Kirâke Hâtun541 misali bir kısım önde gelenlerin de dahil olduğu bazı kimseler liyakati ve istihkakı dolayısıyla Sultan Veled’i şeyh olarak görme arzularını ifade ettilerse de Sultan Veled gerek Mevlânâ’ya ve gerekse Çelebi’ye olan bağlılığı, hürmeti ve muhabbeti dolayısıyla dervişliği yeğ tutarak Çelebi’yi yaklaşık on iki yıl542 babasının kaim-makamı olarak bilmiştir.543 Hatta oğlu Ulu Ârif Çelebi’nin de Çelebi Hüsâmeddîn’e mürîd olmasını temin etmiştir.544

Diğer taraftan Çelebi de müridlerin hâtırlarının tasfiyesi, şefkat, terbiye, tarikte teslîk gibi meşâyihin vazifelerinden olan hususlarda hiçbir şeyi eksik bırakmamış; Hüdâvendigâr’ın sünnetlerini 545 bütünüyle gözetmiştir. 546 Eflâkî’nin, Çelebi’nin halîfelik şartlarını bi-hakkın yerine getirdiğini ifade ederken bu kabilden kaydettiği bir kısım hususiyetler muhtasaran şu şekildedir:

“Ashâb ve cemaati gözetilmesi; kutupların haleflerinin (a’kâb) himaye edilmesi; hizmet ve sohbette bulunmak; vakıf mahsulâtı, nezir ve hediyelerin ale’l-merâtib usûlünce ashaba taksîmi; daim hazırda sofra bulundurmak ve âmâde tutmak; Türbe’nin imamına, hafızlara, müezzine, Mesnevî-hâna, şeyyâdlara, gûyendelere ve hazretin hizmetçilerine her birine ayrı ayrı olmak üzere tayınlarını ve yevmiyelerini vermek; husûsiyle ashab ile birlikte Sultan Veled ve Kira Hatun ve Melike Hatun’un tahsisatlarını mükemmelen ve ihmal etmeden, ehemmiyet göstererek yerine ulaştırmak; Cuma namazından sonra semâ’ etme ve Kuran kırâatından sonra Mesnevi tilâveti âdetini (kanununu) ikame etmek; gelene gidene riayet ve hizmeti yerine getirmek.”547

Eflâkî ayrıca Çelebi Hüsâmeddîn’in Mevlânâ’nın hâl-i hayâtında iki ayrı hânkâhta şeyh olarak vazifesinden bahseder548: Hânkâh-ı Ziyâ-i Vezîr549 ve Hankâh-ı Lala550. Hânkâh-ı Ziyâ’nın (ve muhtemelen diğer dergâhın da) meşîhatini üstlenen büyük bir şeyhin 551 intikâli akabinde meşîhat Çelebi Hüsâmeddîn teklîf edilmiş ve neticede Hankâh-ı Ziyâ’nın Çelebi adına takrîri münâsip görülmüştür.552 Bununla birlikte Ahi Ahmed adında birisi bu hususa karşı itiraz ettiği ve karşı çıktığı anlaşılmaktadır.553

Mevlânâ ise söz konusu kimselerin taşkınlıkta bulunmakla kendi elleri ile kendilerinde onulmaz yaralar açtıkları yönünde ifadelerle bu hallerinin çok sürmeyeceği belirtir ve şöyle söyler: “Bizim tarîkatımız, bütün (diğer) tarîkatların öncüsü (pîş-rev) olacaktır.” Mevlânâ’nın meseleye dair getirdiği izahat ve münsebeti dolayısıyla anlattığı hikâyeye nazaran hadiseyi değerlendirdiğimizde Çelebi Hüsâmeddîn’in meşîhatine itiraz edilen hususun bir kısım ahiler nezdinde -ki Eflâkî’nin runûd ve cebâbire olarak andığı kimselerdir- âbâ ve ecdâd itibariyle aslen ve neseben Ahi554 bulunan Çelebi’nin meşîhat için yeterli kemâle sahip olmadığı fikri olduğu görülmektedir. Buna ilave olarak bizzat Ahi Ahmed’in kendisinin veya düşündüğü başka bir kimsenin hankahın meşîhatine talib olmuşken söz konusu makamı elde edememiş olmaları ihtimalini de ilave etmek gerekir.555

Mevlânâ Ahi Ahmed’in itirazı üzerine hankahı terk etmiş, rivayetteki ifadeyle “mezmûm Ahi Ahmed’i merdûd ve matrûd kılmış”, büyükler ve emirlerin şefaatiyle bile bendeliğe kabul etmeyip “o bizim cinsimizden değildir” şeklinde cevap buyurmuştur. Kendisine mensup gençlerinin, rindlerinin ve evlatlarının büyük bir kısmının ise mürid ve bende oldukları nakledilmektedir. Ahi Ahmed’in edepsizliği Sultan’ın kulağına ulaştığında onu öldürmek istediyse de Mevlânâ rıza göstermemiş, amma bir daha da büyüklerin toplantı ve mahfelerinde bulunamamıştır. Konya gürbüzlerinden bulunan oğlu Ahi Ali ise tam bir ihlasla Sultan Veled’in müridi ve makbullerden olduğu belirtilmektedir. 556

Çelebi’nin bu makamlarda ne kadar müddetle meşîhatte bulunduğu malumumuz değildir. Bununla birlikte uzun yıllar, hatta intikaline kadar her iki hânkâhın meşîhatini de deruhte ettiği düşünülebilir.

Âhiru’l-Emr Mevlânâ’nın firakına ve hasretine dayanamayan Çelebi vücud perdesinin ortadan kalkması için Hakk’a yakarmış ve duası kabul olundukta 683 yılı Şaban ayında ansızın rahatsızlanıp intikal ederek Mevlânâ’nın hâs halkasına dâhil olmuştur.557 Merkadi Türbe içerisinde Mevlânâ’nın merkadinin ön tarafındadır.558

Çelebi’nin intikali akabinde halk (ashâb) toplanıp Sultan Veled’e babasının makamına geçerek şeyhlikte bulunmasını teklif etmişlerdir. Üstelik bu defa kendisinin evvelce ileri sürdüğü, Mevlânâ tarafından seçilmiş bir halife olarak Çelebi Hüsâmeddîn’in varlığı gibi bir mazereti de kalmamıştı ve dolayısıyla şeyhliği kabul etmiştir.559 Böylelikle Sultan Veled “yedi yıl” müddetle babasının türbesi başında pek çok sır söylediğinden bahseder.560 Söz konusu ifadesinin yer aldığı eseri İbtidânâme’nin h. 6120 (m. 1291) yılında tamamlandığı göz önüne alındığında Sultan Veled’in h. 683 (m. 1284) yılından itibaren meşihatte bulunduğuna hükmedilebilir ki bu tarih aynı zamanda Çelebi’nin intikal tarihi ile muvafakat arz etmektedir.

Diğer taraftan İbtidânâme’de Sultan Veled, Çelebi’nin intikalinden sonra yetim bir çocuk misali tek başına kaldığını belirterek yaşadığı hali oldukça hisli ve samimi ifadelerle dile getirir.561 Sonrasında ise Çelebi’nin beden bakımından bu dünyadan ayrılmakla birlikte “can” bakımından ve mana/hakîkat birlikteliği açısından kendisiyle beraber bulunduğunu dile getiren562 Sultan Veled, Çelebi’nin şahsında tezâhür eden nûrun/hakîkatin başka bir tezâhürünü aramaya girişmiştir ve üstelik olması gereken tavrın bu olduğu hususuna önemle dikkat çeker.563 Ayrıca Sultan Veled arayışını, bizzat Çelebi’nin tavsiyesi olması hasebiyle tevsîk eder.564 Bu düşünce temelde “evliyanın tek bir nurun muhtelif tezâhürleri olduğu” fikrinin bir yansımasıdır. Çelebi, Sultan Veled’e rüya tarîkince manevi işaret ile “bu dünyada, madendeki gümüş gibi, altın gibi gizli” olan merd-i Hüdâ’yı bulmasını salık vermiş ve neticede Sultan Veled de “cevabı latîf olan Hüsâmü’l-Hakk’ın (Çelebi’nin) uykuda (rüyada) kendisine vasfettiği” nitelikteki merd-i Hüdâ’yı aradığını/bulduğunu beyan etmiştir.565 Devamında ise Sultan Veled kendi özelinde insanın tekâmül sürecini (manevi serencamını) sembolik bir üslupla kısaca özetler.566

Anlaşılan o ki Sultan Veled’in bulduğunu belirttiği merd-i Hüdâ, ileride kendisinden müstakillen bahsedeceğimiz Şeyh Kerîmüddîn Bektemur’dur.567 Sultan Veled, Şeyh Kerîmüddîn’i Hüsâmeddîn Çelebi’nin yadigârı 568 olarak vasfederken Çelebi’nin kaybı dolayısıyla derde düçar olan gönüllerin Şeyh Kerîmüddin ile dermân bulacağını belirtir.569 Diğer taraftan Çelebi ile Şeyh Kerimüddin meyânında kurulan irtibat bize Şems-i Tebrîzî ile Şeyh Salâhaddîn arasında kurulan irtibatı hatırlatmaktadır.

 


457 İbtidânâme, Sürh Nr. 63; b. 2634-2637; Sipehsâlâr, a.g.e., s. 113, 118-119, 121-122; Eflâkî, VI, 1; 6; Sahîh Ahmed Dede, a.g.e., s. 179.

Kaynaklarımızın Çelebi’nin Şeyh Salâhaddîn’in intikali akabinde söz konusu makamı elde ettiği yönündeki rivayetlerinde kronolojik bir problem söz konusudur. Nitekim kaynaklarımızın, Çelebi’nin Şeyh Salâhaddîn’in makamına intikalinin hemen akabinde geçtiğini ihsâs eden ifadelerine rağmen Sultan Veled ve Eflâkî musâhabet/hilafet müddetini on Sipehsâlâr ise bir yerde dokuz bir başka yerde ise on sene olarak belirtir. Oysaki Şeyh Salâhaddîn’in intikali ile Mevlânâ’nın intikali arasında geçen süre yaklaşık olarak on beş yıldır. Böylelikle arada beş yıllık bir fark ortaya çıkmaktadır. Gölpınarlı, aradaki zaman farkının doğurduğu problemin, Çelebi’nin, Şeyh’in intikalinden yaklaşık beş yıl sonra onun makamına geçtiği yönünde bir tehir ile halledilebileceği görüşündedir. Bedîuzzaman Firûzanfer, musahabete ve hilafete dair süreyi kaynak belirtmeksizin “on beş” yıl olarak tesbit ederek “on yıl” tesbitinde bulunan kaynakların yanıldığını ileri sürer. F. Lewis ise sair müelliflerin mesned ittihâz edindikleri Sultan Veled’in bu hususta zehâba düşmüş olabileceği kanaatini serdederek, bir yandan on beş yıllık süreci yuvarlayarak on yıl olarak dile getirdiği veya yanlış hatırladığını belirtirken diğer taraftan da “on yıl”lık sürecin Şeyh Salâhaddîn örneğinden de hareketle arketipik bir anlam ifade edebileceği ihtimaline atıf yapmaktadır. Bize göre her üç yaklaşım da muhtemel gözükmektedir. Şu var ki Çelebi Hüsâmeddîn’in daha ilk gençlik çağlarından itibaren Mevlânâ’nın çevresindeki önemli simalardan biri olduğu bilinmektedir. Hatta Mevlânâ’nın Şems’i aramak üzere Şam’a gittiği dönemde Çelebi’yi “nakîb” tayin ederek Konya’da bırakışına nazaran (Eflâkî, IV, 108; Sahih Ahmed Dede, s. 171.) yakınlığının oldukça ileri derecede olduğu söylenebilir. (Sahih Ahmed Dede, s. 176.) Hatta Şems-i Tebrîzî’nin Konya’dan ilk defa ayrılıp Şam’a gittiği günlerde Mevlânâ’nın mükâtebe ve mürâsele hususunda emrinde bulunduğu anlaşılmaktadır. (Sahih Ahmed Dede, s. 166.) Bununla birlikte hilafeti deruhte etmesi için Şeyh Salâhaddîn’in intikalinden sonra bir müddetin daha geçmiş olması muhtemeldir. Diğer taraftan Sultan Veled’in yuvarlama yaparak veya teşâbüh anlamı atfederek “on yıl” şeklinde ifade ettiği süreç sâir müellifler tarafından bilinçli olarak tekrar edilmiş olması daha kuvvetli bir ihtimal olarak karşımızdadır. Değerlendirmeler için bk. Gölpınarlı, MC, s. 108; F. Lewis, s. 280-281; Firûzanfer, MEB, s. 284.

458 İbtidânâme, Sürh Nr. 60.

459 Sultan Veled, Mevlânâ’nın üç nâibi arasında ulviyyete dayalı derecelendirmede bulunması hususunda bir suâle muhatap olduğunda sembolik bir üslupla Şems-i Tebrîzî’yi “güneş”, şeyh Salâhaddîn’i “ay”, Çelebi Hüsâmeddîn’in ise “yıldız” temsili ile tavsîf ettiğini belirtir. Söz konusu temsil zımnen derecelendirme manası taşıyor gibi görünse de Mevlânâ, her birinin Hakk’a ulaştırma cihetinden aynı vasfa sahip olmaları dolayısıyla hepsini “bir” bilmenin gereğini vurguladığı hatırlatılarak zihinlerde oluşan vehm izâle edilir. İbtidânâme, b. 2450-2454. Karşılaştırınız: Dîvân-ı Kebîr, gazel Nr. 650, 1377;
İbtidânâme, b. 2519-2521.

Esasında “Güneş, Ay ve Yıldız” temsilleri Mevlânâ’nın birbirleriyle çeşitli vechelerden alaka kurulabilecek surette sıklıkla kullandığı temsil gruplarından biridir. Mesela bk. Mesnevî, I, 3643-3669. Ayrıca söz konusu teşbih ile Kur’an-ı Kerîm’deki eş-Şems, el-Kamer ve en-Necm sureleri arasında dikkat çekici paralellikler kurmak mümkündür. Bk. Meral Hasırcı, Hz. Mevlâna’nın Hayatında Kur’an Tecellisi, Her Nefes, S. 24, Ekim 2011, s. 30-31. Diğer taraftan mezkur temsilin “Ashâbım yıldızlar misalidir, hangi birine iktida ederseniz ihtida etmiş olursunuz” (İbnü’l-Esîr el-Cezerî, Câmiu’l-Usûl fî Ehâdîsi’r-Rasûl, I/6453, VIII/6369) mealindeki hadisi ile paralelliği söz konusudur. Bk. Mesnevî, I, 3656; V, 671-2; VI, 1156-7; 1595. Ayrıca Mevlânâ Çelebi’yi Mesnevî’de “yıldızların nûru” şeklinde yâd etmektedir. Mesnevî, V, 1.

460 İbtidânâme, b. 2444-2449.

461 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 112-113.

462 İbtidânâme, b. 2455-2459.

Mevlânâ, tıpkı Şeyh Salâhaddîn hakkında kullandığı ifadelere benzer şekilde velâyetteki mertebesine işâret ederek Çelebi’nin “Rahmet madeni, Hakk’ın nûru ve mazharı” olduğuna işaret eder. Dolayısıyla Çelebi, Hakk’ın mazhar-ı tâmmı olması hasebiyle efâl ve akvâl itibariyle de Hakk’tan ayrı olarak değerlendirilemez. Şu halde onun efâline ve akvâline inkıyâd, bir cihetten Hakk’a inkıyâd anlamı taşımaktadır. Nitekim Çelebi, (tarikat hiyerarşisinde Şeyh makamını temsili itibariyle) Hakk Teâlâ ile “husûsî bir maiyyet”e sahiptir ve Hakk’ın halîfesidir. Diğer taraftan “cümle evliyanın tek bir zât” olarak tevhidi fikri dolayısıyla Çelebi Hüsâmeddîn’de bütün evliyanın husûsiyetleri bi’l-külliyye mevcuttur. Dolayısıyla “herkese vâcib olan, iki dünyâda da can ü gönülden ona kul olmaktır ancak.” İbtidânâme, b. 2466-2523.

Eflâkî’nin konuya ışık tutacak nakillerinden birinde, Sultan Veled, Çelebi’nin bir sohbet esnasında örfî sözler söyleyip bağdan bostandan bahsettiği sırada esasta hakikate taalluk eden manalardan bahsettiğini ve kendisinde husule gelen tebdîl ve hayreti ifade ederken Mesnevî’nin şu beyitleri ile durumu tevsîk eder:

Âşık, aşk diyarında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur. Fıkıhtan bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden fakr kokusu gelir. Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dair söz söylese sözleri, yakîni anlatmış olur. Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir ki doğruyu süsler.” (Mesnevî, I, 2880-83.) Eflâkî, VI, 6.

463 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 113. İlginç bir anekdot olarak Eflâkî, Mevlânâ’nın ibâdet ve taati dolayısıyla ızdıraba düştüğünde Şeytan’ın da Mevlânâ’dan merhamet ummak için Çelebi’yi vesile tutma çabasından söz eder. (Eflâkî, VI, 27.)

464 İbtidânâme, b. 2523-2531-2577.

Diğer taraftan Mevlânâ’nın intikali akabinde her ne kadar Çelebi Hüsâmeddîn’in halîfeliği ve nâibliği yerine Sultan Veled’in tercihi hususunda bir takım itirazların vuku bulduğunu işâret eden rivâyetler söz konusu olsa da başta bizzat Sultan Veled olmak üzere Mevlevî ricâlinin Mevlânâ’nın kararını sarsılmaz bir teslimiyet ve itâat ile kabul ettikleri ve aksini ilzam eden yaklaşımlara temayül göstermedikleri anlaşılmaktadır. Gerçekten Sultan Veled babasının kendisine olan itimadını ve teveccühünün hakkâniyetini isbât eder bir tarzda, “vasiyyete hâcet bırakmadan, pehlivanca” davranmış, Mevlânâ’nın oğlu olmaklığı bi-hakkın yerine getirmiştir. (Eflâkî, III, 575; VI, 6.)

Buna rağmen meseleyi ele aldığı bir çalışmasında bizzat Çelebi ile Sultan Veled’i, aralarında iktidar mücadelesi söz konusu birbirine muhâlif iki grubun liderleri şeklinde resmeden Ahmet Akşit’in zorlama tevillere giriştiği ve meseleyi belki de farklı bir şeyler söylemek ya da aykırı düşünmek adına hatalı bir tarzda vaz’ ettiğini belirtmeliyiz. Bk. Ahmet Akşit, “Çelebi Hüsameddin’in Halife Seçilmesi ve Muhalifleri”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 18 (2005), s. 179-187

465 Kur’ân ve Mesnevî ile ilgili olarak Çelebi’nin bir rüyâsı ve Mevlânâ’nın ifadeleri ile ilgili olarak bk. Eflâkî, VI, 19.

466 Ayrıca Mevlânâ, Mektûbât’ında Hüsâmeddîn Çelebi’nin ismini “Melikü’l-, Seyyidü’l-, Şeyhu’l- Meşâyih” gibi kayıtlara ilaveten Mesnevî nin birinci defterinin dîbâcesinde serdettiği ifadelerin muhtelif tertipleri ile tebcîl ederek pek çok yerde yâd eder. “Şeyhu’l-Meşâyih” ve benzeri ifadeler kullanıldığında biz, mektubun Şeyh Salâhaddîn’in intikalinden ve Çelebi’nin hilafetinden sonra kaleme alındığına hükmedebiliriz. Mektupların bir bölümünde doğrudan Çelebi’ye ya da yakınlarından birine tavassutta bulunurken bir kısmında ise muhataba Çelebi’nin muhabbetini, selamlarını ve duacısı bulunduğunu bildirir. Diğer taraftan kimi mektuplarda açıkça belirtildiği gibi Çelebi’nin Mevlânâ’nın kâtipliğini inşâ hususunda da deruhte ettiği, hatta bazen bizzat mektubu muhatabına götürerek elçilik vazifesi gördüğü anlaşılmaktadır. Bk. Mektuplar, s. 2, 27, 38, 43, 51, 60, 87, 120, 103, 106, 117, 120, 121, 123, 127, 128, 138, 140, 146, 152, 168, 176, 177, 182, 188, 194, 196, 197, 202, 203, 212.

467 Eflâkî, eserinde Çelebi’nin menâkıbına hasrettiği bölümün hemen başında kendisini şu şekilde yâd eder:

“Hz. Ebâ Yezîdü’l-Vakt, Cüneydü’z-Zamân, Miftâhu Hazâyini’l-Arş, Emînü Künûzi’l-Ferş, Veliyyullâh fi’l-Arz, el-Kâyim bi’s-Süneni ve’l-Farz, Şâfiun li’l-Muhibbîne Yevme’l-Arz Hüsâmü’l-Hakk ve’d-Dîn Hasan b. Muhammed b. el-Hasan b. Ahi Türk, el-Müntesib ila’ş-Şeyh el-Mükerrem bi-mâ kâle: “Emseytü Kürdiyyen ve Esbahtü Arabiyyen” -Razıyallâhü anhü ve an eslâfihî- Fe-ni’me’s-selef ve ni’me’l-halef Her yakışıklının güzelliği, onun cemalinden ödünç alınmıştır hatta bütün güzel kadınlarınki de” Eflâkî, VI, 0.

468 Mesnevî, I, Dîbâce. İfadenin orjinali şu şekildedir:

یقول العبد الضعیف المحتاج الى رحمة الله تعالى محمد بن محمد بن الحسین البلخي تقبلھ الله منھ اجتھدت في
تطویل المنظوم المثنوي المشتمل علي الغرائب و النوادر و غرر المقالات و درر الدلالات و طریقة الزھاد و
حدیقة العباد، قصیرة المباني، كثیرة المعاني، لاستدعاء سیدي و سندي، و معتمدي، و مكان الروح من جسدي،
و ذخیرة یومي و غدي، و ھو الشیخ قدوة العارفین، و امام أھل الھدى والیقین، مغیث الورى، أمین القلوب و
النھى، ودیعة الله بین خلیقتھ، و صفوتھ في بریتھ، و وصایاه لنبیھ، و خبایاه عند صفیھ، مفتاح خزائن العرش،

أمین كنوز الفرش، أبوالفضائل حسام الحق و الدین، حسن بن محمد بن الحسن المعروف بابن أخي ترك أبو یزید
الوقت جنید الزمان صدیق بن صدیق بن صدیق رضى الله عنھ و عنھم الأرموي الأصل المنتسب الى الشیخ
المكرم بما قال أمسیت كردیا و أصبحت عربیا قدس الله روحھ و أرواح خلائفھ، فنعم السلف نعم الخلف.
لھ نسب ألقت الشمس علیھ ردائھا / و حسب أرخت النجوم لدیھ أضوائھا

469 Söz konusu beyti İsmail Rusûhî Ankaravî iki şekilde şerh eder:İlki Çelebi Hüsâmeddîn’in nesebi üzerine sûrî nübüvvet güneşinin aksetmesi ve Çelebi’nin nübüvvete ve şerîatın zâhirine tâbiiyeti dolayısıyla tenevvür etmesi şeklinde sûret açısından getirdiği yorumdur. İkincisi ise mana açısından Çelebi’nin Şems-i Tebrîzî vasıtası ile tenvîri husûsudur. Dolayısıyla Çelebi Ziyâü’l-Hakk olarak “Hakîkat Güneşi/Şemsi’nin Ziyâsı (Işığı) olarak değerlendirilir. Bu tevil, dolaylı olarak Şems-i Tebrîzî’yi kendisine tabi olunacak mürşid-i kâmil/veli (post-nişîn), Çelebi’yi ise sâliki mürşidin manevi irşadına hazır hale getirecek erkânı uygulayan mürebbî (Kazancı Dede) şeklinde resmetmekte ve bu portreler Mesnevî genelinde detaylandırılmaktadır. Bk. Mesnevî, I, 423, İsmâil Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, I, 76, 125-6; Semih Ceyhan, a.g.t, s. 397-398.

470 Sahih Ahmed Dede Çelebi’nin (622 sâlinde, gurre-i mâh-ı Muharrem ibtidâsında) 1 Muharrem 622 / 13 Ocak 1225 tarihinde dünyaya geldiği bilgisini verir. Sahih Ahmed Dede, s. 145.

471 Karşılaştırınız: Dîvân-ı Kebir, Gazel Nr. 1377, 3429.

472 “Çelebi” lafzının isminin önüne getirilmesinin, kendisinin Mevlânâ neslinden gelen sair çelebilerden tefrîki maksadıyla olduğu düşünülebilir.

473 Mesnevî, I, 428; II, 3, 1123, 2282; III, 2110; IV, 1, 35, 2075, 3423, 3824; VI, 1202, 1991, 2010.

Hususiyle son beyitte Mevlânâ Çelebi’ye “Ey Ziyâü’l-Hakk Hüsâmü Dîn ü Dil” şeklinde hitâb eder.
Ankaravî, Çelebi’nin söz konusu lakâbını şu şekilde şerh etmektedir:

“Hazret-i Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi ’ye Ziyaü ’l-Hakk tabir buyurmalarında ol hazretin kutbiyyet ve gavsiyyet ve şemsiyyetine ve sair evliyânın teb ’iyyet ve arziyyet ve kameriyyetine işaret buyururlar. Zira ziyâ mâ bi’z-zâta derler. Nurdan akvadır ve nur bi’l-araza derler. Ziyadan zayıftır. (Karş. hüvellezi) … Hüsameddin Çelebi ’nin Ziyâü ’l-Hakk olmalarında nükte budur ki daima zat-ı Hüdâ ’dan cüda değildir ve Cenâb-ı Hakk ’tan feyzi ol bi-lâ vasıta alıp zamanında olan sair evliyâ ondan istifade ve istinâre ederler demek olur. [Nitekim Gavsın mertebesi, güneşin mertebesi; diğer evliyanın mertebesi ise Kamer’in ve yıldızların mertebesi misalidir ki hepsi (cümle evliyâ) O’ndan (Gavs’tan) istifâde ederler, tıpkı Kamer’in Güneş’ten istifadesi gibi].” İsmail Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, II, 7.

474 Sahih Ahmed Dede, Ahi Muhammed Urmevî’nin velâdetini h. 577 (m. 1181-2) olarak kaydeder. (Sahih Ahmed Dede, s. 125) Dede’nin verdiği malumata nazarak h. 613 yılı Muharrem ayı başında (m. Nisan 1216) Konya’ya gelerek burayı vatan edinmiştir. Sultan İzzeddin I. Keykavüs’ün saltanatına müsadif bu dönemde Konya ahalisinin kendisini Konya’ya “ahi” eylediğini ve her hususta iznine müracaat edildiğini belirtir. (Sahih Ahmed Dede, s. 139-140) Konya beldesi ahisi Ahi Muhammed’in h. Zi’l-Hicce 639’da (m. Haziran 1242) 62 yaşında intikâl ettiği nakledilmektedir. (Sahih Ahmed Dede, s. 159-160)

475 Sahih Ahmed Dede, Ahi el-Hasan Urmevî’nin (metinde defâatle Hüseyin kayıtlıdır) h. 520 (m. 1126-7) yılında dünyaya geldiğini, (Sahih Ahmed Dede, s. 114) h. 600 (m. 1203-4) yılında ise intikâl ettiğini belirtir. (Sahih Ahmed Dede, s. 129)

476 Sahih Ahmed Dede, Ahi Türk’ün h. 470 (m. 1077-8) yılında Bağdat’ta dünyaya geldiğini, babasının Ekrâddan Tâcü’l-Ârifîn Şeyh Muhammed Ebu’l-Vefâ-yı Bağdâdî olduğunu kaydeder. (Sahih Ahmed Dede, s. 107.) Sahih Dede’nin verdiği bilgiye nazaran Ahi Türk, h. 492 (m. 1098-9) yılında babası Şeyh Ebu’l-Vefâ’nın intikâli akabinde aynı yıl Urmiye’ye hicret etmiş ve burada “güzel kardeş (Ahi: Kardeş, Türk: Güzel)” manasına Ahi Türk olarak adlandırılmıştır. (Sahih Ahmed Dede, s. 110) Dede, Ahi Türk’ün h. 550 yılında 80 yaşında intikal ettiğini de belirtir. (Sahih Ahmed Dede, s. 120)

477 Metinde geçen “Sıddîk ibnü Sıddîk ibnü’s-Sıddîk” ibâresi Çelebi’nin Hz Ebû Bekir es-Sıddîk neslinden olduğu fikrini ihsâs ediyorsa da mezkûr ibarenin neseb tayininden ziyade meşrebin ifadesi maksadıyla dile getirildiği yani Çelebi’nin hem kendisinin ve hem de ailevi geleneğinin “Sıddîkıyyet” makâm ve meşrebinde bulunduğunu vurgulamak maksadı taşıdığı fikri gâliptir. Bk. İsmail Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, s. 18; Firûzanfer, MEB, s. 435-426.

478 Mevlânâ Mesnevî’de Çelebi’ye “Ey Cevân!” şeklinde hitâb etmektedir ki “Fetâ/Genç” manasına gelen bu kelime ile hitâb, bazı şârihler tarafından Çelebi’nin Ahilik mensubu bulunması ile alakalı olarak değerlendirilmiştir. Mesnevî, I, 3343. İ. Ankaravî, Şerh-i Mesnevî, I, 609; A. Gölpınarlı, Mesnevî Şerhi, I, 23.

479 Söz konusu tavrın bir manaya işaret maksadıyla sergilendiği ileri sürülebilir. Nitekim nazarımızı sözün sahibinden ziyade ifadedeki merâma yöneltecek olursak meseleyle ilgili olarak gözden ırak tutulmaması gereken en mühim hususun, ifade edilmek istenen asıl mananın, sözün sahibinin milliyetinden ziyade mecaz yoluyla Hakk’ın lütfu ve inayeti sayesinde kısa zaman diliminde dahi (bir gece) büyük tahavvül ve tekâmül süreçlerini aşabilmenin (Kürt olmaktan Arap olmaya ya da A’cemî olmaktan Arap olmaya dönüşüm) mümkün olduğu ve söz sahibinin böyle bir lütuf ve inâyete muhatap bulunduğudur. Nitekim Mevlânâ, Mesnevî’de bu hususu izah ederken Peygamber ile benzer himmete sahip kimselerin varlıktan ve suretten geçerek manayı ve hakîkati elde ettiklerini, böylelikle de kitap, tekrar, üstad, ravi, müzakere ve mütalaa gibi suri sebeplere ihtiyaç olmaksızın kendi gönül aynalarında aksetmiş bulunan peygamberî ilmi tahsil edeceklerini belirtir. Değerlendirme için bk. Eflâkî, VI, 0 (Tahsin Yazıcı’nın dipnotu), s. 553- 554; Karşılaştırınız: Mesnevî, I, 3426-3466.

480 İsmail Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, s. 18; Sahih Ahmed Dede, s. 107; Gölpınarlı, MC, s. 108. Söz konusu ifade aynı zamanda Şeyh Ebu Abdillâh Bâbûye, Hüseyin b. Ali b. Yezdânyâr (v. h. 333 m. 944-5) ve Baba Tahir Hemedânî’ye de atfedilmektedir.

481 Sipehsâlâr’ın orijinal ifadeleri şu şekildedir: “Hazret-i Çelebi-yi Kerûbiyân, Hulâsa-i Rûhâniyân, Bânî-yi Esâs-ı Muhabbet, Mütemmim-i Erkân-ı Meveddet, Mülakkin-i Esrâr-ı Ma’rifet ve Hakîkat, Mükemmil-i Ezlâ’-ı Şerîat ve Tarîkat, İftihâr-ı Evliyâ, İhtiyâr-ı Etkıyâ, Mazhar-ı Envâr-ı İlâhî, Mehdî-i Etvâr-ı Nâ-mütenâhî, Sıddîk-ı Vakt, Ebû Yezîd-i Zaman, Çelebi Hüsâmü’l-Hakk ve’d-Dîn (k.r.)” Sipehsâlâr, a.g.e., s. 118.

482 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 118-119.

483 Sahih Ahmed Dede, Çelebi Hüsâmeddîn’in, babası Ahi Muhammed Urmevî’nin h. Zi’l-Hicce 639’da (m. Haziran 1242) intikâli akabinde evvelce Kayseri’den Konya’ya teşrîfinde görüp muhabbet ettiği, babasına davet ettirip hizmetinde bulunduğu Mevlânâ’ya mürîd olduğunu bildirir. (Sahih Ahmed Dede, s. 160)

484 Eflâkî’nin, Mesnevîhân Siraceddîn’den naklettiğine göre Çelebi Hüsâmeddîn ergenlik çağına yeni girdiği dönemlerde fütüvvet erbabı ve ahi şeyhi olan babasını kaybetmiştir. Babasının ve ecdadının Anadolu’nun itibarlı ahileri nezdindeki saygınlığı dolayısıyla fütüvvet erbâbı Çelebi’ye sahip çıkmak istemişlerdir. Çelebi onların sohbetlerine devam etmiş akabinde ve nihayetinde ise Mevlânâ’nın hizmetini tercih ederek müntesibânına yol vermiş, mal-mülk namına neyi varsa da Mevlânâ uğruna feda etmiştir. Eflâkî nakline şu şekilde devam eder: “Bundan sonra da O Hazret’in makbul talihlisi (mukbil-i makbûl) oldu. Hz Şeyh’e (Mevlânâ) gayb âleminden her ne hâsıl olsa hepsini Çelebi Hüsâmeddîn hazretlerine gönderdi; onu ashabın önde geleni (mukaddem) ve Allah askerlerinin başbuğu ve ashâbın işlerinin zaptına hakim kıldı. Hüsâmeddîn yeniden mülk, servet, toprak ve köy sahibi oldu; son nefesine kadar ulu dostlara (ashâb-ı kirâm) ihtimam göstermekle uğraştı; vakıf mahsûlâtını bütünüyle ve mükemmelen hak sahibi olanlara gönderdi.” Ardından Çelebi’nin vakıf malının kullanımı/kullanmaması hususunda son derece titiz ve hassas davrandığı belirtilmektedir ki bu husus başka anekdotların tevsîki ile de sâbittir. Böylelikle neticede Çelebi’nin sergilediği mertlik, insaniyyet ve kemâle muhabbet tavrının bereketiyle zâhiren ve bâtınen nebevî şerîat, Mesnevî tarîkatının sülûku (veya orta yolun sülûku-tutulması), Mustafavî hakîkatin idrâki ve Mevlevî aşkın riâyeti hususunda kâmil ve mükemmil hale geldiği kaydedilir. Eflâkî, VI, 2.

485 Aşkın fedâkarlığı hatta aşığın bütün varlığından geçmesini mûcib oluşu fikrinden hareket eden Şems bu hususta öncelikle muhatabının ehemmiyet atfettiği şeyleri ve aşkı uğruna bunları feda edebilirliğini tesbit ve muhataba arz etmektedir. Şöyle söyler: “Mürîdler bize üç hal ile yol bulabilirler: Birincisi mal, ikincisi hal, üçüncüsü niyaz ve yalvarma (ibtihâl) ile” (Eflâkî, IV, 20.) Şems, Çelebi Hüsâmeddîn’e bu tavrı tatbik ettiğinde Çelebi’nin anında ve hem de bütünüyle malından-mülkünden geçtiği ve böylelikle Şems-i Tebrîzî’nin iltifâtına mazhar olduğu Eflâkî tarafından şu şekilde vurgulanmaktadır:

“Şems ona şöyle buyurdu: “Evet Hüsâmeddîn! Ben Yezdân’ın fazlından ve erlerin himmetinden öyle ümit ederim ki bugünden sonra kâmil velilerin gıpta ettiği bir makama erişecek, tertemiz kardeşlerin kıskanıp muhabbet beslediği bir kişi olacaksın. Her ne kadar Hüdâ’nın erleri hiç bir şeye muhtaç değildirler ve fakirlik çekmezler ve her iki dünyadan münezzeh iseler de sevilen kişinin (mahbûbun), sevenin sevgisini (muhibbin muhabbetini) ilk adım olarak dünyayı, ikinci adım olarak da Allah’tan başka her şeyi terk etmesiyle imtihanı (söz konusudur). Hiçbir nev’ mürid talebini arttırmakla kendi muradına yol bulamaz, ancak kulluk ve îsâr ile bulabilir. “(elinde bulunandan) veren, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve en güzel olanı tasdîk eden” (el-Leyl, 92, 5-6) âyeti Sıddık-i Ekber’in bayrağının tevkîidir. Dostların da Sıddîk’ın dostu (gibi) olmaları lazımdır. Altınla dolu keseyi eline al! “Allah’a borç veriniz” (Müzzemmil, 73, 20) ayetine uyarak gel Gözden çıkardığın bir barça şeyi borç verdin mi (ona karşılık) yüz bin maden elde edersin. Şeyhinin yolunda altınlarını feda eden her bir mürid ve âşık başını da feda edebilir. Bu Dünyada muhlis ve muhles âşıklar kalmamıştır.

Ve derler ki: Mevlânâ Şemseddîn, Hüsâmeddîn’in önüne koyduğu bütün bu mal ve paradan yalnızca bir dirhemden başka hiçbir şey kabul etmedi. Geri kalanın hepsini tekrar Hz. Şeyh Hüsâmeddîn’e bağışladı ve anlatılmayacak derecede sonsuz inayetlerde bulundu. İşlerin sonu ancak Allah’a varır. (Lokman, 31, 22) Sonunda öyle bir makama erişti ve öyle bir sadr (sine) oldu ki sadrları sineleri açılmış olan ashâb onun sadrına baş koydular. Mevlânâ Hazretleri ona “Arş hazinelerinin emini” diye hitap ederdi. Yirmi altı bin altı yüz altmış beyitten ibaret olan Mesnevî’nin altı cildi de onun sırrının şerhidir ve onun vasfı hakkında nazil olmuştur.” (Eflâkî, IV, 21)

486 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 34-35. Sadece son zamanlarda değil mesela Şems-i Tebrîzî’nin Konya’da bulunduğu demlerde de emirler ve beylerden elde edilen mal ve paranın idaresi ve taksimi ile Çelebi Hüsâmeddîn’in alakadar olduğu anlaşılmaktadır. (Eflâkî VI, 29.) Diğer taraftan Çelebi’nin -muhtemelen ailevi gelenek olarak Ahi teşkilatına bağlılığı dolayısıyla- hususi bir takım işlerle de meşgul olduğu, mesela bağcılık yaptığı, bal ürettiği ve hatta Konya’nın bağlık-bahçelik bölgesi ve mesire alanı bulunan Meram’da Hümâm adı ile anılan bağının bulunduğu, (Mektuplar, s. 27.) Mevlânâ’nın oraya sık sık ziyarete gittiği (Sahîh Ahmed Dede, s. 180-1.), hatta Hacı Mübarek Hayderî’nin can dostu bulunan Şeyh Muhammed Hayderî’nin muhabbet ve ihlası dolayısıyla Çelebi’nin bağında bağbancılık yapmakta olduğu, Mevlânâ’nın intikâlinden dört yıl sonra bir gün Çelebi’den incinip bağından ayrıldığında Mevlânâ’yı müşahede ederek Çelebi’ye gidip özür arz ettiği nakledilmiştir. (Eflâkî, VI, 7, 22, 25.)

487 Mevlânâ, Taceddîn Mu’tezz tarafından cizye malından geldiği için helal olduğu özellikle belirtilerek gönderilen bir miktar dirhemin Çelebi’ye gönderilmesini emrettiğinde bu durum Sultan Veled’in serzenişine sebep olmuştur. Sultan Veled’in “Bizim evde hiçbir şey yok, başkasına verecek bir halde değiliz. Hüdâvendigâr nereden bir şey gelse Çelebi hazretlerine gönderiyor. O halde biz ne yapalım?” şeklindeki yakındığında Mevlânâ şöyle cevap vermiştir: “Bahâeddîn! Vallâhi ve Billâhi ve Tallâhi ki eğer yüz bin kamil zahit ve müttakî kişi, aşırı derecede aç olsa, ölüm korkusuyla karşı karşıya bulunsalar ve benim de tek bir ekmeğim bulunsa, ben onu da hali vakti yerinde olduğu halde (esbâb-ı müstevfâ müheyyâ bâşed) yine Hüsâmeddîn Çelebi’ye gönderirim, başka birisine yardımda bulunmam. Çünkü o Allah eri (merd-i Hüdâ)dır ve bütün işi Hüdâ içindir. Mülk aleminin (Dünyanın) bütün malı mülkü ve gelirleri onundur ve bunlarda tasarrufta bulunmak (istediği gibi kullanmak) ona helal, diğerlerine haramdır. Zira onlar o mala sahip değillerdir ve dünya sebepleri (malı) Çelebi Hüsameddin ‘e zarar vermez. Ki “helal ve hayırlı (sâlih) mal dini bütün (salih) bir kişiye ne de yakışır!” O mal bîgânelere vebâldir, onun için ise kol ve kanattır Helva doktora zarar vermez, fakat hastaya verir.” Çelebi ise söz konusu paranın bin dirhemini Sultan Veled’e, bin dirhemini Kirâ Hatun’a ve beş yüz dirhemini de Emîr Âlim Çelebi’ye verip kalanını da ashaba bölüştürmüştür. Eflâkî, VI, 9.

488 Eflâkî, VI, 6. Çelebi’nin vera’ ve takvâ (perhîzkârî) hususundahi titizliğine Sipehsâlâr da dikkat çeker. Sipehsâlâr, a.g.e., s. 82, 121. Ayrıca Sipehsâlâr, a.g.e., Çelebi’nin ulüvv-i himmeti ve keremi ile maruf ve meşhur olduğu bilgisini verir. Sipehsâlâr, a.g.e., s. 121.

489 Eflâkî, VI, 14.

4120 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 88-89; Eflâkî, VI, 15.

491 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 121.

492 “Kendine geldiğindeyse başını secdeye koyar gözlerinden seller gibi yaş boşanır ve o Hazret’in pâk zâtına âferinlerde bulunurdu.” Sipehsâlâr, a.g.e., s. 122. Çelebi’nin mizacının letâfeti ve şefkati ile ilgili bir temsil için bk. Sipehsâlâr, a.g.e., s. 121.

493 Mevlânâ’nın bizzat Çelebi Hüsâmeddîn’e gönderdiği mektuplar bu hususun müşahhas delilidir. Mektuplarda Mevlânâ’nın kullandığı dil, üslup ve ifade tarzı Çelebi’nin kendisi nezdindeki yüksek değerini açıkça ortaya koymaktadır. Bk. Mektuplar, s. 120-121, 194-197.

494 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 121. Sultan Veled’in bu konuya taalluk eden izahatı için bk. İbtidânâme, b. 2978- 2980; Sürh Nr. 121; b. 5465-5509;

495 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 75-76.

496 Eflâkî, VI, 28.

497 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 76. Aynı zamanda Mevlânâ’nın Çelebi’ye olan alaka ve muhabbetinin tesirlerinin Mevlânâ’nın intikalinden sonra dahi tezâhür ettiği nakledilmektedir. Eflâkî, VI, 22.

498 Eflâkî, VI, 20. Karşılaştırınız: Mesnevî, I, 2378. Bu hususun açıkça vurgulandığı bir menkıbenin tahkiyesi muhtasaran öylecedir:

Pervane tarafından akdedilen bir sema mecliste Mevlânâ hiç konuşmamaktaydı ve suskunluğunun sebebini fark eden Pervane henüz meclise davet edilmemiş bulunan Çelebi’nin bağından getirilmesi için Mevlânâ’nın iznine mürâcaat etmiştir. Mevlânâ cevâben “İyi olur (maslahat olur), çünkü hakikatlerin memesinden manalar sütünü cezbeden onun hazretidir” buyurur. Çelebi meclise geldiğinde ise hemen yerinden kalkarak kendisini “Merhaba benim canım, imanım, Cüneyd’im, nurum, efendim (mahdûm-i men), Hakk’ın mahbûbu, peygamberlerin maşuku” diye iltifatlarla karşılar. Çelebi de sürekli baş koymaktadır. Bu durumu anlamlandırmakta zorlanan ve taaccüble karşılayarak içinden “Acaba Mevlânâ’nın buyurduğu bu sıfatlar Çelebi Hüsâmeddîn’de var mıdır? Yoksa Mevlânâ tekellüfte mi bulunuyor” düşüncesini geçiren Pervane’ye Çelebi “Bu sıfatlar bende olmasa bile mademki Hz. Mevlânâ buyurmuştur, öylece (buyurduğu gibi)dir ve bende yüz katı vardır. O, olmayan bir hali derhal var edip vermeye, bahşetmeye, mürîdin canında artırmaya ve tek bir inayet nazarıyla insanı hidayete ulaştırmaya, kemale erdirmeye kadirdir ve buyurduğu gibidir.” şeklinde cevap vermiş devamında ise bir temsille bu hakikati izah etmiştir. (Karş. Fîhi Mâ Fîh, s. 89, 239-240.) Akabinde Çelebi mecliste evin sahnının ortasına oturduğunda Mevlânâ da gelip Çelebi’nin yanı başına oturmuştur. Nihayet başkaları da Mevlânâ’ya uyunca evin sahnı sadra dönmüş, sadrlar (başköşeler) boş kalmıştı. Bu durumu yadırgayan ve içten içe itiraz edip hasette bulunanlara ise Mevlânâ bir temsille açıklamada bulunarak sonrasında ise semâ’a kalkmış, bir müddet sonra da meclisten çıkıp yalınayak semâ’ ederek medreseye gitmiş ve üç gün üç gece orada sem’a devam etmiştir. Eflâkî, VI, 20.

499 Mesnevî, II, 2282 vd.

500 Mesnevî, III, 1.

501 Mesnevî, IV, 3820-3829.

502 Mesnevî, IV, 1-39

503 Mesnevî, V, 1-2.

504 Mesnevî, VI, 1-4.

505 Mesnevî, VI, 183-188.

506 Daha sonra Sipehsâlâr teberrüken Çelebi Hüsâmeddîn’in ismine işaret edilen beyitlerden bir kısmını kaydetmiştir. Sipehsâlâr, a.g.e., s. 119.

507 Sultan Veled döneminde de Mesnevî-hân olduğu anlaşılan Sirâceddîn’in Çelebi ile ilgili pek çok malumat hususunda Eflâkî’nin önde gelen ravilerinden biri olduğu hususunu göz önüne alırsak Sirâceddîn’in Çelebi ile yakın temâsının bulunduğuna ve belki de ileri gelen öğrencilerinden biri olduğuna hükmedebiliriz. Ayrıca Mesnevî-hân Sirâceddîn Sultan Veled’in eseri İbtidânâme ile ilgili olarak da önemli bir anekdotun râvisidir. Siraceddin’in gördüğü bir rüyaya istinâden Sultan Veled Çelebi Hüsâmeddîn’i İbtidânâme’nin son bölümünde eseriyle irtibatlı olarak bir kez daha anarak manevi bir işaretle eseri hususundaki takdirini ifade ederken eseri Mesnevî tarzında husûsi bir eda ile hem kendisinin okuduğunu ve hem de okunmasını emrettiğini belirtir. Çelebi’nin İbtidânâme hakkında dile getirdiği pek çok şeyden ravi Mesnevîhân Sirâceddîn’in hatırında sadece şu beyit kalmıştır: “Kimde göz varsa, görüş varsa bunu görmüştür: Bu nazmın üstüne hiçbir nazım olamaz” (İbtidânâme, Sürh Nr. 167; b. 8596 vd.)

508 Her iki sûfînin de Mevlevî geleneğin teessüsü hususunda oldukça mühim tesiri bulunduğu aşikardır. İsmi zikredilen eserlerden Tasavvufi Mesnevî türünün Fars dilinde eser vermiş ilk büyük üstadı olarak kabul edebileceğimiz Ebu’l-Mecd Hakim Mecdud b. Adem Senai-yi Gaznevi’nin (11 Şaban 525 / 9 Temmuz 1131 [?]) önde gelen mesnevisi olan “Hadîkatü’l-Hakîka ve Şerîatü’t-Tarîka” aynı zamanda “Fahrî-nâme” ve “İlâhî-nâme” olarak da bilinmektedir. Eser tevhid, Allah kelamı, na’t, aklın sıfatları ve halleri, ilmin fazileti, küllî nefs, gurur-gaflet ve unutkanlık, felek ve burçların tasviri, hikmet, atasözleri, eskilerin şiirleri, Fahreddin Behram Şah ile maiyetine dair medhiyeler gibi konuların ele alındığı fasıllara ayılmış ve konular aralara serpiştirilen türlü hikâyelerle renklendirilmiştir. Zaman zaman dünyevi ve tasavvuftan uzak imgeleri de ihtiva edebilen hikayelerin bazılarının kaynağı Kuşeyrî’nin er-Risâle ve Gazzâlî’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn’i olduğu görülmektedir. Mevlânâ’nın ve hususiyle Şeyh Burhâneddîn Muhakkik Tirmizî’nin büyük ehemmiyet atfettikleri Senâî, Mevlevî gelenek tarafından sade bir şair olmanın çok ötesinde önemli bir sûfî, şiirleri ise sade şiirin ötesinde Kur’ân’ın özü ve insanı hakikate eriştirecek birer vesile olarak telakki edildiğini söyleyebiliriz. Bu meyanda Senâî ile Mevlânâ arasında bir fikir, tavır ve üslup birliğinin var olduğunu da hatırlamalıyız. (bk. Eflâkî, III, 129-133, 226, 244, 357, 384, 427, 519; VI, 3.) Sultan Veled’in “Attâr rûh idi ve Senâî iki göz; Biz ise Attâr ve Senâî’nin kıblesi olageldik” şeklinde her iki sufiyi de yâd ettiği beyti de (Sultân Veled, Dîvân, s. 277; b. 5700-1) müşarun ileyh sûfîlerin geleneğin teessüsündeki ehemmiyetine işaret etmektedir. Ayrıca bk. O. Nuri Küçük, Mevlânâ’nın Üslup, Tasavvufî Fikir ve Meşrep Kaynaklarından Senâ’î, Tasavvuf, S. 14, Ankara Ocak- Haziran 2005, s. 455-472.)

İkinci eser ise Ebu Hamid Ferîdüddîn Attar Muhammed b. İbrahim Nişaburî’nin (618 h. / 1221 m.) sûfî edebiyatının şah eserlerinden birisi olan ve “Makâmât-ı Tuyûr” olarak da bilinen mesnevisidir. Eserde “si-murgun Simurg”a vuslat serencamı çerçevesinde vahdet-i vücut düşüncesini ve “talep, aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret, fakr u fena”dan müteşekkil yedi vadi şeklinde tasvir edilen seyr u sülûk merhalelerini tahkiye eden Attâr’ın gerek fikir ve gerekse üslup yönünden İbn Sînâ, Ahmed Gazzâlî, Hâkânî ve Senâî’nin ilgili eserlerinde ele aldıkları meseleyi mükemmelen ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Ana hikaye kısa ara hikayelerle bezenmiştir. Bir kısmı Tezkiretü’l-Evliyâ’da da nakledilen hikâye ve menâkıbın Mevlânâ tarafından da zaman zaman tekrar edildiği görülür. (Mantıku’t-Tayr pek çok mütercim tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Oldukça sağlam bir metne dayalı olarak son derece tatlı bir üslupla kaleme alınan en son tercüme Prof. Dr. Mustafa Çiçekler tarafından ilim alemine kazandırılmıştır. Ferîdü’d-Din Attar, Mantıku’t-Tayr / Kuşların Diliyle, trc. Mustafa Çiçekler, Kaknüs Yay., İstanbul 2006.)

Aynı sûfînin “Musîbet-nâme”si ise “Cevâb-nâme” olarak da bilinen 5740 beyitlik bir mesnevîdir. Kırk makale şeklinde tedvin edilen eserde her bir makalede pek çok hikaye ve temsile yer verilir. Muhteva olarak seyr u sülûk esaslı arayış ve buluş serencamını anlatan eserde sâlikin evvela âfâkî seyr ile Hakk’ı talebi ve arayışı ve bu esnada hâriçte mevcut varlık kategorilerinin her türlüsüyle muhâveresi ve muârefesinden bahsedilir. Neticede sâlikin Hakk’ı kendi derûnunda enfüsî seyir ile bulacağı vurgusu yapılan eser XV. yüzyılda Pîr Mehmed tarafından Türkçe’ye “Tarikatname” adıyla tercüme edilmiştir. İlave olarak şunu da belirtmek gerekir ki Senâî tarafından kurgulanan ve Attâr’ın hususiyle Mantıku’t-Tayr’da geliştirdiği okuyucuyu mesteden metaforik dil ve son derecede zengin imge dünyası Mesnevî misali bir şâheserin vücuda gelişi açısından literal ve metaforik maddî zemîni de oluşturmuştur. Mevlevî geleneğinde Ferîdüddîn Attâr algısına misal olmak üzere bk. Eflâkî, III, 129, 130, 414, 427,567; VI, 3. Ayrıca bk. Annemarie Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları, trc. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yay., s. 295-303, İstanbul 2001; Saime İnal Savi, “Senâî”, DİA, XXXVI, 502-503; Mürsel Öztürk, “Hadîkatü’l-Hakīka”, DİA, XV, 20; M. Nazif Şahinoğlu, “Attâr, Ferîdüddin”, DİA, IV, 95-98; Davud İbrahimi, “Esrârnâme”, DİA, XI, 434-435; H. Ahmet Sevgi, “İlâhînâme”, DİA, XXII, 70; H. Ahmet Sevgi, “Mantıku’t-Tayr”, DİA, XXVIII, 29-30.

509 Eflâkî, VI, 3; Karşılaştırınız: Mesnevî, IV, 1-6.

510 Mesnevî, I, 1807-9; IV, 3818.

511 Sahîh Ahmed Dede, s. 182-188. Bu husus Mesnevî’nin bütün defterleri için söz konusudur.

512 Mesnevî, I, 2934-2939. Karşılaştırınız: Dîvân-ı Kebîr, Gazel Nr. 145, 738.

513 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 119.

514 Mesnevî, VI, 191.

515 Mesnevî, I, 136.

516 Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinin bu manada “Ney-nâme” olarak nitelendirilmesi gayet tabîî ve bedîhî bir durumdur. “Ney” temsilinin arketipik arka planını tesis eden Sırr-Hz. Ali-Kuyu temsili hakkında bk. Mesnevî, IV, 2232-2233; VI, 2013-2015; Eflâkî, III, 454; F. Attâr, Mantıku’t-Tayr, b. 480 vd.; A. Gölpınarlı, Mesnevi Şerhi, IV, 329; Şeyh Galib Divanı, haz. Muhsin Kalkışım, s. 414-415, Ankara 1994; Beşir Ayvazoğlu, Neyin Sırrı Hala Hasret, s. 13, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul 2000; Dede Ömer Rûşenî, Neynâme, yayımlanmamış Tenkidli basım, hazırlayan: Mustafa Uzun, s. 32-35.

517 Mesnevî, I, 35.

518 Mesnevî, I, 123-124. Bu durum bilhassa Şems-i Tebrîzî merkeze alınarak Dîvân-ı Kebîr’de de işâret tarikiyle ima veya ifade edilmiştir.

519 Mesnevî, III, 2112.

520 Mesnevi, yazılış sürecinde Mevlânâ tarafından inşad edilip Çelebi tarafından kaleme alınması dolayısıyla eserin genelinde Mevlânâ’nın Çelebi’ye sohbeti ve hitabı söz konusudur. bununla birlikte zaman zaman Çelebi’nin’de muhavereye iştirâki beytlere aksetmiştir. Bk. Mesnevî, I, 125-143; 2616, 3343, 2934-2939; III, 2110 vd; IV, 2075-2080; 3818-3834; V, 2 vd.; VI, 183, 1202, 2016-2021.

521Ey gönüllerin hayatı Hüsâmeddîn, nice zamandır altıncı cildin yazılmasına meyledip durmaktasın. Hüsâmî-nâme, senin gibi bilgisi çok bir erin cezbesiyle dünyayı dönüp dolaşmada. Ey mânevî er, Mesnevî’nin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan sunmaktayım.Mesnevî, VI, 1-3.

522İşte ey Hakk ziyâsı Hüsâmeddîn, aynen, benim de bu Mesnevi’den maksadım sensin. Mesnevi, fer’leri bakımından da, asılları bakımından da tamamı ile senindir, onu sen kabul etmişsindir. Padişahlar, iyiyi de kabul ederler, kötüyü de, bir şeyi kabul ettiler mi artık reddetmezler. Mademki bir fidan diktin, onu sula, mademki açtın düğümleme!

Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin sırrın, onu şiir halinde söylemedeki muradım senin sesindir. Bence sesin, Allah sesidir; âşık, hâşa sevgilisinden ayrılmaz.Mesnevî, IV, 754-761.

523 Mevlânâ Dîvân-ı Kebir’de Çelebi’yi oldukça mahdût miktarda anar. (bk. Dîvân-ı Kebîr, Gazel Nr. 145, 533, 738, 1377, 1839, 2098, 2519, 2864, 3098, 3429.) Dîvân-ı Kebîr’in esasta Şems-i Tebrîzî adına nazma çekildiğini düşünürsek bu tabîî bir durumdur. Ayrıca Mevlânâ’nın eşsiz üslûbu zaman zaman “Şems/Güneş” temsîline mukârin olarak “Ziyâ/Işık”tan bahseder ve bu durum zihinlerde Çelebi’yi ima ediyormuş izlenimi uyandırır. Maamâfîh Mevlana Mesnevî’de medhiyesinde bulunmak üzere çeşitli vesilelerle Çelebi’nin vasıflarından sıkça bahseder. Dîvân misâli Mesnevî de Çelebi’ye ithâf edilmiştir. Hatta Çelebi’ye “Geçmiş kavimleri ne kadar medhettim, fakat bütün bunlardan maksadım sensin.” (III, 2112.) demektedir.

Esasında Mevlânâ’nın mehdi hep aynı hakikate, “insan”a taaluk etmektedir. Mesela bir yerde geçmiş kavimleri ne kadar medhettiyse de bütün bunlardan maksadının Çelebi olduğunu belirtir. Çelebi hakkında kullandığı, hususiyle kendisinin insân-ı kâmil olması hasebiyle muktedâ ve mürşid olarak kabulünü mucib ifadelerden bazıları şu şekildedir:

Ey Hakk ziyası cömert Hüsâmeddîn! Feleklerle unsurlar senin gibi bir padişah doğurmamıştır.” (III, 2110.)

Senin kuvvetin Allah kuvvetinden sızıp gelmekte. Hararetle atan damarlardan değil.” (III, 3.)

Hakk Abdâl’inin kuvveti de bil ki Hak’tandır; yemekten, tabaktan değil.” (III, 7.)

Sen de ulu Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlandın. Halîl’e olduğu gibi sana da ateş gül bahçesi haline geldi.” (III, 9.)

Ey Allah ışığı Hüsâmeddîn, ey ruh cilâsı, ey doğru yolu gösteren padişah gel!” (VI, 183.)

Zaten onlar (Mesnevî’deki akıl, mana ve ruh.), senin sayende can âleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular.” (VI, 186.)

Ey   Allah   ışığı   cömert   Hüsâmeddîn,   beşerî   bulanıklıklardan   durulanların üstatlarına üstatsın sen!” (V, 2.)

Senin  kadrin,  rütben  akılların  anlayacağı dereceyi çoktan  geçti.  Akıl,  seni anlatmada şaşırdı, aciz kaldı.” (V, 15.)

Sözler sana göre kabuklardan ibarettir ama başka anlayışlara göre tamamıyla içtir.” (V, 20.)

Sen Allah nurusun. Canı, Allah’a kuvvetle çeker durursun. Halksa vehim ve şüphe karanlıklarındadır.” (V, 23.)

Ey apaçık âlemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen. Yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül!” (IV, 3827)

Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar!” (IV, 3828)

Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır.” (IV, 3829)

Ey gönüllerin hayatı Hüsâmeddîn” (VI, 1.) “Ey ma’nevî er” (VI, 3.)

Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. (Ey

Mesnevî sırrının ârifi, bu sırrı sana açmaktayım.)” (VI, 8.)

Ey Hakk ziyası Hüsâmeddîn! Nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip bekler.” (VI, 1202.)

Ey yarasalardan gizli olan güneş! Allah nuru ve onun yücelişi, senin gözcün, bekçindir.” (VI, 1203.)

Ey Hakk ziyası Hüsâmeddin; sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et!(II, 1123.)

Senin ilâcın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilâçtır.” (II, 1124.) Karşılaştırınız: Dîvân-ı Kebîr, Gazel Nr. 2864. Mevlânâ hasetçilerin hasedinden perdelemek maksadıyla Çelebi’yi gereği gibi medhetmediğini/edemediğini vurgular.

O medihler de sana karşı hiçtir, onlar da senden utanıyorlar ama yoksul, elinden ne gelebilirse armağan olarak onu sunar. Allah, bu armağanı da kabul eder.” (III, 2115.)

Sebebi de şu: Hasetçiler, kıskanıp haset ederek ah etmesinler, hayalini dişleriyle dişlemesinler!” (III, 2518.)

Halk perde ardında olmasaydı, halkın gözleri açık olsaydı ve havsalalar dar ve zayıf bulunmasaydı.” (V, 3.)

Seni övmeye manevi bir tarzda girişir, bu sözlerden başka sözler söyleyecek bir dudak açardım.” (V, 4.)

Âlem ehline seni anlatmak zararlıdır. Seni, aşk sırrı gibi gizlemekteyim.” (V, 7.)

Övmek tarif etmek perdeyi yırtmaktır. Hâlbuki güneşin anlatılmaya da ihtiyacı yok, tarife de.” (V, 8.)

Kötü gözlülerin şatafatı, nazarı olmasaydı lütfunun yüzde birini söylerdim.” (VI, 189.)

Fakat nefesi zehirli kem gözlerden ben ne can üzen zahmlar yedim.” (VI, 1120.)

Onun için senin halini, ancak başkalarının hallerini anarak remiz ve kinayeyle söylerim.” (VI, 191.) Nihayet Mevlânâ Çelebi’yi, “insân-ı kâmil”in Mesnevî’deki remzi olan “ney” temsîli ile birlikte anar ve Çelebi’nin sırrını, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye telkîn ettiği, Hz. Ali’nin de kuyuya haykırdığı ve ney tarafından terennüm/hikâye edilen sır ile aynîleştirir.

Neyin bu feryadı, O’nun demlerindendir. Ruhun hay huyu, O’nun hay huylarından.

Ney, onun dudakları ile hemdem olmasaydı âlemi şekerle doldurabilir miydi?

(Ey Hüsâmeddîn!) Kiminle yattın, hangi tarafından kalktın da böyle deniz gibi coşup köpürmedesin?

Yahut da “Ben Rabbime konuk olurum” hâdisini okudun, ateş denizinin ta içine atıldın.

Fakat “Ey ateş, serin ol!” na’rası, ey kendisine uyulan zat, senin canını korudu.

Ey Hakk Ziyası, Din ve Gönlün Hüsâm’ı! Hiç güneş, balçıkla sıvanır mı?

Bu toprak parçaları, senin güneşini örtmek istediler ama,

Dağların gönlündeki lâ’l madenleri, sana delâlet etmede. Bağlar, bahçeler, senin gülümsemelerinle dopdolu.

Senin erliğine mahrem olacak Rüstem nerede ki senin yüzlerce harmanından bir buğday tanesini söylemeye kalkayım.

Senin sırrından bir ah etmek istersem ancak Ali gibi bir kuyuya gitmeli, kuyunun içine ah etmeliyim.

İhvânın gönüllerinde kin olduğundan Yusuf’umun kuyu dibinde kalması daha iyi.

Sarhoş oldum, kendimi ortaya, kavgaya atacağım artık. Kuyu nedir ki? Ben gidip sahrânın ta ortasına çadır kuracağım.

Âteşîn şarabı ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret.

O defînesiz fâkîre söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda şaraba gark olduk.

Ey fakîr, artık sen bu demde Allah’a sığın. Ben gark olmuşum, benden yardım isteme!

Artık o isnâd pervası yoktur bende. Ne kendimden haberim var, ne sakalımdan!

(Mesnevî, VI, 2005-2020.) Özellikle bu son beyit Mevlânâ’nın ihvâna mürşîd ve mukteda olmak üzere Çelebi’yi kendisine nâib olarak ileri sürmesi husûsuna da açıklık getirmektedir.

524 İnsan-ı kâmili temsili açısından Çelebi güneş misali apaçık ve zâhir iken onun varlığı ile birlikte nakle dayalı bilgide ısrar etmenin beyhude ve abesle iştigal olduğuna işaret eden Mevlânâ (Mesnevî, IV, 2071- 2074.) hakîkate dair sırları “yüce bir nâme: sâmî nâme” olarak tavsîf ettiği Çelebi’den öğrenmeyi, (Mesnevî, I, 1149.) onun güneş kılıcı (Tîğ-i Hurşîd-i Hüsâmeddîn) sayesinde süfli alemin soğukluğundan, mevhum varlıktan kesilip hakikatin sıcaklığına erişmenin gereğini vurgular. (Mesnevî, VI, 120-93.)

525 Mesela bu kabilden olmak üzere Mevlânâ, mizacın değişimi ile ilgili olarak takınılması gereken riyazet ve mücahede tavrına dikkat çekerken, (Mesnevî, III, 30-49.) mevhum varlıktan geçmek suretiyle mutlak vahdetin tahsiline dair telkinlerde bulunurken, (Mesnevî, IV, 3416-3430.) ve İlâhî tecelliyâta ve füyûzâta mazhariyyete dair kimi hususları beyan ederken (Mesnevî, VI, 19120-1999.) doğrudan Çelebi’yi muhatap alarak malumat verir.

526 Mesnevî, I, 39120-4003.

527 Eflâkî’nin kaydına göre geçen zaman iki yıldır ve bu süreçte Çelebi’nin eşi vefât etmiştir. Eflâkî, VI, 3; Sahîh Ahmed Dede, s. 182.

528 Mesnevî, II, 1-11.

529 Sahih Ahmed Dede, s. 181-2. Esasında Dede eserinde I. defterin ibtidasını 659 yılı Rebîu’l-Evvel
ayının evâilinde Cuma gününe tarihler. Bu sırada Mevlânâ 55, Çelebi ise 37 yaşında olup Şeyh
Salâhaddîn’in vefatı ve Çelebi’nin hilâfeti üzerinden 26 ay geçmiştir. Dede aradan on ay geçtikten sonra
aynı yılın Zi’l-Hıcce ayı sonunda I. defter’in tahrîr, tesvîd ve tebyîzinin tamamlandığı bilgisini
vermektedir. Bu meyanda Sahih Dede her ne kadar Mesnevî’nin kimi beyitlerini (I, 1354; 2131) Moğol istilası, Şam muhasarası, Hülâgu’nun vefâtı ve Keygatu ile irtibatlandırmaya çalışıyorsa da verdiği malumat takvimle pek te örtüşmemektedir.

530 Abdülbaki Gölpınarlı, I. defterdeki Abbasi hilâfetine atıfta bulunan 2794-5. beyitlere istinâden 1.
cildin h. 656’da (m. 13 Şubat 1258) Abbasi hilâfetinin tarihe mal oluşundan önce söylenmiş ve yazılmış
olması gerektiğini, dolayısıyla 1. defter’e 1258 yılından önce Şeyh Salâhaddîn hayatta iken başlandığı ve
bu tarihten önce bitmiş olduğu kanaatini ileri sürer. Böylelikle Gölpınarlı 1. defter ile 2. defter arasına beş
yıldan daha fazla bir fasıla koyar. (Gölpınarlı, MC, s. 113-4) Annemarie Schimmel’in de aynı kanaattedir
ve hatta Divan-ı Kebir’deki bir gazelle (Gazel Nr. 1839) bu hususu tevsîke çalışmaktadır. (A. Schimmel,
Ben Rüzgarım Sen Ateş, trc. senail Özkan, Ötüken Yay., İstanbul 2007, s. 40.) Bediüzzaman Firuzanfer
Eflâkî’nin rivâyetine mutâbık bir tarihlendirmeye giderek I. defterin 657-660 (1259-1263) yılları arasında
tamamlandığını belirtmektedir. (B. Firuzanfer, s. 187.) F. Lewis ise meseleyi uzunca tartışıp kritik
ettikten sonra Sahih Dede’nin verdiği bilgiyi bir tahmin olarak nitelemesine rağmen benimser
gözükmektedir. (F. Lewis, s. 269-273.) Eserin yedi cilt olduğu kanaatini ileri süren İsmail Ankaravî ise,
VII. cildin 670’te (1271) kaleme alındığını belirtmektedir. (Semih Ceyhan, “Mesnevî”, DİA, XXIX, 325- 334.)

531 Geleneksel telakkîye göre Receb ayının 15. günü “rûz-i istiftâh” olarak adlandırılmaktadır ki 662
yılında 13 Mayıs 1264 Salı gününe tesâdüf etmektedir. Şârih-i Mesnevî İsmail Ankaravî, “rûz-i istiftâh”
ibâresinin tarih bildirmekten ziyade Çelebi Hüsâmeddîn’in avdet ve rucûu ile vuku’ bulan Mesnevî
inşâd/yazım sürecinin başlangıcına matûfen değerlendirmenin daha münasip olacağı kanaatindedir. İsmail
Ankaravî, II, s. 9.

532 Eflâkî söz konusu fâsıla/fetret dönemini ilk eşinin intikâli ardından Çelebi’nin canının gıdası ve ruhunun kuvvetini talep etme hususunda ağır davranmasına (tekâsül) bağlamaktadır. Aynı zamanda “mübarek bâtınında başka hiçbir şeyle meşgul olmayacak şekilde her an yeni bir hal ve yeni bir hayret peydâ olmaktaydı.” Mevlânâ ise hakikatleri beyâna, (mana âleminin) inceliklerini (dekâyık) keşfe, tevâcüd ve hallere öylesine müstağrak olmuştu ki Çelebi Hüsâmeddîn’e hiçbir şey söylemiyordu. Nihayet bu hüküm üzere iki yıl geçmişti ki bir gün Çelebi “can çocuğunu ağlar bulup hüzün içindeki kalbinin de Hakk’ın aslanlarının sütüne müştâk olduğunu gördü. Her an kalbinin feryat ve figanı onun akıl kulağına ulaşmaya başladı.” Ertesi gün Mevlânâ’nın huzuruna giden Çelebi’nin Mesnevî’nin geri kalan kısmı için niyazda bulunduğu, Mevlânâ’nın da engin rahmeti ve hayrın, ihsânın itmamına olan rağbeti dolayısıyla Çelebi’nin istidâsını kabul buyurduğu nakledilmektedir. Sahîh Ahmed Dede’ye nazaran Çelebi bu süreçte, 38 yaşına girdiği ayda ikinci bir evlilik yapmış ve birinci defterin tamalanmasından iki yıl iki ay sonra ikinci defterin telifine 662 yılı Rabîu’l-Evvel ayının ilk Cuma günü (4 Ocak 1264) başlanmış, aynı yılda tamamlanmıştır. (Sahîh Ahmed Dede, s. 182-183.)

Diğer taraftan Eflâkî, II. defterin dîbâcesinde, Mesnevî’nin bu kısmının inşasının gecikme sebebi, fütûrdan sonra yeniden inşaya başlanması, fetret dönemi akabinde Hz. Âdem’e tekrar vahyin inzâli, zellesi dolayısıyla vahyin bir süreliğine inkıtâa uğraması, her hal sahibinin (yaşayabileceği) fütûrun sebebi ve sadrların şerh olunmasıyla söz konusu fütûrun zevâl bulması gibi hususların zikredildiği ve fakat sonradan bu gün nüshalarda mevcut ikinci ve yeni bir dîbâcenin kaleme alındığını ifade eder. Eflâkî, VI, 3.

533 Mesnevî, II, 1-7.

534 Eflâkî’ye nazaran iki yıldır. Eflâkî, VI, 3.

535 Sahîh Ahmed Dede, üçüncü defterin h. 663 (m 1264-5) yılında tamamlandığı bilgisini verir. Dördüncü defterin ise h. 664 (m. 1265-6) yılında telifine başlanıp aynı yıl tamamlanarak beşinci deftere başlandığını, onun da h. 665 (m. 1266-7) yılında tamamlanarak altıncı deftere başlandığını belirtir. Altıncı defter Dede’ye nazaran h. 666 (m. 1267-8) yılında tamamlanmış ve Mesnevî mücellet hale getirilerek tekrar birinci defterden itibaren Çelebi tarafından Mevlânâ’ya okunup arz edilmiş ve hatta hareke koyulmuştur. Böylelikle her defter tamamlandığında baştan sona Mevlânâ’ya okuyup arz eden Çelebi’nin altı cild tamamlanınca bütün Mesnevî’yi yedi defa Mevlânâ’ya arz ettiğini bildirmektedir. Dede bu minval üzere h. 667 (m. 1268-9) yılına gelindiğinde Dede’nin ifadesiyle “Hazret-i Mevlânâ hazreti 63 yaşında ve Çelebi Hüsâmeddîn Efendi 45 yaşında olup, Kitâb-ı Mesnevî-yi Şerîf”in 6. cildi tamâm olmuş idi.” Sahîh Ahmed Dede, s. 184-187.

Sahîh Dede ayrıca Mesnevî’nin hâtimesi ile ilgili olarak şu bilgiyi de verir:

Bu sâlde, (h. 667 / m. 1268-9) oğlu Muhammed Bahâeddîn Sultân Veled 33 yaşında olup “Kitâb-ı Mesnevî-yi Şerîf” i cild-i evveli ibtidâsından yazmağa başladı. 176 kıt’a sürh ve 4012 beyt-i şerîftir. Cild­i evveli tamâm edip ve 2. cild-i şerîf 111 kıt’a sürh ve 3793 beyt-i şerîfdir. Üçüncü cild-i şerîf 230 kıt’a sürh ve 4796 beyt-i şerîf ve 4. cild-i şerîf 138 kıt’a sürh ve 3840 beyt-i şerîfdir. Ve 5. cild-i şerîf 176 kıt’a sürh ve 4225 beyt-i şerîfdir. Ve 6. cild-i şerîf 134 kıt’a sürh ve 4918 beyt-i şerîfdir. Ve ibtidâsından âhirine gelince, 965 kıt’a sürh, 25.585 beyt-i şerîfdir. Mecmû’ bi-tamâmihî yazdı. Ve Çelebi Hüsâmeddîn Efendi cenâbının tahrîr ve tashîh buyurup ve hareke koyduğu 6 cild “Kitâb-ı Mesnevî-yi Şerîf” den ve gāyetinde 3. siperden, babası Hazret-i Mevlânâ hazretinden Sultân Veled cenâbı süâl eyledi. Buyurduğu cevâb-ı şerîfi Sultân Veled cenâbı “Mesnevî-yi Şerîf”in zeyline tahrîr buyurdu. Ve kendi hatt-ı şerîfiyle tahrîr buyurduğu ve tashîh buyurduğu ve itmâm bulduğu târîhi, tahrîr buyurdular.” Sahîh Ahmed Dede, s. 187-8.

Gölpınarlı ise tarih zikretmeksizin Mesnevî’nin, Mevlânâ’nın intikalinden az bir süre önce tamamlanmış olması gerektiğine işaret eder. A. Gölpınarlı, Mesnevî Şerhi, I, 750-751.

536 Mikail Bayram, kimi çalışmalarında Hüsâmeddîn Çelebi’nin “İlmü’l-Meşâyih” adında Farsça bir eserini tesbît ettiği bilgisini verirken eserin günümüze kadar mechul kaldığını ve bunu anlamlı bulduğunu belirtir. Bayram’a göre muhtemelen Sultan Veled’in post-nişinliği zamanında eser muhalefet dolayısıyla ortadan kaldırılmış ve Mevlevîler arasında yer tutması engellenmiştir. Üstelik Bayram, eserin ortadan kaldırılmış (!) olduğu yönündeki iddiasını karine ittihaz edinerek Sultan Veled ile Çelebi Hüsâmeddîn arasında bir ihtilafın varlığını tesbite çalışmaktadır. Mikail Bayram, Ahi Evren-Mevlânâ Mücadelesi, s. 86, 202.

Söz konusu risale Konya Bölge Yazma Eserler Müzesi, Nr. 224’te vr. 169a-198a arasında kayıtlıdır. Vr. 169a’da eserden farklı bir kalemle şu ibare mukayyettir: “Risâle fî İlmi’l-Meşâih Ellefehâ Mevlânâ hüsamü’d-Dîn Çelebi Rahımehullâh” Kanaatimizce söz konusu Hüsâmeddîn Çelebi başka bir zâttır. Nitekim “Çelebi” kaydı isminin sonuna ilave edilmiştir ki bu husûsiyet Mevlevî geleneğinde Çelebi ailesine ait bir husûsiyettir. Şayet Çelebi Hüsâmeddîn kastedilecek olursa “Çelebi” lafzı ismini önceler. Diğer taraftan eserin üslûbu ve dilinin Çelebi’nin dönemine ait olmadığıyla ilgili nihâî hükmü Fars dili ve edebiyatı akademisyenlerine havale ederek biz sadece daha ilk varaktaki iki beytin Abdurrahman Câmî’nin “Heft Evreng” adlı eserinde bulunan”Yûsuf ü Züleyhâ” adlı mesnevisine ait olduğuna iaşret etmekle yetineceğiz ki bu durum eserin daha sonraki bir dönemde kaleme alındığının bizce en mühim delilidir. Dolayısıyla salifü’z-zikr iddianın doğruluğu, medlûliyyeti ve ilmi değeri olmayıp iftira derekesine düşmektedir.

537 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 122. Eflâkî, intikali öncesinde zamanın büyükleri ve şeyhlerinin kendisine, kendisinden sonra hilafetin kime verileceği ve kâim-makâmının kim olacağını sorduklarında Mevlânâ’nın “Hakk’ın halifesi, zamanın Cüneyd’i bizim Çelebi Hüsâmeddîn’imizdir / Hz. Çelebi Hüsâmeddîn’imiz halife olur” şeklinde buyurduğunu nakleder. Kendisine süal üç kere tevcîh edilmiş ve Mevlânâ her defasında aynı cevabı vermiştir. Oğlu Muhammed Bahâeddîn Veled hakkında ne düşündüğü sorulduğunda ise “O pehlivandır, vasiyete muhtaç değildir.” şeklinde bir kanaat serdettiği belirtilmektedir. Eflâkî, III, 575; VI, 6.

538 Mesela Kirâke Hâtûn’un Sultan Veled’e Mevlânâ yerine halifelik yapmasını, buna layık olduğunu salık verdiğini Eflâkî nakletmektedir. Sultan Veled ise şu cevabı vermiştir:

“Çelebinin mübarek cisminin arı kovanı gibi gayb alemindeki ruhların bir uğrağı olduğunu, ilahi nurları çevrelediğini ve daima yeşil giyenlerden eksik kalmadığını görüp ondan üstün bir mevkiye çıkmak, onun yerine göz koyup istemek ve onun halifeliğine engel olmaktan utanıyor, o halifeliğin sonunda sana üzüntü vereceğinden korkuyorum; çünkü babam onu seçip kendi halifesi yaptı. Onu övmek için binlerce sırla dolu beyitler söyledi. Onlardan biri şudur:

Ey Sultan Hüsâmeddîn Hasan! Sen sevgiliye de ki / Ben canımı senin kılıcın için marifet kını yapmadayım.

Başka bir gazelde de yine buyurmuşlardır: Ey Hakk’ın ışığı faziletli Hüsâmeddîn! Sen damarla nabızla ve ilaç havanı ile ilgili olmayan gönül doktorusun.

Ben de onu kendime muktedâ kıldım ve Hakk’ın halifesi olarak biliyorum Onun mübarek vücudu hayatta oldukça, babamın buyruğunu gözetir, onun kulluğunu yapar, onu aziz tutarım.” (Eflâkî, VI, 21.)

539 İbtidânâme, Sürh Nr. 64; b. 2668-2679.

Sipehsâlâr bu husus aktarırken Çelebi bütün büyükler (erbâb), emirler, ashab ve azizlerin “türbe”yi ziyarete geldikleri bir gün Sultan Veled’e babasının tahtına, meşihat makamına geçmesini teklif ettiğini nakleder. Sultan Veled ise cevaben “Hz. Hüdâvendigâr’ım ve babam (r.a.) hâl-i hayatında seni herkesin üzerine seçmişti; bütün ashabın ve evlatların riyâset ve imameti sana tefvîz edilmişti. Onun cemâlinin güzelliğinden mahrum kaldığımız bu günde tarikata imamlık etmen evladır (hayli hayli sana yakışır)” diyerek yerinden kalkmış ve Çelebi’yi hilafet makamına (mesned) kendi eliyle iclâs etmiştir. ( Sipehsâlâr, a.g.e., s. 123.)

540 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 122-123.

541 Şeyh Salâhaddîn’in kızı, Sultan Veled’in eşi ve Ulu Ârif Çelebi ile sair çelebiyânın anneleri ve büyük anneleri olmak itibariyle Mevlânâ hanedanının en önemli ve köşe taşı hanımefendilerinden birisidir.

542 İbtidânâme’de Sultan Veled’in ibâresi iki ihtimalle, “on iki” yıl veya “on yıl on iki ay” şeklinde okumaya müsaittir. (İbtidânâme, b. 2680; Sultan Veled, Veledname, tsh. Celaleddin Hümâyî, Neşr-i Hümâ, Tahran 1376, s. sî vü çehâr-sî vü şeş, 105; (Her nedense Gölpınarlı “on yıl” şeklinde tercüme etmiştir.) Sipehsâlâr, a.g.e., s. 123-124.) Eflâkî söz konusu süreci bir yerde “on yıl” (Eflâkî, VI, 6.) bir başka yerde ise “on bir yıl” (Eflâkî, VII, 2.) şeklinde ve nihayet bir yerde de her iki bilgiyi teflik ederek kaydeder. (Eflâkî, VI, 25.)

Evvelce de çeşitli münasebetlerle temâs edildiği üze kaynaklarımız Mevlânâ’nın, Şeyh Salâhaddîn’in intikali akabinde halife ve naib olarak Çelebi Hüsâmeddîn’i seçtiğini belirtirlerken söz konusu hususun Mevlânâ’nın hâl-i hayatında “on yıl” müddetle devam ettiği kaydını düşmektedirler. Oysaki Mevlânâ’nın intikâl yılından (h. 672 / m. 1273) on yılı düştüğümüzde elde ettiğimiz tarih Şeyh Salâhaddîn’in intikal tarihinden (h. 657 m. 1258) yaklaşık beş yıl sonrasıdır. Benzer bir kullanım Çelebi’nin Mevlânâ’nın intikâlinden sonraki hilafet süreci için de söz konusudur. Çelebi’nin intikalinin h. 683’te vukû bulduğunu göz önüne alırsak Mevlânâ’dan sonra da hilafeti “on yıl”dan biraz daha fazla sürmekle birlikte yuvarlak hesap “on yıl” olarak nitelendirilmiştir. Karşılaştırınız: İbtidânâme, Sürh Nr. 63; b. 2634-2637; Sipehsâlâr, a.g.e., s. 121-122. Değerlendirme için bk. F. Lewis, 279-281.

543 Sahîh Dede tartışmalara dair malumat vermeksizin Mevlânâ’nın “makâm-ı saâdetlerine vasiyyetleri üzere ibtidâ seccâde-i hilâfette Çelebi Hüsâmeddîn Efendi hazreti 50 yaşında kāim mesned-nişîn oldu”ğu, ardından ise “Hazret-i Mevlânâ hazretinin cemî’ mürîdîn ve münîbîn ve muhibbîn-i muhlisîn cümlesi tekrâr gelip, Çelebi Hüsâmeddîn cenâbından tecdîd-i inâbet edip, cümle irâdet getirdiler. Ve cümle umûr- ı husûsî-i tarîkat-ı Mevleviyye riâyet ettiler.” bilgisini verir. (Sahîh Ahmed Dede, s. 194-5.) Fakat yine de Çelebi’nin hilâfeti nevbetinde Dede’nin Sultan Veled’i Çelebi ile berâber husûsi bir makâmda gördüğü anlaşılmaktadır. Bk. Sahîh Ahmed Dede, s. 196.

544 Eflâkî, VII, 2. Sahih Dede hadisenin h.Zi’l-Ka’de 682 (m. Ocak / Şubat 1284) tarihinde vukû bulduğunu şu şekilde ifade eder: “Ferîdûn Celâleddîn Emîr Ârif Efendi hazreti, tamâm 34 yaşını tekmîl buyurdu da babası Sultân Veled hazreti telkîn-i hilâfet buyurup, ba’dehû Çelebi Hüsâmeddîn Efendi hazretine mürîd oldu. Ve “Oğlum Ferîdûn Celâleddîn Emîr Ârif Efendi cenâbı şeyh-ı kâmildir.” buyurdu. Ve Çelebi Hüsâmeddîn Efendi hazreti kabûl buyurdu. Ve hicret-i nebeviyyenin 683 sâlinde, Hazret-i Mevlânâ hazretinin rıhlet-i saâdetinde yerine ulu halîfesi Çelebi Hüsâmeddîn Efendi hazreti 10 sene seccâde-i hilâfette kāim mesned-nişîn olup bu sâlde, mâh-ı Şa’bân-ı muazzamın evâilinde, Sultân Veled hazretinin büyük oğlu Çelebi Ferîdûn Celâleddîn Emîr Ârif Efendi 13 yaşında 3 mâhlık mürîdi idi, telkîn-i hilâfet buyurdu.” Sahîh Ahmed Dede, s. 200.

545 Eflâkî Mevlânâ’nın intikalinden sonra, Kadı Siraceddin el-Urmevi’nin mahkemesinde bazı kimselerin Çelebi’yi çağırıp Rebab çalmak haramdır, sema etmek caiz değildir gibi itirazlarda bulunduklarını, Çelebi’nin de meseleyi izah ederek itirazları bertaraf ettiğini nakleder. (Eflâkî, VI, 16.) mahkeme reisi olarak bahsedilen ve Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldıran Konya Kâdı’l-Kudâtı Siraceddin el- Urmevi’nin Mevlevî çevrelere neyzen bakışlı olduğu anlaşılmaktadır. Nihayet kendisi vefat ettiğinde cenaze merasimine katılan Çelebi’nin kendisiyle ilgili olarak Sultan Veled’e söyledikleri Sultan Veled’in merhametini mucib olmuştur. Böylelikle Sultan Veled’in şefaati ile velâyeti ve velileri inkarı dolayısıyla irtikab ettiği kabahatinin bağışlanacağı Çelebi tarafından keşfedilir. Çelebi üçüncü gece Kadı Sirâceddin’in cennette bulunduğunu ve bu dereceyi Mevlânâ hazretlerinin iyiliği ve Sultan Veled’in cenaze merasiminde hazır bulunmasıyla elde ettiğini rüyasında müşahede etmiştir. Ayrıca Kadı Sirâceddin’in oğlu Kadı İmâdeddin’in ve iki oğlunun da Mevlânâ hanedanı müridlerinden olduğu kaydedilmektedir. (Eflâkî, VI, 17.)

546 Sipehsâlâr, a.g.e., s. 124.

547 Eflâkî, VI, 25. Eflâkî devamında Çelebi’nin maiyetine dair de malumat verir ve şunları söyler:”Beş yüze yakın fereci giyen zengin dost, üç yüze yakın engin bilgili arif, bu kadar değerli kâtipler ve mahir mektep hocaları, Çelebi hazretlerinin hizmetine mülâzim olurlar, geceleyin kapıyı çalan ruhanilerin zevklerine, ilahi parıltıların şevklerine gömülürlerdi.”

548 Eflâkî, III, 545; VI, 12.

549 Mektuplar, s. 188-189. Söz konusu hânkâhın banisi kuvvetle muhtemel I. İzzeddin Keykavus döneminde Emîr-i Devât, I. Alâeddîn Keykûbâd döneminde ise Sahip olarak önemli devlet hizmetlerini deruhte eden Ziyâeddin Karaarslan’dır. Aslen Türk kökenli olan bu önemli devlet adamının Mevlânâ hanedanı ile yakın bir ilişki içerisinde bulunduğu Mevlânâ’nın mektuplarındaki ifadelerinden anlaşılmaktadır. Eflâkî, III, 302, (Tahsin Yazıcı’nın notu: s. 316); İ. H. Konyalı, Konya Tarihi, s. 623- 626; A. Yasa, s. 507-511, 623-624.

550 Bu hânkâhın da Sultan Alâeddîn Keykûbâd’ın Lalası Lala Ruzbe tarafından yaptırılmış olan hanikan olduğunu tahmin etmekteyiz. İ. H. Konyalı, Konya Tarihi, s. 925, 1045-1050; A. Yasa, s. 519-521.

551  Eflâkî şeyhin ismini zikretmemiştir. Bununla birlikte Gölpınarlı’nın da tasrih ettiği üzere Mektûbât’taki ifadelerden hareket ederek mezkur Şeyh’in Sadreddîn Konevî’den başka bir Şeyh Sadreddîn olduğu anlaşılmaktadır. (Mektuplar, s. 116-117, 263-264.) Şeyh Sadreddîn’in iki dergahın birden meşîhatini deruhte etmiş olması yukarıda mezkur ikinci dergahın (Hankâh-ı Lala) da meşihatinin de uhdesinde bulunduğunu kuvvetle muhtemel kılmaktadır.

Burada şuna da değinmek yerinde olacaktır ki Mikail Bayram ve genellikle kaynak göstererek veya göstermeksizin ondan iktibasta bulunan bazı kimseler, bahsedilen her iki hankâhın Eflâkî tarafından ismi zikredilmeyen şeyhinin Ahi Evren olduğu hususunda ısrarcı davranmakta, Mektûbât’taki kaydı üstelik Gölpınarlı’nın izahına rağmen görmezden gelmektedirler. Aynı zamanda Bayram bir çalışmasında (M. Bayram, Ahi Evren-Mevlânâ Mücadelesi, s. 162-165.) söz konusu hususu tevsîk için nakillerde bulunur ve bir dizi karine ileri sürer. Oysaki ortaya koyduğu karinelerin bir kısmı konuyla alakası olmayan hususları ifade etmekte, bir kısmı ise şahsî mülahazalar doğrultusunda çarpıtılmaktadır. Dolayısıyla mezkur hânkâhların şeyhinin Ahi Evren olduğu ve ölümü ile birlikte Çelebi’nin şahsında Mevlevîlerin buraları, hatta abartılarak bütün Anadolu dergahlarını ele geçirme çabası içerisinde bulundukları şeklindeki aşırı yorumun hakikatle uyuşmadığını, örtüşmediğini ve bilimsel verilerle tevsik edilmemiş, belki de önyargı mahsûlü zorlama mütâlaalardan ibaret kaldığını bir kez daha ifade etmek istiyoruz.

552 Meseleye dair bürokratik işlemlerin halli ve Sultan’dan ferman alınması, Ziyâeddin hankâhının Çelebi’ye tevcihinden sonra oraya tasallutta bulunarak hükmetmeye kalkışan bazı kimselere mani olunması gibi hususlarda Mevlânâ’nın Sâhib-atâ Fahreddin Ali’ye mektup yazarak müracaatta bulunduğu mukayyettir.

Aslen Konya’lı bir aileye mensup bulunan Sâhib Fahreddin Ali b. Hüseyin b. El-Hâcc Ebû Bekr el-Konevî er-Rûmî ilmiye mensubu bulunmamakla birlikte hüsn-i idâresi dolayısıyla olsa gerek kırk yıldan fazla bir müddetle muhtelif idârî vazifelerde (tesbit edilebilen ilk vazifesi “emîr-i dâd”lıktır) bulunmuş, memleketin ikiye taksim edildiği dönemde İzzeddin II. Keykâvüs’ün vezirliğini yürütmüştür. Neticede 1261 yılında Pervane ile anlaşıp Rukneddin IV. Kılıçarslan cenâhına geçerek memleketin tek sultanın idaresi altına alınmasında önemli bir rol üstlenmiş ve “Sâhib-i A’zam”lık makamına nasbedilmiştir. Hatîroğulları hareketinde Pervane ile birlikte Abaka Han’a giden heyet içerisindeydi. Esasında genel olarak Pervane ile uyum içerisinde bir siyâset sergileyen Fahreddin Ali’nin muhtelif sultanlar döneminde makamını muhafaza ettiği görülmektedir. Buna ilave olarak ömrünün son demlerinde Moğol tahakkümünün doğurduğu mali krizler ve buhranlarla mücâdele etmek durumunda kalan Sâhib’in şahsi servetini dahi bu uğurda kaybettiği bildirilmektedir. Tesis ettiği vakıflar ve inşa ettirdiği eserlerle memleketin imarına önemli ölçüde katkı sağlayan Fahreddin Ali henüz hâl-i hayatında iken dahi “Ebu’l-Hayrât ve Sâhib-Atâ” şeklinde anılacak derecede hayır-hasenât sahibidir. 25 Şevval 687/22 Kasım 1288 tarihinde Akşehir’in Nadir Köyünde eceliyle vefât eden Fahreddin Ali’nin türbesi Konya’dadır. Hayatı ve eserleri hakkında bk. Alptekin Yavaş, Anadolu Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahreddin Ali’nin Mimari Eserleri, AÜSBE, Doktora Tezi, Ankara 2007; Erdoğan Merçil, “Sâhib Ata”, DİA, XXXV, 515-516, İstanbul 2008; Mehmed Ferid, M. Mesud, Selçuk Veziri Sahip Ata ve Oğullarının Hayat ve Eserleri, Konya Halkevi Neşriyatı, Türkiye Matbaası, İstanbul 1934. Ayrıca bk. Osman Turan, a.g.e., s. 534-5. Mevlânâ hanedanının Fahreddin Ali ile sıhriyeti söz konusudur. Nitekim Mevlânâ’nın ikinci oğlu Alâeddîn Çelebi, Sâhib-Atâ’nın kızı ile evlidir. (Bk. Celaleddin Feridun Emir Ulu Arif Çelebi, Ulu Arif Çelebinin Rubaileri / Rubaiyyât-ı Ulu Ârif Çelebi, trc. Feridun Nafiz Uzluk, (Anadolu Selçukluları Gününde Mevlevi Bitikleri: 4), s. 14, 62, Ankara 1949; Eflâkî, Tahsin Yazıcı’nın önsözü, s. 40) Menâkıbnâmelerde Mevlânâ’yı ziyaret edenler arasında ismi zikredilen (Eflâkî, III, 49.) Sahib Fahreddin Ali’nin mürîdâna karşı neyzen bakışlı bir ifadede bulunarak “Mevlânâ hazretleri büyük bir padişahtır. Fakat onu müritleri arasından çekip almak ve müritlerini öldürmek lâzımdır” şeklindeki ifadesi kendisine arz edildiğinde Mevlânâ (tahfîfen) gülerek bunun mümkün olmadığını belirtir ve sözlerine şöyle devam eder: “Bu bizim müritlerimiz neden dünya ehli nazarında bu kadar kızgınlık ve düşmanlığa neden oluyor. Bu hal, müritlerin Tanrı’nın inayet nazarına mazhar olmuş ve onun indinde kabul edilmiş ve sevilmiş olmalarından ileri gelse gerek. Çünkü biz, bütün insanları kalburdan geçirdik. Dünya bilsin bilmesin bizim cismimiz müritlerimizin canı ve müritlerimizin cismi de dünyanın canıdır.” (Eflâkî, III, 47.) Ayrıca Fahreddin Ali, Sultan Veled’in iltiması ile Mevlânâ’dan hususi bir nasihat almak için talepte bulunmuştur. Sultan Veled durumu Mevlânâ’ya arz ettiğinde Mevlânâ, kendisi hakkında şu değerlendirmelerde bulunur: “Fahreddin çok dertsiz ve densiz bir kimsedir. Uyanık ruhlu değildir. Manâ âleminden de bî-haberdir. Anlama zevki de yoktur. Kime söyleyeyim, ne diyeyim?” Ardından imanın kalbinden söz can kulağı için kaynar mealinde bir beyit inşad eden Mevlânâ, hakikat aleminin ince manalarının ifadesi için muhatabının anlama kabiliyetinin yüksek bulunması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu husus Mesnevî’nin hemen ilk beyitlerinde de dikkat çekilen bir konudur. (Mesnevî, I, 6-8.) Mevlânâ bir temsille devam ettirdiği sözlerini “Fakat Fahreddin’in sonu övgüye layık olacak” şeklinde tamamlar. (Eflâkî, III, 532.)

İrfânî seviyesi, marifet erbabınca bu şekilde değerlendirilen Fahreddin Ali’nin ilmî açıdan da beklentilere cevap vermediği farklı kaynaklar tarafından da zımnen ifade edilmektedir. Mesela Aksarayi, Hz. Ali’nin (k.v.) hilâfeti nevbetinde Farsça ve Rumca’dan (Müesses medeniyetin müessis dili olan)Arapçaya tercüme edilmişken Fahreddin Ali zamanında tekrar Farsçaya tercüme edildiği (dönüştürüldüğünü) kaydeder ve bu hususu, vezirin hassas bir murâkabe maksadıyla kendi anladığı bir dilde hesapları kavrama lüzûmuna matuf olarak değerlendirir. (Aksarayi, a.g.e., 64.) Mamafih Sadreddin Konevî’nin hadis takrîr ve tedrîs meclisine iştirâki de rivâyet edilmektedir. (Bk. Mehmed Ferid, M. Mesud, a.g.e., s. 28.)

Sahib Fahreddin’in “türbe”nin inşâsı hususunda da katkıda bulunduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca rivayette onun Mevlânâ’nın intikalinden sonra da Çelebi Hüsâmeddîn ve Sultan Veled başta olmak üzere Mevlevî ashabına türlü hizmetlerde bulunmaya devam ettiği ve bu sebeple sonunun da hayırlı olduğu belirtilmektedir. (Eflâkî, III, 482.)

Ayrıca Denizli-Honas merkezinde Uç Beyi bulunan ve Mevlânâ tarafından takdir edilen Muhammed Bey’in ve efradının bertaraf edilmesinin ardından bölgede idareye memur kılınan Sahib Ata Fahreddin Ali’nin evlâd ve ahfâdının da Mevlânâ hanedanına bağlılıklarını sürdürdükleri, torunlarının Ulu Ârif Çelebi’ye müntesib bulundukları nakledilmektedir. (Eflâkî, VIII, 38, 39, 40.) Sahib Ata’nın oğulları daha sonra istiklal ilan ederek Afyon merkezli bir beylik kurmuşlardır.

Mektubat’ta kayıtlı onbeşe yakın sayıda mektup Fahreddin Ali’ye gönderilmiştir. Mevlânâ mektuplarda “Kardeşimiz, Sâhib-i A’zam, Devlet ve Dinin Fahri, Vezirler Padişahı, Sultanların Babası, Emirler ve Yakınlar Padişahı, Ulular Ulusu Atabek, En Yüce Atabek, Zamanın Hâtem’i, Asaf’ı, Mülkün Nizâmı” şeklindeki ifadelerle kendisini tebcil eder. Bk. Mevlânâ Celâleddîn, Mektuplar, trc. Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka Kitabevi, s. 230-3, İstanbul 1963.

Sultan Veled’in, kendisini medhettiği yirmibir beyitlik bir kaside Divân’da kayıtlıdır. Sultan Veled burada Sâhib-i A’zam, Vezir, Fahr-i Dünya vü Dîn olarak andığı Fahreddin Ali’yi Nizâmü’l-Mülk ile mukâyese eder, kendisini gönül ehli bir kimse olarak niteler. (Sultân Veled, a.g.e., s. 62, 182-183.) Ayrıca birkaç yerde de “Sâhib-i A’zam”şeklinde kendisine telmihte bulunulur. (Sultân Veled, a.g.e., s. 132, 225-226, 272.)

Diğer taraftan hânkâh-ı Ziyâ’nın meşîhatine Çelebi’nin nasbedilmesi ile ilgili bürokratik işlemlerin halli hususunda Emîr Tâceddîn Mu’tezz’in katkısı olduğu anlaşılmaktadır.

Tâcüddin Mu’tezz Horasânî, Celâleddîn Hârizmşâh’ın kâdı’l-kudâtı bulunan ve Alâeddîn Keykûbâd’a elçi olarak gönderilen Muhyiddin Tâhir’in oğludur. (Aksarayi, a.g.e., s. 73; Kerîmüddin Mahmud b. Muhammed Aksarayi, Selçuki Devletleri Tarihi, haz. Feridun Nafiz Uzluk; trc. M. Nuri Gençosman; Recep Ulusoğlu Basımevi; s. 161, Ankara 1943.) Kaynaklarımız kendisini daima hayırla yâd etmektedirler. Eflâkî, velilerin makbûlü olduğunu ve Mevlânâ’nın has müridlerinden bulunduğunu belirtir. Saygın bir emir, hayır sahibi ve haberdar bir kimse olarak anar. Anadolu’da pek çok hayrâtı bulunduğundan bahsederek Mevlânâ’nın, emirler arasında en çok onu sevdiğini ve kendisine “hemşehri” şeklinde hitab ettiğini ilave eder. Aksaray’da bir medrese inşa ettirmiş ve Mevlevî müridândan Şerefeddin Kayserî’nin buraya müderris olarak nasbedilmesi için Mevlânâ’nın iznine müracaat etmiştir. Tacüddin Mu’tezz bir defasında da müridler için bir “dâru’l-uşşâk/âşıklar evi” yaptırmak hususunda Mevlânâ’ya ricada bulunduysa da Mevlânâ önce kabul etmemiş, hatta bir gazel inşâd etmiştir. (Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, trc. A. Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, II, 385, İstanbul 1958) Ardından Mevlânâ, Emir’in gönderdiği üç bin dirhemi de kabul etmemiş üstelik bu duruma çok canı sıkılmıştır. Nihayet Emir’in Sultan Velede mürâcaatı ve onun tavassutu ile medresenin yanına dervişlere münasip sadelikte birkaç odalık bir bina inşa edilmiştir. Dikkat çekici bir husus olarak kaydetmeliyiz ki mali işlerde vazifeli bulunan Tacüddin Mu’tezz’in hediye olarak para gönderdiği durumlarda bu paranın cizye gelirinden ve helal yolla temin edildiği kesin olan paradan seçildiği özellikle vurgulanmakta ve belirtilmektedir. Vezir Ziyâeddin Hânkâhı’nın Çelebi Hüsâmeddîn’in emrine tahsîsi hususunda da Tacüddin Mu’tezz’in bürokratik işlemleri hallettiği anlaşılıyor. Mektûbât’ta gerek bu hususa ve gerekse başka mevzulara dair Tacüddin Mu’tezz’e yazılmış dokuz mektup kayıtlıdır. Mektuplarda Mevlânâ kendisini “Sâhib-i A’zam, Dinin Tâcı, Horasan ile Irak’ın Övüncü, Mülkün Nizâmı” misali tavsiflere ilâveten son derece samimiyet ve yoğun bir muhabbetle dolu ifadelerle tebcil eder. Bk. Mevlânâ Celâleddîn, Mektuplar, trc. Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul 1963; Eflâkî, III, 19, 49, 96, 152; VI, 9, 12; Osman Turan, a.g.e., s. 525-6.

Eflâkî’nin rivayetleri içerisinde bir yerde Hayderiyye tarîkatının pîri Kutbüddin Haydar’ın Türkiye’deki halîfelerinden ve Mevlânâ’nın muhibbânından Hacı Mübârek Hayderî’nin şeyhi bulunduğu Dâru’z-Zâkirîn adı verilen dergâhın banisi olarak zikredilen; bir başka yerde ise oğlu Pervane tarafından Konya kadılığına nasbedilmek istenen Vezir Tâcüddin ile sanırız Tâcüddin Mu’tezz farklı kimselerdir. (Eflâkî, III, 123, 358.) Söz konusu Vezir Tâcüddin’in Gıyâseddin II. Keyhüsrev dönemi ümerâsından olan ve hâl-i hâzırda türbesi Konya’da mevcut bulunan Vezir Tâcüddin Lala-yı Seyyid Ahmed olması kuvvetle muhtemeldir.

553 Eflâkî, posta iclâs merâsiminin yapılacağı gün Mevlânâ’nın, yârân ile birlikte mezkûr hânkâha doğru yola çıktığını ve hatta Çelebi’nin seccâdesini bizzat Mevlânâ’nın omzunda taşıyarak hankâha girdiğinde ise sofanın sadrına serilmesini emrettiğini belirtir. Ne var ki toplantıya katılanlardan Ahi Ahmed -ki Eflâkî kendisini zamanın cebâbiresi cümlesinden ve zindanlık rindlerin ser-defteri olarak anar- seccadeyi toplayıp “Biz onu (Çelebi’yi) bu havâlîde Şeyhliğe kabul etmiyoruz” şeklinde ifadesiyle açıkça itirazda bulunduğunda bir gürültüdür kopmuştur. Eflâkî Ahi Türk ve Ahi Başara (Beşşâre)’nin dedeleri ve babaları hanedanına mensub bulunan Ahi Kayser, Ahi Çoban ve Ahi Muhammed Seyyidvârî gibi muteber ahilerin ve müridlerden olan emirlerin kılıçlarına sarıldığını bir fitnenin koptuğunu ifade eder Eflâkî’nin tahkiye meyanında hadise esnasında “gönlü yaralı dervişler”in tavrını izah ve tavsif ederken kullandığı “Fitne uykudadır, Allah onu uyandırana lanet etsin” misali ifadeler hadisenin evveliyâtının da olduğunu ihsâs etmektedir.

554 “Fütüvvet” ve “Ahilik” hususunda pek çok kaynak yayınlanmış ve yayınlanmaya devam etmektedir. Bunlar içerisinde hususiyle yabancı araştırmacılardan Franz Taeschner ve Claude Cahen ile yerli araştırmacılardan Fuat Köprülü, Abdülbaki Gölpınarlı, Cevat Hakkı Tarım, Neşet Çağatay ve Mikail Bayram’ın çalışmalarına müracaat edilebilir. Mamafih hususiyle son yazarın eserlerinde Ahi Evran’ın hayatı, kendisine izafe edilen eserler ve faaliyetleri çerçevesinde Ahilik kültürü hakkında ileri sürülen mütâlaaların, dayanılan kaynakların iyi bir tenkit süzgecinden geçirilmemiş olması ve belirli ön kabullere hamledilerek yorumlanması dolayısıyla ihtiyatla karşılanması gerekmektedir. Bunlara ilave olarak Haşim Şahin tarafından hazırlanan doktora çalışmasında ve Doğan Yörük tarafından hazırlanan makalede Anadolu Ahi teşkilatlanmasını liste halinde bulabilmek mümkündür. Bk. Haşim Şahin, Osmanlı Devletinin Kuruluş Döneminde Dini Zümreler (1299-1402), MÜ Türkiyat Araştırmaları Enst. Türk Tarihi A.B.D., Ortaçağ Tarihi Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul 2007; Doğan Yörük, XV. Yüzyılda Karaman Topraklarında Ahiler ve Ahi Vakıfları, SÜSBE Dergisi, S. 20, 2008, s. 671.

555 Diğer taraftan Mevlânâ ve Çelebi başta olmak üzere Mevlevî gelenek mensuplarının şahsi çıkar maksadıyla söz konusu hânkâhlara talip olduklarını düşünmek hatalı bir yaklaşım olacaktır. Nitekim Mevlânâ’nın mali hususlara dair yaklaşımı ve sergilediği tavır izahtan varestedir. Bununla birlikte Eflâkî’nin de konuyla ilgili pasaj çerçevesinde telmihte bulunduğu Mesnevî beyitlerinden de anlaşılacağı üzere mesele ilâhî iradenin tecellîsi bağlamında değerlendirilmiş ve maslahat üzere vaz’ edilmiştir. Bk. Mesnevî, I, 3948-3974.

557  Çelebi’nin intikal tarihi hususunda muhtelif malumat söz konusudur. Sultan Veled kesin bir tarih bildirmezken Sipehsâlâr’da h. 684 (m. 1285) yılı ayları kaydı söz konusudur. (Sipehsâlâr, a.g.e., s. 124) Eflâkî ise net bir tarih vererek Çelebi’nin 22 Şaban 683 (3 Kasım 1284) tarihinde göçtüğünü belirtir. Aynı tarih Sahîh Dede tarafından da “Çeharşenbe” günü kaydedilerek ve Ulu Ârif Çelebi’nin kerâmeti ilave edilerek tekrarlanır. (Sahîh Ahmed Dede, s. 200.) Eflâkî intikalin hemen öncesinde Konya, Meram bölgesinde -mülkiyetinde bulunan ve- “Hümâm bağı” olarak adlandırılan bağda bulunan Çelebi’ye Konya’da türbenin aleminin düştüğüne dair bir haber geldiği ve Çelebi’nin Mevlânâ’nın intikalini hesaplattırıp “on yıl” geçtiğini söylediklerinde bu durumu intikaline karine addettiği, mizacında değişim meydana gelip rahatsızlandığı ve Konya’ya dönüp birkaç gün hasta yatağında kalıp sonrasında intikal ettiği nakledilmektedir. (Eflâkî, VI, 25.) Gölpınarlı Çelebi’nin merkadindeki kitabenin tercümesinde – muhtemelen zuhûl eseri veya mürettip hatası- intikalini 12 Şa’bân 683 (24 Ekim 1284) olarak kaydetmektedir. Oysaki kitabenin metnini 18 Şa’bân 683 (30 Ekim 1284) olarak kaydetmiştir. (A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 28, 360; F. Lewis, s. 279.)

558 Çelebi’nin sandukasına tesbît edilmiş mermer üzerindeki kitâbe Gölpınarlı’nın kaydına göre (A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, s. 28, 360.) şu şekildedir:

TERCÜMESİ: Burası şeyhler şeyhi, ârifler muktedâsı, hidâyet ve yakîn imamı arş hazinelerinin anahtarı, ferş defînelerinin emini,
zamanın Cüneyd’i, devrin Bâyezîd’i, fazîletler sahibi, aslen Urmiye’li olan ve Kürt olarak yattım Arap olarak kalktım diyen (Şeyh’e) -Allah rûhunu takdîs etsin- (mensup) Ahi Türk diye tanınan el- Hasan’ın oğlu Muhammed’in oğlu Hakk’ın Ziyâ’sı,
Hüsâmeddin Hasan’ın türbesidir. -Allah ondan da onlardan da razı olsun- Altı yüz seksen üç yılı Şa’bân ayının on sekizinci Çarşamba gününde (intikal etti)

 ھذه تربة شیخ المشایخ قدوة العارفین امام
الھدي والیقین مفتاح خزائن العرش امین كنزالفرش
جنیدالزمان ابایزید الدوران ابوالفضائل ضیاءالحق
حسام الدین حسن بن محمدبن الحسن المعروف باخي ترك
رضي الله عنھ و عنھم الارموي الاصل بماقال امیست كردیا
واصبحت عربیا قدس الله روحھ في تاریخ یوم الاربعاء
في ثامن عشرمن شعبان سنة ثلث و ثمانین وستمائة

559 İbtidânâme, Sürh Nr. 67; b. 2808-2830.

560 İbtidânâme, b. 2831.

561 İbtidânâme, b. 2680-2687. Karşılaştırınız: İbtidânâme, Sürh Nr. 127, b. 6001-6134.

562 İbtidânâme, 2688-2715. Sultan Veled sözlerini şu şekilde bağlar: “Allah dostu, dünyada bulundukça yol göstericidir ve dest-gîrdir sana O geçip gidince de bir başkasını ara ki Hakk’a rehber olsun sana, Başka biri dedimse de o başkası değildir; sûretteki sayı bakımından dedim, Yoksa onların hepsi de bir nurdur; ikilikten, üçlükten adam-akıllı uzaktır onlar”

563 İbtidânâme, Sürh Nr. 65; b. 2716-2766.

564   Sultan Veled, intikalinden sonra Çelebi’yi rüyasında gördüğünü, Çelebi’nin kendisine karşılaşacağı/bulduğu her vâsıl velinin esasta kendisi olduğunu bildirdiğini nakletmektedir. İbtidânâme, Sürh Nr. 66; b. 2767-2778.

565 İbtidânâme, Sürh Nr. 70; b. 3037-3048.

566 İbtidânâme, b. 3049-3062.

567 İbtidânâme, Sürh Nr. 142; b. 6867-6911.

568 İbtidânâme, b. 68120. Sultan Veled Çelebi Hüsâmeddîn’in daima kendisinden bahsettiği, medhedip hallerini ve mertebelerini anlattığı “velî” (İbtidânâme, Sürh Nr. 143; b. 6912-6920.) olarak vasfettiği

Şeyh Kerîmüddîn Çelebi’den sonra yedi yıl müddetle “server” olmuş ve yol göstermiştir. (İbtidânâme, b. 6992.)

569 Bununla birlikte Sultan Veled söz konusu rüyadan sonra aradığını bulmakla birlikte bulduğu velinin tavsiyesi üzerine de sırrını halka açmadığını kaydeder. İbtidânâme, b. 2779-2807. Kendisinden ancak intikali akabinde bahsetmiş olmalıdır ki İbtidânâme’nin tarihlenmesi de bu durumu tevsîk eder. Diğer taraftan Sultan Veled Mevlânâ’nın Şems ve Çelebi gibi halifeleri olduğunu fakat mezkur zevâtın Mevlânâ gibi meşhur olmadıklarını, kendi takrîri ile meşhur olup tanındıklarını ve bilindiklerini de vurgulamaktadır. (İbtidânâme, Sürh Nr. 77; b. 3493-3512.)

 

 

ETİKETLER: