Bu Dünyada Benim Gönül Verdiğim
Pir Sultan Abdal, bu topraklarda yetişen büyük ruhlardan birisidir. Onun harflere ve kelimelere dönüşen nefesi, deyiş, ilahi, nutuk ve hatta türkü gibi isimlendirmelerle, asırlardır bu toprağa hayat vermiştir. Bu nefes hala içimizi ısıtmakta, gönlümüze şenlik ve huzur vermektedir.
Pir Sultan’ın nefesi, bazen bizi alır “Ali-Yar Semahı”’yla âlem-i mânâda seyre çıkarır, orada kurulmuş kırklar meclisine uğrar, “Allah Allah Desem Gelsem” deyip bir zikre koyuluruz. Bu zikir içimizi onarır, bizi kendimize, kendi gerçekliğimize getirir ve “Alçakta Yüksekte Yatan Erenler” ile yol ehli kılar. Yol, Muhammed-Ali yoludur; çünkü “Biz Muhammed Ali Diyenlerdeniz.” Bu yolda, “Bir Gece Muhammed Evde Yatarken”le Muhammedî hakîkatin sırlarına ulaşırız. Fakat yine de o insânî olanı, o naif yönü ihmal etmeyiz; “Başı Pare Pare Dumanlı Dağlar”la dağlara çıkar, yüceleri seyran ederiz. Bu seyran bizi aşka düşürür, “Bir Güzelin Aşığıyım Erenler” diye feryat ederiz. Ah aşk, illaki aşk; aşk derde düşürür, ağlatır ve inletir. O anda bu içimizi ısıtan nefes dile gelir, “Ağlama Gözlerim Mevlâ Kerimdir” der, Allah’a teslimiyetin verdiği huzurla tüm kederlerden arınırız. “Be Yaranlar Be Gardaşlar” der âşık, gönülden seslenir, bizi yârân ve gardaş olarak nitelendirir, “Bugün Yardan Haber Geldi” der ve bize yar haberini söyler. Sonra da “Bende Bu Dünyaya Geldim Geleli” nidasıyla bizi tam da şah damarımızdan, dünyevi yönümüzden yakalar, dünyanın faniliği karşısında, kalıcı ve bitmeyen gerçek erdemlere kavuşmamızı salık verir.
Bu büyük ruh, her ne kadar, “Ben Hakk’ın Edna Kuluyum” dese de, bir gönül dostu, bir ahlakçı, bir kâmil insan olarak sözüne kulak verenlere anlatır durur. Anlatır durur, ama biz onun anlar mıyız? O bize yar’dan, mihmândan, gerçek dosttan bahisler açar; ama biz o yari, o mihmanı, o dostu bilir miyiz? “Gafil Olman Hey erenler” der de, biz yine de gafil oluruz; gelen kimdir, giden kimdir pek bakmayız. “Gelin Canlar Bir Olalım” der de, “özü öze bağlamak” yerine biz hala birlik yoluna dikenler atar dururuz. “Hu Diyelim Gerçeklerin Demine” der de, ne hu diyecek meclisi kurar, ne de gerçeğin mana ve mahiyetini kavramaya gayret sarf ederiz. Velhasıl “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım” der de, ne onun derdini dert, ne onun acısını acı biliriz. Fakat bizim de bildiğimiz bir şeyler vardır; o büyük ruhu, anlama, sözünü anlamlandırma yerine, dar ufkumuzla, sathi tarihi, sosyal ve dini bilgimizle kolayca bir kısım kalıplara sokmayı pekiyi beceririz. Bu neden kaynaklanıyor? Bu, her halde onun bıraktığı nefesleri, içinde bulunduğu yolun esası ve erkânıyla okumamamızdan kaynaklanıyor olsa gerek. Sekli bir kısım dostlar itiraz edeceklerdir; ama hak bildiğimizi de söylemek durumundayız; onu fikri ve tarihi zeminden kopardığımızı söylemek isterim. Bu koca âşık bu taraflı okumalarımızı gördükçe, sanki oralarda bir yerlerde, yine şu nefesiyle feryat ediyor olmalı:
Kahpe felek sana n’ettim n’eyledim?
Attın gurbet ile taşımı felek.
İbtida gülmeyen sonra güler mi?
Akıttın gözümden yaşımı felek.
Burada bir kucak dolusu soruyla karşı karşıya kalıyorum: Sahi, âşık için gurbet ne anlam ifade eder? Felek âşığın hangi taşını atmıştır? Taş nedir? Ya akan gözyaşları! Burada bu sorulara cevap arayacak değilim; ancak gurbetin sadece fiziki anlamda vatan ve sıla kavramlarının karşıtı olmadığını ifade etmek isterim. Siz ister manevî, ister metafizik, ister mücerret veya isterseniz soyut âlem deyin, fikriyatımızla ve zihniyetimizle içinde bulunduğumuz bir vatan, bir sıla vardır. Bir ilerisini söylemek icap ed erse, asıl vatan gönüldür, gönülle içine girilen yoldur. Yol, Pir Sultan açısından bakılırsa, irfânî aydınlanma ve ruhânî arınmayı sağlayan bir tecrübî birikim (usûl), aydınlanmış ve arınmışların oluşturduğu izi takip eden bir silsilesi (halka), sembolleri, temel prensip ve ilkeleri (erkân) olan muhkem bir yoldur. Bu yolun adı, bizim ilmi literatürümüzde tarikattır. Dolayısıyla âşığın kendi iradesiyle (mürid) içine girdiği bu yol, onun aklen ve ruhen tekâmülünü sağlaması itibariyle hakîkî anlamda vatanıdır, sıladır. Dolayısıyla Pir Sultan’ı, içinde bulunduğu yolun usûlü, erkânı ve tarihiyle anlamak gerektir. Aksi takdirde, onu gurbet ele atmış oluruz.
Bu gün sadece Pir Sultan değil, rûhen aydınlanmış, arınmış pek çok âşığımız gurbete atılmıştır. Bu durum, herhalde tarîkat, tasavvuf, din, zihniyet, mânâ, mâhiyet, usûl ve erkân gibi kavramların ifade ettiği kültürel dünyadan uzakta kalmamızın tabii neticesi olsa gerektir. Her şeyden önce, söz konusu kavramların çağrıştırdığı âlemi tanımalı, anlamı çözmeli, tasavvurlarını idrak etmeli ve dil dünyasına nüfuz etmelidir. Aksi takdirde, âşığın dediği gibi, “dostun bahçesine bir hoyrat girmiş” olur. Dostun bahçesi, nefesleridir; her bir nefes, her bir deyiş birer güldür. Bu bahçeye hoyratça girip de, “gülünü dererken dalını kırmamalı.” Bu bakımdan ben, Pir Sultan Abdal gibi irfânî yönü olan şairlerin bıraktığı mirası anlamanın birbirini tamamlayan dört süreçte gerçekleşebileceği kanaatindeyim.
Daha evvel Yunus Emre için söylediğim bu dört anlam[1]şunlardır: Literal anlam, siyasi-sosyal anlam, felsefî anlam ve ezoterik (bâtinî) anlam. Belki bu dört boyutlu anlama sürecini sufi literatürdeki, dört kapıdan yola çıkarak da izah etmek mümkündür. Şöyle ki, evvela literal anlam, şeriat kavramının içerdiği formel yapıya hatırlatır ve herkesin okuyup anlayacağı seviyedeki anlama işaret eder. Siyasi-soyla anlam ise, tarikat düzeyidir. Tarikat düzeyi, bir yola giriş ve o yolda farklı tecrübelere tanık oluş anlamına gelir. Aidiyet duygusunun yoğun bir şekilde yaşandığı bu düzey, sübjektif okuma düzeylerini ifade eder. Felsefî anlam, marifet düzeyidir. Bu düzeyde, irfânî aydınlanma süreçleri yaşanmış, formel kalıpların arkasındaki bilgiye ulaşılmıştır. Tecelli ve varidat gibi kavramlarla ifade edilen bir bilgi sürecine ulaşmakla mümkün olan bu anlama biçimi, bilgi süreçlerini aşarak irfânî aydınlanmayı gerçekleştirmiş şairlerin dil mirasını gerçek anlamda çözmeye imkân verir. Bâtınî yahut ezoterik anlama düzeyi, hakîkattir; orada bir üst idrak vardır. Bu seviyedeki okumalarla ulaşılan anlayış, formel dünyanın sınırlarını zorlayamayan genel okuyucudan ziyade empati yapabilen ve metinde sözü edilen manayı tecrübe edebilenlere sunulur.
Pir Sultan üzerinde yapılan çalışmalarda, daha çok, ilk iki seviyede okumaların olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden, ondaki derinlik ortaya çıkartılıp, birlik ve bütünlük içerisinde insanlığın irfânî beslenmesine fırsat veren bir mânâ arayışı yerine, daha çok hareket adamı ve ideolog olarak takdim edilmektedir. Üstelik bu durum sadece Pir Sultan Abdal’a da münhasır değildir. Bize bıraktıkları dil mirasıyla kültür ve edebiyat dünyamıza hayatiyet kazandıran pek çok sufi ve şair, sübjektif okumalarla belirli bir dar alana sıkıştırılmaktadır. Oysa her şeyden önce bu şairler, birer sûfîdir ve onları tasavvufun dil dünyası içerisinde anlamak lazımdır. Aksi takdirde, mesela Pir Sultan’ın “Mevlâ’m çün yarattı Ahmed’i nurdan” mısrası hakîkat-i Muhammediye nazariyesi bilinmeden anlaşılamaz. Bu anlaşılamadığı için de, ne “Insan olan gelir nura çevrilir” mısraı, ne de bunu takip eden şu mısralar anlaşılır:
Böyle kurulmuştur bu çarh-i devran
Mansur olan gelir dâra çevrilir
İnsanın nûr olması, ne demektir? Çarh-ı devrân nedir? Bu çarh-ı devrân nasıl kurulmuştur? Mansûr ifadesi, sadece Hallac’ı mı telmih eder? Peki, Mansûr olmak, ne demektir? Bu mümkün müdür? Eğer mümkün ise, nasıl Mansûr olunur? Bu soruları, şairin diğer şiirlerinden yola çıkarak artırmak mümkündür. Fakat bir dörtlüğü dikkatlerinize sunmakla yetineceğim; şair diyor ki:
Yol içinde yol ararsan
Yol Muhammed Ali’nindir
Yetmiş iki dil içinde
Dil Muhammed Ali’nindir
Deme o ki, “yol içinde yol arama”nın ne anlama geldiğini, “yetmiş iki dil”in ne olduğunu düşünmeden, Muhammed Ali’nin dili çözülemez. Bu dil çözülmeden de, âşığın bıraktığı miras anlaşılamaz. Bu bakımdan, sadece söylencelere ve kaynağı tepsi edilemeyen tarihi kayıtlara bakarak oluşturmaya çalıştığımız Pir Sultan imajını, ondan intikal eden nefeslerin sırrını çözerek yeniden inşa etmeliyiz. Belki de bu çözme işine şu kıtadan başlamalı:
Bu dünyada benim gönül verdiğim
Birisi Muhammet birisi Ali
Adına anına kurban olduğum
Birisi Muhammet birisi Ali
Bilmem ki, ne dersiniz? Siz ne dersiniz, bilemem; ama bana göre, Muhammed’e, Ali’ye gönül vermeden Pir’i doğru anlamak pek mümkün değildir.
[1] Yunus Emre’yi dört boyutta anlama sürecine ilişkin değerlendirmeler için bkz: Bilal Kemikli, Sufi Aşk ve Ölüm, İstanbul, 2017, 26-28.