Bu da geçer yâ hû

A+
A-

Bu da geçer yâ hû

Depremle yatıp depremle kalkıyoruz. Heyecanla bir canın daha kurtulduğu haberini bekliyoruz. Deprem bölgesine giden yardımseverlerin yaptıklarını hayranlıkla ve hürmetle izliyor, okuyoruz. Kendilerine gelen yardımları büyük bir kanaatle alan, ihtiyacı olmayan bir eşyayı almadığı gibi ihtiyacı olduğu halde işini görecek kadar alan depremzedelerin asaleti karşısında gözleri yaşarmayanımız var mı?

Gazı kaçmış gazoz gibiyiz, tuzsuz helva gibi tatsız tuzsuz bir şey olduk. Ne bir iş yapmak için bir heves ne de parmak kaldırmak için bir kuvvet kaldı. Ne yediğimizden lezzet ne yaptığımızdan zevk alır olduk.

Kaybettiğimiz canlar, dağılan aileler, yıkılan yuvalar, uzakta olmasından dolayı yakını olan depremzedeler için bir şey yapamayan akrabaların çaresizce beklemeleri karşısında yüreğimiz parçalanırken bir şeyler yapmak için çırpınmaları karşısında bizi insan olmaktan utandıran ve âdeta Nâbî merhumun;

Halktan gönlümün ol mertebedir vahşeti kim
Aksim Âdem deyu mir’âta nigâh eyleyemem

sözlerini haklı çıkarmak için gayret eder gibi göçük altında kalanlarla dalga geçenler, gelen yardımları yağmalayanlar, mağdurları daha da mağdur edenler, kiraları üç katına çıkartanlar, daha burada sayamayacağım kadar çok kötülük yapanları gördükçe kim insan olmaktan utanmaz, diye sorarım kendime.

Ben kendimce bu durumlardan çıkmanın bir yolunu buldum. Haber izlemeyi asgariye indirdim ilk olarak. İkinci olarak deprem bölgesi için yapabileceklerimi yapmaya çalıştım. Bundan sonra da yapabileceğim bir şey var mı diye de sağa sola bakınırım. Bunları yaptıktan sonra gündelik hayata dönüp çalışmaya devam ederim. Bilirim ki iyilik kadar kötülük de olmaz ise bu dünya olmaz ve Bâkî merhumun dediği gibi;

Dert ü mihnet ehl-i dilin yâr-i gârıdır

Veysî’nin tesellisi

Dert ve mihmet içinde iken hatırladığım bir kitap var. Veysî’nin (ö. 1628) Osmanlı nesrinin önemli eserlerinden bir olan Hâb-nâme‘si.

Veysî, devrin sultanı I. Ahmed’i çok kederli görür. Onu dünyadaki kötülüklerden sorumlu olmadığını, dünyanın yaratıldığından beri böyle olduğunu söyleyerek teselli etmek ister ve Hâbnâme‘sini kaleme alır.

Eserde Veysî, Sultan Ahmed’i rüyada İskender’le buluşturur ve ona İskender-i Zülkarneyn’in ağzından teselli etmeye çalışır. Zülkarneyn, Sultan Ahmed’i karşısına oturur ve halini sorduğunda Sultan Ahmet başlar anlatmaya: Bir tarafta ehil olmayan kimseler, diğer tarafta israf, artan vergiler, asker-halk arasındaki gerilim ve Celâlî isyanları karşısında ne yapacağını bilemez halde olduğunu söyleyerek ümitsiz bir tablo çizer. Keşke ülke daha müreffeh bir halde iken sultan olsaydım, der. Çaresiz olduğu için çok üzgün olduğunu söyler.

Sultan Ahmed’i dinleyen Zülkarneyn anlatmaya başlar. Onun düşündüğü gibi, bu dünyanın hiçbir zaman müreffeh bir devrinin olmadığını İslam tarihinden örnekler vererek anlatır. Hz. Adem’den itibaren tüm peygamberlerin dönemlerinde yapılan haksızları anlatır. Hz. Peygamber, Hulefâ-yı Râşidîn, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in şehit edilmelerinden ve Muaviye, Haccac-ı Zâlim’in zulmünden bahseder. Abbasi veziri Alkâmî, Harzem Şahı Mehmed Han ve Memlük sultanı Kayıtbay dönemlerindeli haksızlıklardan örnek verir.

Haksızlıkları saydıktan sonra Sultan Ahmed’e dönüp ona ülkenin bu durumda olmasından kendisini sorumlu tutmamasını, kadıların adil ve ehil olmaları durumunda her şeyin düzelebileceğini söyleyerek yol gösterir.

Unutmayalım ki,

Çekilenler kalır Es’ad bu cihân içre hemân
Vakt-i şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer

Evet, bugünler de geçecek. Ancak geçtiğinde bugünlerin imtihanını başarılı bir şekilde vermenin onuru ile yoksa utancı ile mi yaşayacağız.

Bence düşünmemiz gereken konu budur.

Cenâb-ı Mevlâ, utanacağımız işleri yapmaktan bizleri muhafaza buyursun.

İsmail Güleç