Bir Mevlevi dervişinin Endülüs’ten Kütahya’ya bağlanan hikâyesi
Bir Mevlevi dervişinin Endülüs’ten Kütahya’ya bağlanan hikâyesi
Ataları, İspanyol zulmünden kaçıp Osmanlı’nın güvenli kollarına sığınan şanslı Endülüslülerdendi.
Kendisi ise İzmir doğumlu.
Babası İsmail Bey, annesi Halime hanım.
Tevellüdü 1062 (1652-53).
Sonra İstanbul’da Fatih medresesinde hocasının önünde diz çökmüş görürüz onu.
Hocası kim mi?
Sonradan namlı bir Sadrazam olacak Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa Celalîleri sertliğiyle yola getiren celalli bir Osmanlı sadrazamının oğlu olarak Fatih’in Sahn-ı Semanında ders vermektedir. Yetenekli talebesi Sakıb Efendi’yi, medrese hocalığından sıçradığı sadrazamlık koltuğunda da unutmayacak ve himayesine alacaktır.
Sakıb Efendi’nin kaderi yeni sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Çehrin’e bir sefer açmasıyla ansızın değişir. Bugün Ukrayna sınırları içinde ve Özi Nehri kıyısında bulunan Çehrin kalesinin kuşatması uzadıkça uzamış ve neticede asker arasında bıkkınlık alametleri baş göstermiştir…
İşte tam bu sırada bir Mevlevi dervişiyle tanışır Sakıb Efendi. Kendisine, rüyasında Mevlana hazretlerini gördüğünü, kendisine kalenin en zayıf noktasını gösterdiğini ve fethi müjdelediğini anlatır.
İlgisini çeker bu derviş genç alimin. Sorar, soruşturur Mevleviliği. Araştırır. Bursa’ya gider, Farsçayı orada öğrenir ve Mevlana’nın eserlerini kendi dilinden okumaya başlar. Uşak, Isparta, Konya, Edirne derken günün birinde Mısır’da bulur kendisini.
Sonra yine İstanbul’dadır. Bu defa Fatih medresesinde değil, Beşiktaş Mevlevihanesi’ndedir.
Padişah IV. Mehmed ile mevlevihanede sohbetler eder. Genç yaşta bu hızlı yükselişini kıskananlardan uzaklaşmak için de Rumeli’yi karış karış dolaşmaya çıkar. Oradan tekrar Mısır’a revan olur. Dönüşte gemiyle Limni Adası’nın yanından geçerken adada sürgün bulunan Niyazi-i Mısrî hazretleri ile görüşmeyi arzular. Gemi kıyıya yanaşır. İki gönül dostu burada aynı dili konuşur.
16120 yılından sonra ise onu Kütahya Mevlevihanesi’nin başında görürüz. O artık Mevlevi şeyhi Sakıb Dede’dir.
Yarım asra yakın, tam 48 yıl süren şeyhlikten sonra 82 yaşındayken on iki “ism-i hû” okuyup ruhunu teslim eder. Son nefesini vermeden önce yanı başında ağlayan oğlunu paylamayı da unutmaz:
-“Sus! Ne kadınlar gibi ağlıyorsun?”
İspanya’nın Granada şehrinde başlayıp halkalarla İzmir’e bağlanan bu rengarenk hayatın sahibine hidayet Ukrayna steplerinde nasip olmuş, daha sonra Bursa’dan Mısır’a, Limni’den Kütahya’ya atlayan kementlerle Osmanlı coğrafyasının enginliğine ve aynı zamanda onun içinde atan zinde kalplerin zenginliğine bir misal olmak üzere vakti erişince her fani sessiz sedasız toprağın altına, Mevlevilerin deyişiyle “hâmûşân”a çekilmiştir.