BİR İLİM DALI OLARAK TASAVVUF VE DİĞER İLİMLERLE İRTİBATI
BİR İLİM DALI OLARAK TASAVVUF VE DİĞER İLİMLERLE İRTİBATI
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
İslâmî ilimler mozayiğinin bir parçası olan tasavvuf ilmini fıkıh, tefsir, hadis, kelâm ve İslâm felsefesi gibi diğer ilimlerden ayırmak mümkün değildir. Etkilemesi ve etkilenmesi bakımından tasavvuf ilmi diğer İslâmî ilimlerin birikiminden faydalanmakta, onların eksik bıraktıkları dinî tecrübe boyutunu derinlikli olarak ele almaktadır.
Abdülkerim Kuşeyrî, Hakîm Tirmizî, İbn Arabî, Azîzüddin en-Nesefî, Abdülkerim el-Cîlî, Ab-durrahman el-Bistamî, Eşrefoğlu Rûmî, İsmail Hakkı Bursevî, İbrahim Hakkı Erzurumî gibi mutasavvıflar, “naklî ilimler-aklî ilimler”, “şer’î ilimler-hikemî ilimler”, “bahsî ilimler-keşfî ilimler” diye yaptıkları ayrımlarda tasavvuf ilmini çoğu zaman ikinci gruba dâhil etmektedirler. Tasavvuf ilmini de “keşf ilimleri”, “vehb ilimleri”, “aşk ilimleri”, “ahval ilimleri”, “makâmât ilimleri”, “tecellî ilimleri” gibi alt kollara ayırmışlardır.1
Tasavvuf ilminin diğer İslâmî ilimlerle ne denli bir ilişki ağına sahip olduğuna kısaca şu şekilde dikkat çekmek istiyorum:
Tasavvuf ve Hadis
Hadis, Hz. Peygamber’in söz, fiil, takrir, yaratılış veya huyla ilgili özelliklerini inceleyen ilimdir. Hz. Peygamber’in ruhî ve zühdî hayatı ile bu konudaki sözleri, tasavvufî hayatın temelini oluşturmaktadır.
Mutasavvıfların başlangıçtan beri hadis ilmiyle meşgul olduğu bilinmektedir. İlk zâhid sûfilerin ekserisi de muhaddistir. Ancak sûfîlerin hadis rivayeti konusunda, muhaddislerle aynı titizliği gösterdiklerini söylemek zordur. Çünkü muhaddisler, hadisleri hıfz ve rivayet için belli kıstaslarla öğrenip naklederken mutasavvıflar, hadislerin mânâ yönüne önem vermişler, irşat vesilesi ve ahlâkî öğüt şeklinde değerlendirmişlerdir. Bu sebeple senet konusu üzerinde de pek durmamışlardır. Mutasavvıfların eserlerinde görülebilen zayıf ya da mevzû hadislerin varlığının sebebi budur. Sehl-et-Tüsterî, “Ne zamana kadar hadis yazmalıyım?” diye soran birine, “Ölünceye kadar!” şeklinde cevap vermiştir. Bir başka sözlerinde de et-Tüsterî, “Dünya ve ahireti isteyen hadis yazsın; çünkü dünya ve ahi-ret menfaati ondadır.” demiştir. 2
Sûfîlerin hadis konusunda zâhir ulemasından ayrılan temel iki özelliklerini şu şekilde betimleyebiliriz: Hadislere birtakım tasavvufî mânâlar yükleyip bunları hadisin derunî ve bâtınî mânâsı olarak iddia etmeleri, keşfen sahih olan hadislerden bahsetmeleri.
Mutasavvıflar hadis kitapları arasında senedi bulunmadığı için mevzû sayılan bazı hadisleri, eğer bu hadisler onların temel tasavvufî kanaatlerini yansıtıyorsa “keşfen sahih hadisler” olarak görürler. Bu konuda İbn Arabî, “Bir hadisi sahih saymanın iki yolu vardır: Biri, hadis âlimlerinin yolu ve hadis usulü, diğeri mutasavvıfların yolu ve usûlü” der. Ona göre, usûlüne göre mevzû olan bazı hadislerin keşif yoluyla sahih olduklarına hükmedilmeleri mümkündür. Hadis âlimlerinin sahih saydıkları nice hadisler vardır ki, bunların Hz. Peygamber’e aidiyeti, sıhhati ve mevsûkiyeti sabit değildir. 3
Mutasavvıflar, ayetler gibi hadisleri de işârî üslupla şerh etmişler, bu çerçevede kırk hadis mecmuaları meydana getirmişlerdir. Hakîm et-Tirmizî (ö. 320/932)’nin Nevâdirü’l-Usûl ’ü, ilk tasavvufî hadis şerhi sayılmaktadır. Mutasavvıflarca telif edilmiş diğer hadis çalışmalarından bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
- Ebu Bekir el-Kelâbâzî (ö. 380/9120), Bahru’l-Fevâid
- Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1183), Hâletü Ehli-l-Hakîka Ma’allah
- Sadreddin Konevî (ö. 673/1274),Şerhu Hadis-i Erbaîn
- İbn Ebî Cemre (ö. 699/1300), Behcetü’n-Nüfûs.
Tasavvuf ve Kelâm İlmi
Tasavvuf felsefesinin gelişiminde hiç kuşkusuz İslâmî ilimler tarihinde teşekkül sırasıyla ilklerden olan ilm-i kelâmın katkısı göz ardı edilemez. Kelâm ilminin uğraştığı pek çok sistematik problem sonraları birtakım kelâmcı sûfîler eliyle tasavvufî kalıplara dökülerek işlenmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerini ilk dönem tasavvuf kaynaklarında görmemiz mümkündür. Bu kaynaklarda sistematik kelâmın can alıcı bazı problemlerine açıkça değinilmiş ve hatta sûfî akaidi diyebileceğimiz bölümler eklenmiştir.
Allah, insan ve kâinat meseleleri, ilm-i kelâm gibi tasavvufun da konusudur. Ancak kelâm ilmi, bu konuları incelerken Kitap ve sünneti esas alarak akıl aracılığıyla çözüm aramaya çalışmaktadır. Tasavvuf ise aynı konuları yine Kitap ve sünnet çizgisinde fakat keşif ve ilham yoluyla, manevî tecrübelerle çözümlemeye çalışmaktadır. Aynı konuları işleyen kelâm ve tasavvuf âlimleri arasında, yöntem farklılığı sebebiyle zaman zaman tartışmalar yaşanmış olsa da Muhâsibî, Kelâbâzî, Gazzâlî gibi her iki ilim dalıyla irtibatı bulunan âlimler de bulunmaktadır.
İlk dönem tasavvuf kaynaklarından olan Kelâbâzî (ö. 380/9120), et-Taarruf adlı eserinde “Tasavvuf akaidi” olarak açtığı bölümde hemen hemen kelâmın birçok konusuna yer vermiştir. (Kelabâzî, (1992), et-Taarruf, s. 61-121) Diğer taraftan Kuşeyrî (ö. 465/1072) er-Risâle sinde ve Hucvirî (ö. 470/1077) Keşfu’l-Mahcûb’ u ndatevhid, iman ve Allah’ın sıfatları gibi pek çok konuya değinmiştir.
Bilindiği gibi, kelâm ve tasavvuf disiplinlerinin müştereken ele aldığı konulardan birisi de iman konusudur. Genel bir görüş itibariyle ehl-i sünnet kelâmında imanın temel rüknü, kalbî tasdiktir. Tasdik bir haberi veya bir hükmü mücerret olarak bilgiye, iknaya ve hür seçime bağlı olmadan kuru bir teslimiyet anlamına gelen kabullenme değildir. Asıl tasdik, bir haberi veya bir hükmü biliş sel (kognitif) bir temele dayandırmak-tadır.4 Tasavvufta ise duygu yoğunluklu bir yaklaşım benimsendiği, derunî tecrübelerle bireysel deneyim gerçekleştiği için birtakım yorum ve yaklaşımlara açık bir yapı bulunmaktadır. 5
Tasavvuf ve Fıkıh
Tasavvufun fıkhî konularla irtibatında kuru bir sûrîlik ve şekilcilikten çok, öze yönelik hikmet-i teşrîi, makâsidu’ş-şerî’a ve sır arayışı söz konusudur. Bu yüzden tasavvuf klasiklerinde ibadet konuları işlenirken ibadetlerin nasıl yapılacağından çok niçin ve hangi duygularla yapılacağına vurgu yapılmaktadır.6
Kur’an’da geçtiği için ilk dönemde fıkıh ve fakih bütün müslümanlar tarafından sevilmekte ve övülmekte idi. Ancak zâhid ve sûfiler fıkıh ve fakih terimlerinin zâhirî ilim ve zâhir uleması anlamına geldiğini kabul etmekle beraber daha çok fıkhın bâtın ilmi, fakihin de bâtın âlimi anlamına geldiği kanaatinde idiler.
Hasan-ı Basrî “Hakiki fakih dünyaya sırtını dönen, ahrete gönül veren, dini konusunda basiretli olan kişidir.” demektedir. Yani gerçek fakih, gerçek zâhid ve sûfidir. Buna göre fıkıh ikiye ayrılır: Biri zâhirî fıkıh, diğeri bâtınî fıkıh. Bâtın fıkhına kalp fıkhı ve vicdanî fıkıh (fıkhu’l-kalb, fıkhu’l-vicdanî) gibi isimler verilmektedir. Sûfilere göre fıkıh kalbin sıfatıdır. Kalp fakih ve müftüdür. Fehm/akletme de fıkıh anlamına gelir.7 Bir hadiste: “Fetvayı kalbinden iste.”8 buyrulmuştur. Fıkıhçı müftülerin yanında bir de kalp müftüsü mevcuttur. Diğer müftüler fıkıh hâmili/taşıyıcısı iken bu müftü onu yaşamaktadır. Kur’an’da kalp takvâsından bahsedilir.9 Zâhid ve sûfiler takvâ medresesi mensuplarıdır.10
Kalp fıkhı ve sûfîlik, iki temel noktada zâhirî fıkıhtan ayrılır. Ulemadaki rey ve içtihada tekabül eden marifet ve hakikat (zevk, keşf, ilham, ilm-i ledün, sır) zihinsel bir çabanın değil, amel ve ibadetin, bunun neticesinde hâsıl olan kalp tasfiyesinin eseri ve ürünüdür. Daha açıkçası marifet ve hakikat belli birtakım pratiklerin mahsulü olan tecrübî ve pratik, onun içinde kişisel ve derûnî/içsel bir bilgidir. Akla, mantığa ve mantıkî kıyaslara dayanmaz.
Tasavvufu anlamak için “Tadan bilir (marifet sahibi olur), tatmayan bilmez.” denilmiştir. Tatmak amel, ibadet, tecrübe etmek ve yaşamak demektir. Amel ve ibadet yoluyla hâsıl olan pratik bilgiler üzerinde elbette ki düşünebilir, akıl ve fikirle yorumlar yapılabilir ama bu konuda aslolan akıl ve mantık değil amel ve ibadettir. Uygulama, yaşam ve tecrübeye dayanmayan bilgilerin tasavvufta fazla bir değeri yoktur. Bu bakımdan tasavvuf bakarak, görerek, deneyerek ve tekrar edilerek öğrenilen sanatlara benzer.11 Buna göre “fıkh-ı ekber” tabiri akaid ve tevhid ilminin; “fıkh-ı vicdanî” ve “fıkh-ı bâtın” tasavvuf ilminin; “fıkh-ı zâhir” ise ibadet, muâmelât ve cezalara ait şer’î hükümlerin ve amellerin zâhirî kısmını inceleyen ilim dalına ad olmuştur. Zamanla “fıkıh” kelimesi, fıkh-ı zâhire hasredilmiştir.
Fıkıh ve tasavvuf, bir bütünün farklı iki yapısını kendisine konu edinmiştir. Bunlar, zâhir ve bâtındır. Fıkıh; namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerle nikâh, talâk ve ticaret gibi muamelatı inceleyip hükümlerini tetkik ederken, tasavvuf; zühd, takva ve ihlas gibi ibadet ve muamelatın mânevî ve bâtınî ahkâmını ele almıştır.
Nasıl ibadetlerin zâhirî bir şekli varsa ve bunlarla ilgili hükümler fıkıh ilminin konusunu teşkil ediyorsa, huzûr-ı kalb, huzû ve huşûun da öyle bir bâtınî şartı vardır ve bu da tasavvufun ilgi alanına girmektedir.
Görüldüğü üzere fıkıh ve tasavvuf, inceledikleri konular itibariyle aynı olmakla birlikte vasıta ve vesileleri farklıdır. Her ikisinin kaynağı Kur’an ve sünnettir. Ancak fıkıh ilmi, akıl ile istinbat ve burhan yolunu, tasavvuf ise manevî tecrübe ve mükâşefe yolunu izlemektedir.
Tasavvuf ve Felsefe
Sûfîler felsefî anlamda sistemli bir doktrin ortaya koymuş değillerdir. Ancak şahsî tecrübeleri ile yaşadıkları hâli eserlerine yansıtmış, varoluş, Allah, kâinat, vakt, hayat ve ölüm gibi konulara açıklamalar getirmişlerdir.12 Tasavvufun varlık, insan ve Allah konusunda söyledikleri vahdet fikri; filozofların çoğunun ilgisini çekmekte ve tasavvufun İslâm’da özgün bir felsefe gibi algılanmasına sebep olmaktadır. Bu açıdan tasavvuf ve felsefe ilişkisinin ayrı bir anlam ve önemi vardır.13 Davud-ı Kayserî, mesele ve konu benzerliklerine rağmen felsefe ve kelâm ile olduğu kadar, sûfîler ve onların metafizikteki tavırları ile diğer ilim mensuplarının tavrı arasında da farklar bulunduğuna dikkat çeker. Bu fark, kelâm ve felsefenin kulun Rabbi’ne nasıl ulaşacağı ve nasıl yaklaşacağından söz etmeyişidir. Hâlbuki bu, bütün ilimlerin en üstün gayesi en değerli konusudur. Bir sûfî herhangi bir meseleyi ele alırken onun öncelikli amacı konunun Tanrı’ya ulaşmak ve ruhun yetkinleştirilmesi ilişkisidir. İbnü’l-Arabî ise, konuyu daha genel boyutta ele alır. Bir sûfînin söz ve ifadeleriyle, filozofun ifade ettiği konular arasındaki benzerlikler bir yanılgı doğurabilir.
Bu yanılgı, her ikisinin aynı bilgileri ifade ettiği ve dolayısıyla sûfînin bir tür filozof olduğunu ileri sürmeye yol açar. İbnü’l-Arabî, bu yanılgıyı eleştirirken iki yaklaşım sergiler. Birincisi, bilginin ve hakikatin evrenselliğini savunmasıdır. Bir filozof, dini veya inancı ne olursa olsun doğruyu bulmuş ve bunu kendi anlayışı içinde ifade etmiş olabilir. Bu yaklaşımla İbnü’l-Arabî, felsefî mirasa bakışıyla Kindî’yi hatırlatır. İkinci yaklaşım, sûfînin bilgisinin kuşatıcılığı, buna karşın diğer bilgilerin ve sahiplerinin parçacı ve bütünlükten yoksun oluşudur. Bunun bir tezahürü İbnü’l-Arabî’nin Eş’arî ve sofistlere yönelttiği eleştiride ortaya çıkar. 14
İbnü’l-Arabî ve takipçileri kendilerini bilgiyi ikmal eden ve tamamlayan kimseler olarak görmektedirler. Felsefede sorun, hakikati mutlak anlamda bilmemek değildi. Sorun, hakikatin eksik kavranmasıydı. Yapılması gereken ise yeni bir hakikat anlayışı ortaya koymak değil, tersine eksikliğin giderilmesi ve bilginin tamamlanmasıdır. Bu nedenle sûfîler yöntemlerini bir ikmal ve tamamlama unsuru olarak görmekteydiler. Mârifetullah insanın bilme eylemindeki gayesi olduğundan, bütün bilimler o gayeye hizmet etmelidir. 15
Hâris el-Muhâsibî, Hakîm et-Tirmizî ve Ebû Tâlib el-Mekkî gibi sûfîlerin eserlerinde tasavvufî meseleleri tahlil edip felsefesini yaptıkları bilinmektedir. Buna “tasavvuf meselesi” denilmektedir. Müslüman sûfîlerin manevî tecrübe ve düşüncelerinin ürünü olan bu “felsefe” üzerinde dış tesirler ya yoktur veya fark edilmeyecek kadar az ve önemsizdir. Bunun için de tasavvuf felsefesi özgündür, buna “tasavvufî hikmet” veya “tasavvufî irfan” demek de mümkündür.16
Sonuç ve Değerlendirme
Hz. Peygamber hayatta iken müslümanlar için tek otorite idi. O, müslümanların bütün problemlerine tek başına ve en küçük bir tereddüde meydan vermeyecek şekilde çözüm getiriyordu. Ashâb-ı Kiram gündelik hayatla, ibadetlerle, inanç esaslarıyla ve kendi derûnî din anlayışıyla ilgili ne gibi bir problemleri olursa onu Hz. Peygamber’e iletirdi. Ondan problemleriyle ilgili kesin bir çözüm alabiliyordu. Hz. Peygamber bir peygamber olması, yani Cenâb-ı Hak tarafından vahiy yoluyla sürekli desteklenmesi dolayısıyla toplumda liderlik gerektiren bütün görevleri tek başına yerine getirebiliyor idi. Ama onun irtihali ile birlikte müslümanların başında böylesi bir otorite kalmadı. Bir yandan genişleyen İslâm coğrafyası ve toplumu, bir yandan kültürel, ekonomik, siyasî vs. gelişmeler, ister istemez toplumda görev paylaşımını zorunlu kılmıştır. Dinin bireysel ve toplumsal alandaki ibadet ve şeklî boyutunu (islâm) İslâm hukuku incelemiş; inanç esaslarını (iman) kelâm ilmi kendisine alan olarak belirlemiştir. Tasavvuf kitaplarına baktığımızda ise tevbe, tevekkül, sabır, rıza, şükür, nefis terbiyesi, kalp tasfiyesi, mârifetullah gibi konuların sistematik bir biçimde işlendiğini görüyoruz; o halde tasavvuf ilminin konusunun da dinin ihsan boyutu olduğunu, sûfîlerin bu alanı kendilerine uğraş sahası olarak seçtiklerini kesinlikle söyleyebiliriz.
Müslüman toplumda bu üç ilim dalının kronolojik olarak ortaya çıkışı da birbirini takip eder tarzdadır. İslâm tarihine baktığımızda önce fıkıh ilminin teşekkül ettiğini, ardından kelâm ilminin inkişaf ettiğini ve daha sonra da tasavvufun bir ilim dalı olarak geliştiğini, tasavvuf ilminin kendisinden önceki ilimlerin verilerinden ve tecrübelerinden hem faydalandığını hem de nispeten onlara karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını tespit ediyoruz. Şu kadar farkla ki, fıkıh ve kelâmdaki ekollere “mezhep”, tasavvuftaki ekollere “tarîkat” denmiştir.
Cibrîl hadisine göre, bütün dinlerin ortak esaslarından olan ibadet ve muamelât alanı İslâm dininde “islâm” kavramıyla ifade edilmiş, daha sonra bu alanı inceleyen ilim dalına “fıkıh” ve bu alanda oluşan ekollere de “mezhep” adı verilmiştir. Hanefîlik, Şâfiîlik, Mâlikîlik ve Hanbelîlik bu gruba girer. İnanç esaslarının Hz. Peygamber’in lisanındaki tanımı ise “iman” olmuştur. Bu alanı inceleyen ilim dalına kelâm ve bu alanda oluşan ekollere de fıkıhta olduğu gibi “mezhep” adı verilmiştir. Mâtürîdîlik ve Eş’ârîlik bu mezheplerdendir. Her inanç sisteminde mutlaka bulunan, dinlerin derûnî ve rûhanî boyutu ise İslâm dininde “ihsan” kavramıyla tarifini bulmuş, bu alanın konularını inceleyen ilim dalına İslâm tarih ve kültüründe “tasavvuf” adı verilmiş ve tasavvuftaki ekollere de “tarîkat” denmiştir. Mezhepler ile tarîkatların ortaya çıkış şekil ve süreçleri ile bunların kendi alanlarında icra ettiği görevler arasında hemen hemen fark yoktur. Mezheplerin de tarîkatların da “hak” (doğru) olanları ve “bâtıl” (yanlış/sapık) olanları vardır.
1 Kılıç, Mahmut Erol, “Modern Üniversite Eğitiminde ‘Tasavvuf’”,İslâmî İlimlerde Metodoloji (Usûl) Meselesi, 20-21 Mart 2004 İSAV Tartışmalı İlmî İhtisas Toplantısı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005, c. II, s. 1078.
2 Göktaş, Vahit, Kelâbâzî (ö. 380/9120) ve Tasavvuf Anlayışı (doktora tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2007, s. 36.
3 Uludağ, Süleyman, “Başlangıçtan Günümüze Tasavvufta Usûl Meselesi”,İslâmî İlimlerde Metodoloji (Usûl) Meselesi, 20-21 Mart 2004 İSAV Tartışmalı İlmî İhtisas Toplantısı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005, c. II, s. 1045-1046.
4 Sa’deddin Taftazânî,Şerhu’l-Makâsıd, İstanbul, ts. c. II, s. 247.
5 Altıntaş, Ramazan, “İtikâdî Açıdan İbnü’l-Cevzî’nin Tasavvuf’a Yaklaşımı”, Tasavvuf Dergisi, yıl: 3, S. 7, s. 125.
6 Yılmaz, Hasan Kâmil, “Tasavvufta Usûl Meselesi”,İslâmî İlimlerde Metodoloji (Usûl) Meselesi, 20-21 Mart 2004 İSAV Tartışmalı İlmî İhtisas Toplantısı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005, c. II, s. 1099.
7 Hac, 22/32, 46.
8 Dârimî, “Buyû”, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 228.
9 Hac, 22/32.
10 Uludağ, Süleyman, Dört Kapı Kırk Eşik İslâm Toplumlarında Sûfî Gelenekler ve Derviş Tipleri, Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2010, s. 203.
11 Uludağ, a.g.e., s. 205.
12 Haksever, Ahmed Cahid, XI. Yüzyıl Bir Türk Sûfîsi Yakub-ı Çerhî, İstanbul, 2005, s. 261.
13 Yılmaz, a.g.e., s. 1099.
14 Demirli, Ekrem, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, İz Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 79.
15 Demirli, Ekrem, İslâm Metafiziğinde Tanrı ve İnsan İbnü’l-Arabî ve Vücûd Geleneği, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2009, s. 67.
16 Uludağ, Süleyman, Tasavvufun Dili 1 Mürşid-Mürid-Yol, Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 214.
DİN ve HAYAT Dergisi