BİR HİKAYECİ OLARAK MEVLÂNÂ – Gholam Hosein Yousofi

A+
A-

BİR HİKAYECİ OLARAK MEVLÂNÂ*

Gholam Hosein Yousofi**

Çev. Ramazan MUSLU***

Hikayeler her zaman bütün insanlığın ilgisini çekmiştir. Birçok insan; roman, kısa hikaye, oyun, senaryo, biyografi ve benzerlerinden hoşlanır. Şiirden olduğu kadar nesirden de zevk alır. Hikaye yazarları, aslında, insan karakterinin kâşifleridir ve herkes, özellikle halk, onların çalışmalarından oldukça etkilenir. Yine, en zor noktaları kapsayan herhangi bir fikir, hikayeler vasıtasıyla daha güzel anlaşılır. Bunlar, okuyucuların kavramasını ve olgulardan kolaylıkla kendi kendilerine sonuç çıkarmalarını mümkün kılar. Biz, özellikle Eski Ahid’de, İncil’de ve Kur’an’da birçok ilginç hikaye buluruz. İslam’la ilgili çalışma alanlarında iki önemli dal vardır; her ikisi de dinî hikayelere dayanır: Bunlar, Kur’an kıssaları (Kur’anî hikayeler) ve peygamber kıssaları (Peygamber biyografileri)’dir.

Mutasavvıfların hikayelere bu kadar çok dikkat çekmeleri ve kitaplarında fikirlerini açıklamak için onları kullanmaları, şaşırtıcı değildir. Örneğin, biz, Attâr’ın eserinde 1885 hikaye buluruz.[1]Hikayelerindeki karakterler çoğunlukla tipik, sıradan insanlardır. Karakterler arasında, sözlerinde hakikat bulunan yarı deli  insan tipine bile rastlarız.[2] Mutasavvıflar, tahsillileri olduğu kadar bilgisiz insanları, yaşlıları olduğu kadar gençleri, erkekleri olduğu kadar kadınları, Müslüman’ları olduğu kadar diğer dinlere inananları vb. değişik grupları etkilemek için hikayeleri, en etkin vasıta olarak kullandılar. Dahası, anlatmak istedikleri önemli konular ve yaşadıkları dönemde ön yargıdan dolayı âşikâre tartışmaya cesaret edemedikleri sosyal eleştiriler, hikayelerde kolaylıkla açıklanabilirdi. Bu konu ile ilgili Mevlânâ şöyle der:

Goftemeş pûşîde hoşter sırr-ı yâr

Hod-i tû der zımn-i hikâyet gûşdâr

Hoşter ân bâşed ki sırr-ı dilberân

Gofte âyed der hadîs-i dîgerân[3]

Ona dedim: “Sevgilinin sırlarının gizli kalması daha hoştur. Kapalı söylediklerime kulak ver de işi onlardan öğren”.

“Dilberlere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha iyidir” (I, 11). [4]

* * *

Biz, Mesnevî’de, sadece Mevlânâ’nın geniş malumatını değil; aynı zamanda İslam’la ilgili hikayelere dair zengin bilgi, Fars edebiyatı ve toplum tarafından sevilen hikayeler, folklor, kısa hikayeler vb. buluruz. Mesnevî, büyüleyici hikayelerin toplandığı ilginç bir koleksiyondur. Onlardan büyük çoğunluğu İslâmî hikayelerdir. Bir açıdan bakıldığında Rûmî’nin hikayeleri, Muhammed’in sözlerinin (Hadis) olduğu kadar, Kur’an ayetlerinin de hikayeler vasıtasıyla yorumudur. Mesela, “İki yılan avcısı” hikayesinden sonuç olarak şunu anlarız:

“Nice dualar vardır ki, kayıp ve yok olmanın ta kendisidir; Allah, onları merhametinden dolayı işitmez (kabul etmez)” (II, s. 229).

Hikayenin mısraı arkasındaki fikir, Kur’an’daki ile aynıdır: “ve asê en tekrahû şey’en ve hüve hayrun leküm, ve asê en tuhibbû şey’en ve hüve şerrun leküm. Vallâhü ya‘lemu ve entüm lâ ta‘lemûn”. (el-Bakara, 2/216) [Umulur ki bir şeyi hoş görmezsiniz, halbuki o şey sizin için hayırlıdır. Ve yine bir şeyi seversiniz; halbuki o şey sizin için şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz!] [5]

Biz aynı vurguyu “Bir âşık umulmadık bir biçimde sevgilisini nasıl bulur” başlıklı hikayeyi okuduğumuzda da görürüz: “Nâ şinâsâ tû sebebhâ kerdeh-î, Ez der-i dûzah bihiştem borde-î ” (III, 275). [Bilinmez, anlaşılmaz sebepler halketmişsin. Beni Cehennem kapısından Cennet’e almışsın (götürmüşsün)] (IV, 268).

Firavun ve Mûsâ hikayesinde (IV, 49 vd.), Nûh’un tahta sandık yapmasında (IV, 157) ve Belkıs’ın Sabâ şehrinden Süleyman’a hediye getirmesinde olduğu gibi (IV, 303 vd.), hikayelerin tamamı Kur’an ayetlerine dayanır.[6] Muhammed’in hasta arkadaşını ziyaret etmesi (II, 332 vd.) de peygamberî bir hikayeden alınmıştır. [7]

Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler ve velî insanların sezgiye dayanan firâsetleri ile ilgili birkaç çeşit hikaye vardır. Fakat sihir, büyü ya da hayal mahsulü olaylar, Mesnevî hikayelerinde az bulunur.

Mevlânâ, hikayeleri, okuyucuları eğlendirmek için yazmaz; aksine onun hikayeleri, kendisiyle tasavvufî fikirlerini açıkladığı bir öğedir. Hikayeler, fikirlerini basitleştirmeye; en ince manaları, determinizm ve hür irade gibi karmaşık konuları anlaşılabilir kılmaya onu muktedir kılar. (Cebir ve ihtiyâr)

Mesnevî hikayelerinin bir çoğu zaten bilinmekteydi; halk arasında yaygındı ya da önceki kitaplarda yazılmıştı. Fakat Mevlânâ, güzel ve zarif yeteneği ile onlardan birçoğunu yeniden canlandırdı. Çok kısa bir hikaye veya basit sade bir olay, ilginç birkaç sahne için güzel ve yeterli bir kaynaktır. Üstelik o, hikayeleri kendi sahip olduğu düşüncelere uyarlar ve onlar vasıtasıyla ilim ve irfanından haberdar olmamızı sağlar. Bu yüzden, onun daha eski hikayeleri benimsemesi ve uyarlaması, edebî bir kreasyonun doğmasını sağlamıştır.[8] Bazı hikayeleri kaynaklarıyla karşılaştırdığımızda, onları ustalıkla nasıl geliştirmiş ve değiştirmiş olduğunu fark ederiz. Mesela, “Yusuf’a bir ayna hediye getiren misafirlerin hikayesini” (II, 172-174); “Ali b. Ebî Tâlib’in yüzüne tüküren bir düşmanı ve Ali’nin kılıcını elinden atmasının hikayesini” (II, 202 vd.); “Bir köylünün karanlıkta bir aslanı nasıl kamçıladığını” (II, 247-248); “Sûfînin, semâ masraflarını karşılamak için yolcunun eşeğini nasıl sattığını” (II, 248-252); “Hasta olduğunu zanneden öğretmeni” ve “Hizmetçi kıza âşık olan padişahın hikayesini” (II, 6-17) zikredebilirim. [9]

* * *

Mesnevî’nin hikayeleri, Mevlânâ’nın insan tabiatı hakkındaki derin bilgisini ve onun psikolojik kavrayışını ortaya koyar. O, hikayelerinde çeşitli yollarla insanın zayıf yönleri kadar, fazilet ve erdemini de ustalıkla meydana çıkarır. Mesela bir hikayede, bir gramerci, yetenekleriyle o kadar gururludur ki gramer okumayan bir kayıkçıya ‘ömrünün yarısının boşa gittiğini’ söyler (II, 155); diğer bir hikaye de “dudaklarını ve bıyığını yağlı bir koyun kuyruğu ile yağladıktan sonra, arkadaşları arasına ‘şunu bunu yedim’ diyerek gelen geveze bir adamın nasıl gösteriş yaptığını” (IV, 43-44) gözler önüne serer. Yine, bir fikri insanların kafasına sokmanın etkisini göstermek için, “çocukların öğretmene hasta olduğunu nasıl düşündürdükleri” (IV, 87) ile ilgili ilginç bir misal vardır. Başka bir yerde, aç gözlü bir adamın sırt çantası ekmekle dolu olduğu halde, köpeği açlıktan ölüyor. Adam köpeğine ağlıyor, şiir okuyor, hıçkırıyor ve başına vuruyor. Ancak, çantasından bir lokma çıkarıp köpeğe vermeyi esirgiyor ve şöyle diyor: “Ekmek, yoldaki bir yolcudan parasız alınamaz. Fakat su, pınarlardan parasızdır” (VI, 31).

Bir münzevî, “gündüz vakti bir lamba ile pazarın ortasında geziyor” ve her yerde şöyle diyerek bir adam arıyor: “Kızgınlığına ve şehvetine hakim olan adam nerede? Böyle bir adamı bulmak için sokak sokak koşuyorum” (VI, 174). Yine, “çirkin yüzüne makyaj yapmış yaşlı bir kadının hikayesi” vardır. Bu, onun tavsifidir:

Çün ser-i süfre ruhi û tûy-tûy,

Lîk der vey bûd mânde ‘ışk-ı şûy.

Murg-i bî hengâm u râh-i bîrehî,

Âteş-i pür der bun-i dîğ-i tuhî (V, 344).

Onun yüzü, bir yolcunun yiyecek çantası gibi buruşuktu. Ancak bir koca için içinde ateşli bir arzu vardı.

Yanlış zamanda öten bir horoz gibiydi. Hiçbir yere çıkmayan bir yol, boş bir çaydanlık altında büyük bir ateş (VI, 326).

İnsanların takdire değer faziletlerini anlatan bazı hikayeler vardır. Meselâ, Mecnûn’un Leylâ’ya gönülden sevgisi (IV, 34); çocuğunu ateşten kurtarmak için güvenini kaybeden bir annenin kendini feda etmesi (II, 44); Ali’nin bir düşmanına cömertlik göstermesi (II, 202 vd.); bazı insanların diğerlerine karşı iyiliksever olmaları (II, 266-267) ve “efendisi ıslah için Hicaz güneşinin alevleri altında dikenli bir dal ile ona işkence yaparken, Bilâl’in imanı sarsılmadı ve Muhammed’e sadık kaldı. Çünkü o, tutku derecesinde öyle bir sevgi ile dolu idi ki dikenli çalıların acısını hafifletecek başka bir koruması da yoktu” (VI, 307 vd.).

Mevlânâ, diğer pek çok durumda, insanın doğru bir resmini çizer ve onların farklı karakterlerini değişik misallerle ele alır. Biz, onun hikayelerini zevkle okurken, kademeli olarak bazı zor konuların da farkına varırız.

* * *

Mevlânâ’nın insanlıkla ilgili bilgisi, sadece bireylerle sınırlı değildir; o, insanların sosyal davranışlarının ve onların birbirleriyle ilişkilerini de tasvir eder.

Bazı hikayelerde uyumluluğun önemi, değişik yönlerden tanımlanmıştır. Mesela, hikmet sahibi bir kimse, huysuz bir şekilde öteye beriye hareket eden bir karga görür ve şöyle der:

Uzun süre hayrette kaldım ve onların sebebini araştırdım. Ta ki, ne olduğunu tam olarak keşfettim. Ayakları dağılmıştı.

Ben onlara şaşkın bir şekilde yaklaşınca, o anda ayaklarının ikisinin de gerçekten kırık olduğunu gördüm (II, 330).

Kuşlar, insanoğlunun ve onların birbirleriyle ilişkilerinin simgesi olabilir.

Başka bir hikayede, “çocuğu su oluğuna doğru emekleyen ve düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir kadın, Ali Murtezâ’dan yardım rica eder ve işte Ali’nin cevabı:

O dedi, “Oğlan kendi hemcinsini görsün diye çatıya başka bir çocuk götür.

Ve yavaşça su oluğundan onun hemcinsine gel: Hemcins her zaman hemcinsini sever.”

Kadın öyle yaptı, çocuk hemcinsini görünce sevinçle yüzünü ona döndürdü.

Ve çocuk su oluğunun sırtından çatıya geldi.

Bil ki, her cins daima hemcinsini çeker (IV, 419).

Bilakis, yabancıya düşmanca ve alay ederek saldıran eşeklerin kaldığı bir ahıra atılan genç bir ceylanın hikayesinde”, Mevlânâ şöyle der: “Bu, şehvet ve tutkuya alıştırılmış dünyaperestler arasından Allah’ın hizmetçisi seçilen birinin tanımlamasıdır”. Sonra o şöyle yazar: “Her ki râ bâ zıdd-ı hod begzâştend, / Ân ‘ukûbet râ çu merg engâştend (IV, 54). [Her kim, (düşmanı ile birlikte) bırakılırsa, onlar (akıllı olanlar) bunu, ölüm gibi (korkunç) bir cezalandırma sayar.]” (VI, 52).

Bir başka hikayede, bir bahçıvan, zayıf noktalarından yararlanmak için bir sûfî, bir hukukçu ve Ali’nin ahfadından birini, birbirlerinden ayırmak ve bahçenin dışına atmak için:

Bahçıvan kendi kendine dedi: “Bunlara karşı söyleyeceğim nice sözler, reddedilmez yüzlerce delillerim var. Var ama, onlar üç kişi bir topluluk; topluluk ise güçtür, kuvvettir.

Tek başıma üç kişiyle başa çıkamam, bu yüzden ilk önce bunları birbirinden ayırmam gerek.

Onların her birin bir tarafa atayım, yalnız kalınca da onların birer birer hakkından geleyim” (II, 333).

Keza, iki farklı tip insanı gördüğümüz bir hikaye vardır: Koçu, uyanık hırsızlar tarafından çalınan cahil bir köylü. “Onlar sadece koçla yetinmezler, aynı zamanda hile ile elbiselerini de çalarlar.” (VI, 283-284).

Farklı grupların birbirlerine karşı gösterdikleri davranış ve reaksiyon hakkında başka hikayeler de vardır. Mesela, içerisinde kıdemli ve tecrübeli askerlerin bulunduğu bir keşif gücüne Huzeyl’i komutan olarak atayan Peygamber’e karşı çıkanların şikayetinde olduğu gibi. Muhammed cevap verir:

Çok defa onun anlayışını denedim: Bu genç, işleri çekip çevirmede yaşına göre olgun tecrübeler gösterdi.

Ey oğul, gerçek olgunluk, anlayıştakidir: Sakaldaki veya baştaki beyazlık değildir.” (IV, 382-391).

Esans çarşısında misk koklayarak bayılan ve hasta olan debbağın hikayesi vardır. Erkek kardeşi, onu, alışmış olduğu koku ile tedavi etmek için nasıl gizlice pislik araştırdı” (IV, 286, 288). Bu hikaye, alışılmış olan ortamın etkisini gösterir. Diğer bir hikaye, iki çocuğun kendi yaşam tarzlarının etkisini tasvir eder. Birinci çocuğun babası ölmüş ve zengin bir aileden geliyor. İkincisinin ismi ise Cuhî’dir ve fakir bir kimsedir. Hikaye şudur:

Bir çocuk, babasının tabutu önünde inliyor, ağlıyor ve elleriyle başına vuruyordu:

Diyordu ki: “Baba, seni nereye götürüyorlar? Seni toprağa gömecekler.

Seni dapdaracık, gamlarla, kederlerle dolu bir eve götürüyorlar. Orada ne bir halı serili ve ne de hasır.

Geceleri ne bir lamba var, ne de gündüzün bir dilim ekmek… Orada ne bir yemek kokusu var, ne de yemekten eser.

O evin ne kapısı var, ne damına bir yol var, ne de sıkışınca sığınacağın, dert yanacağın bir komşu var.

Babacığım! Halkın sevgi ile, saygı ile öptüğü gözlerin o kapkaranlık yaslı yerde ne yapacak?

Gittiğin yer amansız bir ev; daracık bir yer. Güneş de görmez; orada ne bet kalır ne de beniz”.

Babasını kaybeden çocuk böylece, o evin yani mezarın vasıflarını sayıp döküyor,  iki gözünden de sicim gibi kanlı yaşlar akıyordu.

Cuhî, babasına dedi: “Babacığım! Vallahi bu cenazeyi bizim eve götürüyorlar”.

Babası Cuhî’ye “Aptallaşma!” dedi. O da; “Baba, çocuğun saydığı vasıfları dinle” dedi.

“Bir bir sayıp döktükleri hiç şüphe yok ki bizim evin vasıflarıdır.” (II, 383).

Mevlânâ, başka yerlerde farklı insan tiplerini tanımlar: Kolaylıkla ve sevinçle hayatını sevgilisine adayan bir âşık (VI, 76); sevgilisiyle randevusunda uykuya dalan başka bir âşık (VI, 2120). Biz, “kolaylıkla yetiştirilen” bir sûfînin savaşta yer alamayacağını görürüz. Bu yüzden askerler ona: “Savaş, oradan oraya uçan bir hayalet gibi halusinasyondan kaçan zayıf yüreklilerin mesleği değildir.” (VI, 224-226). “Savaş meydanına yirmi kez savaşmak için giren başka bir sûfî” vardır. “O, yaralandı, fakat yarasını sardı ve savaşmak için daha ileri hamle yaptı”. (VI, 228).

Aynı şekilde, Hasan adını taşıyan ve aynı sarayda çalışan iki vezir vardır: Birincisi cömert, ikincisi ise cimridir (IV, 336-340).

Bazı hikayeler, hânkâhlarda sûfîler arasında yaşanan dâhilî problemleri (II, 403 vd.) ve bazıları da karı-koca arasındaki ailevî konularla ilgili tartışmaları (VI, 356-357, 204 vd.) ortaya koyar.

Rûmî’nin hikayelerinde, insan tiplerinin çeşiti ve sayısı, onların mizaçları ve davranışları, yazarının zekasını, insan tabiatı ve zekasıyla ilgili bilincini gösterir.

* * *

Mesnevî’nin diğer önemli bir yönü de, onun toplumsal olaylara getirdiği eleştirileridir. Mevlânâ, toplumu ve çeşitli insanların bozulmalarını eleştirir. Önyargılı, dar görüşlü, iki yüzlü vb. insanlar gibi. Mesela, bir hikayede, seçkin bir adam şehrin gazisi tarafından davet edilmekten kurtulmak için yalandan deli oldu (II, 342 vd.). Onun bu davranışı, hukuk sistemine bir itirazdır. Mevlânâ başka bir yerde, güzel bir kadının güzelliği ve cezbedici sözlerinin tuzağına düşen ve asıl yapması gerekeni unutan bir kadıyı tasvir eder. (VI, 504). Keza, bazı eski elbiseleri toplayan ve daha büyük yapmak ve heybetli görünmek için onları sarığına saran bir fakih, meclise geldiğinde, Mesnevî onun hilekârlığını şu sözlerle tasvir eder: “Sarığının dış görünüşü cennet elbisesi gibiydi, fakat içerisi utanç verici ve çirkindi” (IV, 360; ayrıca bk. II, 345).

Aşağıdaki hikaye toplumda sosyal sigortanın eksikliğini anlatır:

Bir adam, bir evde sığınacak bir yer baktı: Yüzü sarı, dudakları mordu ve rengi solmuştu.

Evin efendisi ona dedi: “İyi misin? yaşlı bir adam gibi elin titriyor.

Ne oldu? Niçin burayı sığınak seçtin? Yüzünün rengini tamamen bu kadar nasıl kaybettin?

Adam cevap verdi: “Bugün, onlar sokaklarda eşek topluyorlar”. Evin sahibi dedi: “Fakat sen eşek değilsin, bundan niçin tedirgin oldun?

O cevap verdi: “Onlar, eşekleri almada çok aceleci ve çok öfkeliler; Eğer onlar beni eşek sanarak alsalar, bunda şaşılacak bir şey olmayacak.

Onlar ellerini bütün gücleriyle eşek toplama işine vermiş olmalılar: Bundan dolayı ayırım sona erdi”.

Bu nedenle, ayırım yapmayan kişiler bizim yöneticimizdir, eşeklerin yerine sahiplerini kapıp götürürler (VI, 153).

Çeşitli hikayelerde Musa ile Firavun’un yüz yüze gelmesi (IV, 61 vd.), inanç ve güc arasındaki savaştır. Bir filozofun yoksulluğu, toplumda bilgili insanın durumunu, tehlikeli olarak gösteren başka bir hikayedir. Bu, bilge kişinin vasfıdır:

Ben çıplak ayak ve vücutla öteye beriye koşuşturdum. Eğer bir kimse bana bir somun ekmek verecek olsaydı oraya giderdim.

Bu akıl, irfan ve fikir üstünlüğünden ben bir şey kazanmadım; fantezi ve baş ağrısından başka (II, 387).

Mevlânâ, asalak sûfîyi tanımlar (II, 248 vd.). Keza, o “sahte zâhidâne konuşmaları” ve “ nefsine hakim olamaz bir şekilde yetimlerin malını mülkünü hırsla yiyenleri”, “avcı kuş ve akıllı kuş hikayesi” vasıtasıyla eleştirir (VI, 282-2120).

Rüyalara inanan insanlardan yanlış davranışlarda bulunanları Mevlânâ da tenkit eder (VI, 4120 vd.). Keza o, hiç kimsenin Ebû Bekir ismiyle isimlendirilmediği Sebzvâr’ı tavsif eder. Çünkü bütün sakinleri Şiî idi. Şehri savaşla ele geçiren Muhammed Hârezmşâh onlara şöyle dedi: “Ben, bu şehirden adı Ebû Bekir olan bir adamı bulduğunuz zaman, sizi derhal bağışlayacağım” (VI, 53 vd.) Yine, Keşan kasabasında “Eğer isminiz Ömer ise, hiç kimse size küçük bir ekmek parçasını yüz tenge [para birimi] bile vermez” (VI, 436).

Diğer durumlar gibi, sosyal çürüme de hemen fark edilebilir. Mesela: “Karısını yabancı bir adamla yakalayan bir sûfînin hikayesi” (VI, 281-283) ve “Ona niçin fahişe ile evlenmiş olduğu sorulduğunda, Delkak kendisini nasıl affettirdi”.

Delkak cevap verdi: “Şu ana kadar dokuz tane namuslu saliha kadın aldım, hepsi de fâhişe oldu. Ben de bu gamla eridim gittim.”

“Bunun üzerine ben de hakkında hiçbir soruşturma yapmadan, bilgi edinmeden, nasıl olduğunu araştırmadan bu fâhişeyi aldım; görelim bakalım bunun sonu nereye varacak!” (II, 342).

Sosyal eleştiri, işaret ettiğim gibi, Mesnevî hikayelerinin önemli bir parçasıdır.

* * *

Bu hikayeler, toplumun aynası olarak, başka bir güzel yönünü gözler önüne koyar. Onlar, mesela, zamanın bazı geleneklerini, adetlerini ve kültürünü anlatır. Bunlardan bazıları, Kazvin’de insan vücûdu üzerine hayvan şekillerinden mor dövme yapılması (II, 163); bir meslek olarak yılan avcılığı (II, 229; IV, 56); “Gazi’nin tellalları, kasaba etrafında bir müflisi nasıl ilan ettiler” (II, 252); yaygın ilaçlardan bazıları (IV, 286 vd.); kervanın becerikli bekçisi (VI, 287-288) ve “Kur’an’ı ezberleyenlerin, değer verilmesi ve makbul sayılmasından dolayı Kur’an’ı katlayarak tavus kuşu tüyü içerisine yerleştirmeleri” ya da “ sağlıkla ilgili olarak onun tüylerini fan olarak kullanmaları” (VI, 35).

Mesnevî’de yine halk arasında yaygın olarak anlatılan birkaç hikaye vardır. Mesela: “Sevgiye ve ayının iyi niyetine güven” (dûstî-yi hâlih hîrsih) (II, 320 vd.) ve “enfes bir inciyi –gevher-i şebçirâğ(geceleyin bir lamba gibi aydınlatan cevher) denizden getiren denizayısı, onu çayıra koyar ve etrafında otlar” (VI, 419).

Bütün bunlar, Mevlânâ’nın hikayelerini daha doğal ve daha canlı kılar.

* * *

Mevlânâ, basit bir hikaye ya da olaydan beklenmedik ve hassas sonuçlar çıkarabilen zeki ve yetenekli bir şairdir. Onun tasavvuru, zor noktaları ortaya çıkarmada kendisine yardım eder. Mesela, “Manav ve papağan hikayesi”nde, papağanın yanlış sonuç çıkarması, onu, benzerlik ile (kıyâs) tartışmayı tavsiye edenlerin hatasıyla ilgili bir sonuca götürür: “Kâr-i pâkân râ kıyâs ez hod megîr, Ger çi mâned der nibişten (nebişten) şîr u şîr (I, 17-18). [Kendine kıyas ederek mübarek insanların fiillerini ölçme, gerçi şîr (aslan) ve şîr (süt), yazılışta benzerdirler”] (II, 17-18).

Hasta komşusunu ziyarete giden sağır adamın hikayesi, benzer bir sonuca götürür (II, 183-184). İzin verirseniz, size, felsefî ve devrimci bir düşünce ile sonuçlanan olağan bir konuşmanın örneğini vermek istiyorum:

Bir adam geldi, toprağı yarıyordu: Bir aptal kendini tutamadı ve

“Neden kazıyorsun bu toprağı, onu yarıyor ve saçıyorsun?” diyerek haykırdı,

 “Ey aptal”, dedi, “Defol, burnunu benim işime sokma: toprağı işleme ile harap etmenin farkını anla.

Harab ve çirkin olan bu toprak, işlemeden nasıl çiçek bahçesi ya da mısır tarlası olur?

Onun altını üstüne getirip düzenlemeden, nasıl meyve bahçesi, tahıl, yaprak filizleri ve meyveler olur?

Her ne zaman onlar [müteahhitler], iyi durumdaki yaşlı bir binayı belirli bir şekle sokmak isteseler, önce eskisini yıkmazlar mı? (IV, 401-402)

Her binâ-yi köhne k-âbâdân konend,

Ne ki evvel köhne râ vîrân konend? (III, 417).

Mevlânâ’nın irfanı, duyarlılığı ve zekasının yaratıcılığı, önemli noktaları gözlemek için onu heryerde muktedir kılar. O, mistik düşüncelerini tasvir etmek için hikayeleri güzelce harekete geçirir. Mesela burada, herhangi bir konuda insanların farklı görüşlere sahip olmasının nedenini gösteren ilginç bir hikaye vardır.

Fil karanlık bir ahırda idi. Bazı Hindular, onu halka göstermek için getirmişti.

Onu görmek için birçok insan gidiyor, her biri o karanlık içerisinde.

Çünkü onu göz ile görmek imkansızdı, her biri karanlıkta ona el ayası ile dokunuyordu.

Birinin eli onun hortumuna dokundu: O dedi, “Bu yaratık, su borusu gibidir”. Diğer birinin eli onun kulağına değdi, fil ona yelpaze gibi geldi.

Diğeri onun ayağına el sürdüğünde, o dedi, “Ben filin şeklini sütuna benzer buldum”.

Benzer şekilde, her ne zaman birisi filin bir tanımını işitse, o, fili yalnızca dokunduğu kısmı kadarıyla kavradı.

Çeşit çeşit görüş açısı sebebiyle, onların tarifleri farklı oldu: bir adam ona “dal” adını verdi, diğeri “elif”.

Eğer her birinin elinde bir mum olsaydı, ifadelerindeki farklılık ortadan kalkardı (IV, 71-72).

Biz, aynı fikri, yani gerçeğin birliğini “her biri farklı bir dildeki isimle tanıdığı üzüm hakkında tartışan dört kişi” başlığını taşıyan hikayede buluruz (II, 416) ya da “Ensar arasındaki anlaşmazlık ve düşmanlık, Peygamber’in hayır duasıyla nasıl ortadan kaldırıldı” (II, 414). Bu kısa hikayeler, bize Hâfız’ın meşhur beytini hatırlattı:

Ceng-i heftâd u dû millet heme râ ‘uzr binih

Çûn nedîdend hakîkat râh-i efsâne zedend. [10]

Yetmiş iki milletinin kavgası var, -hepsini mazur gör-

Doğruyu görmediklerinde, hikayenin/masalın kapısını çalarlar.[11]

Başka bir hikayede, “Musa, çobanın cahilce dua etmesinden üzüntü duydu”, çoban şöyle diyordu: “Sen, neredesin, ben senin hizmetçin olabilir; ayakkabılarını dikebilir, saçını tarayabilirim?”. Fakat, Musa’ya Allah’tan bir vahiy gelir: “Sen benim taksim edilmiş hizmetime sahipsin. Sen [bir peygamber olarak] birleştirmek için mi geldin, yoksa hizmet etmek için mi geldin? / Ben lisana ve konuşmaya değil; içe [ruh] ve [duygunun] durumuna bakarım” (II, 310-312).

Felsefe, herkesin istediği yerde ve şekilde ya da bildiği herhangi bir dilde Allah’a ibadet etme hakkının, tasavvufî düşüncenin hümanistik bakış açılarından biri olduğunu söyler. Mutasavvıf şöyle der: “et-Turuku lillâhi bi ‘adedi enfüsi’l-halâik” [Allah’a ulaşan yollar, insan ruhu (bireyler) kadardır]”. Din özgürlüğünün kıymeti bilinmelidir. Özellikle bu sözün, dinin birçok sosyal problemin ana faktörü olduğu yönünde haksız olarak hüküm verildiği zamanlarda ifade edildiği göz önünde tutulursa, [bu daha iyi anlaşılır]. Bu, başka bir Mevlânâ hikayesinde açıklanan aynı tür düşünceye dayanır. Müellif bir yerde şöyle yazar:

Doğru sözlü Bilâl, sesli olarak namaza davet ettiğinde şevkle “hayye, hayye” diyordu.

Bu yüzden onlar [bazı insanlar] dedi: “Ey [Allah’ın] elçisi, bu hata!, şimdi (İslam) binasının başlangıcında doğru [bağışlanabilir] değil”.

Peygamber’in öfkesi yükseldi ve [Allah’ın Bilâl’e has kılmış olduğu] bir veya iki gizli teveccüh delilini göstermeyi amaçladı.

“Ey nikahsız doğmuş adam, Allah’ın gözünde Bilâl’in hayyekelimesini yanlış teleffuz etmesi, yüz defa hay [حي]’den ve hay [خي]’den ve sözcüklerden ve cümlelerden daha iyidir” diyerek (IV, 13-14).

Bu hikayeler, yazarlarını açık fikirli insan olarak gösterir; düşüncesi, onu, örgütlenmiş bütün din ve inançların üzerinde bir konuma yerleştirir.

* * *

Tasavvufun yanı sıra birçok felsefî düşünce, Mesnevî’de basit hikayeler şeklinde anlatılmıştır. Mesela, “Cebrî bir kimseye verilen cevap”, insanın hür iradesini onaylayan hoş bir hikaye:

Bir adam, bir ağaca tırmanıyor ve hırsız gibi hızlı bir şekilde meyveleri saçıyordu.

Meyve bahçesinin sahibi çabucak geldi ve ona dedi: “Ey serseri, Allah’a saygın nerede? Ne yapıyorsun?

O cevap verdi: “Eğer Allah’ın bir hizmetçisi, Allah’ın meyve bahçesinden kendisine ödül olarak ihsan ettiği hurmayı yiyorsa,

Niçin onu kaba bir şekilde suçluyorsun? Cimrilik, bütün zengin efendilerin masasında!”

O, “Ey Aybek” dedi; “şu ipi getir de ben cevabımı Ebü’l-Hasan’a (şu nazik kişiye) vereyim”.

Sonra, derhal onu ağaca sıkıca bağladı; arkasından ve bacaklarından sopa ile sert bir  şekilde dövdü.

O [hırsız] feryad etti, “Dua et, Allah’a biraz saygı göster! Sen kötü bir şekilde beni öldürüyorsun, ben ki suçsuzum”.

O cevap verdi: “Allah’ın bu hizmetçisi, yine O’nun sopası ile diğer bir hizmetçinin sırtına esaslı bir şekilde vuruyor.

Bu, Allah’ın sopasıdır; sırt ve kenarlar da O’na aittir: Ben yalnızca bir köleyim ve O’nun emirlerinin aracısıyım”.

O [hırsız] dedi: “Ey kurnaz hilekâr, ben Cebriyye’yi inkar ediyorum: hür irade vardır, hür irade vardır, hür irade vardır” (VI, 185/186).

* * *

Vecîze şeklinde meşhur olmuş Mevlânâ’nın mısralarının en ünlü ve en yaygın olanlarından birçoğu, aşağıdaki birkaç mısrada olduğu gibi, onun bazı hikayelerinin parçasıdır:

İy besâ Hindû u Türk-i hemzebân,

İy besâ dû Türk çûn bîgânegân.

Pes zebân-i mahremî hûd dîğer-est.

Hemdilî ez hemzebânî bihter-est (I, 75).

Ey kişi, aynı dili konuşan birçok Hindu ve Türk vardır; ey, Türkler’in bir çok kolu [birbirleriyle] yabancı gibidir.

Bu yüzden karşılıklı anlayışın dili, gerçekte farklıdır: anlayışın kalpte olması, dilde olmasından daha iyidir (II, 67).

Millet-i ‘ışk ez heme dînhâ cüdâst

Âşikân râ millet-u mezheb Hudâst (I, 343).

Sevginin dini, bütün dinlerden farklıdır:  âşıklar için tek din ve inanç Allah’tır (II, 312).

Âşıkam ber kahr u ber lutfeş bicidd.

Bu’l aceb men âşık-i în her du zıdd (I, 96).

Ben, O’nun sertliğine (kahır) ve yumuşaklığına (lütuf) aşırı derecede aşığım: Hayret verici şekilde ben bu iki zıt şeye âşığım (II, 86).

* * *

Şimdi, benim için bir sanat olarak Mevlânâ hikayeciliğine sizin dikkatinizi çekme zamanıdır. Onun hikayelerinden bazıları, Kelile ve Dimne’nin Farsça meşhur tercümesinde de görülür. Mesela, “Üç balık” (IV, 394-398) ve “Tilki ve eşek” hikayesini (VI, 140 vd.), Kelile ve Dimne’deki aynı hikayelerle karşılaştırdığımızda, Mevlânâ’nın hikayelerinin ne kadar güzel yazıldığını anlarız. Aslında onlar orijinal şeklinden daha güzeldirler.

Bu “Üç balık” hikayesi; zeki, yarı zeki ve ahmak insanları sembollerle anlatır:

Bu, Ey inatçı adam, içerisinde üç büyük balığın bulunduğu gölün hikeyesidir.

Bazı balıkçılar gölün yanına geldi ve o gizli avı gördü.

Bu yüzden onlar, ağ getirmek için acele ettiler: balıklar bu durumu fark ettiler ve onların niyetlerine karşı dikkatli oldular.

Zeki olanı oradan ayrılmaya niyet etti ve istemeyerek zor bir yolculuk yapmaya karar verdi.

Uyanık balık, göğsünü ayak yaptı (oradan yüzdü) ve tehlikeli meskeninden aydınlık bir denize gidiyordu.

Bu balık ayrıldı ve denizin yolunu tuttu: o, uzak ve geniş yolu seçti.

O birçok sıkıntı çekti ve sonunda her şeye rağmen güvenli ve huzurlu bir yere gitti.

Bu yüzden, balıkçılar ağlarını [göle] getirdiklerinde, yarı zeki balık orada acı bir şekilde üzüntü duydu,

Ve dedi: “Eyvah, fırsatı kaçırdım: ben nasıl oldu da akıllı arkadaşa yoldaş olmadım?

O, denize doğru gitti ve kederden uzak kaldı: Böyle güzel bir arkadaş benden kayboldu!

Ama ben bunu düşünmeyeceğim ve kendime bakacağım: tam o anda yalandan ölmüş gibi yapacağım”.

O (balık), bu şekilde öldü ve karnını yukarı doğru attı: su onu bir aşağı bir yukarı taşıyordu.

İzleyenlerden [balıkçılardan] her biri, “yazık, en iyi balık ölmüş” diyerek [gönlünde] büyük bir sıkıntı duydu.

O sırada usta bir balıkçı onu tuttu, onunla eğlendi ve toprağa fırlattı.

Tekrar tekrar yuvarlanan o [yarı zeki balık], gizlice suya gitti. [Tamamen] ahmak olan balık, öteye beriye sallanarak olduğu yerde kaldı.

Onlar ağı attılar ve o, sonunda ağda kaldı: helak ateşi sebebiyle ahmaklık ona yerleşti.

Ateşin üzerinde, tavanın yüzeyinde, o, budalalıkla yakın dost oldu (IV, 394-398).

Bununla beraber Mevlânâ, aslında bir hikaye yazarı değildir, fakat sadece düşüncelerini tasvir ve te’yit etmek için anektodları kullanır. Onun tekniği dikkate değerdir. Hikayeleri, kısa ya da uzun, genellikle büyüleyicidir. Okuyucu, sonuca ulaşmadan gözünü ondan alamaz.

* * *

Bu hikayelerden birkaçı çok kısadır ve Rûmî’nin, görüşlerini birkaç mısrada inşa etme becerisini tasvir eder.[12] İzin veriniz, birkaç misal vereyim:

Goft Leylâ râ halîfe kân tûyî

Kez tû Mecnûn şod perîşân u ğavî?

Ez diger hûbân tû efzûn nîstî.

Goft: hâmûş çûn tû Mecnûn nîstî (I, 26).

Halife Leylâ’ya dedi: “Mecnun, senden dolayı deliye dönmüş ve baştan çıkmış”. Sen daha üstün değilsin, diğer güzellerden”.

Leylâ cevap verdi: “Sen sus, çünkü sen Mecnûn değilsin” (II, 25)

Ân garîbî hâne mîcost ez şitâb.

Dûstî bordeş sûy-i hâne-i harâb.

Goft û în râ eger sakfî budî,

Pehlû-yi mer türâ mesken şodî.

Hem ‘ıyâl-i tû biyâsûdî eger

Der mîyâne dâştî hücre-i diger.

Goft ârî pehlû-yi yârân hûş-est.

Lîk iy cân der eger netvân nişest (I, 28).

Bir garip aceleyle bir ev arıyordu: bir dost onu harabeler içerisinde bir eve götürdü.

O dost dedi: “Eğer evin çatısı olsaydı, evin evime bitişik olurdu. Eğer evde bir oda daha olsa idi, çoluğun çocuğun rahat ederdi”.

Garip “Evet” dedi. “Dostların komşuluğu hoş olurdu; fakat azîzim, “Eğer”de, yani “olsaydı-bulsaydı” kelimelerinde oturulmazki” (II, 259-260).

* * *

Hikayede en önemli hususlardan biri, karakterlerin seçilmesidir. Mevlânâ’nın hikayelerindeki çok sayıda karakter, bize, Balzac’ın çalışmalarını hatırlatır. Mesnevî’de biz, peygamberleri, Muhammed’in ashabını, halifeleri, padişahları, vezirleri, mutasavvıfları, tâcirleri, orta ve daha aşağı tabakadaki insanları, tarihî şahsiyetleri, öğretmenleri, öğrencileri, dürüst veya hain kişileri, çeşitli memurları, erkekleri, kadınları, oğlanları ve kızları buluruz. Mesnevî’de, diğer bazı tasavvufî çalışmalarda olduğu gibi, daha önce Fars edebiyatına dair çalışmalarda sıkça sözü edilmeyen ortaçağ şairleri (II, 104; VI, 293), esirler (II, 252), dalkavuklar ve fahişeler (II, 342) gibi bazı karakterleri de buluruz.

Karakterlerin birçoğu, tipik olarak hareket eder. Çobanın duası ve Mûsa (II, 310-317); nahivci ve kayıkçı (II, 155); sağır adam ve hasta komşusu (II, 183-184); çocukları uzun yaşamayan kadın (IV, 191) ve diğerleri gibi.

Hikayeleri okuduğumuzda bazı karakterler, sevgiye çok layıktır. Bunlar, Muhammed (VI, 323), Ali (II, 202 vd.), Lokman (II, 296-301), savaş meydanına zırhsız gelen Hazma (IV, 192 vd.), başka bir kimseye “Başka birine danış, çünkü ben senin düşmanınım” diyen doğru sözlü insan (IV, 381-382), Bilâl (VI, 307 vd.), Ayâz (VI, 111 vd.) ve yaşlı harp çalgıcısı (II, 104 vd.)’dır.

Keza, Mesnevî’de karakterleri hayvanlar ve cansız varlıklar olan birçok masal vardır. Bunlardan bir kısmı çok ilginçtir. “Tüccar ve Hindistan’daki papağanlara ulaştırılmak üzere ona bir mesaj veren papağan” (II, 85-101); “Kurt ve aslanla avlanmaya giden tilki” (II, 164-170); “Baykuşlar arasındaki doğan” (II, 279-282); “Horoz ve köpeğin sohbetleri” (IV, 186); “Tilki ve eşek” (VI, 140 vd.); “Boya fıçısına düşen çakalın tavuskuşunu taklid etmesi” (IV, 42 vd.) ve “Kurbağa ve fare arasındaki bağlılık” (VI, 403 vd.) gibi.

Karakterler, bazı hikayelerde sivrisinek ve rüzgâr (IV, 258-260) bazı kısa hikayelerde ise bezelye ve saksı (IV, 232-235) veya kamıştır (II, 5). Bunlar, fikirleri sembollerle ifade etmek için kişiselleştirilen şeylerdir.

Mevlânâ hikayelerinin diğer ilginç bir yönü, karakterlerin diyaloglarında meydan okumalarıdır.  Biz, karakterlerin yüz yüze geldiği yerlerde bazı hoş manzaraların farkına varırız. Mesela: Ömer ve yaşlı harp çalgıcısı (II, 104 vd.), Musa ve çoban (II, 310-317); Halife Ömer ve Rum büyükelçisi (II, 77 vd.); öğretmen, talebeleri ve karısı (IV, 85-120); gayr-i müslim diyarda çirkin sesli müezzin (VI, 202 vd.); Zünnûn ve arkadaşı tımarhanede (II, 292-296); Türk ve terzi (VI, 351-354) ve dalkavukla satranç oynayan padişah (VI, 210).

Bir misal olarak en kısa sahnelerden birini alıntı yapmak istiyorum: Yaşlı bir adamın hekim ile karşılaşmasını.

Yaşlı adam hekime dedi: “Aklım dağınık, yerinde değil; fikrim perişan”. Hekim; “O dağınıklık, perişanlık ihtiyarlıktandır” karşılığını verdi. Hasta; “Gözlerim kararıyor, iyi göremiyorum” diye sızlandı.

Hekim; “Ey çok yaşamış kişi! Bu da ihtiyarlıktandır” dedi. Hasta; “Sırtım da fena halde ağrıyor” dedi.

Hekim; “Ey zayıf ihtiyar, bu da ihtiyarlıktandır” dedi. Hasta; “Ne yersem yiyeyim, hazmedemiyorum” dedi.

Hekim; “Mide  zayıflığı da ihtiyarlıktandır” dedi. Hasta; “Nefes alırken sıkıntı çekiyorum” dedi.

Hekim; “Evet” dedi, “nefes darlığı da ondan. Zaten insan ihtiyarlayınca yüzlerce illet gelir çatar”.

İhtiyar kızdı ve “Ey ahmak”, diye bağırdı, “Lafın hep bu mu?: Sen bir tek cevaba saplandın kaldın. Hekimlikte yalnız bu sözü mü öğrendin?”.

O zaman hekim ona karşılık verdi ve dedi: “Ey altmışını aşmış kişi! Bu öfken, bu hiddetin de ihtiyarlıktan” (II, 382).

Yine hikayelerde, hoş bir şekilde yazılmış birçok diyalog örnekleri vardır. Ben birkaç örnek zikredebilirim. Mesela: Sûfî ile manastır hizmetçisi arasında geçen konuşma (II, 230, 250); şehirli ve taşralı (IV, 17 vd.); Bedevî ve filozof (II, 386 vd.) ve sağır adam ve komşusu (II, 183-184) vb.

* * *

Kısa ve anlamlı açıklamalar, Mevlânâ hikayeciliğinin diğer bir ilginç özelliğidir. O, her şeyi öyle canlı tasvir eder ki, hikayelerin atmosferi gerçekle aynı olur. Mesnevî’de, sadece karakterlerin görünüşü değil, aynı zamanda oların duygusal durumları da güzelce resmedilir. Yani, onları niçin duyarlı buluruz ve hikayeleri niçin enerji dolu görünür?. Bazı örnekler: Susuz kalan bir insanın duygularının tavsifi (II, 282-283); esirin düşünceleri (IV, 250); Nasûh’un araştırılma endişesi (VI, 136-137); ayrılık anında âşığın duyguları (IV, 265); aşk eğilimi (IV, 51); yaşlı harp çalgıcısının pişmanlığı (II, 113); aslanın yabani tavşana öfkesi (II, 64); her kış köpeklere yapılan vaat (IV, 162) ve kafeste papağanı ölen tüccarın kederi . Bu onun mâteminden bir kısmıdır:

O dedi: “Ey hoş sesli güzel papağan, bu senin başına gelen nedir? Niçin böyle oldun?

Vah! yazık, benim tatlı sesli kuşuma! Vah! yazık, benim samimi arkadaşıma, sırdaşıma!

Vah! yazık, benim ahenkli kuşuma, ruhumun, bahçemin ve tatlı fesleğenimin şarabı! (II, 93).

Bundan başka, hikayelerdeki sahne ve atmosfer tavsifi cezb edicidir. Mesela, ben İsa’nın ahmaklaradan kurtulmak için bir dağın tepesine kaçışını (IV, 144); Zünnûn’un tımarhanede arkadaşıyla çılgın davranışlarda bulunmasını (IV, 397-398); kadınlar hamamını (VI, 134-136) ve kadının sihrini saklamak için aceleci davranışını (IV, 282) zikredebilirim. Mevlânâ, bir sahne resminin tamamını vermek için herhangi bir ayrıntıyı unutmaz. Sûfînin bir manastırın hizmetçisine eşeği ile ilgili emri ve gece boyunca aç kalan zavallı eşeğin durumu (II, 232-234) güzel misallerdir.

İzin verin, size şarhoşluğun Mevlânâ tanımlamasının bir örneğini vereyim:

O cevap verdi: “Hayır, hayır, ben şu şarabın arkadaşıyım: (konuştuğunuz) bu hazzı tatmakla yetinmem.

Ben bunun gibi şarap istiyorum, şu yasemin gibi, ben boynu bükerek durmadan dönebilirim, bir o-bir bu şekilde.

Ve, bütün korku ve ümitlerden kurtularak, söğüt gibi her yana sallanabilirim,

Büyük söğüt dalı gibi sola ve sağa sallanarak, dansın her çeşitinin nefesli çalgılarla yapıldığı gibi.” (VI, 214-215).

Bütün bu etkenler, Rûmî’nin hikayelerine cazibe katar ve biz onları coşku ile okuruz. “Şehirli ile taşralı”nın uzun hikayesi, mükemmel bir örnektir. Onda birkaç karakter, çeşitli sahneler, heyecan verici olaylar ve şaşırtıcı diyaloglar vardır. Biz, “Öğretmen ve becerikli öğrenci” ve “Üç balık” hikayelerini okurken de aynı duyguları hissederiz (IV, 85-120). Kısa hikayelerde, “Duaları boşa giden dört Hindu” hikayesi gibi, daha çok devamlılık ve birlik buluruz (II, 378).

Mesnevî’nin diğer ilginç bir yönü de ondaki mizahî hikayelerdir. Mesnevî, genellikle, öğretici üslûbunu benimseyen bir çalışma olmasına rağmen, o, dikkatimizi ciddi noktalara çeken manzumeler vasıtasıyla bazı nükteler içerir. Yukarıda anlatılan hikayelerden bazıları, nükteli olanlardandır. Ancak, izin verin, “Türk emirinin ziyafetinde şu kasideyi söyleyen ozanın hikayesini zikredeyim:

‘Sen, bir gül ya da bir zambak ya da bir servi ya da bir mehtap mısın? Ben bilmiyorum. Kalbi harap olmuş bu şaşkından ne istiyorsun? Ben bilmiyorum. Türk ona nasıl bağırdı! “Bildiğini söyle’ ” (VI, 297).

Diğer nükteli hikayeler şunlardır: “Okuyup öğrenmekle meşgul olan ve huzurunda dikkatlice aşk mektubu okuyan bir âşığın, sevgilisinin o anda, nasıl bundan hoşnut olmadığının hikayesi” (IV, 79); “Sevgilisinden randevu sözü almayı ümit eden bir âşığın hikayesi. Sevgilisinin gösterdiği eve gece yarısı geldi. Gecenin bir bölümü orada bekledi, sonra uykuya mağlup oldu. Sevgilisi sözünü tutmak için geldiğinde onu uykuda buldu. Onun kucağını cevizle doldurdu ve uykuda iken şöyle söyleyerek onu terk etti: ‘Sen bir çocuk: bunları al ve bir zar oyunu oyna’ ” (VI, 2120-291). Keza, “Yolcu, sûfîlerin kör taklidi sebebiyle eşeğini nasıl kaybetti” (II, 248-251); “Polis müfettişi ve sarhoş adam” (II, 345); “Cadı ve Cûhî’nin karısı” (VI, 504-510) ve diğer birkaç hikaye. Bu makaleye espirili bir not ilave etmek için, Mesnevî’nin nükteli kısa hikayelerinden birini alıntı yapmak istiyorum:

Bir adam annesini öfke içinde öldürdü, hançer darbesiyle ve aynı zamanda bir yumruk darbesiyle.

Birisi ona dedi: “Kötü karakterden dolayı, sen, anneliğe münasip olan nedir, akılda tutmadın.

Haydi, bana söyle, anneni niçin öldürdün. O ne yaptı? Dua et, söyle bana, ey pis alçak!”

O dedi: “onu gözden düşürecek bir iş yaptı, bu sebeple öldürdüm onu, toprak [mezarı] onun gizlediği rezaletin örtüsüdür”.

Diğeri dedi: “saygıdeğer efendi, yorganda ortaklık edeni de öldür”. “Öyle ise” diye cevap verdi, “Ben hergün bir adam öldürmeliyim”.

O annenin kötü karakteri, onun her on beş dakikada gerçekleşen günahkârlığı, senin bedene ait nefsindir.

Mevlânâ’nın hikayeciliği ile ilgili başka noktalar vardır ki, ben özet olarak zikredeceğim. Mesnevî’de bir hikaye esnasında sürekliliği sona erdiren birkaç olayın farkına varırız. III. ve IV. ciltlerdeki “Musa ve Firavun” hikayesi böyledir. Mevlânâ’nın tasavvuru o kadar hassastır ki, hiçbir şey onu yeni iklimlere hareket ettiremez. Bu, onun hikayelerinde sıkıcılığa sebep olan üslûbunun önemli bir özelliğidir. Mesela, birkaç benzetme bir tek objeyi tanımlayabilir ya da birçok örnek bir tek fikri anlaşılabilir kılmak için verilebilir veya aksine hikayelerde uzun diyaloglar görülebilir.[13]

Bazı hikayeler, sadece konuşmadır veya iki ya da daha fazla kişi arasında Mevlânâ’nın maksadını ortaya koyduğu bir tartışmadır. Bu anektodlar hikayenin temel unsurları değildir. Az sayıda birkaç hikaye iki defa yazılmıştır. Mesela, “Katırın deveden şikayeti” (IV, 98, 458) ve “Suya tuğla [veya ceviz] fırlatan susuz adam” gibi (II, 282; IV, 313). İki hikaye de eksiktir: “Çin prensesinin resmine âşık olan üç prens” (VI, 455 vd.) ve “Mülkünü en tenbel üç oğluna bırakan adam” (VI, 527 vd.).[14]

Rûmî’nin hikayeleriyle ilgili olarak, Mesnevî’de bulmayı ummadığımız birkaç noktayı da eleştiri mahiyetinde zikretmek isterim. “Padişah ve hizmetçi kız” hikayesinde, Mevlânâ’nın “Bu adamın hunharca katledilmesi, ümit veya korku sebebiyle yapılmamıştır; kötülüğü ve şüpheyi terk et” (II, 14-16) yazmasına rağmen, kuyumcunun hekim tarafından zehirlenmesi inandırıcı görünmüyor. Bir başka hikayede  “bel küreği darbesi ve baltanın keskin yüzü ile biz, suyu aşağıdan yukarıya getiririz” diyen filozof, her ne kadar Kur’an ayetinin pratik geçerliliğinde şüpheye düşse bile görüşünü yanlış yere koymaya hakkı yoktur (II, 305). Depremlerin sebebinin Kâf Dağı ile açıklanması tatmin edici görünmemektedir (IV, 476). “Cesur bir adam” olarak tanıtılan bir karakterin, aynı hikayede bir ayının sadâkatine güvenmesi sebebiyle “aptal bir adam” olarak isimlendirilmesi (II, 320 vd.).

Bu makaleye, Mesnevî ve onun hikayeleriyle ilgili Mevlânâ’nın beytlerinden biri ile son veriyorum:

Bişnevîd iy dûstân în dâstân.

Hûd hakîkât nakd-i hâl-i mâ-st ân (I, 4).

Ey dostlar, bu hikayeyi dinleyin: Hakikatte o bizim bugünkü hâlimizdir. (I, 6).

*        Gholam Hosein Yousofi, “Mawlavī as a Storyteller”, The Scholar and the Saint, Ed. Peter S. Chelkowski, New York 1975, ss. 287-306.

**       Gulam Huseyn Yûsufî, 1306/1927 yılında İran’ın Meşhed şehrinde doğdu. 1948-51 yılları arasında Tahran Üniversitesi’nde doktora yaptı. 1955’te Meşhed’deki Firdevsî Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak göreve başladı. İlmi araştırmalar için Fransa, İngiltere ve Amerika’ya seyahat etti. 1979’da üniversitedeki görevinden emekli oldu. 1986’da Tahran’da vefat etti. Tasavvuf ve edebiyat sahalarında telif, eser tahkiki ve makaleleri bulunmaktadır. (çeviren)

***     Dr., SAÜ. İlahiyat Fakültesi, rmuslu@sakarya.edu.tr

[1]        bk. B. Fürûzânfer, Şerh-i Ahvâl u Nakd u Tahlîl-i Âsâr-i Şeyh Ferîdüddîn Attâr-i Nişâbûrî, Tahran: Encüme-i Âsâr-ı Millî, Yayın no. 41, 1960, ss. 50-51.

[2]        Age., ss. 53-57.

[3]        The Mathnawī of Jalālu’ddīn Rūmī, yay., çev. ve şerh eden: Reynold A. Nicholson, (Londra: Luzac ve Ort., E. J. W. Gibb Memorial Serisi, 1925-1940), c. 8, I: 10.

[4]        Bu ve takip eden Mesnevî hikayelerine gönderilen bütün referanslar (metin veya çeviri), parantez içinde  verilecek (cilt ve sayfa numarası). Bunların tamamı Nicholson’a ait olup ondan iktibas edilmiştir.

[5]        Ayet mealleri The Qur’ān’dan alınmıştır. çev., E. H. Palmer, (Oxford: Clerandon yay., 19120) c. 2, I: 31.

[6]        krş., B. Fürûzânfer, Meâhiz-i Kısas ve Temsîlât-i Mesnevî, (Tahran: Tahran Üniversitesi, Yay. no. 214, 1955),  ss. 93-94, 95-96, 115-116, 132. Bundan sonrası Meâhiz’de olduğu gibi  zikredilmiştir.

[7]        Age., ss. 66-67.

[8]        Muhammed Kazvînî’nin durumunu krş., age., s. 109.

[9]        krş. age., ss. 31-32, 37, 49-51, 101, 3-6.

[10]       Dîvân-ı Hâfız, yay. Muhammed Kazvînî-Dr. Kâsım Ğanî, (Tahran, Eğitim Bakanlığı, 1941), s. 125.

[11]       The Dīvān-i Hāfiz’dan iktibas, çev. Wilberforce Clarke  (Calcutta: Hindistan Hükümeti Merkez Basım Ofisi, 1891), c. 2, I: 408.

[12]       krş., M. A. Cemâlzâde, Bāng-i Nāy, “Song of  the Reed/Kamışın Nağmesi” (Rûmî’nin Mesnevî’sindeki hikaye ve olayların tamamı), (Tahran: İran Kitap Cemiyeti, 1958), ss. XXI-XXII.

[13]       krş. age., ss. XIII-XXI.

[14]       krş., age., s. 379, n. 3; s. 393, n. 4.