BİR GÜN YARINLAR OLMAYACAK

A+
A-

BİR GÜN YARINLAR OLMAYACAK 

Çok değerli aziz dostlar; uzun zamandır hasta, yorgun, fakat gönlü aydın insanların yanı başında, hayatı başka bir pencereden seyretmeye çalışıyorum. Çeşitli hikmetlerle sırlı olan bu pencereden, çok açık ve net olarak görünen şu ki; Bir çok güzel insan bu çatının altında can imtihanlarını verirken, bendenizde insan olmanın, evlat olmanın imtihanını vermeye çalışıyorum.

Yakın bir tarihte görünüşte fazla da önemli olmayan bir rahatsızlıktan dolayı, Annemizi kardeşlerimle birlikte kâlp anjiyo”su olması için özel bir hastaneye getirdim. Yetkililer anjiyo”nun tıbbi olarak artık çok kolaylaştığını birkaç saat içinde hastaneden ayrılabileceğimizi söylediler. Annemize daha sağlıklı bir yaşam getireceği ümidiyle anjiyo yapılan odanın kapısında hep birlikte sakin bir şekilde beklemeye başladık. Yirmi dakika sürer demişlerdi, neredeyse saatler geçmişti hiçbir hareket yoktu. Endişe içerisinde beklerken, bizlerden daha da çok endişeli, heyecanlı yüzler büyük bir telaşla kapıyı açtı. Sedye üzerinde baygın ve çok kötü görünen annemizi, büyük bir telaşla yoğun bakıma aldılar. Hepimiz çok şaşkındık. Önceleri doktorlarda ne olduğunu anlayamamıştı. İki gün sonra yapılan tetkiklerin sonucunda anjiyo sırasında sıçrayan bir kan pıhtısının beyin damarında bir tıkanıklığa yol açtığını söylediler.

Yürüyerek ve çok neşeli bir şekilde hastaneye gelen anacığımız şimdi yoğun bakımda hayati tehlike içerisinde yaşam mücadelesi veriyordu. Doktorlar annemizin durumunun çok ağır olduğunu, her an her şeye hazırlıklı olmamızı söylemişlerdi. O nedenle ilk günden itibaren yoğun bakım ünitesinin yanından ayrılmıyor, içeride yaşam mücadelesi veren annemizle, kapı önünde bekleşen kardeşlerime âcizâne destek olmaya çalışıyordum. Beş hafta olmuştu ki, gece gündüz yoğun bakım ünitesi önünde kardeşlerimle birlikte bekliyorduk. Günler arka arkaya yıldız gibi kayıp giderken, bizler yüreğimizde ki çok yoğun duyguları, neyi beklediğini bilmeden beklemenin zorluğunu, çaresizliğimizi, tüm çarelerin gerçek sahibine teslim etmiştik. Ağrısız, sızısız, bir köşede sessiz, sakin, beklerken bile Güneş sislerle kaplı hüzün dağları arkasına gizlenmiş gibiydi. Kim bilir; bir çok acılar içerisinde kıvranan hastalara, çeşitli ümitlere gebe olan bu geceler nasıl da zordu. Tüm hayallerin sessiz bir karanlığa gömüldüğü şu saatlerde, hangi düşler ülkesine şifa yağmurları yağıyor, hangi hülyalarla sabah oluyordu.

Said Nurs-i Hz. Bir risalesinde: Hastalık Hz.Eyüp makamıdır diye buyurmuştu. Asırlar ötesinden; “Sabretmede Eyüp ol, gam çekmede Yâkup ol” diyen, Niyazi Mısri”nin sesini, acaba kimler duymuştu. Bu kutlu makamın sahipleri hangi duygularla, nasıl bir sabırsızlıkla bekliyorlardı sabahı. Aydınlanan günün kendilerine, hangi şifa dolu haberleri müjdeleyeceğini umuyorlardı. Oscar Wılde, Hapishanede sıkıntılar içindeyken, bir dostuna yazdığı mektupta:“Istırap çok uzun bir andır, onu mevsimlere ayıramayız” demişti. Yinede merak içindeydim. Duvarların arkasında hangi mevsimler yaşanıyor, hangi tatlı can mülkünde kıyametler kopuyordu. Gerçekten ne zordu, bilinmez bir çareyi, tükenmez ümitlerle, karanlık gecelerde beklemek. Tüm bu söylenenler bir beyit içerisin de ne de güzel dile getirilmişti.

“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir.

Müptelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.”

Evet; gerçekten de müptelâyı gama sormalıydı, geceler kaç saat. Görünüşte bu gecede her zaman ki gibi, çeşitli hayaller ve ümitlerle, zaman zaman ambulansların acı acı feryadı, kimi zaman da hastaların sessiz sessiz inlemeleriyle geçen, sıradan çok sakin bir geceydi.Gündüz saatlerinde ki insan kalabalığından, hasta yorgun yüzlerden arınmış, boş bir hastane salonunda sabaha karşı tek başıma oturuyordum. İçeriden gelecek bir cümle açıklamayı duyabilmek için, beş haftadır aynı yerde, aynı kapının önünde, gece gündüz beklemenin psikolojisinden olacak ki, sadece derin derin düşünüyor, farklı gözlerle etrafıma bakmaya çalışıyordum.

Zihnimdeki karışık düşüncelerle tek düzelikten kurtulmuş, farklı bir boyuta geçmiş gibiydim. Bir an nice arzu ve hayaller içinde geçen, tükenmiş yıllarımı düşündüm. Sanki hiç yaşanmamıştı. Gelecek günlerle ilgili hiçbir istek ve arzum olmamıştı. Yarım kalan işlerim hiç yoktu sanki. Büyük bir boşluğa bakarcasına etrafıma bakmaya çalıştım. Tüm hayatım bu hastane salonunda geçmiş gibiydi. Hiçbir şey yabancı ve yeni değildi. Bir kaç haftadır çeşitli sıkıntılar içerisinde zaman geçirdiğim, bu hastaneye ne kadar da çabuk uyum sağlamıştım. Bir sandalye üzerinde yaşamayı nasılda kolay benimsemiştim. Bir anda tüm arzu ve ideallerim büyük bir hızla yer değiştirmişti. Uzun uzun pek normâl gibi görünmeyen bu psikolojimi düşündüm. Daha sonra alışmışlık olarak tanımlayabildiğim bu duygu dönüşümünü, Cenâb-ı Hakk”ın, kullarına lütf-û keremi olarak algılayıp sevindim. Bu imtihan dünyasında biz âciz kulların başına, hiç beklenmedik bir anda her şey gelebilirdi. İlâhi tecelliler gereği yaşadığımız, maddi, mânevi, çeşitli değişim ve zorluklara, bulunduğumuz hâl ve ortama fazla zorlanmadan uyum sağlamamız, başımıza gelen işlerin kolaylaştırılması, “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır”[1] diye buyuran, Yüce Rabbımızın bir lütf-u ilâhisi değimliydi. Fakat bu ilâhi lütuf bendenizi sevindirmekle birlikte, ayrıca çokta korkutup ürkütmüştü. Çünkü başka bir açıdan, farklı bir gözle bakıldığı zaman, Cenâb-ı Hakk”ın bizlere gösterdiği bu kolaylık, birazda yakıcı bir ateşe benziyordu. Ateş de ehil ellerde kullanıldığında çeşitli faydaları olan, hayatımızı kolaylaştıran, en büyük yardımcımızdı. Halbuki yanlış şekilde kullanıldığı zaman, evimize ocağımıza ateş düşürüp, tüm hayatımızı zindana çevirebilirdi.

Hazreti Mevlâna aşk yolunda yürürken, diken üzerinde yürüyormuş gibi, bastığınız yere, attığınız adımlarınıza çok dikkat ediniz diye buyurmuştu. Bulunduğumuz ortamın bu kadar kolay şekline bürünebiliyorsak, gerçekten de gittiğimiz yerlere, attığımız adımlara çok dikkat etmemiz gerekiyordu. Duygularım derinleştikçe, Hazreti Pir”imizin konuyla alâkalı başka Mesnevi beyitlerini hatırladım: “Her insanın şekli bir kâseye benzer. Göz de o kâsenin içini mânasını görür duyar ve hisseder. Gittiğin her yerden buluştuğun herkesten mânevi bir gıda, mânevi bir hâl alırsın. Mânevi bir şey yersin. Kavuştuğun her dosttan da bir şeyler alırsın. Erkekle kadının buluşmasından bir çocuk doğar. Çakmak taşı ile demirin birleşmesinden de bir kıvılcım bir ateş meydana gelir. Toprağın yağmurla birleşmesinden meyveler, yeşillikler, çiçekler yeşerir. “Ey genç bu sebeple gittiğin yerlere, konuştuğun her kese dikkat et”[2] “İnsan hiç konuşmazsa, ilgilenmezse bile, yanında bulunduğu kötü arkadaşından onun huyunu kapar! Gönül gizlice onun kötü ahlâkını alır, farkında bile olmadan bu huyu benimser; onun bu kötü huyunu kendine ahlâk edinir.” [3]

Hâni eskilerin bir deyimi vardır; Beyaz üzüm kara üzüme baka baka kararır diye. Ne kadar ârifâne bir şekilde küçük bir cümleye koca bir gerçeği sığdırmışlar. Görünen şu ki, insan yaşanan tüm zorluklara rağmen, hiç farkında bile olmadan bulunduğu hâl ve ortama çok çabuk uyum sağlıyor, zamanla da su gibi bulunduğu kabın şeklini alıyordu. Açıkça anlaşılıyor ki; bu alışmışlığım hem çok büyük bir ilâhi yardım, hem de çok dikkat edilmesi gereken yakıcı bir ateşti. Çok garipti; tüm bu duygu ve düşüncelerime rağmen, bazen tam terside olabiliyordu. Hatta insan yaşamındaki çok önemli değişimlere uyum sağlayamamanın psikolojisiyle intihara kadar gidebiliyordu. Bu nasıl oluyordu ?

Şu anda ilk aklıma gelen, rûhu özgür, bedeni zavallı bir köle olan, ünlü filozof Epiktetos”un iki bin sene önce söyledikleriydi.“Hayatta önüne çıkan şeyler karşısında kendi içine çekilerek o şeylerden iyice istifade edebilmen için, yaşadığın olayda mutlaka bir faziletin, bir hayrın olacağını hatırla. Eğer güzel bir kız veya bir delikanlıya meyledersen, kendini günahlardan korumak için, içinde ( perhiz-imsak) denilen güçlü bir meziyeti bulacaksın. Eğer karşına zahmet, müşkülat çıkarsa, yine içinde cesareti bulacaksın. Şayet küfürle hakaretle karşılaşırsan rıza ile sabrı bulacaksın. Ûluhiyet sana en acı felaketlere bile mukavemet edebilmen için, çeşitli silahlar ihsan etmiştir. Sana rûh büyüklüğü, kuvvet, sebat, sabır vermiştir. Senin bunlardan istifade edebilmen lazımdır. Eğer hayattan şikayet edersen hiç olmazsa ilahi gücün sana verdiği silahları kullanmayıp yere atmış olduğunu itiraf et.”[4]

Bir hastane köşesinde, gecenin gizemli sessizliğinden yansıyan duygu ve düşüncelerimle baş başayken, aniden yoğun bakım ünitesinin kapısı açıldı. Büyük bir heyecanla kapıya doğru eğilip baktım. Bir hemşire hanım, kendisine yardımcı olmaya çalışan başka bir görevli ile, neşe içinde konuşarak önlerindeki sedyeyi itip dışarı çıkarmaya çalışıyorlardı. Onların bu neşeli muhabbetinden bir an, içeride bulunan bir hastanın durumunun iyileştiğini, normâl servise alındığını düşündüm. Acaba kim bu şanslı hasta diye ilerleyerek önüme kadar gelen sedyeye tüm dikkatimle baktım; hiç de ümit ettiğim gibi değildi. Başından ayağına kadar tümüyle battaniyeye sarılı, cansız yatan bir beden gördüm. Belli ki gecenin ilerleyen saatlerinde sabaha karşı birinin daha dünya çilesi bitmiş, geldiği yere geri dönüyordu. Alışıla geldiği gibi, kapı önünde bekleyeni, yüreğindeki acıyla ağlayıp, bağırıp çağıranı yoktu. Hemen ayağa kalktım, kim olduğunu bilmediğim, hiç tanımadığım bu dostta sessizce selam verdim, dûa ettim. Morga indirilmek üzere sedye asansöre doğru yavaş yavaş ilerlerken kucağında yeni doğmuş bir bebekle, başka bir hemşire büyük bir telaşla koridorun karşı tarafından koşar adımlarla geliyordu. Kısa bir zaman önce son nefesini vermiş geçici olarak morga gitmeye çalışan bu garip dostla, belki de aynı dakikalarda hayata gözlerini açan bu küçük bebek küvöz odasına gitmeye çalışırken koridorda karşı karşıya gelmişlerdi. Bizler fark etmemiştik ama, onların büyük bir saygıyla birbirlerine samimi bir şekilde selam verdiklerini düşündüm. Sedyenin yanında bir an duraklayan hemşire, kucağındaki bebeğe biraz daha sıkı sarılarak hızla oradan uzaklaştı.

Gönülden büyük bir nezaket ve edeple; birine hoş geldiniz efendim derken; ötekine de güle güle efendim; yolunuz nûrlu olsun, aydınlık içinde olun inşâallah diyordum. Gerçekten de bu dünya iki kapılı bir handı. Birisi bu kapıdan girerken, öteki başka bir kapıdan çıkıp gidiyordu. Hz Âli efendimiz buyurmuştu ki; Allah”ın bir meleği, her gün yeryüzüne şöyle bağırır: “Doğarsın ölmek için. Toplarsın yok olmak için. Yaparsın yıkılmak için.”[5]

Kısa bir zaman önce biri daha doğmuştu ölmek için. Çok da şanslı bir bebek olmalıydı. Daha dünyaya gözlerini açar açmaz, bu fâni âleme bir imtihan için geldiği, su gibi akıp giden zamanı hiç fark etmeyerek, en kısa zamanda bu dönüş yolculuğuna çıkacağı da, ilk günden kendisine gösterilerek uyarılmıştı.

Hz.Pir”imiz Mesnevi şerifte: “Allah”ın hikmetine, lütf-u keremine bak ki, biz ümmetlerin sonunda, ahir zamanda dünyaya geldik. Yüz yılların sonuncusu, ilk yüzyıllardan daha hayırlıdır üstündür. Çünkü hadis-i şerifte; Allah”ın merhameti Nûh kavminin, Hûd kavminin helâkini bizim canımıza gösterdi, böylece bizi uyardı. Bu iş tam tersine olsaydı, yâni biz evvelce gelip onlar bizden ibret alacak olsaydı, vây bizim halimize.”[6] diye buyurmuştu.

Bu iki yolcunun karşılaşmasından çok etkilenmiştim. İnsanın hayatı boyunca kolay kolay yakalayamayacağı bir an gibi geldi bendenize. Bu sırlı gecenin armağanı olarak kabul edip şükrettim sevgiliye. Birden aydınlık yüzü, sevgi, şefkat dolu gözleriyle bir bebeği sevip okşayan, Şefik Can hocam geldi gözlerimin önüne. Ne zaman küçük bir bebek görseler büyük bir dikkat ve saygıyla kucağına alır, öncelikle bebeğin ellerini öperken mutlaka şöyle derlerdi: “Asıl öpülecek el bu; Hiç dünya pisliğine, günah kirine bulaşmamış, tertemiz bir meleğin eli.” Kendi mübarek ellerini uzatarak; “Bak bu ellere; bu yaşa kadar nice günahlara bulaştı. Yinede insanlar yaşlı bir adamın eli diye gelip öpmek istiyor.” Büyük bir nezaketle kucağında ki bebeğin ellerini öperken: Söyle bakalım senin geldiğin yerler nasıl ? bak ben hayli yaşlandım, kısa bir zaman sonra da senin geldiğin yerlere gideceğim. Bana oralardan ne haberler vereceksin? neler anlatacaksın ? Çocuk hocamızın bu şefkatli sözleriyle başlar gülmeye, kendi kendine bir şeyler mırıldanmaya, hocamızda heyecanla gördünüz mü, gülüyor bu bebek, çok da neşeli, demek ki öteki tarafta korkacak bir şey yok diyerek, çocukla birlikte neşelenir gülerdi.

Gönül ehli ârifler hapishane ile hastaneyi çok önemsemişler, ibret gözüyle bakıldığında tefekkür edilebilecek, insanın kendi özüne dönebileceği çok önemli yerlerden biri olarak görmüşlerdir. Bendeniz yeterince tefekkür edebildim mi ? Gereken dersi alabildim mi bilemiyorum. Fakat; bizler annemiz beş on dakika sonra anjiyo odasından çıkacak akşama gene hep beraber olabileceğiz diye ümit ederken, bir anda hayati tehlikeyle yoğun bakıma aldıkları vakit, hayatım boyunca birçok kez duyduğum, fakat yeterince rûhuma tesir etmeyen “Yarın diye bir şey yok” sözcüğü tam o anda silinmez bir şekilde gönlüme kazınmıştı. Bir gün yarınların olmayacağını, hiç beklenmedik bir zamanda yarınların tükeneceğini, aslında her an o tükenişe doğru büyük bir hızla gittiğimizi, hiç bu kadar derinden ve çok yakın bir şekilde yaşamamıştım.

Goethe, “ Her şeye yeterli zamanımız vardır, yeter ki zamanı doğru kullanalım” demiş olsa da; anacığımla hayatı paylaşmaya, sık sık yanında olmaya, yeterince fırsat bulamamıştım. Nedendir bilmem, sanki her zaman daha önemli işlerim olmuştu. Şimdi ise birden bire hiç beklemediğim bir anda, her şey için çok geçti. Bir anda tüm yarınlar ve ümitler tükenmişti. O elli yıllık derviş bir hanımefendi olarak, tüm yaşamını aklının erdiğince Pir”ine ve Mürşidine adamıştı. Bu âleme niye geldiğini bilmiş, şimdide gitme telaşındaydı. Bulunduğu halden çok memnun olmalıydı. Yaşanmamış duygular, yarım kalan sevgiler, sıkıntı ve hüzün, sadece bendenizin içindeydi. Yarınlara güvenerek bir çok şeyi ertelemenin ve çok geç kalmışlığın verdiği acıyı, yüreğimin derinliklerinde çaresizce yaşıyordum. Beş hafta boyunca yoğun bakım ünitesinin kapısından gece gündüz ayrılmadan beklemiştim. Sağlıklı günlerinde bir kez ziyaretine gitsem, bir geceyi yanında geçirsem, kim bilir ne kadar sevinir memnun olurdu. Halbuki şimdi hiçbir şeyin farkında bile değildi. Duvarların ve kapıların ötesinde derin bir uyku halindeydi. Ama bendeniz, her şeye rağmen geç kalmışlığın dayanılmaz sancısıyla, gece gündüz kapı önünde beklemekle, Cenâb-ı Hakk”ın, dolayısıyla da anacığımın, bendenizi bağışlamasını umuyor, telafisi mümkün olmayan geç kalmışlığımı da, böylece telafi etmeye çalışıyordum.

Şefik Can hocamız bazen gece geç vakitlerde her hangi bir konuda bir araştırma yapmamı arzu ederlerdi. Bendeniz acaba bu çalışmayı sabaha erteleye bilir miyiz diye düşünürken, daha düşünmeme bile fırsat vermeden; “ Bendeniz her gece yatmaya hazırlandığımda, hayırlı geceler, Allah rahatlık versin derken, sizler farkında değilsiniz ama, bir daha sabaha uyanıp kalkamayacağımı düşünerek, aslında sizlerle vedalaşırım” der; tüm yaşam biçimi ve davranışlarıyla da yarınların olmadığını, her haliyle anlatmaya çalışırdı. ”Bu iş yarın olsun, yarına kalsın demek, tarikat anlayışına uymaz” [7] diye buyuran Hz.Pir”i öylesine rehber edinmişti ki, en büyük özelliklerinden biri, yarınları beklemeyişiydi. Ne yazık ki bendeniz, tüm bunlara rağmen yarınların olmadığını yeterince anlayamamışım.

Çeşitli düşüceler içerisinde yeni günle birlikte gelecek, yeni ümitleri beklerken, tüm karanlıklara güneş gibi doğan, Fatih Camiinden gelen sabah ezanıyla silkinip kendime geldim. Bir anda içimi aydınlatan bu ilâhi ses, kuyu dibine sarkıtılan büyülü bir ip gibiydi. Gül kokulu bu ipi yakalayabilmek için, hemen büyük bir heyecanla kalkıp pencereyi açtım. Okunan ezân-ı şerifi, insanın tüm bedenini saran sessizliği, göremediğim duyamadığım fakat çok yakınımda hissettiğim bir çok şeyi derin bir nefesle içime çekmek istedim. Ne kadarda sessizdi, ne ortalıkta koşuşan insan kalabalığı, ne de korna seslerinin kulakları tırmalayan gürültüsü vardı. Biraz ilerden Şehzade başı Camiinden de sesler yükseliyordu, arka arkaya bir birine karışan ezan sesleri bendenizin rûhuna sükûneti getirirken, Şefik Can hocamızın, her ölçüsüne, veznine, vurgularına, şiirin tüm ahengine, büyük dikkat göstererek, şiirde ki rûha şairinden daha da çok hâkim bir şekilde okuduğu; Tevfik Fikret”in Sabah Ezanında adlı şiiri de, büyük bir şiir sevdalısı olan hocamızın etkileyici, dinamik, heyecanlı sesiyle kulaklarımda çınlıyor, dışardan gelen ezan seslerine karışarak, sanki gönlümle birlikte tüm İstanbul sokakların da defalarca yankılanıyordu.

Allâh-ü Ekber ….Allâh-ü Ekber

Bir samt-i ulvi: Güya tabiat

Hâmûş hâmûş eyler ibâdet

Allâh-û Ekber.. Allâh-ü Ekber..

Bir samt-ı nâlan: Gûyâ avâlim

Pinhan-ü peydâ, nevvâr-ü muzlim

Etmekte zikr-i Hallâk”ı dâim

Allâh-ü Ekber… Allâh-ü Ekber….

Evet değerli dostlar; çeşitli düşünceler ve hesaplaşmalar içerisinde Allâh-ü Ekber, Allâh-ü Ekber sadâlarıyla gün ışımıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yine insanlar koşuşturmaya başlamıştı bile. Ne garipti sanki herkes hastaydı. Her gün bu hastanenin salonları yeni yeni yüzlerle dolup dolup boşalıyordu. Saatler ilerledikçe ellerinde küçük küçük paketler, demet demet çiçeklerle hasta sahipleri yakınlarını görmeye, onları ziyaret etmeye geliyordu. Kimileri neşeli gülen yüzleriyle heyecanla merdivenleri çıkarken, kimileri de endişeli yüzlerle kapıdan içeri giriyordu. Bendeniz saatlerdir oturduğum sandalyenin üzerinden yavaş yavaş kalkmaya çalışırken, heyecanla sağa sola koşarak, hastalarının kaldığı odayı arayan bu insan kalabalığına, hiç tanımadığım bu güzel insanlara, Hz. Pir”imizin Mesnevi şerifte bulunan hasta ziyaretiyle ilgili beyitlerini, ellerinde ki gül demetleri misali, gönülden herkese büyük bir şükranla armağan ediyordum.

“ Hastayı yoklamanda hâlini hatırını sormak için yanına gitmende sana sayısız faydalar var. O faydalar döner dolaşır gene sana gelir. Sana söyleyeceğim ilk faydası şu: Olabilir ki, o hasta adam zamanın kutbu ve manevi bir büyük padişahı olur. Ziyaretine gittiğin kişi isterse düşmanın olsun, senin iyilikte bulunarak onu ziyarete gitmen gene çok faydalıdır. Çünkü iyilik yüzünden nice düşman dost olur.O düşman sana dost olmazsa bile, merak etme hiç olmazsa sana kini azalır. Çünkü iyilik kine karşı en güzel merhemdir.Hasta ziyaretinin daha başka bir çok faydaları var. Ama ey dost sözü uzatmaktan korkuyorum. Sözün özü kısaca şu ki: Topluma insanlara dost ol. Eğer bir dost bulamaz isen heykel yapanlar gibi kendine taştan bir dost yap”.[8] Hz.Pir”imiz başka bir mesnevi beytinde: “Hastalık, ağrı, sızı, içinde merhametler bulunan çok büyük bir hazinedir.” [9] Diye buyurmuştu. Fakat bizler aciz ve sabırsız kullarız, bu hazineyi bulmaya cesaret ve sabır göstere bilir miyiz bilemiyorum. O nedenle; Kanuni Sultan Süleyman”ın

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya cihanda devlet bir nefes sıhhat gibi”

Beytiyle sözlerimi toparlıyor, bir hastane odasında yazılan bu satırlarla öncelikle tüm KEŞKÜL okuyucularına sağlık, sıhhat ve esenlik temenni ederken, yürüyerek gelmiş olduğu bu hastanede, neredeyse tüm hayati fonksiyonlarını kaybetmiş olarak on dört aydır yatan, çekmiş olduğu tüm acı ve ıstıraba rağmen, işaretle de olsa her zaman haline şükredip, rıza gösteren anacığıma ve tüm hasta bedenlere de, Cenâb-ı Hakk”tan acil şifalar niyaz ediyorum.

[1] İnşirah suresi ayet 6

[2] Şefik Can. Mes.cilt.2.1089.

[3] Şefik Can Mes. Cilt.5.2636.

[4] Epiktetos düşünceler ve sohbetler. Tercüme, Burhan Toprak.No:XV1-XXV

[5] Nehc”ül Belâga, Tercüme Abdulbaki Gölpınarlı. Sayfa 409.

[6]Şefik Can.Mes.Cilt.2.3055.

[7]Şefik Can Mes.Cilt.1.133.

[8] Şefik Can.Mes. Clt. 2.2143.

[9] Şefik Can.Mes.clt.2.2261.

Bu yazı KEŞKÜL dergisinin beşinci sayısında yayınlanmıştır.