BİLGİ VE BİLGİNİN DEĞERİ

A+
A-

BİLGİ VE BİLGİNİN DEĞERİ

Fikr ân bâşed ki bigüşâyed rehî

Reh an bâşed ki piş âyed şehî (2/3227)

Fikr odur ki insana bir yol açsın

Yol odur ki oradan bir şah geçsin

Efendim, insanlık merdiveni başlığı altında ele aldığımız kısımda Mevlânâ’nın insanları bilgilerine göre sınıflandırdığını görmüştük. Ancak bu bilgi nasıl bir bilgidir? Günümüzdeki bilgi anlayışıyla ne kadar benzeşir? Şimdi bu suallerin cevabını birlikte arayalım. Günümüzde amacı ve kullanım alanı düşünülmeksizin bilginin zati bir değer olarak yüceltildiğine şahit oluyoruz. Çağımıza verdiğimiz “bilgi çağı” isimlendirmesi de bir durum tespiti olduğu kadar bu yüceltmenin de ifadesi. Oysa İslam kültüründe her şeye olduğu gibi bilgiye de daha çok amacına ve yaradığı işe göre bir değer biçilmiştir. Bu kabule göre bilginin de işe yarayanı var yaramayanı var. Nitekim yukarıya aldığımız veciz beytinde Hz. Mevlânâ böyle bir tespitte bulunuyor ve mealen şöyle diyor: “İnsana bir çıkış yolu göstermeyen fikri, bilgiyi, ilmi ne yapayım ben! Bilgi ve fikir bir işe yaramalı ki değeri olsun. Diğer taraftan bir fikrin ve bilginin değeri gördüğü hüsn-i kabulle de ölçülür. Bilginin açtığı yoldan bir padişah geçmeli ki o bilginin değeri belgelenmiş olsun.” Şimdi bu fikirlere tercüman olan hikâyemizi aktaralım:

Filozof ve Bedevi

“Bedevinin biri buğdayını devesine yüklemiş, kendisi de üstüne oturmuş gidiyordu. Yolu üzerinde yaya gitmekte olan bir bilginle karşılaştı. Konuşarak bir müddet birlikte yürüdüler. Önce bilgin bedeviye kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini ve çuvallarda ne taşıdığını sordu. Bedevi iki çuvalın birinde buğday, diğerinde kum taşıdığını söyledi. Bilgin, bunun sebebini sorunca beriki açıkladı:

– Tek çuval devenin sırtında durmaz, kayar. Kum çuvalı öbürünü dengelemek içindir.

Bilgin:

– İyi ama, böyle yapmakla devenin yükünü boş yere iki katına çıkarmışsın. Kum çuvalını boşaltıp buğdayı iki çuvala bölsen daha iyi değil mi? dedi.

– Bedevi bu aklı pek beğendi ve yol arkadaşının çok bilgili biri olduğunu anladı.

– Aferin dedi, ne güzel aklın var. Ben bin yıl düşünsem bunu bulamazdım.

Sonra onu devesine bindirdi ve:

-Şimdi sen de bana kendini anlat, dedi. Niçin böyle yaya ve arkadaşsız kalmışsın… Bu kadar bilgili ve akıllı olduğuna göre ya bey olmalısın ya vezir?

Beriki;

-Ne beyi, ne veziri birader, dedi, halim kıyafetim ortada değil mi!

Bedevi bu sefer onun varlıklı biri olduğunu düşündü; kaç devesi ve keçisi olduğunu sordu; dükkandan, paradan puldan söz açtı. Fakat bedevi her ne sorduysa bilgin hepsine hayır cevabı verdi ve dedi ki:

-O senin söylediklerinden hiçbirine sahip değilim. Gördüğün gibi yayan yapıldak dolaşan yoksul bir gezginim ben. Oradan oraya dolaşır, kim bir kap yemek verirse onun kapısında yatarım. Hasılı senin o kadar beğendiğin bunca bilgi ve hikmetten benim elime geçen baş ağrısından başka bir şey değil. Bunun üzerine bedevi onu hemen devesinden indirdi ve şöyle dedi:

– O halde tez yanımdan uzaklaş. Aklın da senin olsun, bilgin de! Sırtını giydirip, karnını doyuramayan o bilginin bana hiç lüzumu yok. Varsın bu cahil aklım kumla buğdayı denk etmeye devam etsin. Değil mi ki işlerimi görmeme yetiyor, bu aptallık ve bilgisizlik bana mübarektir.” (2/116vd)

Bir Hatıra

Sevgili okuyucu, şimdi de Hazret-i Mevlânâ’nın bu hikâyesinin bana hatırlattığı talebelik yıllarıma ait küçük bir hatıramı paylaşayım. Efendim, yıl 1976, yer İstanbul Edebiyat Fakültesi. Tesadüfen aynı yıllarda okuyan bir okuyucu çıkarsa hatırlayacaktır; o yıllarda öğle yemeği olmak üzere öğrenciye naylon poşet içinde kumanya veriliyor… Poşetin içinde çeyrek ekmek, yumurta, peynir gibi öğrencinin her gün yemekten gına getirdiği kuru şeyler var. Dolayısıyla yarısı yeniyor, yarısı çöpe gidiyor. Neticede her yemek sonrası koridordaki kapaklı büyük çöp bidonları yemek artıklarıyla dolup taşıyor. Bir gün çöp kovalarını karıştırıp yemek artıklarını toplayan yaşlıca bir adam dikkatimi çekdi. Dökülen üstü başına nazaran herhangi bir sokak dilencisine benzemekte ama bir dilencinin fakülte koridorunda ne işi var? Bu çöp karıştırma işi sonraki günlerde de devam edince adamcağızı merak etmeye başladım. Meğer efendim, bizim çöpçü bu koridorların neredeyse 40 senedir aşina olduğu kıdemli bir talebe imiş. Bir bölümü bitirince diğerine yazılmak suretiyle şimdiye kadar 10 tane bölüm bitirmiş ve son olarak da Felsefe tahsil ediyormuş. Şimdi bu ilim aşkını ve gayreti takdir mi etmeli, yoksa herkesin tek diplomayla aş, eş ve iş sahibi olduğu bu dünyada onun bunca diplomayla karnını bile doyuramamasına acımalı mı? Yukarıda naklettiğimiz hikâyenin bakış açısıyla bizim yaşlı talebe daha çok acınmaya layık görünüyor. Zira Hz. Mevlânâ metnin başına aldığmız beytinde de ifade ettiği üzere bilginin pratik olanına, işe yarayanına, yol açanına değer veriyor. Sadece kitabi olan ve kullanılamayan bilgiyi küçümsüyor. Şimdi de işe yaramayan bilgiye örnek olarak da aşağıdaki -meşhurhikâyeyi nakledelim:

Gramerci-Gemici:

Kibirli bir lisan alimi bir gemiye binmiş ve gemiciye dönüp:

– Sen hiç nahiv okudun mu arkadaş, diye sormuş.

Beriki; hayır, deyince aşağılayıcı bir uslupla:

– Vah, vah! Ömrünün yarısı boşa gitmiş dostum, demiş. Gemici üzülmüş ama sabredip susmuş. Bir müddet sonra fırtına çık mış ve girdaba yakalanan gemi batmaya başlamış. Kaptan can telaşına düşen dil alimine:

– Hey nahivci, demiş, sen yüzme biliyor musun?

Beriki; hayır, cevabını vermiş. Bunu üzerine gemici:

– Desene, demiş. Şimdi senin de ömrünün tamamı gitti.

Hz. Mevlânâ bu hikâyeden birden fazla ahlâki sonuç çıkarıyor. Ezcümle demek istiyor ki; her bilgi her yerde geçmez. Şayet denizdeysen gramer bilmenin sana hiçbir yararı yok. Diğer taraftan bilgi bir varlık iddiasıdır, oysa denizde olana varlık değil, yok olma bilgisi lazım. Nasıl ki su önce öldürür sonra ölüyü başında taşırsa, sen de ölü gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa kendi bilgi ve kabiliyetine güvenen kişinin bu deryadan kurtulması zor. (1/112)

Gerçek Bilgi ve Fil Tarifi

Çok zaman bilgi dediğimizde insanın beş duyu ile kavradığı ve elde ettiği şeyleri kastederiz. Halbuki bu tür bir bilgi, bilgi araçlarının yetersizliği dolayısıyla eksik ve yanıltıcıdır. Diğer taraftan her insan gerçeğin sadece belli bir tarafını görür ve onu hakikatin ta kendisi sanır. Sezai Karakaoç’un benzetmesiyle; gerçek, 7 cephesi olan bir ehram gibidir; her insan ehramın sadece kendisine bakan yüzünü görebilir. Hz. Mevlânâ bu durumu birçok vesileyle tekrar edilen o meşhur fil benzetmesiyle açıklar. Efendim özetle hikâye şu:

“Bir padişaha hediye olarak Hindistan’dan bir fil gelmişti. Onu sarayın ahırına koydular. Hayatlarında hiç fil görmemiş insanlar onu görmeye geldiler ama ahır karanlıktı. Biri fikir edinmek için ellerini uzattığında filin hortumunu yakaladı. Adam hortumu yokladı, eğdi büktü ve arkadaşlarına:

-Bu fil içi boş yumuşak bir boruya benziyor, dedi.

Bir diğeri filin kulağını tutmuştu, onu kadife gibi kalın ve yumuşak bir yelpazeye benzetti. Başka bir adam filin ayağını yokladı ve onun kalın bir sütun olduğunu sandı. Geniş sırtına elini değdiren bir diğeri filin bir taht olduğunu düşündü. Böylece her biri kendi zanlarınca bir fil tarifi yaptılar.”

Benzetmesinin sonunda Mevlânâ şöyle der: “Bu adamların ellerinde bir mum olsaydı, filin nasıl bir şey olduğunu herkes görürdü de aralarındaki ihtilaf ortadan kalkardı.” (3/48)

Yukarıdaki benzetme birçok yönden tefsire müsait. Bir kere bütün fil tarifleri hem doğru hem yanlış… Parça olarak doğru olan şey onun bütün sanılmasıyla yanlışa dönüyor. Fil benzetmesi bize herhangi bir konuda sabit fikirli olmamamız, bizden başkalarının da gerçeğin başka bir parçasıyla yüz yüze gelebilecekleri ihtimalini hatırda tutmamızı ihtar ediyor. Peki ama ahır karanlık olmasaydı ya da bir mumla aydınlatılsaydı gözümüzün gördüğü varlık, yani bütün o parçaların bir araya gelmesiyle oluşan şey acaba yine bizatihi filin kendisi olur muydu? İşte bu noktada Hz. Mevlânâ -burada izahı yersiz olan- bilgi felsefesi ile ilgili bir probleme geçiyor ve duyu organlarıyla kavranan bilginin hiçbir zaman mutlak bilgi olamayacağını belirtiyor: “Aslında bu baş gözü de bir nevi avuca benzer. Avucun bütün fili kuşatmasının imkansızlığı gibi göz de hakikati kuşatamaz.” Peki ama duyu organlarının ve aklın verdiği bilgi mutlak değilse mutlak bilgi nerede ve bu bilgi hangi vasıtayla elde edilir? İşte burada sufilerin sıkça bahsettiği, kalbe ihsan olunan ilahi bir hediye olarak irfani bilgi devreye girmektedir. Bundan daha gerçek olanı ise vahye dayalı bilgilerdir.

Halkın Bilgisi ve Gerçek Bilgi

Meseleye yukarıdaki zaviyeden bakan Hz. Mevlânâ’ya göre insan olgunluğu nisbetinde gerçek bilgiye yaklaşır. Dünya bir oyun ve eğlence yeri olduğu gibi bu oyuna dalan dünya halkının ekserisi de manen çocukturlar. Sanki çubuk atlara binmiş çocuklar gibi onların savaşları da barışları da asılsızdır, bir değer taşımaz. Aynı şekilde bilgileri oyunla, eğlenceyle ilgili çocukça bilgilerdir. Manen ergen olanların bilgisi ise Ledün bilgisidir. Bu tür bilgi vehbidir, aniden ve bir lutuf olarak verilir. (1/135) Hz. Mevlânâ: “Kürt olarak yattık Arap olarak kalktık.” derken ledün bilgisinin ani oluşunu ifade etmiştir.

Aslında halkın yüksek bilgi ve sırları bilmemesinde de bir hayır vardır. Nasıl mı? Önce bu konudaki beyitlere bakalım, sonra üzerinde düşünelim:

Tıflrâ ger nân dehi ber-cây-ı şîr

Tıfl-ı miskinra ez-ân nân mürdegir

Çünkü dendânha ber-âred ba’d-ez-ân

Hem be-hod talib şeved ân tıfl nân (1/608-9)

Meali şu: “Eğer çocuğa süt yerine ekmek verirsen ona iyilik etmiş olmazsın; çünkü ekmek henüz onu yiyecek durumda olmayan zavallı çocuğu öldürür. Ama ne zaman ki dişleri çıkar, çocuk kendiliğinden ekmek istemeye başlar.” Demek ki yavruya sütten başka bir şey verilemeyeceği gibi olgunluk bakımından çocuk hükmünde olanlara da yüksek bilgiler verilemez. Nitekim Hz. Peygamber “İnsanlarla konuşurken kendi seviyelerine/kapasitelerine göre ve anlayabileceği bir dille konuşunuz.” buyurmuştur. Onun varisleri de bu tavsiyeye uymuşlar, ana kuşun yemeği önce kendi kursağında eritip yavruya kay haline getirerek vermesine benzer tarzda hazmedilmiş bilgileri aktarmışlardır. Konuyla ilgili olarak Hz. Mevlânâ ile ilgili şu küçük menkıbeyi aktaralım:

Efendim, Hz. Mevlânâ’nın talebeleri Şems’in alışılmadık sözlerini pek yadırgıyor ve kavramakta zorlanıyorlarmış. Bir gün Mevlânâ, talebeleriyle giderken yolları üzerinde yavrulu bir köpeğe rast gelmiş. Ana köpek önündeki eti yiyor ve yavrularını sütüyle besliyormuş. Hz. Mevlânâ öğrencilerin dikkatini bu manzaraya çekerek şöyle demiş: ‘Sizinle benim halim bu süt emen yavrularla onları besleyen analarına benzer. Şemsin sözleri et gibidir; onu yemeğe kalkarsanız ölürsünüz ama o et bana dokunmaz. O halde o sözleri siz Şems’ten değil benden dinleyiniz.’ Demek oluyor ki her bilgi herkese verilmemeli. Yoksa? Yoksayı aşağıdaki beyte bırakalım:

Bilginin Sorumluluğu

Bed-güherrâ ilm ü fen âmûhten

Dâden-i tiğî be-dest-i râhzen (4/1456)

Layık olmayana ilm ve fen öğretmek, yol kesicinin eline kılıç vermek gibidir.

Efendim, aydınlanma çağı ile insan kendi bilgisine hayran oldu ve bu bilgiyle dünyayı cennete çevireceğini sandı. Ama bilgi başka, ahlâk başkadır. Bilgi kullanım amacına göre iyi sonuç da verebilir kötü sonuç da. Sözgelimi atom bombası ve gelişmiş silahlar birçok insanın ölümüne, sakat kalmasına sebep olmuştur ve olmaya da devam ediyor. Kötüye kullanılan bilginin sonuçları hidrojen bombasını bulan Saharov’u bu buluşuna pişman etmiştir. Toynbee’e göre de şu an bizi bilgisizliğimizden çok bilgimiz tehdit etmektedir. Çünkü insanlık o bilgiyi taşıyacak ahlâk omurgasından mahrumdur. Hz. Mevlânâ da yukarıdaki beytinde bilginin layık olmayan elinde ne kadar tehlikeli olabileceğini çarpıcı bir örnekle veriyor: “Mayası bozuk, ahlâki olgunluğa erişmemiş kişiye öğretilen bilgi âdeta haraminin eline kılıç vermek gibidir.” Her bilgi, bilgi sahibine bir sorumluluk yükler. O yüzden bazılarının bilgisizliği kendileri için de başkaları için de daha hayırlıdır. Şimdi de bilginin layık olmayan elinde nasıl bir felaket sebebi olacağına dair hikâyemizi akataralım:

Hayvan Lisanı Öğrenmek İsteyen Ahmak

“Bir ahmak Hz. Musaya yalvardı:

– Ne olur bana hayvan lisanını öğret.

Hz. Musa:

– A zavallı, bu heves sana nereden geldi? Vaz geç, zira sen bu bilgiye layık değilsin. Bilgi layık olmayanı felaketlere uğratır, dedi.

Ancak adam öyle ısrar etti ki sonunda Hz. Musa Cenab-ı Hakk’a yüz tutup kendisine yol göstermesini niyaz etti. Cenab-ı Hak:

– Bizim kapımızdan isteyeni boş çevirme. O, bilgiyi ister iyiye, ister kötüye kullansın, bize yakışan dileyene dilediğini vermektir, buyurdu.

Gerçekten Hak Teala bize hem irade hem çeşitli imkanlar vermiş ve bu imkanların kullanılması konusunda bizi serbest bırakmıştır. Şüphesiz o şerre razı değildir ama imtihan sırrınca kulun iradesine de -dilemedikçe- müdahele etmez.

Hz. Musa vazgeçmesi için tekrar tekrar nasihat ettiyse de adam ısrarını sürdürdü ve:

– Bütün hayvanların lisanını öğretmezsen bari bir ikisinin dilini öğret, ona da razıyım, dedi.

Bunun üzerine Hz. Musa adama horoz ve köpeğin dilini öğretti. Zavallı ahmak sevine sevine evine geldi. Evin hizmetçisi yemekten sonra sofra bezini bahçeye silkmişti. Horoz gelip bezden dökülen ekmek kırıntılarını gagalamaya başlayınca köpek ona itiraz etti:

– Bu yaptığın bana zulum değil mi? Ben senin gibi arpa ve buğday yiyemem, benim olması gereken ekmeği de sen kapıyorsun, dedi. Horoz cevaben:

– Üzülme, dedi, yarın bundan iyisini bulacaksın. Yarın efendinin atı ölecek, sen de onun leşiyle karnını doyuracaksın.

Adam bunu duyar duymaz atı hemen pazara götürüp sattırdı. At alanın elinde öldü. Bizim ahmak ise zarardan kurtulduğunu sanarak seviniyor, bilmeksizin zararın büyüğünü davet ediyordu.

/Gerçekte bizim de mallarımıza gelen zararlar canlarımızın sadakasıdır. Nitekim; sadaka belayı def eder ve ömrü uzatır, denmiştir. Bir gecelik sıtma da bir senelik günaha kefaret olur. Canlara gelen zararlar, hastalıklar imanımıza kefarettir./

Ertesi günü efendi yine evin penceresi altında konuşan iki hayvana kulak kabarttı. Horoz:

– Merak etme, diyordu. Bu sefer efendinin cariyesi ölecek ve onun için yemek verecekler. Sen de kemik artıklarıyla doyarsın. Adam cariyesini pek sevmekte idi ama bunu duyunca hemen cariyeyi de sattı ve zannınca büyük bir zarardan kurtuldu. Kendi kendine; iyi ki bu dili öğrenmişim, demekteydi.. Üçüncü gün köpek bir hayli zayıflamış olarak horoza:

– Sen beni aldatıyorsun, diye çıkıştı. Söylediklerinin hiçbiri doğru çıkmadı.

Horoz dedi ki:

– Doğrusu ben de bu işe şaşıyorum. Çünkü bizim milletimizde yalan söylemek yoktur. Biz Allah ve Resulu indinde makbul bir milletiz, insanları namaza kaldırırız. Fakat birkaç gündür benim de anlamadığım bir şeyler oluyor. Ama üzülme, yarın efendinin kendisi ölecek ve mirasa konan akrabaları ziyafet verecekler. Bundan şüphesiz sana da hisseler çıkar, dedi. Bunu duyunca efendinin aklı başından gitti. Atı ve cariyeyi satmıştı, ya şimdi kendini kime satsın? Canına kefaret ve ecelle arasında set olan o küçük musibetleri önünden çeke çeke sonunda Azrail’le yüz yüze gelmişdi. Ahmak hemen can telaşıyla Hz. Musa’nın yanına koştu ve:

– Medet ya Musa, medet, dedi. Bu bilgiyi benden al ve bu belayı başımdan kaldır.

Hz. Musa dedi ki:

– Heyhat, yaydan çıkan ok geri dönmediği gibi İlahi takdir de geri dönmez… Şimdi yapılacak iş senin imanını kurtarmak için Allah’a yalvarmaktır.”

İşte ahmaklık böyledir. Ahmaklar Hz. Musayla bile buluşsa, fırsatı değerlendirip ruhunu diriltmeyi düşüneceğine nefsine hizmet eder ve eline verilen bilgi kazmasıyla kendi mezarını kazar. “(4/125)

Hikâyede bilginin kötüye kullanılması yanında şu husus da anlaşılıyor ki asıl bilgi, insanın kendisine lazım olanı lazım olmayandan tefrik edebilmesidir.

Kullanılmayan Bilgi Neye Benzer?

Ey besâ âlim zi-dâniş bi-nasib

Hâfız-ı ilmest ân kes ni-hasîb

Z’ân ki pirâhen be-dest âriyest

Çün bi-dest-i ân nühesi câriyest

Câriye pîş-i nühâsi serserîst

Der-kef-i o ez-berây-ı müşterist (3/3060, 62, 63)

Nice alimler var ki kendi ilminden nasibi yoktur. Böyle bilginler kendi bilgilerinin sadece bekçisi, hammalıdırlar. Onun elindeki gömlek ödünçtür. Dellal elindeki cariye gibidir. Dellal elindeki şaşkın cariye müşteriyi avlamak içindir, yoksa onda dellalin bir payı ve nasibi yoktur.

Hak Teala işe yaramayan bilgi sahipleri için “onlar kitap yüklü eşeğe benzer” buyurmuştur.

İnsan ne kadar bilgili olursa olsun bu bilgiden istifade edemiyorsa bilgisiz sayılır. Hz. Mevlânâ bununla ilgili olarak aşağıdaki çarpıcı tespitlerde bulunuyor:

Uzaktan Gören Kör, İyi İşiten Sağır ve Uzun Etekli Çıplağın Hikâyesi

Sebe kavmi içinde üç kişi vardı. Biri çok uzakları görürdü ama kördü. Karıncayı görürdü ama Süleyman’ı görmezdi. Diğeri gayet iyi duyardı ama sağırdı. Hazineydi ama altınsızdı. Öbürü çıplaktı ama eteği pek uzundu.

Ne kadar ilginç ve çarpıcı ifadeler değil mi? Peki ama bunlardan kasıt ne? Hz. Mevlânâ aşağıda benzetmeleri yine kendisi açıklıyor:

Uzun emel sahibi sağırdır. Bizim ölümümüzü duyar da kendi ölümüne karşı sağırdır. Hırs da kördür. Halkın ayıplarını inceden inceye söyler durur. Kendi aybını görmeye gelince gözü kördür. Çıplak da eteğinin kesilmesinden korkuyor! Hayret, hiç çıplağın eteği kesilebilir mi? Dünya halkı müflistir ama yine de soyulmaktan korkuda. Meteliksiz müflisin hırsızdan korkmasına ne hacet! İnsan dünyaya çıplak geldi, çıplak gidiyor. Öyleyse hırsız kaygısıyla niçin dertlenir? Böylesi sanki rüyada mal sahibi olup da hırsız korkusuyla titreyene benzer. Biri onu uyandırınca kendi haline katıla katıla güler. Ey, bu halk zamanımı çalıyor, diyen! Madem ki o vaktin sana hayrı yok, o halde sen zaten işsiz güçsüzsün de farkında değilsin. (3/100)

Bu anlatılanlardan şu çıkıyor ki bütün bilgilerin başı insanın bizzat kendisini bilmesidir. Her şey kendini bilmekle başlar ama insanın en az bildiği yine bizzat kendisidir. Mevlânâ bu garabate dikkat çekiyor: “Alim nice binlerce ilim bilir de o zalim kendi nefsini bilmez.

Sen gerçi caiz olanı olmayanı bildin ama nefsin acaba bunların hangisi üzere!

Her metaın kıymetini bilirsin de kendi kıymetini bilmeyen ahmaksın.

Uğurlu uğursuz yıldızları biliyorsun da kendin uğurlu musun uğursuz mu haberin yok.”

Sevgili okuyucu! Ne kadar hikmetli ve derin sözler bunlar. Bu sözler ancak Allah’ın kalbini hikmete açtığı bir bahtiyarın söyleyebileceği kabilden şeyler… Bu tespitlerden anlaşılıyor ki gözden göze kulaktan kulağa fark var. Başkasının kusurunu duymak veya görmekte bir marifet yok. Bunlar her kişinin kârı. Er kişinin kârı ise kendi kusurunu görmek, işitmek ve bilmek olmalı. Hakiki bilgi bu dünyaya çıplak geldiğimizi ve çıplak gittiğimizi hiç unutmamak, üzerimizdeki elbiselerin eğreti olduğunu ve bir gün çıkarılacağını hatırda tutmaktır. Hasılı:

İlmhâ-yı ehl-i dil hammalşan

İlmhâ-yı ehl-i ten ahmalşan

Gönül ehlinin ilmi sahibini taşıyan hamal gibidir. Tenperestlerin ilmi ise sahiplerinin sırtına yükten başka bir şey değildir.

Yukarıdaki tespitleri günümüzün büyük alimlerinden Ahmet Muhtar Büyükçınar’ın çarpıcı bir cümlesiyle bitirelim: “İlim yemeğe benzer. Önüne 10 kişilik de yemek konsa ancak yediğin kadarı senindir. Yemediğin yemeğin sana faydası yok. İnsanın ilmi de bildiği kadar değil, o bilgiden faydalandığı kadardır.”

CEVHER BEYİTLER

20

İlim Süleyman mührü:

Hâtem-i mülk-i Süleymanest ilm

Cümle âlem sûret ü cânest ilm 1/1071

İlim, geçerliliği ve gücü bakımından Hz.Süleymanın mührüne benzer. Süleymanı Süleyman eden ve ülkesini çekip çeviren o mühürdür. Dünyada da her iş bilgiyle döner. O halde bu âlem bir bedense sen ilmi o bedenin canı say.

21

Doğru yerde ara:

Dürrü kıl cevf-i sadefden cüstücû

Fenni kıl ehl-i hırefden cüstücû 5/1062

Akıllı her şeyi bulacağı yerde arar. Binlerce kutular da açsan, inciyi sadef kutusundan başka yerde bulmana imkan yok. O halde ilim ve bilgi incisini de sen o bilgiye sadef olmuş gerçek bilginlerden öğren. Sadefin kapağını kaldırmadıkça boş mu dolu mu olduğunu bilemezsin. Bilgi incisine hamile olan bilginlerin ağzı da sadef gibi mühürlüdür. Sen o mührü kaldır ki inci açığa çıksın.

22

Akıl lengerdir sana:

Lenger-i akl iledir merde eman

İdegör deryûze-i lenger hemân 3/4356

Lengersiz gemi fırtınanın önünde savrulur gider, nerede duracağı belli olmaz. Bu fırtınalı dünya denizinde insanın lengeri de akıldır. O halde sen iyi bir akla sahip olmayı dile. Her rüzgarın önünde oradan oraya savrulup durma.

23

Terazi tartmaz dağı:

Zerre vezn-i kûha eylerse murâd

Kûhdan mîzânın eyler vakf-ı bâd 4/385

Hangi terazi dağı tartabilir ki! Bu işe kalkanın yerinde yeller eser. Ey haddini bilmez akıl terazisi! Sen kim, Hak ve hakikat dağını tartmak kim. O dağın altına girmeye kalksan ne izin kalır ne tozun. O halde aczini bil haddini aşma. Ziya Paşanın nasihatına uy ve şöyle de: İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez Zira ki bu terazi bu kadar sıkleti çekmez

24

Aklın gölgesine sığnılır mı:

Sâye-i Hakdır hıred Hak âfitab

Sâyede hurşîde nisbet var mı tâb 4/2132

Gerçi gölge güneşten ayrılmaz, varlıkta onunla ayakdaş olmuştur. Ama hiç gölgeyle güneşin gücü kudreti bir olur mu? Güneş ışıtır, besler,büyütür, gölgenin bunlardan yana nasibi yoktur. Akıl da Hakkın kudretindendir ama ona nisbetle bir gölge mesabesindedir. O halde ey aklıyla övünen! Haddini hududunu bil, güneşe kafa tutmaya kalkma.

25

Akıl başta değil:

Var mıdır iblisden pîr-i cihân

Çünkü bî-akl oldu lâ-şeydir hemân 4/2185

Gerçi insan akıl ve bilgisi yılların semeresidir. Bilgi anbarının dolması için nice hasat mevsiminin geçmesi gerek. Saçtaki sakaldaki ak insanın çok şey gördüğüne, tecrübeler ve bilgilerle akıl anbarını doldurduğuna işaret eder. Ne var ki insanın bir şey öğrenmeye niyeti yoksa, akıl anbarının kapılarını sürgülemişse gelip geçen mevsimler ve mahsuller ne yapsın. Nitekim dünyada iblisten daha yaşlısı yok ama o hala ilk günkü kopkoyu küfür ve cehaleti içinde. O halde bilgi ve akılda yaşına layık olmaya bak, saçını sakalını yalancı çıkarma.

26

Akıllılık ne demek:

Akl ile bîmâr eder azm-i tabîb

Lîk akl olmaz devâsında musîb 4/3346

Akıllı olmak her şeyi bilmek değil, bileni bulabilmektir. Nasıl ki hastanın da aklı kendi sahibini tedavi edemiyor ama onu alıp bir doktora kadar götürüyor. Tedavi etmek doktorun işidir, ama her hasta doktorun yolunu bulmayı da beceremez. O halde sen doktor değilsen de doktorunu bulacak kadar bir akıllılık göster.

27

Aklın geçmediği yer:

Aklı kurbân eyle râh-ı yârda

Akla andandır meded her kârda 4/1445

Akıl başka yerde rehberdir ama sevgiliye ulaşmada değil. Sevgiliye ulaştıran rehber aşk ve iştiyaktır. Akıl; dur, düşün, kendine acı, der. Aşksa sana sevgili için ölmeni emreder. Sen kavuşmak istiyorsan akla değil aşka kulak ver. Aklını o yolda kurban edersen sevgili sana daha iyisini bağışlar. Bir akla bin akılla, bir başa sonsuz bir ömürle mukabele eder. Gerçek akıllılık da bu değil midir!

28

Kulak kesil ki, dil konuşsun:

Müstemi’ çün teşne vü cûyende şüd

Vâiz er mürde buved gûyende şüd 1/2481

Soru ve cevap bir alışveriş, bir arz-talep meselesidir. Zira marifet iltifata tabidir ve müşterisi yoksa meta zayidir. Hatibi konuşturan dinleyicinin aşkı, şevki, arzusudur. Memedeki süt bile elin maharetine göre artar eksilir, ağız kulağa göre laf yapar. Dinleyen istekli olursa ölü vaiz bile bülbül kesilir de inciler saçmaya başlar. O halde iyi şeylere karşı baştan ayağa kulak kesil ki hikmetin dili kurumasın.

29

Kim susar kim konuşur:

Bil hamûşî bahr u nehr oldu suhen

Cûyı ko azm idegör deryâya sen 4/2083

Nehir baştanbaşa dil kesilmiştir de ulaştığı hakikatleri söyler durur. Oysa nehir yoldadır, henüz amacına varmamıştır. Bütün suların son durağı olan deniz ise sukundur. Zira denizden öteye varacak yol kalmamıştır. Demek ki hakikat sustuğunda da hal lisanıyla haykırmaktadır. O halde sen kale değil nazar et, nehri değil deryayı gözle.