Benim Ramazanlarım

A+
A-

Benim Ramazanlarım

“Eski Ramazanlar” diye başlayan klasik, folklorik yaklaşımları doğrusu sığ ve ruhsuz buluyorum. Nostaljik hislenmelerden öteye geçmeyen bu tarz yazılara yeni ilave yapacak değilim. Anlatmak istediğim; şekilci ve törensel görüntü ardında saklı özü yansıtmak.

Ramazan-ı Şerif deyince ilk aklıma gelen sahur yemekleri. 4-5 yaşlarında uyandırılmaya başladım sahura. Gözümden şerbet gibi uyku akarken annemin şefkati, babamın disiplini ile ağaç yer sofrasında yerimi alıyorum. Henüz elektrik yok köyde. Petrol lambası sofra kenarına konmuş. Pilavdan yayılan buhar, bukleler halinde yükselirken lambanın isli camına gizemli bir sis perdesi çekiliyor. Annem üzüm veya erik hoşaflarını  bol miktarda hazırlamış.

Hepimize yemek öncesi ”Altına su için” ısrarı ile kocaman bir bardak su ikram ediyor. Boş mideye önce su konursa gündüz hararet basmazmış!… O da büyüklerinden öğrenmiş bunu.

Gecenin o vakti, uyku mahmurluğunda aç karna bir bardak su!… Zor ama içilecek. Pilava kaşık sallıyoruz. Çay da yeni demlenmiş. Bir bardak sudan sonra hararetin yegane sigortası çay. Radyoda dönemin meşhur mevlithanları kasideler okuyor. Nihat Ulu’nun sâlâ diye başlayan salavatı hala kulaklarımda.

Küçük yaşta oruç tutturuluyorum. Adı Tekne Orucu. Bu oruç öğleye kadar. Öğle ezanı okundu mu iftar edeceğim. Annem yine özeniyor iftar soframa. Maksat oruç bilincini çocuklukta aşılamak. Gece kaldırmaları da onun için. Eskiler, bilinçte oturması gerekenin önce bedende alışkanlık haline gelmesine, bunun da ufak antrenmanlarla küçük yaşlarda kazanılacağına yürekten inanmışlar.

Seher kıymetli bir vakit. Köyde yerleşen mukabele geleneği; seher vaktine verilen değerin numunesi. Sahuru müteakiben camide mukabele başlıyor. Gecenin alaca karanlığında hanımlar bölük bölük akıyor  camiye. Üst mahfil dolmuş, aşağıdaki son cemaat yerine de perde çekiliyor. Camide ağırlık hanımların. Hacı teyzelerden genç gelinlere, kızlardan pür-nur ninelere kadar  Kur’an düşkünü bütün bayanlar mukabeleden geri kalmıyor.

Sabahları erkek cemaat az ama bir saf oluşturabiliyorlar. Mukabele okunuyor. Babam, bir iki ağzı yatkın amca ve ağabeyim paylaşıyorlar okumanın sevabını. İlkokulun sonlarına doğru Kur’an öğreniyorum. Bir sayfa kadar bana da okutuyorlar. Çoğu kere uyukluyorum mushaf üstünde. Babam fark ediyor, dönüp “Nerde kaldık söyle!“ diyor. Onca cemaatin içinde görmeyiverse olmaz sanki… Uyanıyorum,sayfaya bakıyorum, 5.sayfada kalmışım onlar taa 17 ye gelmiş!.. Bulamıyorum kalınan ayeti. ”Kalk yüzünü yıka!” diye çıkışıyor babam. Cemaat içinde kalkmak bir mahcubiyet ki sormayın. Yukarıdan hanımların fısıltısı geliyor: “Şuncacık çocuuuuk, kıyamaaaam, uyumuş besbelliiii….” fısıltıları arasında şadırvana koşuyorum.

Bülbüller sabahın ilk ışıltısı ile aşkın gözyaşları süzülen çiğ taneli güllere name yakmaya başlamış bile. Horozlar öterken gök yavaş yavaş kurşuni geceden alaca sabaha doğru açıyor bağrını.

Camiye döndüğümde cüz bitmiş. O saatte vaaz da ediyor babam. Okunan cüzde verilmek istenen mesajı işliyor köylüye. Köye, hayata dair basit misallerle… Kıssalarla örülü bu vaazlar Rasül-Nebilerin, Evliyaullahın mücadele dolu hayatlarına dair hafızama atılan ilk çentikler!..

Babam hanımların fısıltısını duymuş olmalı ki; sözü Kur’an eğitiminin ciddiyetine getiriyor:
“Kur’an bu!.. Şakası yok!… Adam gibi okunmak ister… Ciddiyet ister!” diyor ve Cebrail’le Hz.Muhammed’(s.a.v.)in mukabelesinden sahabenin Kur’an şuuruna kadar bir dizi olayı, espriyi peş peşe tereyağından kıl çekercesine sıralıyor.

Milli Şefin baskı dönemlerinde Elif-Bayı ahırda öğrenmiş babam!.. Atlar ve inekler saman yerken onlar ahırın kuytu bir köşesinde eğitim almışlar. Yasakmış çünkü. Tecvid-Talim okumak için kış günü dağlardan aşıp komşu köydeki hocaya gitmiş. Yolda önünü kesen görevliler koltuğunun altına  sakladığı Mushafı fark edince dipçiklemişler 10 yaşındaki çocuğu… “Çilesini çeken değerini iyi bilir” derler ya, Kur’an dendi mi, olanca ciddiyet ve huşuu kuşanırdı babam.

Vaazda genç gelinleri de uyarıyor: “Secdede, rükuda sizin bilezik şıkırtınızı dinlemek zorunda değiliz!.. Düğüne gelmiyorsunuz, cami burası caamiiiiii!…” Yılların imamı fırça atsa da kimse kızmıyor, küsmüyor. Dersini alıyor sadece. Paylanan kişi sevildiğini biliyorsa, kızamaz ki zaten… Sabah namazını kılıyoruz. Gün ışırken köylü tarlasına biz eve. Öğleye kadar uyunacak, sonra oyuna…

Gündüzler ayrı bir şenlik köyde. Mevlitler o kadar yoğun ki; babam not defterine rezerve yapıyor. Biri öğleden önce, diğeri ikindide olmak üzere çifte mevlit okunan günler hatırlıyorum.

“ALLAH ADIN ZİKRİDELİM EVVELA/VACİP OLDUR CÜMLE İŞTE HER KULA”      diye başlayan mevlit, Veladet bahri ile sürüyor. Süleyman Çelebi merhumun dizelerinde sahne sahne yaşıyoruz Rasülullah(s.a.v)in doğumunu. Amine Hatun konuşuyor: “BERK URUP ÇIKTI EVİMDEN NAGEHAN/GÖKLERE DEK NUR İLE DOLDU CİHAN…. GELDİ BİR AKKUŞ KANADIYLA REVAN/ARKAMI SIĞADI KUVVETLÜ HEMAN…  DOĞDU OL SAATTE OL SULTAN-I DİN/NURA ĞARK OLDU SEMAVAT Ü ZEMİN..”

Amine Hatunun evinden göğe doğru ansızın bir şimşek yükselmiş. Yer-gök nurla dolmuş. Bir melek gelip sırtını sıvazlamış sancısı azalsın diye.. Sonra doğmuş Dinin-Evrenin-Gönüllerin Sultanı Muhammed Mustafa(s.a.v).

Sonra Mi’rac bahri:”ŞEŞ CİHETTEN OL MÜNEZZEH ZÜL CELAL/Bİ KEM U KEYF ONA GÖSTERDİ CEMAL” Altı cihetten vechini göstermiş Rabbimiz Muhammedin’e!.. Nicelik ve niteliğe, tarife sığmayacak bir görme imiş bu!… Rasülullah(s.a.v) le Refrefe biniyor, Sidreyi geçiyoruz.

”Ümmetim” diyor Efendimiz her basamakta…

Mevlit; Ya İlahi bahri ile bitiyor: “YA İLAHİ KILMA BİZİ DAALLYİN/BU DUAYA CÜMLENİZ DEYİN AMİYN/ÜMMETİNDEN RAZI OLSUN OL MUIYN/RAHMETULLAHİ ALEYHİM ECMAİYN…”

Aminler yankılanıyor gök kubbede. İçlenenler, ağlayanlar, titreyenlerle aşka geliyor, duayı genişlettikçe genişletiyor babam: “Dualarımızı Mescid-i Haramda, Kuba Mescidinde, Mescid-i Aksa’da yapılan Salih Kulların duasına katarak kabul eyle Yaaa Raaab!” Aaaamiyyynnn!…

Duada saydığı mescidleri hiç görmemişti babam. Ama gitmiş-görmüş-yaşamış gibi tasvir ederdi. Gönül Ehline mesafe yokmuş. Mekan da şart değilmiş onlara. Üveys El Karani de hiç görmeden sevmiş Rasülullah’ı!… Seven; bakmadan görür, söylenmeden işitir, gitmeden vuslat yaşarmış!..

….

Ramazan diye davetler artıyor. Gündüz mevlit okutan aileler akşam sofra açıyorlar. Bakır siniler, geyik desenli sofra bezlerine konuyor. Kapaklı, kalaylı sahanlarla geliyor enva-i çeşit yemek. Ezan okununca konuşlanıyoruz sofraya… Koç yada dana kesilmiş. Et genellikle sulu pişiriliyor. Kemikli, olduğu gibi, öylece konuyor sofra ortasına. Hacı dedeler etin ciğerini ve dil kısmını küçüğüm diye önüme sürüyorlar. Ciğer yiyen; kanlı-canlı, dil yiyen tatlı dilli olurmuş. Öyle inanılmış bir kere… Kaşıklar uzanıyor et tepsisine… Bir tasa ne kadar çok kaşık girerse bereket o derece çok olurmuş. ”Fazla sıkışmayın, meleklere de yer açın, rahat oturun sofralara” diyor ev sahibi Hacı Dede. Melekleri gören nurlu yüzler var demek ki?..
Nasıl görülürse?!..

Mideler iyice doluyor. Nasıl hazmedilecek? 20 rekat teravih, hazımların en güzeli… Arapça’da Teravih; Rahatlama demek… Bizi çok seven Rasülümüz, iftarda aşırı gideceğimizi  bildiğinden mi bu namazı emretti?.. Yok canım o kadar da basit değil ama, zahiri bir hikmeti de bu olsa gerek…

….

Kente çılgınca göç, köyleri boşalttığı gibi o lâhuti Ramazanlarımızı da aldı götürdü. Lise yıllarımın şehir Ramazanlarında çok az yakalamışımdır o hazzı.

…..

Bir de Konya Ramazanlarını bilirim. İlahiyat okurken Fakülteye haber gelirdi eşrafa mensup ailelerden: “7 genç yollayın, hatim okutacağız”

İşte öyle bir gün gidiyoruz ileri gelen bir zata. Nalçacı caddesinde gayet lüks bir ev, geniş-ferah bir salon. İkindi üzeri Hatime başlıyoruz. Biz bir cüzü bitirmeden Hafız arkadaşlar 2.yi 3.yü okuyorlar. İftara kadar bitiyor Kur’an-ı Kerim hatmi.

Ezanla birlikte zemzem ve hurma geliyor. Oruçlarımızı açıp akşam namazını eda ediyoruz.

Namaz sonrası hazırlanan sofrada yok, yok. İftariye diye konanlarla doyuyoruz. Konya’lı bu, Matbah-ı Şerif diyerek mutfak adabını dervişliğin birinci basamağı sayan Mevlana Sultanın torunu onlar…  Konya mutfağı dünyaca meşhur. Çorba ardına bamya yemeği, yemek ortasında gelen tatlı; zerde, furun kebap ve daha nicesi…

….

Şimdilerde İstanbul Ramazanlarını yaşıyorum.

Midenin altına su içirten annemden uzaklarda.
“Kur’an okurken uyuklama!” diye fırça atan babam dar-ı bekada…

Konya, bozkırın orta yerinde öylece eski yerinde… Hala İlahiyattan hatim okumaya gider mi gençler bilmiyorum.

Ama bir şeyler eksik sanki… Mukabeleler, vaazlar, melek gören dedelerin dilinden dökülen kıssalarla bezeli Ramazan ortamları yüreğimde bir boşluk sanki.

***

Minik Burak, iftar sonrası şekerleme yaptığım koltukta üzerime çullanarak heyecanla haber veriyor:
-Baba Üstad çıktı, bak Üstad çıktı… Uyan babaaa!…

Gözlerimi ovuşturarak ekrana dönüyorum. Nur hâlesi bir sîmâ, Dinin özgün yorumunu yapıyor düşünen beyinlere. Köyümü, şehrimi, camimi, sohbetleri Onun şahsında birleştirip yeni bir bilinçle bu çağa yollayan Rabbül Alemiynin lütfuna binlerce şükürler olsun!…

“İyi ki varsın, Nur ol” diyerek ailece geçiyoruz ekran başına….