BENİ SEVEN BİRİSİ!
BENİ SEVEN BİRİSİ!
Eskilerde bir hikaye dinlemiştim.
Atıyla gitmekte olan bir adam başka birisine rastlar. İsimlendirilmişti hikaye o zamanlar ancak ben birileri olarak aktarmak istiyorum, zira dayandırabileceğim bir kanıtım yok. Önemli de değil zaten.
Halleşirler. Sohbet ederler. Atlı yaşamak istediklerinden söz eder. Daha çok o konuşur.Yapmak isteyip de yapamadıklarından. Vakit uzar. Sonra vedalaşma zamanı gelir. Atına binmek üzereyken diğeri yardım etmek için özengiyi tutar. Tam bu anda adam sanki uykuya dalar ve bir ayağını atıp diğerini de diğer tarafa atıncaya kadar 60 yıllık başka bir ömür sürer. Yapmak istediği bir sürü şeyi gerçekleştirdiği 60 yıllık bir ömür. Sanki bir ayağını diğer tarafa da atıncaya kadar 60 yıl geçer. Şaşkın şaşkın bakarken diğer adam zannettiğin kadar uzun değil der. Yaptın say.
Hikayeyi anlattım ya, neden bunu anlattığınızı biliyorum dedi. Bana ne söylemek istediğinizi. Buna rağmen bu öfkemin geçmesi için yeterli değil. Anlamak istiyorum. Sadece anlamak. Nedenini. Ve sonra ne olacağını. Adil olup olmadığını. Bunu anlamak istiyorum.
Başka bir hikaye anlatmaya yeltendim ancak vazgeçtim. Öfkesinin daha da artmasından endişelendim. Sustum onun yerine. Sessizce bekledim.
Hadi anlamaktan da vazgeçtim. Bari anlatabilsem dedi bu kez. Çaresizliğimi görebiliyor musun? Ne olup bittiğini anlamıyorum. Derdimi anlatamıyorum. Elim kolum bağlı. Hikaye yetmez doktor. Yetmez.
Yumruklarını sıktığını görebiliyordum. Burnundan soluduğunu da. Ben de çaresizce bekledim. Zaten görevim çare üretmek de değildi. Buna zorlasa da.
Küçükken dedi, bahçede fesleğenler vardı. Sıcaktı bizim memleket. Kuru havayı sever bunlar derdi dedem. Sıcağı da. Kuyunun yanı başında birbirleriyle konuşurlar zannederdim. Öyle anlatırlardı o zaman büyükler. Ben her şey birbiriyle konuşur zannederdim. Dedem benimle konuşurdu. Ninem kuşlar ötmeye başladığında onları bana tercüme ederdi. Rüzgar estiğinde de. Rüzgarla kuşlar konuşur derdi. Hatta Süleyman Peygamber’i anlatırdı. Her şey birbirinin dilinden anlarmış. Marifet iyi kulak kabartmakta ve dinlemekteymiş. Bütün dikkatini verirsen sen de anlarsın derdi. Ben bütün hayatımı duymaya adadım. Hep dinledim. Anlamaya çalıştım. Herkesi de böyle sandım. Şimdi? Hep dinlemekten anlatmayı duyurmayı unutmuş olabilir miyim?
Daha sakinsin dedim. Ve seni duyabiliyorum.
Mesela dedi. Sakinleştiğimi söyledin. Bunu söylerken ürkek çıktı sesin. Endişelendin. Öfkemin yeniden yükselmesinden korktun. Öyle değil mi?
Doğru demek istedim ama sözcük kullanmak yerine sadece başımı salladım.
Bana söyler misin dedi. Anlaşılmadığını hatta tamamen yanlış anlaşıldığını gördüğünde, suçlandığında, bağırıp çağırdıklarında sana, çaresiz hissetmez misin?
Çaresizliği bilip bilmediğimi merak ediyorsun?
Bildiğinden emin değilim.
Senin hissettiklerini hissedip hissedemediğimi bilmiyorum ama benim de çaresizlikle ilgili deneyimlerim var. Biraz durdum. Ardından:
Hissettiklerini aslında kime anlatmak isterdin diye sordum. Kim anlasın seni?
Önce boşluk vardı bakışlarında sonra uzaklara gittiler. Sola doğru kaydı gözbebekleri ve aşağı. Uzun süre böyle bekledi. Cılız bir ses sonra.
Beni seven birisi.
Beni seven birisi anlasın isterdim. Bana dokunsun, sonra da uyuyakalıyım.
Omzuna dokundum. Sırtını sıvazladım yavaşça. Gerçekten de yumuşadı kasları ve koltuğa oturup uyuyakaldı. Küçük bir çocuk gibi kıvrılıp uyudu.
Daha çok konuşulacak kaldı öylece.
Çaresizlik hissettiğinde insanlar gerçekte çaresizler mi? Bu sadece bir yanılsama mı? Öğrenilmiş bir şey mi? Her şeyin bir çaresi var demezler mi? Ya da birine göre çare oluyor da aynı şey aynı durumda diğerine neden çare gibi görünmüyor? Bu adam gerçekten çareyi görmediğinden mi dövünüyor? Öfkeleniyor? Yoksa istediğimi bu değil? Ya da korkuyor mu? Ya da güçsüz mü? Yorgun mu veya? Yalnız? Tek başına?
Kafamdaki sorularla öylece kaldım ben de.
Nasılsa tüm bunları soracak ve konuşacak zamanımız olur diye düşündüm.
Acizlikten de Sevgili’ye sığınmak en iyisi. Güç versin. Zayıflıklarımızı takviye etsin. Eşyanın hakikatini göstersin bize. Ta ki huzur ve afiyet de olalım.