Bendeniz…
Bendeniz…
İnsanın doğumu ile başlayan ailesinin ve muhitinin tesiriyle şekillenen bir lisanı vardır. Eski tâbirle lisanı mader zat, yeni tâbirle anadili olan bu lisan, gündelik konuşma anlaşmalar için kullanılmaktadır. Bu lisandan başka insan şahsiyetinin tekâmülüne, ahlâki ve ulvî ufkunun mâhiyetine işaret eden, bir de lisanı edebîsi yani edebiyatı vardır. Buna binâen lisan, şahsın veya şahısların oluşturduğu cemiyetin ilmini, kültürünü, edebini valhâsıl maddî ve mânevî sahip olduğu tüm değerlerini yansıtabileceği yegâne unsurdur. İnsanlık varoluşundan bu yana, konuşmayı, dilin oluşumunu, menşeini hep merak ederek sorgulamıştır. Gramer yapısı, ses özellikleri, mânâ incelikleri ve daha neler neler… Hepsi söz tılsımını çözmek, lisandaki esrar perdesini biraz olsun aralamak için çalışılan sahalardan sadece birkaçıdır. Bu sahalardan hangi birinde derinleşilirse, bilmece içinden çıkılamayacak kadar da iyice bocalatan hâllere dönüşüyor. İlmin şu anda lisan ve sözde geldiği nokataya bakarsak manzara, tesbit ve teorilerden öteye geçememiş tahminler yumağı mahiyetindedir. Bir başka ifade ile “nasıl”ın cevabı meçhûldür. Bu dahi gösteriyor ki söz, kelâm, lisan veya konuşmak tâbir edilen hâdise; çok basit gibi algılansa da, aslen ucu gayb âlemine bağlı ilâhi sır özelliğini hâlâ muhafaza etmektedir. Pekalâ hiç mi bilinmez?
Belki cazibesini kolayca çözülemez, bilinemez oluşundan dolayı alıyordur. Ama cezbeden diğer tarafları da var. Çözülebilen kısmından, sırlanmış âlemine doğru bazen köprüler kurulabiliyor. Meselâ fizikî olarak sesin kaybolmadığı gerçeği artık ilmen de bilinmektedir. Hatta ilim adamları asırlar evvelki seslerin, konuşmaların günümüzde de dinleme imkânı olduğundan bahsediyor ve yaptıkları deneylerle de bunu ortaya koyuyorlar.
Sözün fizikî yapısı böyle olduğu gibi sözün mânevî tarafı da böyledir yani kaybolup gitmez. Hele derununda güzellikleri sırlayan, nazargâhı hak olan gönülden neşet etmiş, mânâ saltanatına sahip sözler hiç bir zaman kaybolmaz . Ölmeyen tohum gibi üzerinden asırlar geçse de, feyze nâil olmuş verimli bir kalp toprağına, Cenâb-ı Hak bu sözü indirir ve o bereketli toprakta terü tazeliğiyle ve bütün güzelliği ile tekrar yeşeriverir. Bu hâliyle sanki Arşı Rahman’da hususi ilâhi mahfazada o güzel söz, kendisini barındıracak bir kalp ile buluşturulur ve başka zemin ve zamanda mânâsını kabullenebilecek muhataplarına sahnelenir. Bu buluşma bazen kalp sahibi hürmetine, bazen de şevki ve iştiyâkı olan tâlipler hürmetine tekrar vücud bulur, tecelli eder. Asırlardır devam edegelen tasavvuf edebiyatı ve sohbetlerinin birbirine benzer uslûpta olması sadece aynı konuyu işlemelerinden dolayı değildir. Ayrıca aynı yerden feyz almaları ve yukarıda beyan ettiğimiz sözün kaybolmaması sırrı ile geçmişteki büyüklerin sözlerine mahâl olmuş, kalbe ve dimağa sahip olmaları bu benzeşmeyi kaçınılmaz kılmıştır.
Ehl-i hâl olarak vasıflandırılan, Cenâb-ı Hakk’ın beşere ihsan ettiği dereceleri adım adım seyrü sülûkla kateden hatta o makamlarda karar kılan, mânâ âleminin mümtaz şahsiyetleri, her sözlerinde, her fiilllerinde yaşadıkları ahvâlin nişânesin, bir şekilde gösterirler. Sözler, o hâle erişin nişânesi olduğu gibi bazen de o hâle ermeye vesile olabilir. Böylesi ifadelerden birisi de “bendeniz” dir.
Halbûki ne kadar çok duymuşuz hatta telaffûz etmişizdr. Hani derler ya “söyleyen bilmez, bilen söylemez” diye… “Bendeniz” de kullanımı çok yaygın olmasına rağmen mefhûmu dikkat nazarlarından kaçan bir kelâm… Lugat yapısını inceleyerek başlayıp nazarlarımızı “bendeniz”de yoğunlaştıralım biraz, üzerinde fikren yorulalım.
“Bendeniz”, Farsça kelime ile Türkçe 3. çokluk şahıs ekinin bir araya gelmesiyle oluşan bir cümledir esasında . “Bende” kelimesi Farsça “bend : bağ – zincir” mânâsına gelir. Bu kelime, Farsça’da ki hâl kökü tâbir edilen kalıba sokularak edilgen şeklini alarak “bende” yani “bağlanmış”, “mensup”hatta “köle” anlamına gelmiştir. Bu kelimeye Türkçe 3. çoğul şahıs eki, yardımcı sesle (-niz) ilâve edimiş “bendeniz” yani “köleniz”, “mensubunuz” mânâsını almıştır.
Eskiden kullanımı çok yaygın olan bu hitap şekli günümüzde iyice azalmıştır. Bunda biraz da kelimenin yüzeysel mânâsına bakılarak “köleniz, mensubunuz” ifadesinin insana ve insan değerine yaraşır bir uslûp olmadığı şeklinde algılanmasının tesiri olmuştur. Esasında bu tamamen yüzeysel bilgiye sahip kişilerin yanlış yorumundan kaynaklanır. Zaten bendenizde dahil olmak üzere başımıza ne geliyorsa sahip olduğumuz yarım yamalak bilgimiz yüzünden geliyor. Böylesi yanlış kanaatlerin aksine “bendeniz”, ifadeyi kullanan kişiyi alçaltmaktan çok çok uzak, tam tersine ulvîleştiren ve hatta ulvî âlemle irtibatını gösteren, yücelten ve hakiki hürriyeti işaret eden bir hitap şeklidir.
“Peki nasıl oluyor da karşınızdaki şahsa hem “köleniz” diyerek kendinizi takdim ediyorsunuz hem de bahsettiğiniz mefhumları bu sözle bağdaştırıyorsunuz?” diye sorulacak olursa cevabı hem çok basit hem de pek latiftir. Zîra köleliğimizi beyan ettiğimiz, karşımızdaki şahıs değildir. Bu hitap o şahsın nezdinde Cenâb-ı Hakk’a kulluk ilânından ibarettir.
“Bendeniz” denildiğinde “estağfirullah” ile karşılık vermek âdet olmuş. Peki niçin, “estağfirullah” deriz? Öyle ya, mâdemki hitap bize değil, Cenâb-ı Hakk’adır, istiğfarda bulunmanın mânâsı ne? Gündelik hayatta biz bunu teşekkür edildiğinde de yaparız . Nasıl ki, teşekkür ederim deyince, “sizin ettiğiniz şükre ancak Cenâb-ı Hak lâyıktır. Biz sadece vesileyiz, aracıyız.” demek için liyâkatimiz olmayışı sebebi ile Cenâb-ı Hakk’a sığınır, istağfar ederiz. “Bendeniz” sözüne karşılık sarf edilen “estağfirullah” da bu nevidendir. Yani, “siz bizim zahirimize bakarak hazreti insan olduğumuzu hüsnü zan ettiniz. Oysa biz böylesi bir emaneti yakışır şekilde size arz edemedik, sunamadık… Estağfirullah.” demek isteriz.
O halde biraz “bendeniz” in gramer kalıplarından çıkarak mânevi boyutuna yönelelim.
“Bendeniz”, insana ancak insan olanın sarfedebileceği biz sözdür. İnsan, hazreti insanı bilebildiği nisbette bu bağlamda kendi zâtının farkına varabildiği kudretçe insan olabilir. İnsan hakkında Cenâb-ı Pir Mevlânâ Celâleddini Rûmi,
“sana hazreti insandan bahsetmeye kalksam ve izni ilâhi ile kıyamete kadar konuşabilsem yine de bahsi bitiremem. Yine söylenmedik lisana sığmaz çok şey kalır, eksik kalır.” diyor.
Dolayısı ile bu konu bizlerin boyunu epeyce aşar. Oradan buradan toplama malûmatla da bu mevzû hiç konuşulamaz. Zîra bu hususta ilim tek başına kâfi değildir. Ayrıca irfanın da devreye girmesi lâzımdır. İrfan ise hazreti insan haricinde sâir mahlûkatta (yaradılmışlarda) bulunmayan ilâhi cevherdir. Hak Teâlâ, insanın yaradılışını Kur’an-ı Kerim’de safha safha beyan eder. İnsanın kalıbını, mânâsını, sırrını detaylandırır. Sûreta (şekil olarak) tesviye edildikten sonra meleklerin dahi sırrına ârif olamadığı, “kendi ruhumdan ruh üfürdüm” fermanı ile ebediyete taşır. Âciz kalınan noktada burasıdır zaten. Yoksa insanın kalıbında bulunan zâhir cevherler (başta toprak olmak üzere su, hava ve ateş) insanı tarif etmeye yetmez. İnsan azizliğini ve mükemmelliğini Cenâb-ı Hakk’ın bahşettiği emanetten alır. Çünkü kalıbındaki tabiatın tesiri ile fitneye, fesada, kan dökücülüğe, kavgaya, şehvete hatta şirke meyletme hâlinin yanında Allah’u Teâlâ’nın ona verdiği sır sayesinde meleklerin bile secde ile emrolunduğu zât payesine mazhar olur.
Hakka gönlün vermeyenin
Kendi nefsin bilmeyenin
Ademe baş eğmeyenin
İsmini şeytan okuduk.
İşte meleklerin dahi sırrına vakıf olamadıkları fakat sırrına ve zatına müştak oldukları insanı ancak yine insan olabilen idrak ediyor. Bu biliş dahi derece derece… İlmel yakîn hakkı bilen, ilmel yakîn insanı biliyor. Aynel yakîn hakkı bulan, aynel yakîn insana eriyor. Bu buluşla hakkal yakîn olan ise benden senden geçip “oluyor”muş… Anlaşılan o ki, Hakk’ı bilmekle insanı bilmek, insanı bilmekle Hakk’ı bilmek birbirine bağlı paralel bir biliş şeklinde seyrediyor.
Adem olmak istersen Adem ara
Ademi bul Adem ile Adem ol
Rivayet edilir ki; Hazreti Mevlânâ Efendimiz, Âşık Yunus’un,
“Ete kemiğe büründüm
Yunus oldum göründüm”
sözünü duyunca gayri ihtiyâri kendi yanağına bir tokat vurmuş ve “Ey koca Yunus, bu sözünü daha evvel işitseydim Mesnevî’yi yazdırmazdım. Benim Mesnevî’de anlattıklarımı bir cümleye sığdımışssın” diyerek tevazû ile hayranlığını ifade etmiştir.
Şol Adem dedikleri
El ayakla baş değil
Adem mânâya derler
Surat ile kaş değil
Her sûreti insan olan kişi, hazreti insan namzetidir – adayıdır. İşte bu âlemde insanın, insanla karşılaşması ve söyleşmesi, bütün bu ruhlar âlemindeki güzellikleri ve hâdisatı hatırlatmalıdır. “Bendeniz”, bu âşinalığın, bu hatırlayışın sözle ifade edebilme şeklidir.
Ruhlar, bedenler “ol” emri ile hazır odukları vakit, dünyaya gönderilmeden evvel, ruhlar Rabbil Âleminin huzurunda hitaba mazhar oldular. “Elestü bi Rabbikum – Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Yani, “bütün âlemlerin Rabbi, ilâhı ben değil miyim? Evvel, âhir, zâhir, bâtın, bildiğiniz, bilmediğiniz, bütün hâdisatın, tecelliyatın, güzelliğin, çirkinliğin, hayrın ve şerrin sahibi, mâliki, yaratıcısı ben değil miyim? İbadete lâyık tek ilâh, sevilmeye lâyık tek ilâh ben değil miyim? ” sorusuna muhatap olduk. Bizler de bu soruya karşılık, “belâ – bilakis, Ya Rabbi Sensin, bizim Rabbimiz” dedik. Yani, “Her nerede olursak olalım seni unutmayacağız. Senden gayrıya bakmayacağız. Senden ayrı düşmeyeceğiz. Bize verdiğin güzelliği söndürüp soldurmayacağız. Sözümüz sözdür.” diyerek bu emaneti kabul ettik. Bu sözü veren kullar olarak peyderpey dünya denilen âleme gönderildik.
Böylece insan olarak yeryüzünde Ceneb-ı Hakk’ın halifesi pâyesine mazhar olduk. Bu sebeptendir ki ruhlar âleminden iniş, tenezzül bir düşüş gibi düşünülse de bedene büründükten sonra Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarına, tecelliyatına mahâl olan insan, ruhlar âlemindeki hâlinden çok daha büyük derecelere nâil olur ve pâye alır. Tek başına beden makbûl olmadığı gibi sadece ruh da maksût değildir. Zaten kul, ruhu ve cesedi beraberce kemâle erdiren zâta denir. Dolayısı ile yaradılışını müdrik olan kul bu süflî âlemden o ulvî âleme kanat açığında devamlı yükselen, terakki eden bir hâle bürünür.
Her vesile ile Hakk’ı, hakikati hatırlatmaya ve kâim kılmaya çalışan kutlu atalarımız mevcut olan kültürü daha da zenginleştirerek nesillerine intikâl ettirmişler. Terbiye ve edep eğitiminde de tasavvufu, bu hususutaki uzmanlığı sebebi ile gündelik hayatın her safhasına yayarak işlemişlerdir. Zaten hangi fikir hangi görüş olursa olsun hayatın gerçeği ile buluşamaz ve birleşemezse nazariyattan öteye geçemez. Tatbikatin olmayışı zamanla, fikrî yapıda da bozulmalara ve kaybomalara sebebiyet verir. İslâmi terbiyenin ve ilâhî ahlâkın, aşk ile hayata tatbiki demek olan tasavvuf, pir seviyesindeki büyük mürşitlerin açmış olduğu okullarla eğitimini asırladır sürdüregelmiştir. Kültür tarihimizde, “tarik” veya “tarikat” ismi ile yerini alan okullar, bilhassa söze yani lisana çok ihtimam göstermişler, kelâmı, irşada vesile olacak şekilde işleyerek nazariyattan tatbik sahasına geçirmişlerdir. Hatta eğitime katkısı olmayan sözlerden sakınmışlar, böylesi durumlarda susmayı tercih ve telkin etmişlerdir. Gerek meydan terbiyesinde gerekse bu terbiyenin parçası olan tarikat âyinlerinde, sözle veyahut fiille, ulvî değerler âdeta sahnelenmiştir. Meselâ semâ âyininde, veled devri (devr-i veled) olarak bilinen Sultan Veled devrinde dervişler, sırtlarında siyah hırkalarıyla semâ meydanını kendi ekseni etrafında üç kere kat ederler. Bu esnada karşılıklı eğilerek, selâmlaşırlar. Selamlaşma, mürşid postunun iki yanında karşılıklı duran iki semâzen canın, sağ ellerini kalplerine koyarak birbirlerine eğilmesi, bu niyazdan sonra da birbirlerinin cemâline bakmasıyla tamam olur. Niyazlaşmanın sıra ile icra edilişi sebebi ile postuşin efendi ile yani şeyh efendi ile sıranın en sonundaki semâzen can, karşılaşarak selamlaşmış olur. İşte bu can cana niyaz, anlatmak istediğimiz “bendeniz”kelâmının fiilen ortaya konulması – sahnelenmesi gibidir. Bu niyazlaşma mümin’in, mümin’e ayna oluşudur âdeta . Sanki harfsiz savtsız olarak şu sözler gönülden gönüle akmaya başlar.
“ Hakkın emanetine hâiz, sıfatına mazhar ey sûreti ve sîreti insan olan can! Ben sizdeki emanete köleyim. Geldiğim yeri unutmadım. Her sûreti insan olanda, ahdimi ve vaadimi bir kez daha tazeliyorum. Hak sizde tecelli etmiştir, gönlümle selâm ederim. Sizin nezdinizde Hakk’a niyaz ederim.”
Buna mukâbilen karşıdaki derviş de
“ Biz bu güzelliği lâyıkı vechi ile beyan edemedik. Sizin bu teveccühünüze ancak ayniyle mukâbelede bulunarak niyaz ediyorum.” der.
Sözün edebi, özün edebini de zâhir kılar- ortaya çıkartır. Bazen özdeki güzellik, sözü güzel kılar. Bazen de sözdeki güzellik, özdeki güzelliği tezâhür ettirir. İşte “Bendeniz” bu nevi güzelliklerin karşlıklı yaşanılmasına köprü oluşturan ifadelerdendir.
Tâbiri yerin de ise bu mülâkat sadece hemcins olmaktan çok daha ileri hemhâl oluşun çok güzel sahnelenmiş şeklidir.
“Bendeniz” ifadesinin bu âlemde Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye, hatırlamaya ve hatırlatmaya vesile olmasının yanında pekçok bereketleri de vardır. Bir düşünsenize; birbirinde Hakk’ın tezâhür ettiğini düşünen insanlar nasıl birbirini aldatabilir? Nasıl birbirini incitebilir ve karşısındakini nasıl hakir görebilir? Saygısızlık ve sevgisizlik ile karşısındakini nasıl tahkir ve taciz edebilir? Bir başka deyişle “bendeniz” mefhumunu idrak eden bir şahıs, kötülüğü düşünebilir mi? Hilkatte beraber, hakikatte birader olduğunu düşünürse hemcinsine karşı, nasıl bîgâne kalabilir?
Ne kadar güzeldir! İnsanı kendine mirat- ayna edinebilmek ve kendisini, insana ayna olmak için gayret sarfedebilmek!
Böyle olursa ne olur?
Ben – sen çekişmesi kalkar. İkilik biter. Müteaddit vücutlarda (birçok vücutta) bir ruh olarak yaşanır. Kendi içinde ve yaşadığı cemiyette sulhû , sukûnu, muhabbeti doya doya yaşar. İnsan dünyada iken cennet saadetine nâil olur.
İşte o zaman sadece güzel sözler vücut bulmaz. Ulvî ruhların ve güzelliklerin de tezâhür etmesiyle, gerçek tekâmül ve terakki yaşanır.
Keşkül Dergisi ikinci sayısından alınmıştır.