BEN KİMİM? – Cihan Okuyucu
BEN KİMİM?
Cihan Okuyucu
Ey birâder tu hemi endişeî
Mâ-bekâa üstühân u rişeî
Ey kardeş! Sen bütünüyle akıl, fikir ve düşüncesin. Geri tarafınsa kemikten ve damardan ibaret.
Sevgili okuyucu! Bazan kendisini beğenmiş biri için; “kendisini dünyanın merkezi sanıyor!” dendiğini duymuş olmalısın. Hakikatte bu sözün sen de dahil herkes için geçerli olduğunu hiç düşündün mü? Hakikatte hepimiz ben merkezli bir dünyada yaşamaz mıyız? Bir pergelin sabit ayağı gibi her şey kendimizden başlayıp uzağa doğru genişlemez mi? Bir koza gibi dünya, bu ben çekirdeğimiz etrafında örülmez mi? Herkes bir benlikle yaratıldığına göre bu durum ayıplanacak bir şey olmasa gerek. Ama garip olanı insanın her şeyden fazla önem verdiği ve ben dediği kendi öz varlığını tanıma konusundaki şaşırtıcı tembelliği… Her iki kelimede bir tekrar ettiğim bu benliğim nasıl bir benliktir? Onun ve mensubu olduğu insan türünün bu varlık denizindeki yeri ve değeri nedir? Benliğimin mükemmel bir ben haline gelmesinin yolu nereden geçer?… İşte bu sorular, gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerin en temel sorularıdır. Zira bir kültür veya medeniyeti oluşturan diğer bütün kavramlar, bu çekirdek sorulara verilen cevaplar etrafında örülür, şekil kazanır. Bu yüzden denebilir ki her yeni medeniyet; özde, insanın ve insanlığın yeni bir tarifidir ve diğerlerinden bu yönüyle ayrılır. O halde sevgili okuyucu, insanın bu varlık denizindeki yerini ve değerini bilmek için -Merhum S. Ahmet Arvasi”nin Kendini Arayan İnsan isimli eserinde yaptığı gibi- varlık âlemini gözümüzde çokluktan azlığa, değersizden değerliye doğru piramid şeklinde bir yapı olarak canlandıralım. Sonra bu dört katmanlı piramidin en geniş olan alt ayağına cansızları, onun üzerindeki ikinci katmana bitkileri, üçüncü katmana hayvanları yerleştirelim. Nihayet incelip daralan tepe noktasını da insana ayıralım. Böylece insan, bütün maddi âlemi ayaklarının altına almış; başını göklere doğru uzatmış olsun. Bu sembolik yerleştirme, onun aynı anda hem yerlerin kurdu ve hem göklerin çocuğu olduğunu, madde ve madde ötesinin onda buluşup kucaklaştığını göstersin. Şimdi benzetmemizin bu noktadan sonrasını Hz. Mevlânâ’ya bırakalım:
Nerdübanhâyist pinhân der-cihân
Pâye pâye tâ inân-ı âsüman
Her gürührâ nerdübâni diğerest
Her revişra âsümâni diğerest
Her yekî ez hâl-i diğer bî-haber
Mülk-i bâ-pehnâ vü bî-pâyân u ser
In der-ân hayran ki o ez çîst hoş
V’ân der-în hîre ki hayret çîsteş (5/2565-69)
Bu cihanda göğe kadar basamak basamak yol bulan gizli merdivenler vardır. Her topluluğun merdiveni başka ve her gidişin göğü başkadır. İnsanların her biri yekdiğerinin halinden habersizdir. Çünkü burası geniş bir memleket, ucu bucağı olmayan bir yerdir. Onun hoşluğu nedir diye bu ona şaşırmada; o ise bunun şaşırmasına hayret etmede.
Görüldüğü gibi Hz. Mevlânâ gözümüzün önünde uzun bir insanlık merdiveni canlandırıyor. Bu öyle bir merdiven ki, bir başı meleklerin bile üzerinde. Buna karşılık alt kısmı, hayvanlardan bile daha aşağılara inmekte. Bu benzetmeden anlaşıldığı gibi diğer bütün varlıkların varlık piramidinde ait oldukları katman da, değer de sabit. Sözgelimi; kötü bir melek ya da iyi bir şeytan düşünebilir miyiz? Elbette hayır. Buna mukabil bir insandan söz ederken; “melek gibi adam” ya da “şeytanın teki” gibi ifadelerimiz hiç de yadırganmaz. Demek ki her bir insan, kendi derecesine göre şeytanla melek arasında- ki o uzun merdivenin bir basamağındadır. Diğer taraftan normal bir merdivende insan kendi üstünde olanları fark eder ve daima daha üst basamaklara yükselmek için çaba harcar. Halbuki -kimsenin kimseyi anlamadığı Babil kulesine benzeyen- bu merdivende durum farklıdır. Her insanın anlayış kapasitesi, ilmi, irfanı ve mizacı farklı olduğundan herkesin herkese hayret ettiği tuhaf bir merdivendir bu.
Peki ama insanın bu merdivendeki derecesi, ait olduğu basamak neye göre değişmektedir? O, bu konuda şu mealdeki bir hadisi şeriften hareket ediyor: “Hak Teâlâ melekleri yarattı ve onlara akıl verdi; hayvanları yarattı ve onlara da şehvet verdi. Sonra Ademoğullarını yarattı ve onlara hem akıl hem de şehvet yükledi. İnsanlardan kimin aklı şehvetine galip gelirse o melekten üstündür; kimin de şehveti aklına galip gelirse o da hayvanlardan aşağıdır.”(4/59) Görülüyor ki Hz. Mevlânâ, insanı bütün kusurlarıyla birlikte takdis eden hümanist anlayışın aksine onu hadiste bildirilen ulvî değerleri temsil ölçüsünde değerli ya da değersiz buluyor. Bu noktada Mevlânâ da dahil bütün sufilerin şu ikileminden söz edebiliriz! Bir tarafta yaratılan her şeye, yaratanın hatırı dolayısıyla duyulan sevgi, diğer tarafta ise hak edişe dayalı bir seçkincilik… Yukarıdaki hadisin manzum tercümesi sayılabilecek aşağıdaki dörtlük, bu anlayışı özetlemektedir:
Ademîzâde turfa ma’cûnist
K’ez ferişte vü ez hayvan
Ger bedân meyl miküned kem ezîn
Ver bedîn meyl miküned bih ez-ân
Dörtlüğün serbest tercümesi şu: Insanoğlu ne tuhaf bir karışımdır! O bir tarafıyla melek, öbür tarafıyla hayvandır. Eğer hayvanlığa meyl ederse, hayvan mı olur? Hayır! Iradesini kullanmadığı ve insanlığın kadrini düşürdüğü için hayvandan daha aşağı dereceye düşer. Peki melek yönüne meyl ederse? Bu sefer de o melekten daha yücelere yükselir. Zira insanda melekte olmayan, adına nefs dediğimiz bir ayakbağı vardır. Nitekim bu engeli aşan Hz. Peygamberin miraçta ulaştığı yakınlığa Cebrail dahil hiçbir melek ulaşamamıştır. O halde insan olmak ne büyük bir risk ve ne büyük bir potansiyel!
İKİLİ YAPIM VE DEĞERİM
Yukarıdaki hadis-i şeriften ve dörtlükten anlaşıldığına göre bizde meleki ve şeytani özellikler; can ve ten, akıl ve şehvet gibi ulvi ve süfli hasletler bir araya gelmiş bulunuyor. Yani eskilerin camiü’l-ezdad dedikleri bir yapıdayız. Mevlânâ’ya göre Allah’ın bu zıtları birleştirmesinde bir hikmet vardır… Ruhsuz beden cansızdır, ama ruh da bedensiz bir iş yapamaz. Ne tek başına su baş yarabilir, ne de toprak. Ama toprakla suyu karıp kerpiç yaparsan bir adamın başını yararsın. Yine de sonunda her şey aslına döner; yani kerpiçin toprağı toprağa gider, suyu da suya. Bizim de aynı anda hem ulvî hem de süfli olana meyletmemiz, yaratılışımızdaki her unsurun kendi aslına çekmesinden dolayıdır… Dolayısıyla biz bu halimizle aşağıda tarif edilen bir kuşa benzemekteyiz:
Can küşâyed sûy-ı bâlâ bâlihâ
Derzede ten der-zemin çengalhâ (4/1567)
Yani: Can kuşu yücelere kanat çırpmakta; gözü yerde olan ten ise zemine tırnaklarını geçirmiş.
Kuşun değeri gövdesinden değil kanadından gelir. Yükselebildiği kadar değerlidir kuş. Işte Mevlânâ’ya göre, bedeniyle pek küçük ve değersiz olan bizi bütün alemin en kıymetli unsuru haline getiren şey de içimizde taşıdığımız o mana, ötelere duyduğumuz o özlemdir:
Pes be-sûret âlem-i asgar tuyî
Pes be-ma’nâ âlem-i ekber tuyî (4/531)
Görünüşte bu alemde en küçük şeysin sen, ama taşıdığın mana bakımından en büyük alem sensin. O halde sen bu halinle en büyük saygıya layıksın. Oysa:
Eblehan tazim-i mescid mikünend
Der-cefâ-yı ehl-i dil cidd mikünend (2/3139)
Ahmaklar kul eseri olan mescide saygı gösterir de Cenab-ı Hakk’ın en değerli eseri olan gönlü yıkmaktan çekinmezler.
Hz. Mevlânâ bedenin canla ilişkisi ve bunların değer bakımından mukayesesi hakkında eserinin başka bir yerinde de şunları söylüyor:
“Beden canla gelişir, günden güne büyür; fakat can gitti mi bedene bir bak, ne hale gelir? Bedeninin ancak bir iki arşın boyu vardır; fakat canın, ta göklere ağar, gökleri dolaşır. Can düşünmeye başladı mı a yüce kişi, Bağdat’a, Semerkant’a dek yol, yarım adımdan ibarettir. Can, bedenin sakalına, bıyığına aldırmaz; fakat beden, can olmadıkça bir leştir, aşağılık bir şeydir.” (4/73)
Edebiyatımız; taşıdığı can ışığı ve mazhar olduğu ilahi nefha cihetiyle insanı yücelten beyitlerle doludur. Ama bunların belki de en güzeli ilhamını Mevlânâ’dan alan Şeyh Galib’in aşağıdaki mısralarıdır:
Bir şulesi var ki şem-i cânın
Fanusuna sığmaz âsumanın
Bu sine-i berk-âşiyanın
Sinâ dahi görmemiş nişanın
Bu can mumunun öyle bir yalımı, öyle bir parlayışı var ki şu gökyüzü fanusuna bile sığmaz. Gerçi Tûr-i Sinâ, Cenâb-ı Hakk’ın tecellisine mazhar oldu olmasına ama o bile ardı arkası kesilmeyen tecelli yıldırımlarının yuvası olan aşık sinelerinin yanına yanaşamaz…
Bu bahsi, yine Şeyh Galib’in insanın değerini anlatan şu nefis mısralarıyla bitirelim:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi virâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Ruhsun nefha-i Cibril ile tevemsin sen
Sırr-ı Haksın mesel-i Isi-i Meryemsin sen
Hoşca bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen
Tercüme: Ey gönül, bu kadar gam, bu derece hüzün de neyin nesi! Gerçi sen ten bakımından bir viranesin ama mazhar olduğun ilahi tecelli bakımından, tılsımlı bir hazinesin. Sen, meleklerin bile kendisine secde etmesi emredilmiş yüce bir varlıksın. Öyle bildiğin filan gibi değil, sen, değer bakımından bütün yaratılmışların üstündesin. Zira, ruh denen ilahi bir nefha taşıyorsun ve bu ruh Cibril’in Hz. Meryem’e üflediği ruhun ikizi. O ruhun eseri olan Hz. Isa, nasıl Hakk’ın sırrı ise sen de -ruh cihetiyle- ona denk bir sırsın. Kendini küçümseme ve değer vererek bak. Çünkü sen bu alemin varlık sebebi, özü, aslı, mayasısın. Şayet bu kâinat -şekil bakımından- bir göze benzetilirse sen de onun bebeğisin, gören kısmısın.
BİNİT MİYİM BİNİCİ Mİ?
İnsanın söz konusu ikili yapısı Mesnevî’de birçok benzetmeye konu olur. Sözgelimi Hz. Mevlânâ’ya göre ruh ve beden ilişkisi Hz. İsa ile eşeğinin durumuna benzer. Bu ikilide asl olan eşeğin sahibidir, eşek değil. Eşek, sahibine hizmetle yükümlüdür ve değeri de bu hizmetle orantılıdır. Ama durum tersine döner de hizmet eden ve edilen yer değiştirirse binicinin vay haline! Bu sefer eşek sahibi, eşek derecesine düşer; hatta aklını ve iradesini kullanamadığı için ondan da aşağılık hale gelir. Bu hale düşmemek için binicinin bilmesi gereken ilk husus, kendi istekleriyle eşeğin isteklerinin farklı olduğu gerçeğidir. Bu yüzden o daima tetik durmalı, eşeğini kontrol altında tutmalıdır:
“Gel eşeği serbest bırakma. Zira o yeşillik tarafına meyleder. Bir an ondan gaflet edersen, önüne ardına bakmadan fersahlarca uzaklaşır. Yolda düşman var. Eşekse otun sarhoşu. Düşman, nice eşeğe kul olanları mahvetmiştir.” (1/117) Madem ki istekleri temelden farklıdır, o halde akıl ve beden ilişkisi iki rakibin ilişkisidir. Sen de hangi tarafının gelişmesini istiyorsan mecburen öbür tarafını zayıflatmalısın!, “Akıl galip olursa nefsin zayıflar, zira ağır binici taşıyan eşek halsiz düşer. Ama ey eşek değerli! Senin aklının zayıflığından bu hakir eşek ejderha oldu.” (2/67)
Hz. Mevlânâ başka bir yerde bedeni bu sefer ata, ruhu da padişaha benzetir. Atın da gözü var, şahın da… Ama iyi bir at kendi gözüyle değil sahibinin gözüyle görür ve onun istediği yere gider: “Süvarisiz at bir iş yapamaz. Atın gözüne yol gösteren, şahın gözüdür. Şahın gözü olmadan atın gözünün bir değeri olamaz.” (2/47) Buna benzer tarzda bizde de iki göz var; baş gözü ve basiret gözü. Hz. Pire göre baş gözümüz de itaatli bir at gibi olmalı, kendisini yönlendiren akıl ve basiret padişahına uymalıdır: “His nuruna Hak nuru binse can kendiliğinden Hak yoluna meyl eder.” (2/47)
Sürekli birbirinin yolunu kesen, birbirine çelme atan beden ve ruhun; akılla nefsin durumunu Mevlânâ, Mecnun’la devesinin haline benzetiyor:“Mecnun devesine binmiş Leyla’ya gitmek üzere yola çıkmıştı. Onun gözü Leyla tarafınaydı ama devesinin gözü arkada bıraktığı yavrusundaydı. Mecnun bir an uykuya dalsa deve yuların gevşemesinden durumu anlar, hemen gerisin geri dönüp yavrusu tarafına kaçardı. Bir müddet böylece yol aldıktan sonra hâlâ aynı yerde dolanıp durduklarını gören Mecnun bir ah etti ve dedi ki: Ey deve! Ikimiz de aşığız ama aşık olduğumuz şeyler farklı. Vuslata giden yol iki günlüktür ama senin yüzünden 60 yıllık ömrüm boyunca tuzağa yakalanmış yollarda kaldım.” (4/60) Mesnevi’de beden-can ilişkisi, yukarıdaki alıntılar dışında da birçok benzetmeye konu olmakta. Biz de bunlardan birkaç tanesini kısa kısa aktaralım:
Bedenim Tavuk Canım Kaz
Evvelce de belirtmiştik. Göklerden gelen canla topraktan gelenin kendisinde buluştuğu insan, daima kendisini oluşturan iki unsurun çekişme sahnesi. Mevlânâ insanın bu halini şu benzetmeyle açıklıyor: “Sen, tavuğun kanadı altında yumurtadan çıkmış kaz gibisin. Dadın tavuk, aslınsa kaz. Gönlünün denize meyli aslının kaz oluşundan. Karaya meylin ise dadından. O halde o kötü dadını terk et.” (2/137)
Ten Kesem ve Can Param
Aşağıdaki beyitlerde de insan, beden bakımından keseye; can bakımından ise paraya benzetilmekte. Tabiatıyla kesenin değeri içindeki paranın değeri kadardır:
Kıymet-i hemyân ü kîse ez-zerest
Bî-zer ân hemyân u kîse ebterest
Hemçünân ki kadr-i ten ez-cân buved
Kadr-i cân ez-pertev-i cânân buved (3/2546)
Kesenin değeri içindeki altındandır. Altın yoksa kese ve cüzdan ebterdir. Bunun gibi tenin kıymeti de candan gelir. Canın değeri ise Sevgilinin onda yansıyan ışığından. Bu benzetme zincirine göre ten canın kesesi olduğu gibi bizatihi can da Ilâhî ışığın kesesi konumundadır. Demek ki o ışık yoksa canın da bir değeri yok.
Gençlikte bedenin tazeliği ve güzelliği keza canın eseridir. Mevlânâ bununla ilgili şu benzetmeleri yapıyor: “Pencere, yahut ev aydınlanırsa, aydın sanma; güneşin verdiği aydınlıktır o; bunu bil. Beden de güzelliğiyle, alımlılığıyla nazlandıkça nazlanır. Can da bedene der ki: A çöplük, sen kimsin ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın. Nazından, işvenden dünyaya sığmıyorsun; hele bekle, senden bir çıkayım da gör halini!”(1/128)
HİKAYE
Ruhum beden sandığının tutsağı
Şimdiye kadar Mevlânâ’nın konuyla ilgili bazı tespitlerine ve benzetmelerine yer verdik. Mevlânâ tabiatıyla bu benzetmelerden ahlâki sonuçlar da çıkarıyor. Şimdi bu tip mesajlar içeren bir Mesnevi hikayesine yer verelim. Bizdeki sevimli Nasrettin Hoca hikayelerine benzer tarzda Araplarda da Cuha hikâyeleri meşhurdur. Hz. Mevlânâ da beden-can ilişkisini anlattığı aşağıdaki muzip hikâyede bu tipe başvuruyor. Hikâyemize göre insan, beden denilen eski bir sandığın içinde mahpustur. Bu eski sandık kırılıp ateşe atılmaktan başka işe yaramaz. Peki ya sandığın içindeki? Onu oradan kim kurtaracak? Şimdi hikayeyi birlikte takip edelim ve neticeyi görelim:
Cuha pek fakirdi, zengin olmak için karısıyla birlikte bir senaryo hazırladı ve onu güya kendisini şikâyet etmek üzere mahalle Kadısına gönderdi. Kadın pek güzeldi ve Kadı onu görür görmez âşık oldu. Kadın da derdini daha iyi anlatmak bahanesiyle onu evine davet etti. Bu ikisi, eve daha yeni girmişlerdi ki Cuha dışarıdan kapıyı çaldı. Yakalanma korkusuyla nereye saklanacağını şaşıran Kadı, telaşla ortada duran eski bir sandığın içine girdi. Cuha olan bitenden habersiz gibi karısına şöyle dedi:
– A hanım! Devamlı yoksulluktan şikâyet edip duruyorsun. Ne yapayım ki herkes bizde böyle bir sandık olduğunu biliyor ve içinde para biriktirdiğimizi sanarak yardım etmiyor. Ahdim olsun ben onu yarın şehir meydanına götürüp yakacağım. Böylece onun boş mu dolu mu olduğunu herkes kendi gözüyle görsün, anlasın, dedi. Bunları işiten zavallı Kadı ecel terleri dökmeye başladı. Daracık sandıkta güç bela sabahladı. Ertesi sabah Cuha bir hamal çağırıp sandığı onun sırtına yükledi. Hamal şehir meydanına doğru yola koyulunca
Kadı yavaşça; “ey hamal, ey hamal” diye seslendi. Hamal önce yanlış duyduğunu sandı ama sonra sandıkta birinin gizlendiğini anlayıp kulak kabarttı. Başından geçenleri anlatan Kadı hamala yalvardı:
– Ne olur çabuk mahkemeye koş ve oradaki naibime (yardımcıma) haber ver. Gelip sandığı sahibinden satın alsın ve ağzı kapalı olarak eve götürsün. Yoksa aleme rezil rüsva olacağım, dedi. Durumu öğrenen Naib koşarak geldi ve Cuha’dan sandığın fiyatını sordu. Fırsatçı Cuha:
– Bana 1200 altın verdiler ama ben 1000 altından azına razı olmadım, dedi. Beriki kızdı:
– Yahu insaf et. Böyle eski bir sandık için istediğin rakamdan utan! Cuha dedi ki:
– Madem öyle, istersen içini açayım da değerini sen takdir et.
Naib:
– Aman bu aybı açma ki senin de aybını örtsünler. Böyle zulm etme ve kendi başına gelmesini istemediğini başkası için de isteme, dedi. Cuha:
– Evet, haklısın. Bu benim yaptığım zulum, ama, onu ilk yapan daha da zalimdir, cevabını verdi. Naib de:
– Birer birer hepimiz bir şekilde zalimiz… Ama Cenab-ı Hak lutfuyla aybımızı örter, dedi.
Cuha nihayet insafa geldi o eski sandığı 100 altına sattı. (6/167 vd)
Benzerlikler
Efendim, şimdi de bu hikâyedeki benzerlikler üzerinde duralım: Hz. Mevlânâ’ya göre hepimiz iç içe iki sandığa mahpusuz. Nedir bunlar? Birincisi burada zikredilen beden sandığı ve altı duyumuz. Ya ikincisi? O da bizi saran bu maddî âlem ve altı cihet. Nitekim Cenâb-ı Hak insanlara ve cinlere: “Gücünüz yeterse bu göklerin ve yerin etrafından çıkıp gidin.” buyurmuştur. Şimdi birileri diyebilir ki; A Mevlânâ, bu ne doyumsuzluk! Bu uçsuz bucaksız gökyüzü nasıl sandık oluyormuş! Ama unutmayalım ki ruh sonsuzdan gelmiştir ve sonsuzu özler. O yüzden ister dar ister geniş olsun sınırlayıcı her şey ona bir hapishane görünür. Peki insanların kaçta kaçı bir sandıkta olduğunun farkında? Mevlânâ’ya göre ancak bindi biri! Sandıkta olduğunu bilenler, kadı gibi tir tir titrer. Diğerleri ise köle olarak doğanlara benzer. Köle doğan kişi, hürriyeti kavrayamaz. Bunların hayatı bir sandıktan diğerine intikal etmekle geçer. Beden sandığından çıkar tabut sandığına girer, oradan çıkar kabir sandığına girer. Sandıktaki kadıyı yardımcısı kurtarmakta idi. Mevlânâ şöyle niyazda bulunuyor: “Allah”ım! Sen bize de bizi bu beden sandığından alıp kurtaracak kimseler gönder.” Peki bu kurtarıcı kim olabilir? Sandıktakini ancak sandığın dışındaki biri kurtarabilir. Nitekim kuyuya düşen Yusuf’u da dışarıdan gelenler kurtarmışlardı. O halde kurtarıcılar daha önce kurtulmuş yüce erler, yani peygamberlerdir. Bu yüzden Mevlânâ’ya göre bütün müminler kendi idraklerini bu beden hapsinden kurtaran Peygamberin azatlısıdırlar.
Ahlâkî Sonuçlar
Ten-can ilişkisini ahlâki alana taşıdığımızda başka sonuçlara ulaşmak da mümkün: Insan için iki tür güzellik söz konusudur:
Ten güzelliği ve can güzelliği. Ahmağın aklı gözündedir ve daha ziyade ten güzelliğine aldanır. Mevlânâ bu ahmakça bakışı bakın nasıl ayıplıyor: “Ne zamana kadar testinin süsüyle oyalanacaksın. Testinin süsünden geç de suyu ara. Her sedefin içinde inci bulunmaz. A canım! Sen de sedefe değil içindeki inciye bak, şekle aldanma.” (2/38)
Bizim kendi bedenimizi seçme şansımız yok, ama canımızı olgunlaştırmak, ahlâkımızı güzelleştirmek kendi elimizdedir. Mesnevî baştan sona ahlâkı güzelleştirme kılavuzudur. Biz de bu bahsi, başka bir başlık altında ele alacağız. Şimdilik bu bölümü can güzelliğinin ten güzelliğinden daha önemli oluşuyla ilgili olarak Mesnevî’den seçtiğimiz bir hikâye ile bitirelim:
Yüz Çirkini, Can Çirkini
Bir sultanın iki kölesi vardı. Biri zenciydi fakat güzel huyluydu; diğeri ise simaca güzel fakat huyca çirkindi. Sultan, güzel olanını bir işe gönderdi ve diğerine dedi ki:
“Ben seni akıllı ve becerikli bir köle olarak biliyorum, fakat şu arkadaşın var ya! Senin için söylemediğini bırakmıyor, hırsızdır, hayasızdır, diye koğuculuk yapıyor. Bu sözlerin aslı nedir?”
Böylece şah izzet-i nefsine dokunacak sözlerle köleyi tahrik edip arkadaşı aleyhinde konuşturmak istedi. Fakat köle ona şu umulmadık cevabı verdi:
“Yüce sultanım! Arkadaşımın bütün söyledikleri gerçektir. Hatta bende onun saydığı kötü huylardan çok daha fazlası var. Ama anlaşılan o, kendi iyiliğinden bunların çoğunu saklayıp pek azını söylemiş.” Bunun üzerine Sultan:
“Peki. O senin kusurlarını saydığı gibi şimdi sen de onun bildiğin kusurlarını söyle.” diye emretti. Köle:
“Onun kusurlarından biri muhabbettir; biri vefa, diğeri cömertliktir. Bir ayıbı fedakârlık, öbürü tevazudur…” diyerek ne kadar güzel özellik varsa hepsini bir bir saydı. İyice şaşıran Sultan:
“Galiba sen, onu över gibi yapıp aslında kendini övüyorsun…” diye köleyi sıkıştırdı. Ancak köle, arkadaşı hakkında söylediklerinden geri dönmedi. Sultan daha sonra onu bir işe gönderip dışarıdaki güzel yüzlü beyaz kölesini çağırdı ve ona da berikine söylediklerini tekrar etti:
“Şu siyahi köle, senin hakkında pek kötü şeyler söyledi. Halbuki ben sende onları göremiyorum. Aksine seni, zeki ve becerikli buluyorum.”
Bunları işiten köle, öfkeden köpürdü. Gözünü kapatıp ağzını açtı ve bir yandan kendisini temize çıkarırken diğer yandan dışarıdaki arkadaşı hakkında söylenmedik kötü laf bırakmadı. Bunun üzerine sultan, onu huzurundan kovdu ve şöyle dedi:
“Ey canı kokmuş kişi! Onun yüzü siyah ama içi bembeyaz. Seninse yüzün beyaz ama kalbin kararmış, çürümüş. Defol, çabuk benden uzaklaş.” (2/32)
CEVHER BEYİTLER
1
Hem hayvansın hem melek:
Tâ be-ten hayvan be-câni ez-melek
Tâ revî hem ber-zemin hem ber-felek 2/3814
Ey insan, ne tuhaf bir varlıksın sen. Zıtlıklar sende birleşmiş. Hayvan da melek de yerinde sabit ama sen bunları nefsinde cem etmiş, ten hayvanıyla can meleğini bir araya getirmişsin. Bu yüzden hem göğe mensupsun hem yere. Bu ikili yapını bil ve ona göre dikkatli davran. Ta ki tenin canına diş geçirmesin, kötülük iyiliğine baş eğdirmesin. Gökler dururken börtü böcek gibi toprağın altını vatan edinmeyesin.
2
Eşek misin İsa mı:
İsîye bak rağbet-i har eyleme
Tab’ını akl üzre server eyleme 2/1871
Eşek de sensin, eşeğe binen de. Eşek senin maddî varlığın, yontulmamış tabiatındır. O eşeği sürüp götüren aklın ve ruhun ise Isa”ya benzer. Sen Isa”ya değer ver, eşeğe değil. Eşeğe benzeyen tabiatını akıl İsa”sının üzerine çıkarma. Bırak bedenin ruhuna hizmet etsin, ulvî gayelerin peşinde yorulsun. Yakışığı kölenin şaha hizmetidir, şahın köleye değil.
3
Sen bu libas değilsin:
Bil ki oldu rûha ten gûyâ libâs
Bî-libâs ol lâbisi kıl iltibâs 3/1616
Sen insan bedenini insanın kendisi sanmadasın. Oysa bu beden ruhun elbisesinden başka nedir ki? Hiç insanın değeri giydiği elbiseyle ölçülür mü? Değer ya da değersizlik onun ruhuyla ilgilidir, bedeniyle değil. O halde sen gözünü ten elbisesinden çek de o libasın içindekine dikkat et. Şekle değil manaya bak. Eğer şekilce benzerlik insan olmaya yetseydi iyi de kötü de bir olurdu.
4
Sen devesin akıl deveci:
Akl-ı tu hemçün şütürbân tu şütür
Mîküşâned her taraf der-hükm-i mur
Akl-i aklend evliyâ vü enbiyâ
Ber-misâl-i üştürân tâ-intihâ 1/2597
Deve yük taşımakta güçlüdür ama kendi başına iş göremez. Her devenin başında bir sahibi vardır. Devenin de gözü var ama o kendi gözünü bırakır sahibinin gözünü göz edinir. Deve kendi aklını ve isteğini sahibinin aklına ve isteğine kurban etmiştir. Kendi istediği yere değil çekildiği tarafa gider. Sen de tence deve gibisin, aklınsa deveci. Akıl tenini her tarafa çeker, durur. Sen tenine değil aklına uy. Nebi ve kâmil velilerse aklın aklıdırlar; bütün diğer akılları bir deve katarı gibi çekip götürürler. Akıllılık daha üstün akla uymaktır, kendi aklına değil.