Ben Bir Güzel Gördüm…

A+
A-

Ben Bir Güzel Gördüm…

Değerli dostlar; bundan kısa bir zaman önce 23. 1. 2005 günü saat 22.50’de; koca bir deryanın coşkun dalgaları derin bir sessizliğe gömüldü. Tevâzu’un, hoşgörünün, alçakgönüllülüğün, mütevâzıhğm en büyük kalesi yıkıldı. İnsanı insan yapan değerleri gösteren çok kutlu bir ayna kırıldı. Doksan altı yıllık yaşamında aldığı her nefesi, Hakk’a, hakikate, Hz. Mevlânâ’ya ve bu yolda hizmete adayan, insana ve düşünceye saygının sembolü bir güzel insan, bu fâni âlemde hiç dinmeyecek bir aşk sadâsı bırakıp cân-ı cân olup gitti.

Bugün 30.1.2005. aradan uzun bir yedi gün gelip geçti. Şefik Can dedemden yıllardır işittiğim, “Her şey fâni, her şey hayâl, bizler gölge varlıklarız” sözü son günlerde iliklerime kadar işledi. Yaşadığım şu demde ise Allah’ın lütf u keremi ile kendileriyle tanışma şerefine eriştiğim, hayatımın en kutsal gölge varlığı olan Şefik Can dedemizin boş kalan yatağının yanı başında, sevinçle hüznün birleştiği noktada, derin duygular ve düşünceler içerisindeyim. Çok değil birkaç gün önce aynı saatlerde, bu odada büyük bir heyecan ve telaş vardı.

Sevgili dedemiz, 14.11.2004 günü Zürih’te manevî evlatlarının evinde Ramazan Bayramı’nın birinci günü sabah saatlerinde, beyin damarındaki bir tıkanıklık yüzünden aniden rahatsızlanmıştı. İsviçre’de yapılan ilk tıbbî müdahalelerden sonra Türkiye ve İsviçre’deki doktorların ortak kararıyla İstanbul Şaşkınbakkal’daki fakirhanesine getirilerek, burada tedavisine devam edilmişti. Bugün ise 23.1.2005 Kurban Bayramı’nın dördüncü günüydü ve dedemizin durumu yine sabah saatlerinde beklenmedik bir şekilde ağırlaşmıştı. Akşam saatlerinde gün bitimine doğru, Dr. Faruk Öndağ ve Yoğun Bakım Hemşiresi Meltem Öndağ dedemizin başucunda büyük bir telaşla, yapılabilecek her şeyi yapmaya çalışıyordu. Tıbbî olarak gereken müdahaleler bitince hepimizde büyük bir rahatlık oldu, sevinmeye başladık. 0 yüce insan artık kendini daha iyi hissedecek, belki de bundan sonra durumu daha da iyiye gidecekti. Bendeniz dedemizin odasında her zaman bir kamerayla, fotoğraf makinesi bulunduruyor, zaman zaman çekim yapıyor, fotoğraf çekiyordum. Biraz rahatlamış olmanın verdiği huzurla elime kamerayı aldım, o mutlu anı belgelemek için kısa bir çekim yaptım. Doktor Faruk Bey; “Ablacığım bu gibi haller zaman zaman hiç göründüğü gibi olmayabiliyor. Kaybettiğinizi zannettiğiniz bir hastanız biranda geri gelebiliyor, geri döndü dediğiniz bir hastanızda aniden gidebiliyor” dedi. Fakat bendeniz dedemizin aramıza geri döndüğünü düşünüyordum. Çünkü o günü çok sıkıntılı geçirmişti. Yapılan müdahalelerle biraz rahatlamış görünüyordu. Kim bilir belki de doktorumuzun gelişi yapılan müdahaleler, fakiri psikolojik olarak rahatlatmıştı. Birkaç dakika sonra ise gizli bir kuvvet, bizler farkında bile olmadan hepimizi yönlendirmeye başlamıştı.

Âni bir kararla dedemizin baş ucunda duran kasetçalara Kani Karaca’nın seslendirdiği, “Nay-i Osman Dede’nin Uşşak Mevlevi” âyinini koydum. Hafif hafif çalan âyindeki ses ve ritimler, sanki ötelerden gelen, ruhumuzun derinliklerinde hissettiğimiz, büyülü bir sesti, içimizde tarifsiz coşkunluk yaratmıştı. Bir anda odanın havası değişti, derin bir sükûnet oldu. İnanılmaz bir manevî hâl tecellî etti. Dedemin başucunda bendeniz, Dr. Faruk Bey, yoğun bakım hemşiresi olan eşi Meltem Hanım ve dedemizin manevî evlatlarından Deniz Hanım bulunuyordu. Deniz Hanım, “Nur ablacığım bu güzelliğin yanında dedemize bir de zemzem ikram edelim” dedi. Zemzemi elime aldım, dedemizin dudaklarını ıslatıyordum, bir ara dedemin içini çekercesine nefes aldığını fark ettim. Dr. Faruk Bey’e, döndüm “Sizde fark ediyor musunuz, küçük bir çocuğun ağladıktan sonra iç çekişi gibi dedem nefes alıyor” dedim. Bendeniz bunları Faruk Bey’e söylerken, Deniz Hanım büyük bir heyecanla, “Nur ablacığım, dedemizin gözünden yaş geliyor” dedi. Baş tacımız gönül sultanımız dedemizin cemâline baktığımda göz ucundan bir damla yaşın gül cemaline süzüldüğünü fark ettim. O bir damla göz yaşının tarifi nasıl yapılır, yüreğimde bıraktığı iz nasıl çizilir bilemiyorum. Yüzlerce yıl ömrüm olsa o bir damla göz yaşının mübarek yanaklarından süzülüşünü unutmam mümkün değil. Sanki doksan altı yılık ilâhî aşkla geçen hayırlı ve bereketli ömrünün toplamı o bir damla göz yaşında gizlenmişti. Bizler henüz hiçbir şeyin farkında değildik. Bendeniz dedemin içten içe büyük bir rahatlık ve huzur içerisinde olduğunu hissetmiştim. Fakat bunu tıbbî olarak yapılan müdahalelerin verdiği rahatlık ve huzur olarak kabul etmiştim. Halbuki o dakikalarda vuslat zamanının geldiğini çok iyi bilen dedemizin gözlerinden üç damla sevinç gözyaşı süzülüyordu. Üzerinde tarifsiz bir huzur, mutluluk ve razı olma hali vardı. Öyle bir manevî neşe yaşıyordu ki hepimiz kontrolsüz olarak bu neşeye ortak olmuştuk. Ne olduğunu anlamadan sadece eşsiz bir ilâhî sarhoşluk ve coşkunluk hâli yaşıyorduk. Sanki birdenbire gönül Kabe’sinin kapıları açılmış yer-gök tüm canlı selama durmuştu. Odada var olan her şey canlanıp dile gelmiş, teşekkür ediyordu o yüce insana. Tüm bunların farkında olmanın verdiği manevî neşe ve huzurla dedemizde sessizce “Oh çok şükür” der gibi derinden bir nefes alış;

Doktor Faruk Bey’den sakin bir ses; “Ablacığım dedemizi yolcu ediyoruz.” Tam tüm sıkıntılar bitti, dedemiz rahatladı, belki birkaç gün daha bu aziz misafir bizimle olacak derken; “Yer altında yer üstündekilerden daha fazla dostlarım var” diyen dedemizi, her zaman büyük bir saygı ve hasretle yâd ettiği aziz dostlarının yanına yolcu etme zamanı gelmişti. Sanki her şey bir anda olup bitmişti, bizler farkında olamamıştık ama, daha âyin çalmaya başladıktan hemen sonra odada öylesine değişik manevî bir hâl tecellî etmişti ki, bunu tarifte acizim. O üç damla göz yaşıyla sanki gökyüzünün kapılan açılmıştı. Cennet’teki Huriler odaya dolmuş, tüm kutlu veliler niyaza durmuştu. Hafif hafif çalan uşşak âyinle bilinmez meydanlar açılmış, görünmez semâlar yapılmıştı. Bendeniz o dakikalarda ne olduğunu anlayamadan sadece bu ilâhî cezbenin devam etmesini istiyordum. O nedenle sık sık Dr. Faruk Bey’e, “Tamam mı? Gerçekten Dedemi yolcumu ediyoruz? Her şey bitti mi?” diyordum. Sanki dedem gidince, hayatım boyunca hiç yaşamadığım belki de bir daha yaşayamayacağım o ilâhî cezbe, manevî duyguların doruğa ulaştığı o demlerde bitecekti. Bütün bu olup bitenler on dakika içine sığınıştı. O ara başka bir odada olan dedemizin eşi Sabahat Hanım içeri geldi. Dedemizin vuslata erdiğini fark ettiği an yüksek sesle ağlamaya başladı. Odada dünya kelamrıyla anlatılamayacak öyle büyük bir manevî coşkunluk vardı ki, bu ağlama sesiyle asla örtüşmüyordu. Sabahat annemizi dışarı çıkardım. Dedemizin bulunduğu odanın kapısını sıkıca kapadım. Yaşanan manevî halden, görünmez neşeden öylesine etkilendim ki, ağlamak üzülmek şöyle dursun, âni bir cezbeyle birkaç dakika semâ yaptım. Yıllardır kitaplardan okuduğum, her sene on yedi aralıkta ayne’l-yakîn olarak yaşadığım Şeb-i Arûs’u, şimdi dedemizin başucunda hakke’l-yakîn olarak yaşıyordum. Ten elbisesinden soyunan bu yüksek şahsiyet önünde saygıyla eğildim niyaz ettim. Yûsuf un gömleğinin kokusunu yansıtan mübarek ellerine defalarca bûs edip kokladım.

Hz. Mevlânâ aşığı bu yüce İnsan-ı Kâmil’e gönül veren, o yüksek şahsiyeti tanıma şerefine eren herkes adına bir kez daha önünde saygıyla eğildim. Yıllarca durmadan, dinlenmeden, gece-gündüz kalem tutan, bizlere nice sırlı kapıları açan ellerine tekrar bûs ederek niyaz ettim helalleştim. Ramazan bayramının birinci günü sabah saatlerinde sevgiliyle buluşacağının müjdesini alarak, hakikat diyarında gönül bayramı yapan dedemiz, Kurban bayramının son gecesi; “Bu can sana kurban imiş, ben koç kurbanı neylerim diyerek” ömrü boyunca peşinden koştuğu, uğruna her şeyini terk edip bir hiç olduğu, sevgilisiyle vuslata kavuşmuştu. Öylesine huzurlu, mutlu, neşeli bir buluşma anı yaşamıştık ki ne bir bayram ne de bir düğün böyle neşeli ve huzurlu olabilirdi. O anda hiç hüznü hissetmedim, ağlamadım, daha doğrusu ağlayamadım. Fakat birkaç gün sonra aynı saatlerde dedemizin boş yatağının yanı başında, canlanan hayallerle bu satırları sizlere yazmaya çalışırken, yüreğimde şimşekler çakıyor, gözlerimden sicim gibi yağmur yağıyor.

Bendeniz daha evvelki yazılarımda her zaman Şefik Can dedemden, hocam diye bahs etmiştim. Birlikte olma şerefine erdiğim zamanlarda ise yazılarımın dışında hiçbir zaman dedeme hocam diye hitap etmedim. Kendilerini tanıdığım ilk günden itibaren hep dedem hitabı ruhuma âşinâ olmuştur. Şu an her şey o kadar saf ve doğal ki gönlüme ve dilime dedem sözcüğünün dışında bir şey gelmiyor lütfen fakiri bağışlayın.

Şefik Can dedemiz çok hassastı. İnsanları ne şekilde olursa olsun, rahatsız etmekten çok çekinirdi. Dedemizin o çok değer verdiği dostlarının geceyi rahat geçirmeleri, rahatsız olmamaları için, sadece birkaç çok yakın gönül dostumuzu arayarak vuslat haberini ilettim. O kutlu geceyi, dedemizin yanı başında, mübarek cemalini seyreyleyerek ellerini öpüp koklayarak geçirdim. Ertesi gün saat 14.30 gibi öylece sessiz, sakin yatan dedemizi son yolculuğuna hazırlamam gerekiyordu. Soğuk bir kış günüydü, akşamdan beri odanın kaloriferini kapatmışlar, bir de camları açmışlardı. Mübarek vücuduna dokunduğumda, bendeniz buz gibi bir ten hayal ederken, belki inanması çok zor ama halâ bedeni sıcacıktı. Ellerine ayaklarına dokundum kas katı olacağını umuyordum, halbuki normal bir insanın bedeninden farklı değildi. Yumuşacık ve hareket edebiliyordu. Kesinlikle mübarek vücutlarında Hakk’a yürüyen bir kişinin belirtisi yoktu. Aynı duyguları paylaşan bir yakınımız bir ara bendenize, “Bir yanlışlık olmasın. Dedemizin sanki göğsü hareket ediyor, nefes alıyor dedem” demişti. Kutsal bedeni sadece derin bir uykuda gibiydi. Bir gün sonra Şişli Camii’nde öğle namazını müteakiben cenaze namazı kılınacaktı. İstedim ki o günde dedemiz evde misafirimiz olsun. Doktoruyla konuştuk, iki gün evde kalmasının uygun olmadığını söyledi. Gün içerisinde saat 16 gibi gelip, evden alıp Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki gasilhaneye götüreceklerdi. Dedemizin mütevazi hanesi sevenleriyle dolup taşıyordu. Zaman dolmuştu, dedemiz son yolculuğuna çıkmak üzereydi.

 Hz, Mevlânâ âşıkı bu değerli dostu götürmek için, sevenleri duâ ve niyazlârla gelmişler, alıp gideceklerdi. Tekbirlerle yattığı yerden aldılar, tabutun kapağı açıldı, beden sandığında gizli olan dedem, bu defada tahta bir sandığa giriyordu. Ellerimle yatırdım, gönül tahtıma büyük bir özenle örttüm yeşil örtüsünü. Herkes o kutsal insanı omuzlamak, onu sırtında taşımak istiyordu. Bunu bendeniz de çok istiyordum. Tabutu omuzladım. Sevgiliye sunulacak çok nadide bir gül demeti gibi cenaze arabasına kadar taşıdım. Sokak merdivenlerinden inerken, dedemin hafif bir ağırlığını hissettim. Sanki omzuma cennetten bir kuş gelip konmuştu. O anki neşemi, mutluluğumu, saadetimi tarif etmem mümkün değil. Araba kapıdan ayrılırken omzuma konan cennet kuşunun sevinci ve huzuruyla niyaz ettim dedeme. O gün yalnız geçen ilk geceydi.

Ertesi gün Zincirli Kuyu Mezarlığı’na gidecektik. Sabah erken saatlerde Kuleli Askeri Lisesi Komutanı’nın arzusu üzerine, üsteğmen bir hanım komutanımızla birlikte askeri bir araç, bizi alarak Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki gasilhaneye götürdü. Çok erkendi, henüz kimse gelmemişti. Üsteğmen Burçin Hanım ve birkaç gönül dostuyla birlikte dedemizin bulunduğu yere geldik. Hiç soğuk havaya dayanamayan, çok üşüyen dedemi buzdolabına koymuşlar. Sıra sıra çekmeceler içindeki cansız yatan bedenlerin önünde neler düşündüm, dedemin konulduğu çekmecenin önünde niyaz ederken neler yaşadım, ne kadar vakit geçti, neler oldu, bendeniz de bilemiyorum. Nihayet çekmece açıldı, dedemizi çıkardılar, Derin bir, “oh” çıktım, Evden ayrılırken dedemizi battaniyeye sarmışlardı, hala battaniyesi üzerindeydi. Biliyordum, artık ne soğuk ne de killimi yenin sıcaklığı ona ulaşmıyordu. Ama olsun, yine de psikolojik bir rahatlama içindeydim. Dedemizi yıkayıp çehizlemek için bir odaya aldılar. Bizler de birkaç hanım karşı duvarın kenarına sıralanmış niyaz ederken, içimizden de lâfz-ı celâl çekiyorduk. Dedemizin yıkandığı odanın kapısının önünde ise birkaç yakın erkek dostumuz aynı vazifeyi yapıyordu. Bir an şimdiye kadar hiç duymadığım bir ahenkte, gökyüzünden gelen bir uğultu şeklinde, insanı adeta büyüleyen bir zikir sesiyle kendimden geçtim. Bendeniz bu derinlerden gelen zikir seslerinin, duvarın karşısında bizler gibi sessizce zikretmeye çalışan erkek dostlarımızdan geldiğini düşündüm. O seslere daha yakın olabilmek için yanımdaki hanımlara sessizce, “Bütünlüğü bozmayalım, biz de karşıya geçelim” dedim. Fakat kapıda niyazda olan erkek dostlarımızın yanına gittiğimde, onlardan hiç ses gelmediğini içlerinden sessizce zikrettiklerini fark ettim. Bendeniz derviş bir aileden gelmem dolayısıyla tekke ve dergahlarda büyüdüm. Çok küçük yaşımdan beri çeşitli zikir meclisleri gördüm. Fakat o an duyduğum zikir seslerindeki ahengi, güzelliği hiçbir yerde görmedim, duymadım. Sesler gökyüzünden yağmur gibi iniyor, sanki binlerce ses tek bir vuruşta birleşiyordu. Bir an yanımda bulunanlara, “Siz de bu sesleri duyuyor musunuz”? demek istedim. Etrafıma baktığımda herkesin gözleri kapalı, niyazda olduğunu gördüm ve sustum. Duyduğum sesler dünyevî zikir sesleri değildi, bir manevî neşeydi ki, ancak duymak ve yaşamak lazım diye düşünüyorum, tarifte acizim.

Böylesine ilâhî bir coşkunlukla, dedemizin yıkanıp, çehizlenmesini beklerken sırlı olan kapı beklenmedik bir anda açıldı. Birden heyecanlanıp irkildim. Kapı önünde niyaz da olan, dedemize çok yakın birkaç gönül dostunu içeriye davet ettiler. Edep içinde hepimiz içeriye girerek, dedemizin etrafına sıralandık. Bendeniz hemen başucuna geçerek; aldığı her nefesi Hakk’a hakikate ve aşka adayan bu yüksek şahsiyetin gül cemaline büyük bir hayranlıkla baktım. İşte o günden beri dilsiz dudaksız, harfsiz, sözsüz, sadece “Ben bir güzel gördüm, ben bir güzel gördüm, ben bir güzel gördüm, ben bir güzel gördüm” diyerek dolaşıp duruyorum. İlâhî güzellik kadehinden içtiğim şarabın sarhoşluğu ne zamana kadar devam edecek, bu fakir ne zamana kadar, “Ben bir güzel gördüm” diye diye, o güzelin sarhoşluğuyla mest bir halde dolaşıp duracak, bilemiyorum ama; Hz. Pirimizden niyazım, bu sarhoşluğum hiç bitmesin, o güzelin cemâli gözümden, gönlümden hiç gitmesin.

Bendeniz yıllardan beri Şefik Can dedemizin mütevazı ama, koca bir irfan deryası olan, kendilerinin deyimiyle fakirhanelerinde, o mübarek zât-ı şerifle birlikte yaşıyor, âcizane hizmetinde bulunmaya çalışıyordum. Gecemiz bir, gündüzümüz bir, gönlümüz bir. Sanki aldığımız nefes birdi. Öyle ki yıllardır kendileriyle birlikte olmanın verdiği yakınlıkla dedemizi çok iyi tanıdığımı sanıyordum. Elbette onun sonsuz bir derya olan mânâsına ulaşabilmek, onun suretinden geçip, sîretine vakıf olmak öyle kolay değildi.

Allah her veli kulunu bir şekilde sırlarken, Şefik Can dedemizi de engin bir tevazu ve alçakgönüllülük perdesiyle örterek gizlemişti. Fakat her şeye rağmen, en azından dedemin suretine vakıf olduğumu sanıyordum. Tâ ki beyaz nurdan bir örtü gibi duran kefeninin içindeki cemalini görünceye kadar. Beyazlar içindeki mübarek cemalini gördüğüm an, yemin etme gibi bir alışkanlığım hiç olmadığı halde gayr-i ihtiyarî; “Yemin ederim Allah’a, yemin ederim Kur’an’a, yemin ederim ki Hz. Mevlânâ ‘ma, ben böyle bir güzel görmedim”diyebildim. Bendeniz o mübarek insanı gördüğümü, onu çok iyi tanıdığımı, hatta ona çok değer verip sevdiğimi sanıyordum. En azından sokakta görsem tanırdım. Meğer dedemi hiç görmemişim, hiç tanımamışım. Onu hiç sevmemişim. Yâ Rabbi o ne ilâhî güzellik. Bendeniz yıllardır yanı başında olmama rağmen sadece “O an da dedemin cemâlini görebildiğimi, işte O andan sonra ancak o mübarek insana gönül verdiğimi düşünüyorum”Gerisi sadece koca bir zann, boş bir hayâl imiş.

İlk defa gördüğüm bu kâmil zatın cemâline bakmaya doyamadım, gördüklerim karşısında gözlerime inanamadım. Beyaz nurlar içinde sanki genç bir delikanlı vardı, kaşlarında ki ara ara beyazlıkların her biri ruhundaki kemâlâtı yansıtıyordu. Cenâb-ı Hakk tevazu, hoşgörü, alçakgönüllülük örtüsüyle sırladığı dedemin perdesini tümüyle kaldırmıştı. Görünen cemâl, rûh ve kemâl zenginliği karşısında şaşkınlığa düşmüştüm. Esrarlı bir şekilde her teli birer manevî işaret gibi duran kaşlarına, ötelerden bir şeyi okşar gibi parmak uçlarımla dokundum. İki gün önce Hakk’a yürümüştü, koca bir gece buzdolabında kalmıştı, inanın sıcaklığı canlı bir insanın teninden farksızdı. Dedemi yakın tanıyanlar bilirler, elmacık yanakları kırmızı kırmızıdır. Hâlâ yanakları kırmızı kırmızıydı. Sanki görünmez bir el, bilinmez bir fırçayla cemâlini süslemişti. Özenle hazırlanmış bir gelin gibiydi. Hayretim, şaşkınlığım hüzne dönüşüyor, bu fakir hiç seni görememiş, hiç seni bilememiş duygularıyla, aldanmayla geçen günlerime, kaybettiğim yıllarıma yanıyordum.

Gerçeklerden haberli olarak ölen Hakk âşıkları sevgilinin önünde şeker gibi erirler.

Rûh âleminde, elest meclisinde âb-ı hayat içenler bir başka tarzda ölürler.

Ötelerden haberdâr olanlar, Hakk sevgisinde derlenip toparlananlar şu insan kalabalığı gibi ölmezler.

Hakk aşıkları letafette melekleri bile geride bırakmışlardır. Bu sebeple diğer insanlar gibi ölmek onlardan uzaktır.

Sen sanır mısın ki, arslanlar da köpekler gibi kapı dışında can verirler.

Hakk âşıkları, sevgi yolunda ölürlerse onları can padişahı kapıda karşılar.

Ahlâklarını, Mustafa’nın ahlâkına benzetenler, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali gibi ölürler

Aslında Hakk âşıklarına ölüm yoktur. Onlar ne ölürler, ne de yok olurlar. Ben bu sözleri şayet ölürlerse böyle ölürler diye söyledim. [Divân-ı Kebir, 972]

İsviçre’den gelerek cenazeye katılan Bahar Hanım, duygu yüklü o müstesna günü, birlikte yaşadığımız aynı dakikaları özetle şöyle dile getirmişti: “Ben ilk defa bir cenazeye katılmıştım. Bu konuda fazla bir şey bilmiyordum. Dedemi yıkayacaklardı, endişe içindeydim. Acaba yıkama odasında kimler vardı? O mübarek zâtı, canım dedemi yıkarken kim bilir nasıl davranacaklardı? Belki de saygısızca bedenine dokunacaklar, diye büyük bir endişe İçindeydim. Dedemi yıkamak için içeriye aldılar. Aman Allah’ım içeriden o kadar güzel zikir sesleri geliyor ki; birden bire rahatladım, şükürler olsun dedemi zikirler eşliğinde yıkıyorlardı, içeride hâl ehli insanlar olduğunu dedeme saygı ve edeple davrandıklarını anladım. Önceki endişelerimi kaybettim. Hayatımda hiç duymadığım bir zikir ahengi vardı. İçeriden gelen zikir seslerinin etkisiyle adeta kendimden geçtim büyük bir vecde geldim. Hayretler içindeydim. İçeride bulunan Şişli Camii imamı Hüseyin Erek Bey’in bu kadar güzel zikir yaptırabileceğini hiç düşünmemiştim. Acaba içerde başka kimler vardı? Hepsi de ne kadar gönül ehliydi. Biraz sonra kapı açıldı, bizi dedemin yanına aldılar. Şaşkındım, içeride kimse yoktu. Sadece birkaç kişi vardı. Fakat hâlâ zikir sesleri geliyordu. Bir an yanıldığımı, seslerin yan odadan geldiğini düşündüm. Duyduklarım, gördüklerim karşısında şaşkına döndüm. O gün yaşadıklarımdan sonra ârif kâmil bir insanın son yolculuğunun, cenaze yıkama olayının ne kadar güzel olabileceğini gördüm. Bu konuda hiçbir korkum, endişem kalmadı.” .

Şefik Can dedemiz gibi Kur’ân ahlakıyla kemâl bulmuş, Hz. Mevlânâ aşkıyla yanmış yakılmış “hiç” olmuş, ilim irfan deryası, bir kâmil insanı, böylesine yüksek bir şahsiyeti, bendenizin dünya kelamıyla ifâde edebilmesi, ondaki ilâhî nuru, gönül zenginliğini satırlara sığdırması mümkün değil. Cenâb-ı Allah’ın kendilerine lütf ettiği her bir manevî meziyet için, ehli tarafından ciltler dolusu kitap yazılabilir. Şu fâni alemde, eğer varsa bir huzurum, mutluluğum, övüncüm, gururum, Cenâb-ı Allah’ın lütf u ihsanıyla sadece Şefik Can gibi âlî bir şahsiyeti tanımış olmaktan, onun kapısında bulunmaktandır. “Efendim evvelim sendin; âhirim de sensin” diyor; rûhaniyeti önünde saygıyla eğiliyorum. Cenâb-ı Hakk’tan o yüksek şahsiyete layık olmayı niyaz ediyorum.

Bendenizin hiç kelama dökülmesini istemediğim, bu konuda şahsım adına söz söylemeyi de terk-i edep saydığım, Şefik Can dedemizin bir gazetede çıkan vasiyetiyle ilgili, konunun yanlış algılanmaması, O mübarek zât-ı şerifin ruhunun rahatsız edilmemesi adına, haddim olmayarak bu konudaki duygu ve düşüncelerimi de burada sizlere arz etmeyi bir görev kabul ediyorum.

Söz konusu olan vasiyetin âcizane muhatabı olarak; yüzyılımızda yetişmiş iki âlî şahsiyet olan Tahirü’l-Mevlevî ve Canların Canı olan Şefik Can dedemizden intikal eden çok değerli kutsal manevî emanetler olan ve ancak ehline teslim edilebilecek “Mesnevihanlık” ve “Mevlevi Şeyhi” olma şerefini taşıyan “destâr”ını; manevî olarak teslim almak, bu emanetleri sahiplenmek gibi bir hakkı kendimde görmüyorum. Mesnevinin sırrına, özüne, mânasına vakıf, her zaman tekrar ettiğim gibi kendileri canlı bir Mesnevi kitabı olmuş, Tahirü’l-Mevlevî ve Şefik Can dedemiz gibi iki büyük şahsiyetin bıraktığı boşluğu, bendeniz gibi aciz cahil bir insanın, doldurmasının mümkün olmadığı gibi, yaşadığımız yüzyılda bu yerin doldurulmasının da mümkün olmadığını düşünüyorum.

Manevî emanetlerden “Destâr” sahibi olmaya gelince; bu şeyh olma şerefine ermek demektir ki; bu konuda ise bendeniz için sadece Hz. Pirimizin ne buyurduğu önemlidir. Hz. Mevlânâ; beyitler de özetle şöyle buyurmaktadır: Şeyh kime derler? “Ey genç; hiç günah yükü olmayan kişi şeyhtir! Bir kimsede beşeriyet sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa o kişi arşa, göklere mensup değildir. Yani Allah’ın has kullarından değildir; rasgele bir insandır” [Mesnevi Ş. Can cilt 3, 1783-1798.] o nedenle şeyh de olamaz, diyerek, şeyh olmanın o kadar da kolay olmadığını, bir şeyhte bulunması gereken vasıfları, uzun uzun anlatarak “Bu yüzdendir ki herhangi bir kişinin varlığı, benliği kalmayınca o pir olmuş, şeyh olmuş demektir” diye buyurmuştur. Önemli olan, Hz. Pirimizin buyurduğu özelliklere uygun olmaktır. Kim bu üstün vasıflara sahipse şeyh odur. Gördüğünüz gibi bendenizin bu tarife uygun biri olması mümkün değil. Her halde dünya durdukça, ömrüm olsa yine de bu vasıflara sahip olamam. O nedenle böyle bir iddiam zaten olamaz, olmamalı da.

Âlim, kelim, kerim, koca bir irfan deryası olan Şefik Can dedemin ağzından “ben bir hiçim” kelimesinin dışında bir şey duymadım. O büyük zât, hiçbir zaman kendisinde bir mânâ olduğunu kabul edip, “Çok özel ve istisna haller dışında” destâr-ı şerifini başına takıp meydanlara çıkmadı. Acizane aynı izi takip etmeğe çalışan bendenizden, farklı bir davranış sergilemesi beklenemez. Fakiri tanıyanlar bilirler fark edilmeden, sessiz sakin yaşamak isteyen, hiçbir özelliği olmayan, sıradan, naçiz biriyim.

Bütün bunları çok yakîn olarak bilen, Şefik Can dedemiz, manevî değeri çok yüksek kutsal emanetlerini elbette kendisiyle birlikte toprağa sırlayabilirdi. Kâmil bir zât-ı şerif olmasının verdiği olgunluk ile, manevî değeri çok yüksek emanetlerini kara toprağa sırlamaktansa, yine topraktan yaratılan bu âciz kulun “Gönlüne” sırlamayı daha uygun bulduğunu, bunun herkese nasip olmayan çok ince bir görüş, seziş ve anlayış meselesi olduğunu düşünüyorum.

Şefik Can dedemden manevî emanet olarak kabul edip sahiplenmeye çalışacağım bir tek şey var ki; Hz. Pir sevdasıyla; şan, şöhret, gösterişten uzak, tevâzu ve alçakgönüllülükle, sadece Allah rızası için insanlara faydalı olmaya çalışmak, varsa bir lokma ekmeğim, onu da hiçbir ayrım yapmadan birileriyle paylaşmak, Cenâb-ı Hakk Şefik Can gibi kutlu büyük bir dostun hürmetine bu âciz kuluna bunları nasip etsin, böyle bir hizmete layık etsin.

En derin saygı ve hürmetlerimle.

*Bu yazı KEŞKÜL Dergisi’nin 4. sayısında yayınlanmıştır.