Bayram’ın tasavvufi olarak anlam ve önemi

A+
A-

Bayram’ın tasavvufi olarak anlam ve önemi nedir?

Zaman ve mekan cansız, ölü varlıklar değildirler. Aylar da canlıdırlar. Erbabınca malumdur Recep fiil tecellisi, Şaban sıfat tecellisi ve peşinden gelen Ramazan ise zat tecellisi aylarıdır. Yani Ramazan’a eren kimse sonunda bayramı hakeder. Hacı Bayram-ı Veli’nin “Bayramım imdi, bayramım imdi, yar ile seyran ederim şimdi” sözlerinde olduğu gibi bayram Ramazan’daki inzivanın, kampa çekilmenin sonunda verilen bir mükafat. Ramazan’da oruç tutmazsanız günah ama bayramda oruç tutarsanız günaha girersiniz. Bayramı bayram gibi kutlamak gerekiyor. Ramazan a nisbetle Bayramın daha içtimai daha sosyolojik anlamları var.

Bu anlamları biraz açar mısınız?

Mana itibariyle Ramazan daha ferdidir, bayram daha içtimaidir. Seyri sülükte urûc ve nüzul kavsları vardır. Önce çıkılır sonra inilir. Ramazan yükseliş ayı ise inişi de bayramla olacaktır. Yeniden halka inecektir, eşinin dostunun arasına karışacaktır. Dargın olduğu kimselerle bile merhabalaşacaktır. O açıdan bayramlarda beraberlik birlik ruhu vardır. Bayram namazı bu açıdan önemlidir. Her ne kadar Kuzey toplumlarında iklimden dolayı bayanların bu haktan mahrum olduğunu görüyorsak da, aslında bir yerleşim beldesinde tek bir yerde, namazgahta kılınır. ( Cuma namazları da böyledir). O namazgaha kadınlar, çocuklar, beyler ailece iştirak ederler.

Bugün bu gelenek pek uygulanmıyor.

Bu daha çok şehirlerin bugünkü gibi azmanlaşmadığı, metropolleşmediği küçük ve yavaş şehir anlayışının hakim olduğu zamanların fıkhı için geçerli. Bayrama cümbür cemaat gidilir. Bayram çıkışında herkes birbiri ile bayramlaşır. Bayram namazları kavmine, mezhebine, meşrebine bakılmadan Müslümanların cem olduğu bir toplanma halidir, cem halidir. O açıdan bir nevi cem-hanedir. Hutbeler çok önemlidir. Geçmiş zamandaki hikmetli, irfanlı, hal sahibi imamların kıldırdığı hutbelerde Mevlana’dan, Yunus’tan şiirlerle süslenmiş hutbeler, vaazlar, sohbetler olurdu. Keyifli, zevkli, manevi lezzet alınarak insanlar oradan ayrılırdı. Sonra ölmüşlerin kabirlerinin ziyareti, hayatta olan yaşlıların ziyareti, büyüklerin, hocaların ziyaret edilmesi, hastaların muhtaçların ziyareti, çocuklara para, şeker verilmesi toplumsal barış için önemli noktalardı. Ramazan’ın manevi yoğunluğundan, bayramın içtimai zenginliğine geçiş olurdu. Büyükşehirlerde onun ruhu da kayboldu. Çocuklar çocuk değil, muhtaçlar muhtaç değil. Kapınızı çalan çocuk şekeri yere atıyor. Bir yerde örgütlenmişler sanki, birileri tarafından gönderiliyorlar. Siz de kapınızı açmaz oluyorsunuz. Bu da gerçek muhtacın nasibini kesiyor.

Ramazan içe dönüş, bayram sosyal bir olay diyorsunuz ama biz şimdi Ramazan’ı olabildiğince sosyal, bayramı da tatile giderek bireysel yaşıyoruz. Tam tersi sanki değil mi?

Bir şeyde ideal olanı yakalayabilmek esastır. O bir sıçrama noktasıdır. Ne kadar yükselebilirsek o kadar yükseliriz. Ama yükselemediğimiz durumlarda ayağımızın altındaki zemini de kaybetmeyelim. Bazı kişi ve toplumlar zamanla kutsal olanı profanlaştırabilirler. Ritüelleri müsabaka, ayinleri oyun haline getirebilirler. Tam tersi durumlar da vardır. Bazı kutsal kişilikler de günlük, beşeri bir meseleyi kutsal hale getirebilirler. Hacer validemizin yavrusuna su ararken ki koşuşturma halinin Müslümanların Hac ibadetinin bir rüknü olduğunu unutmayalım. Böylesi çok örnekler vardır. Yani bu konu sizin halinizle, maneviyatta yakaladığınız yükseklikle doğru orantılı bir şey. Buna pozitif dönüştürme diyebiliriz. Son asırda artan bir oranda bizim toplumumuz daha da dünyevileşme yönünde mesafe katettiği için yüksek manevi muhtevaları daha düşük, daha profan hale getirerek yaşamaya meyletmektedir. Bunun pek çok sebebi vardır, derin ve uzun bir konudur. Dindarların bu süreçte negatif katkıları olmuş mudur ayrıca bakmak lazım.

Neden profanlaştırıyoruz?

Bir şeyin ruhu kaybolursa zaten şenlik haline getirilir. Nefs-i emmare istatistiki olarak çoğunluktadır. Dolayısıyla her zaman tarihte nefs-i emmarenin istekleri yönünde uygulamalar öne çıkar. Siz ne kadar kutsala doğru çekseniz de birileri ayağından aşağı doğru çeker. Bu Asr-ı Saadette bile böyle olmuştur. Dolayısıyla burada yapılacak şey mümkün olduğu kadar manevi ruhu muhafaza etmek, prensipleri hatırlatmaktır. Dediğim gibi bu kaçınılmaz, beşeri ve evrensel bir olay. İnsanoğlunun olduğu her yerde bu böyle. Mesela Batıda şu anda kutlanan bazı festivallerin, şenliklerin kökleri dinidir biliyorsunuz. Portekiz, İspanya gibi toplumlarda, kutlanan festivallerin çoğu ya bir azizi anma günüdür ya da dini bir şeyin zaman içerisinde ritüelden çıkıp folklorik hal almasıdır. Yılbaşı kutlamaları bunun bariz bir misalidir. Seyyidina İsa’nın mevlidi ile bir alakası kalmamıştır. Japonya’da, Hindistan’da da bir çok şenliklerin ardında dini motifler yatmaktadır. İlginç bir şey söyleyeyim. Selçuklular zamanında Elazığ – Kayseri ekseninde yerleşmiş olan Evhadi dervişlerinin dolunay zamanında ellerinde çerağlarla zikrettikleri bilgisine sahibiz. Elde mumlarla zikredilmesi ayin-i şerifi günümüzde Elazığ yöresi Çayda Çıra halk dansı haline dönmüşse tam da kasdettiğimiz hadisedir. Kökeni kutsal olan bir ibadetin profanlaşması sürecidir. Ramazanlar nasıl Osmanlı’nın son dönemlerinde bazıları için direklerarası çengi muhabbetine döndüyse bu temayül günümüzde de artan bir şekilde sürmektedir. Dönüştürme sürüyor. “Ya muhavvilel-havle ve ahval havvil halena ila ahsenil-hal” demek lazım

Buna mani olmak mümkün mü?

“Eğlencesi tevhid olur aşıkların” diyen Niyazi Mısri gibi ariflerin kıymeti bilinseydi buna gerek kalmazdı. Aksine “Bre kafirler! Siz ne yapıyorsunuz?” dememek lazım. Ben bu idealleri söylerken adeta “Tek anlamı budur. Ya bunu elde ederiz ya da Ramazanlarımız çöpe gider” gibi bir yaklaşımı benimsemiyorum. Osmanlı’da dahi Ramazan Softaları diye bir tabir vardı. Ramazan haricinde namazla niyazla alakası olmayan insanlar Ramazan gelince namaza başlar, teravihe giderlerdi. İçki müptelası 11 ay içer, Ramazan geldiğinde Ramazan’a hürmeten içmez. Kötü fiil işleyen bazı kadınlar ve erkekler Ramazan dolayısıyla bir aylığına tatil yapıyorlardı. Son zanalara kadar Manukyan bile buna riayet ediyordu. Ben her türlü hürmetin karşılığını alacağı düşüncesindeyim. “11 ay içiyordun o zaman Ramazan’da içmemen seni kurtarmaz, boşuna” görüşünde değilim. Fıkıhta bir şeyin tamamı elde edilemezse cüzü terk edilmez prensibi vardır. Bakarsın 1 ay içmemeye dayanan kimse bunu 11 aya da nakledebilir.

Profanlaşma hangi dereceye kadar gider?

Kutsal olanı tamamıyle öldürme noktasına gelmediği sürece, kutsal profana tahammül eder. Lakin profan zaman içinde kutsalı öldürmek, tamamen yok etmek ister. Çünkü şeytan savaşını sonuna kadar sürdürmek ister. O noktaya geldiğinde ise “kutsal kılıç” kından çıkar.

İslamcılık tartışmalarında ne konumda duruyorsunuz?

Türkiye’de kavramların doğru düzgün anlaşıldığı sağlıklı bir yapı maalesef hala yok. Her şeyi korkarak, yanlış anlaşılma ihtimallerini göz önüne alarak konuşuyoruz. “İslamcı eşittir Müslüman” olarak algılanma durumunda İslamcı değilim demek yanlış anlaşılır. Fakat İslamcılığı iyi tarif etmek gerekiyor. Teknik anlamıyla İslamcı “Dünya savaşı sonrası veya hilafetin ilgasından sonra İslam dünyasında oluşturulan zalim ve kukla rejimlere karşı bir protest hareketinin fikri karşılığı” olarak görülüyorsa bu geniş anlamıyla ben de İslamcıyım. Ama hususi anlamına geldiğimiz zaman pek olumlu cevap veremeyeceğim. İslamcılığın kaş yapayım derken göz çıkarıyor olması, geleneği dışlaması, gelenekten kopması, İslamcılığın da öyle imiş gibi gözüküyorsa da aslında çok kökten ve köklü bir proje sunamadığını gösteriyor. Mesela ben Türkiye’de İslamcıların da Kemalistlerin de benzer teolojik referanslar kullanmasını düşündürücü buluyorum. Her ikisinin de şeriatçı olduğunu düşünüyorum.

Nasıl?

Gelenekteki bilgelerin din tarifinden uzaklaşmış modernist İslamcı, İslam eşittir şeriat, İslam eşittir hukuk algısına girdi. Oysa gelenekte Şeriat yoldur varana ama onlardan içeride Hakikat marifet vardır. Hukuk bir yaptırımlar manzumesidir, norm getirir. Gönülle ruhla işi olmaz. Size bazı şeyleri dayatır. Aynı şekilde politik bir ideoloji olarak Kemalizm de kuşatamamış, kalbe girememiştir. Ondan dolayı koruma kanunlarıyla ya da süngü ve postal zorlamasıyla ayakta tutulan bir ideoloji haline gelmiştir. Kalbe giremediği için bundan dolayı normatiftir, şeriatçıdır. Türkiye’de şu an bazı modernist İslamcılarla oturup sohbet ettiğiniz zaman dünya görüşlerinin, düşmanı olduklarını zannettikleri Kemalizmin püritanist teolojisi ile aslında çok örtüştüklerini görürsünüz. Anti gelenek, anti dergah, anti maneviyat, anti Osmanlı, anti tarih oluşları gibi sayabileceğim bir çok noktada aslında özdeşleşmektedirler. Bu vakıaya baktığımızda ise ben İslamcı değilim.

Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Tradisyonalist sufi İslam yorumunu kendime yakın buluyorum. İslam dünyasında acilen mütefekkir yetişmesinin şartları hazırlanmalı. Salt hadis ilmi, fıkıh ilmi okuyan kişiden tefekkür çıkmaz. Hepsine saygı duyuyorum ama İslam dünyasının bugün ihtiyacı olan ne daha fazla molladır ne de muhaddis. Hadis külliyatı artık elimizdedir. Arkeolojik kazı yapılarak yeni bir hadis mecmuası bulunacak değil. O hadislerin ruhunu açığa çıkarmaya ihtiyacımız var. Dini kaynalarda bahsedilen şeylerin yorumunu, sentezini yaparak çağa bir söylem haline getirecek düşünürlere ihtiyaç var. Tefekkür olmadığı zaman araç olan ilimler amaç haline gelir. Fıkıh öğrenmek araçtır ama bugün amaç haline gelmiştir.

İslamcılık tartışmalarını ne kadar verimli buluyorsunuz?

Derrida’cı yapıbozum bağlamında bir doğrunun inşa edilebilmesi için var olanın yıkılması gerekir. Eğer İslam dünyasındaki bazı toplumsal dönüşümlerde lokomotifliği selefi İslamcı akımlar çekiyorsa ‘hangi noktaya kadar başarılı olabilirler’ konusunu açmak, sorgulamak, daha iyiye ve doğruya kapı açacağı için hayırlı buluyorum. Tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Yaşım gereği İran İslam inkılabını çok yakından takip ettim . O inkılapta toplumun diğer katmanlarıyla sosyalist gençler, İslamcı gençler el ele vererek oluşturdukları bir inkılap süreci yaşandı. Oluşum süreci muhteşem. İnkılabın bir din adamı tarafından yönlendirilmesi ve o din adamının cüppesi altında sosyalisti, İslamcısı hep beraber bir araya geliyor olması güzel. Fakat o inkılabın 10- 20 yıl sürdükten sonra hangi noktalarda tıkandığını, açmazlara girdiğini de görmemiz lazım. O inkılabın gelişimini bilmezsiniz, bana ne demişseniz şu hale nasıl geldiğini de bilemezsiniz. Çünkü aynı hataları siz de yapabilirsiniz. Biz bu alemde belli tecrübeler elde etmeye geldik. Her şeyden ders almamız lazım.

Mesela?

Özellikle şu an Arap dünyasındaki Arap baharı denilen hareketleri çok iyi takip etmemiz gerekiyor. Ben takip etmeye gayret ediyorum. “Zalimler için yaşasın cehennem” diyorum ama zalimler gittikten sonraki dönemler için de kaygılı olduğumu belirtmeliyim. Onların yerine hangi İslam düzeyinin geleceğine dair bazı endişelerim var. Umuyorum bu kaygılarım izale olur. Ama şu an için eğer Somali’de Şebap hareketi dün İslam devrimi yaptık deyip, bu sabah fakir fukara 16 yaşındaki çocukların kolunu kesmeye başladılarsa veyl olsun onların İslam devletine de inkılaplarına da derim. Eğer Mali’de bir grup çapulcu İslam Devleti kuracağız diye bizim büyük tarihi mirasımız olan Timbuktu Medeniyeti’ndeki el yazmalarını tahrip etmeye başladılarsa, Afrikayı İslamlaştırmış olan mutasavvıf büyüklerin mezarlarını yıkmaya başlamışlarsa bir durmak lazım! Eğer bugün Mısır’daki Selefi arkadaşlar “Piramitleri bombalayalım” gibi konular üzerinden bir siyaset vizyonu geliştirecekseler o devletin nasıl bir devlet olacağını şimdiden görüyor gibiyim. Bir zalim gidecek daha kötü bir zalim gelecek mi acaba?. Hz. Ali der ki şeriat rahmettir ama merhametlinin elinde rahmettir. Zalimin elinde şeriat dünyanın en zalim sistemi olur. Çünkü din adına olduğu için insanlar itiraz edemezler. Kurulacak olan bir rejim din adına İslam referanslı olacağı için onların zulmü Saddam’ın, Mübarek’in zulmünü aratır hale gelebilir. Dün zalimleri hedef alanlar yarın bana, (çünkü sufiyim, çünkü Osmanlıyım) namluyu doğrultabilirler. Bunu olacak diye değil, bir ihtimal olarak söylüyorum. Olmaması için hem elimden geleni yapıyorum hem de dua ediyorum.

Dinimizde bayram, Kadir, Cuma gibi bazı özel günler var. Bunların manası nedir?

Cenab-ı Allah bazı mekanlarda ve bazı zamanlarda tecelli-i has, özel tecelliler yaratmıştır. Hac zamanında Arafat gibi, Hacda tavaf gibi. Aynı zamanda Cuma gibi bazı zamanlar var. Cuma’da bir saat var. “Duanızı o saate denk getirin” diyor. Ayrıca yılın içinde bin aydan daha hayırlı olduğu söylenen Kadir gecesini sırlıyor, gizliyor.

Yılın içinde mi, Ramazan’ın içinde mi?

Kadir gecesi büyük ihtimalle Ramazan ayında. Şeyh-i ekber İbn-i Arabi, Kadir gecesini ömrü hayatında her yıl yakaladığını ama bir keresinde Ramazan dışında Safer ayında, bir keresinde 3 aylarda farklı bir yerde ama çoğu zaman Ramazan’da, 4- 5 kere Ramazan’ın ilk gününde yakaladığını söylüyor. Ama bir istatistik çıkarıldığı zaman yakaladığı Kadir gecesi genelde Ramazan’ın son günlerine denk gelen zamanlar. Fakat bu sabitlenemez. Muhtemelen 27. Gecesi denmiştir. Yoksa “Kadirinizi arayın bulun” denir.

3 aylar olarak anılan zaman diliminin önemi nedir?

3 aylar dediğimiz Recep, Şaban, Ramazan üçlüsünde 3 aylık bir yoğunlaşma programı istenir. Benzetme yapacak olursak obezseniz, zayıflama programında ilk günden yemeğinizi kesmezler, kademe kademe ilerletirler. Verilen her kiloda da vücut alışsın diye durmayı isterler. Manevi alem de böyledir. Çok süratli seyri sülük yapmak uygun görülmez. Her bir elde ettiğin makamda bir durman istenir ki bu hal mi, makam mı anlaşılsın. Maneviyat olarak Ramazan için de Recep ayından hazırlanmaya başlanılır. Şaban’ın 15’inde bu zirveye çıkar ki 3 ayın ortasıdır. Arkasından Ramazan’a geçilir. Recep, Şaban ayında tutulacak oruçlar tıbbi anlamda da faydalı. Bir yıl içinde bol şekerli beslenmiş ve müptela olduğu maddeleri aşırı kullanan kişi birden Ramazan’a girdiğinde tıbbi ve psikolojik sorunlarla karşılaşır. Her ne kadar toplumuzda Ramazanı sosyolojik anlamıyla değerlendiriyorsak da aslında Ramazan bir manevi yoğunlaşma, kampa çekilme, inzivaya çekilme, yoğunlaşma ayı olması gerekir.

Günümüzde bu şekilde yaşamak biraz zor değil mi?

Ramazan’ı ideal bir formla yaşayacaksak o bir ay insanlar adeta izne çıkmalı, devlet daireleri hafif çalışmalı ve insanlarin kendileriyle baş başa kalabilecekleri bir ortam oluşturulması gerekir. Buna Yavaşlatılmış Ay da diyebiliriz belki. Bilgisayarın açılmadığı, internete girilmediği, sms, e-mail, twetter, facebook’ların olmadığı bir ay yaşanabilse, çok dolu bir şekilde çıkarız Ramazan’dan. Bir aylık bir inziva 11 ayı yüksek performansla geçirmek için gereklidir.

Neden oruç bu kadar önemli?

Çünkü Allah-u Teala diyor ki “Oruç benim içindir. Orucun ödülünü ben vereceğim.” Bütün ibadetler içinde şeytanın ayaklarını bağlayan en kuvvetli şey oruçtur. Nefisle mücadelede onu aç, gıdasız bırakmak çok önemli. Tıpta kanserli bir hücreyi şekerden keserler çünkü şekerle beslenir. Ramazan orucu aslında bir bakıma kendi şeytanlarımızı kontrol altına alabilmek için önemli bir fırsat.

EMETİ SARUHAN – Yenişafak