BABAM CELÂLEDDİN BAKIR ÇELEBİ – Esin Çelebi Bayru

A+
A-

X. MİLLİ MEVLANA KONGRESİ

BABAM CELÂLEDDİN BAKIR ÇELEBİ

Esin Çelebi Bayru

Hz. Mevlana’nın 21. Kuşak torunu Celâleddin Bakır Çelebi, 25 Aralık 1926’da Suriye’nin Halep şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu cümleden çıkarılacak tek bir çarpıcı soru vardır: Çelebi neden Halep’te doğdu? Bu soruyu cevapla­mak için büyükbabası Abdülhalim Çelebi Efendi ve babası Mehmed Bakır Çelebi Efendi hakkındaki mevcut bilgileri özetlemek gerekiyor.

Abdülhalim Çelebi, Konya Hz. Mevlana Dergahı (Asitane-i Aliye) son postnişini idi. Makam çelebiliğinin getirdiği görevlerin yanısıra kurtuluş savaşına giden sıkıntılı günlerde milli mücadeleye destek vermiş, Mart 1920’de yapılan seçimle Konya mebusu olmuş, 24 Nisan 1920 günü 1. Devre T.B.M.M. reis vekilliğine seçilmiştir. Kurtuluş savaşı sırasında Meclis çatısı altında görevini sürdüren Abdülhalim Çelebi’nin yaptığı hizmetler unutulmamış ve 21 Ekim 1923’de kendisine yeşil şeritli İstiklal Madalyası verilmiştir.

Abdülhalim Çelebi, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu çıkmadan önce, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı konuşmalar neticesi, onun da onayını alarak, oğlu Mehmed Bakır Çelebi’yi, Halep şehrinde bulunan Mevlevi Zaviyesi’ne şeyh olarak tayin etmiştir. 1925 yılında Abdülhalim Çelebi’nin vefatı ertesi diğer şeyhlerin de tasvibi ile Mehmed Bakır Çelebi makam çelebisi olmuştur. Türkiye’de tekkelerin kapatılması ile aynı zamana rastlayan olaylar, Konya’nın Mevlevi tekkeleri merkezi sıfatının Halep Tekkesi’ne geçmesine neden olmuştur. Bundan böyle Halep Asitanesi diğer mevlevihanelere merkez olmuş, şeyhlerin azl ve tayini bu makamdan yapılmıştır. Abdülhalim Çelebi’den sonra makam çelebisi olarak bu görevi Halep Mevlevihane’sinde sürdürmüş olan oğlu Mehmed Bakır Çelebi hakkındaki bilgilerimizi de gözden geçirmemiz faydalı olacaktır.

Mehmed Bakır Çelebi, 11201 de Manisa Tekkesi’nde doğmuş, 6 yaşındayken babasının makam çelebisi olması sebebi ile ailesiyle birlikte Konya’ya gelmiştir. Burada ilk tahsiline başlayan Bakır Çelebi, daha sonra istanbul’da Galatasaray Sultani’sine gitmiş, buradaki tahsilini tamamladıktan bir müddet sonra Halep Mevlevihanesi’ne tayin edilmiş ve 1925’te babasının ölümü üzerine makam çelebisi olmuştur. Bakır Çelebi makam çelebiliği sırasında vefat eden Şam Mevlevihanesi şeyhi Sayit Dede’nin yerine oğlu Şemseddin Dede’yi, Trablusşam Mevlevihanesi şeyhi Şefik Dede’nin vefatı üzerine yerine Mehmet Enver Dede’yi ve Kıbrıs Mevlevihanesi’ne Şam’lı Selim Dede’yi tayin etmiştir. Devlet arşivindeki evraklarda da görebildiğimiz gibi, Bakır Çelebi’nin Halep Mevlevihanesi’ndeki manevi görevlerinin yanı sıra milli görevleri de vardı. Hatay’ın anavatana katılmasında önemli bir rol oynayan Bakır Çelebi’nin, 1939’da ziyaret için İstanbul’a gitmesini fırsat sayan Mandeter Fransız Devleti, Suriye’ye dönüşüne mani olmuş ve onu istenmeyen kişi ilan etmiştir. Bakır Çelebi Suriye’ye giremeyince, kardeşi Şems-ül Vâhid Çelebi’yi kendi yerine vekil tayin etmiştir. Bir müddet Konya’da, daha sonra İstanbul’da yaşayan Bakır Çelebi’ye Türkiye Cumhuriyeti Devleti başardığı milli görevler dolayısıyla örtülü ödenekten (tahsisat-ı mahsusa ) mebus maaşının iki misli tutarında bir maaş bağlamıştır. Kanımca bu miktar onun ne denli önemli bir görevi yerine getirmiş olduğunun delilidir. Bakır Çelebi, 23 Nisan 1944’te, henüz 43 yaşında, kalp krizinden vefat etmiş ve Yenikapı Mevlevihanesi’ne, babası Abdülhalim Çelebi’nin yanına defnedilmiştir.

Bakır Çelebi, Halep askeri valisi ( fevkalade komutanı) Çerkez Mehmed Bey’in kızı İzzet Hanım ile evliydi. Celâleddin ve Fatma isimli iki çocukları oldu. Daha önce de bahsettiğimiz gibi 1939’da ziyaret için Türkiye’ye giden Bakır Çelebi’nin, Suriye’ye dönüşü yasaklanmış, İzzet Hanım, çocukları ile birlikte Halep’te tekkede kalmış ve ileride makam çelebisi olacak olan oğlu Celâleddin Çelebi’yi tekke terbiyesi ile büyütmüştür. Asker kökenli bir aileden gelen İzzet Hanım dinine bağlılığını, milli sınırların dışında bir ülkede yaşamış olsa da vatanına bağlılığını özünde birleştirmiş, görevinin bilincinde bir Türk hanımefendisi idi. Çocuklarını tekkede büyütürken onları aynı zamanda Fransız okullarında okutup hem manevi, hem dünyevi ilimleri almalarını sağlamıştır.

İşte bu noktada yukarıda sorduğumuz sorunun cevabına da ulaşmış oluyoruz: Çelebi Ailesi manevi ve milli görevlerle Suriye’ye gönderildiği için, Celâleddin Bakır Çelebi, Halep’te doğmuştur. Tekkede büyüyen Celâleddin Çelebi, oradaki yaşamını şöyle anlatırdı:

“…Tekkenin bir harem bir de selamlık bölümü vardı. Harem bölümü diye tabir edilen yerde annem, babam, babaannem, kızkardeşim, iki halam ve amcam ile beraber yaşardık. Yani evimiz o bölüm idi. Selamlık bölümü, kapı ile ayrılan başka bir avlu içindeydi. O bölümde, dede odaları, semahane, kütüphane, dedelerin toplanıp ders yaptıkları mekanlar ve mutfak (matbah) vardı. Tekke bir okul gibiydi. Orada Mevlevi usul ve adabı öğretilir, Kuran-ı Ke­rim tefsiri yapılır, hadisler anlatılır, mesnevi okunur, Türk kültürü tanıtılır ve en önemlisi yalnız Türkçe konuşulurdu. Bahçıvan dede, tekkenin bahçesinde-ki çiçeklere, ağaçlara anavatandan bazı şehir ve mahalle isimleri verir, o isimle­rin öğrenilmesini sağlardı. Aşçı dede Türk yemeklerinin yapılışını etrafına öğreterek, yemek kültürümüzün yayılmasına hizmet ederdi.”

Söz aşçı dededen açılmışken, Celâleddin Çelebi’nin Mevlevi mutfağı ile ilk karşılaşmasını nakletmeden geçemeyeceğim. 6-7 aylık bir bebek iken lalası tekkenin avlusunda kendisini gezdiriyormuş. Bunu gören dedeler bebeği aldıkları gibi matbah-ı şerife götürmüşler. Ananeye uyarak kurban kesilmiş, helva yapılmış, niyaz dağıtılmış, hatta aşçı dedenin postu üzerinde resmi çekilmiş, sonra bebek annesine teslim edilmiş ve sema ayini yapılarak hoş bir gün yaşanmış. Bu olay neşe vesilesi olarak pek çok defa tekrar edilmiş. Anlattığına göre, Celâleddin Çelebi biraz büyüdükten sonra kendi gidip mutfağa sığınır ve bu güzelliklere vesile olurmuş. O günlerden bahsederken, kendisine emeği geçmiş olan dedelerden, özellikle Gazi Dede, Ferhat Dede, Raşit Dede ve lalası Abdülhamid’i büyük bir sevgi ve hürmetle anardı.

Ailesinden aldığı Türk kültürü ve mevlevi adabı ile büyüyen Celâleddin Çelebi, okul çağına gelince önce mahalle mektebine, daha sonra yörenin en iyi eğitimini veren Fransız okuluna kaydolur. Türk, Arap, Fransız dil, edebîyat ve kültürünü çok iyi kavrayan Çelebi’nin öğrendiği Latince, ileride pek çok dili kolay konuşmasına yardımcı olacaktır. 1943’te babası Bakır Çelebi’nin yanma İstanbul’a gelen ve 1943-44 öğrenim yılında Galatasaray Lisesi’ne devam eden Celâleddin Çelebi o yıl babasının ölümü üzerine Halep’e geri dönmüş, liseyi bitirdikten sonra Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde ( A.U.B) İngilizce lisan eğitimi yanısıra hukuk tahsil etmiştir. Babasının ölümü ile Celâleddin Çelebi’nin manevi sorumlulukları da artmıştır. Şam, Lazkiye, Trablus, Kahire ve Kıbrıs’daki şeyhlerin Halep’te yaptıkları toplantı neticesinde, Celâleddin Çelebi makam çelebiliğine seçilmiş, ancak yaşı küçük olduğu için, amcası Şems-ül Vâhid Çelebi kendisine de vekalet etmiştir. 1945 yılında yeni kurulan Suriye Hükümeti’nin başına geçen Sadullah Cabiri ve kabinesi artık çelebilik makamını resmen kabul etmeme kararı alıp, vakıf mallarına el konmuştur. Celâleddin Çelebi’ye Suriye vatandaşlığını kabul ederse herşeyinin iade edileceği teklif edilmiş, ancak onun bu teklifi red etmesi üzerine, menkul-gayrimenkul bütün mal varlığına da el konmuştur. Bu haksızlığı gidermek için Türk hükümeti, Suriye Hükümeti’ne ve o topraklarda işgalci bulunan Fransız ve İngilizler’e 9 protesto notası verir, onlardan Lozan Antlaşması’na uymalarını ve Celâleddin Çelebi’nin mal varlığının iadesini talep eder. 1945-46 yıllarında yapılan bu resmi girişimler günümüze kadar cevapsız kalmıştır. Ancak, Suriye Hükümeti, Bakır Çelebi’nin ölümünden sonra bir sene kadar resmen makam çelebisi olarak kabul ettiği Celâleddin Çelebi’ye bir maaş bağlamış (200 Suriye lirası) ve daha sonra kirasını isteyecekleri bir ev tahsis etmiştir. Çelebi, annesi ve kızkardeşi tekkeden ayrılıp bu eve taşınırlar.

1948’de İstanbul’u gezmeye ve burada yaşayan akrabalarını görmeye gelen Celâleddin Çelebi teyzesinin kızı Fatma Güzide ile evlenir ve birlikte Halep’e dönerler. Bu evlilikten beş evlat sahibi olurlar: ( Esin, Faruk, Emel, Neslipir ve Gevher.)

Suriye günlerinde buranın kanunlarını inceleyip, anne ailesinden kalan tapulu arazilerin bir kısmını kurtarır ve burada tarım ile uğraşmaya başlar. 1958 yılında bir yaz günü, arkadaşları Celâleddin Çelebi’ye Suriye’yi çok çabuk terketmesini, burada Türklere karşı bir hareketin başlayacağını söylerler. Doğup büyüdüğü, ancak hiçbir zaman benimsemediği Halep şehrinden birkaç saat içinde ayrılan Çelebi ve ailesi İstanbul’a gelirler. Çelebi büyük çabalar neticesi, Suriye’deki topraklarını bir Suriyeli’ye satar ve onun Hatay’daki topraklarını satın alır. Artık anavatanına kavuşmuştur. Çocukları İstanbul’da okumakta, kendisi Hatay’da ziraat ve ticaretle uğraşmaktadır. Çelebi Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna gider gelir. Bir yanda hayat gailesi, bir yanda yeni bilgiler, yeni insanlar, yeni dostlar ve en önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına sonuna kadar uyarak bu manevi makamı taşımak. Gerçekten çok zor bir işti. Ancak o öylesine güzel, öylesine doğru bir yolda idi ki ceddi ona adeta yardım etti. Vatani görevini yerine getirdikten sonra İstanbul’da evini sohbet toplantılarına açtı. Ev kimin öğretmen, kimin talebe olduğu belli olmayan bir dershane gibi oldu. Herkes bilgisini büyük bir edep içinde ortaya koyuyordu. Abdülbâki Gölpınarlı, Refı Cevat Ulunay, Münir Çelebi, Selman Tüzün, Resuhi Baykara, Şerif Abdülmecit, Şerif Muhiddin Targan, Şerif Refik, Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi, Şefik Can, Hattat Hâmit Aytaç, Münevver Ayaşlı, Nezihe Araz, Safiye Ayla, Mesut Cemil, Saadettin Heper, Halil Can, Ulvi Erguner, Kani Karaca, Ahmet Bican Kasapoğlu, Nezih Uzel, Yüksel Gölpınarlı, Üsküplü Hakkı Dede, Bahir Şereftuğ, Ceylan bey, Nevzat hanım gibi pek çoğu tekke terbiyesi görmüş ilim adamları, yazarlar, müzisyenler ve onları dinlemeye gelenler, kısaca Hz. Mevlana’ya gönül verenler. 60-70 kişi bu toplantıların o yıllardaki misafirleri idiler. Zaman zaman Süleyman Hayati Loras, Mehmet Önder ve Feyzi Halıcı da Konya’dan gelir bu toplantılara katılırlardı.

Kendisi İstanbul’da olsun olmasın, Cuma günleri evinin kapısı açıktı. Annesi İzzet Hanım, eşi Güzide Hanım ve beş çocuğu bu misafirleri ağırlamaya hazırdı.

Celâleddin Çelebi yasalara çok saygılıydı. Her yıl 10-17 Aralık tarihlerinde Konya’da Mevlana Haftası kutlanırken, herhangi bir söylentiye neden olmamak için orada bulunmamaya özen gösterirdi. Ancak her 18 Aralık’ta Konya misafirlerini yolcu edip etraf sessizleşince, mutlaka Huzur-u Pir’e gider ve adeta ceddi Hz. Mevlana ile halvet olurdu. Çelebi bu hassasiyetinin mükafatını gördü ve 1978 tarihinde Hz. Mevlana Vuslat Yıldönümü Anma Törenleri’ne konuşmacı olarak devlet tarafından davet edildi.

Oğlu Faruk Çelebi’nin okulunu bitirip iş hayatına atılmasıyla çiftçilik ve ticareti   ona   devrederek,   kendini   maddi   hayatın   gailelerinden   kurtardı. Celâleddin Çelebi, bundan sonra hayatını tamamiyle Hz. Mevlana ve Mevlevi kültürüne adadı, o güne kadar olan bilgi birikimini tüm dünyaya dağıtmaya çalıştı. Davet edildiği her meclise koşa koşa gitti. Pakistan, Ürdün, Tunus, Kıbrıs, Yunanistan, Fransa, İspanya, Almanya, Avusturya, Polonya, İtalya, İsveç, Norveç ve Amerika’nın  çeşitli  şehirlerinde, kısaca dört kıtada Hz. Mevlana ve mevlevi adap, erkanına dair konuşmalar yaptı. Birlikte gittiği mutrıp heyeti ve semazenler de mevleviliğin farklı yönlerinin tanınmasına hizmet   ettiler.   1989   yılında   UNESCO’nun  Paris’deki   toplantısında  Hz. Mevlana’yı, aşkı ve sevgiyi anlattı. Önerisi üzerine yapılan oylama ile 19120 yılı UNESCO tarafından “Dünya Sevgi Yılı” ilan edildi. Pek çok lisan bilen Çelebi, gittiği bu ülkelerin çoğunda dinleyicilerine kendi dilleri ile hitab etti. Onu en çok mutlu eden şey, dinleyicilerin kültürümüze olan hayranlıklarını ifade etmeleri idi. Mesela, Avusturya’da Kültür Bakanı’nın konferanstan sonra söz alıp: “Asırlar önce atalarınız ülkemizi fethetmeye gelmişlerdi, onların o zaman gerçekleştiremediği fethi, bugün sizler kültürünüz ile gerçekleştirdiniz. Bize Türk   kültürünü   anlatan,   Hz.   Mevlana’dan   dostluk   mesajları   aktaran Celâleddin Çelebi’ye teşekkür ederim, Türk milletine hayranlığımı arz ederim.” demiş olmasını; Pakistan’daki konuşmasından sonra, dinleyicilerden birinin coşarak: “İslam aleminin liderliği bir tek millete yakışır. O millet hiç bir zaman kimseye boyun eğmemiş olan Türk Milleti’dir. Konuşması için Çelebi’ye teşekkür ederim.” demesini; İtalya ve İspanya da papazlarla yaptığı dinlerin bütünlüğü ile ilgili konuşmalarını; İsveç’te yaptığı birlik ve beraberlik konuşması neticesi, pek çok Bosnalı mültecinin o ülkeye kabul edilişini sayabiliriz. Gittiği bazı ülkelerin televizyonlarında konuşmalarının ve sonra yapılan sema gösterilerinin yayınlanmasını Türk kültürüne hizmet olarak gördü. Gurur ve benlikten uzak sadece hizmeti düşündü.

Celâleddin Çelebi Türkiye’de de pek çok şehirde sivil toplum kuruluşlarının toplantılarına konuşmacı olarak davet edildi. Bir de her yıl aynı dönemde davet edildiği toplantılar vardı. Bunlar; Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü ve Büyükşehir Belediyesi tarafından tertiplenen Aralık ayında yapılan, Vuslat Yıldönümü Anma Törenleri, Konya Selçuk Üniversitesince Mayıs ayında tertiplenen Hz. Mevlana Kongre’leri ve İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından tertiplenen İstanbul Festivali. Feyzi Halıcı’nın başkanlığında yapılan Gül Bayramları ve Yemek Kongreleri de daha ziyade gönül dostlarıyla bir araya gelmesine vesile olurdu. İster bir kişi, ister yüzlerce insan olsun Çelebi gittiği her yerde, bulunduğu her mecliste Hz. Mevlana’yı, birliği, beraberliği, sevgiyi, aşkı anlattı. Bilgisini, sevgisini herkes ile paylaştı, susuz gönüllere Hz. Mevlana’dan örnekler sunarak onlara bu büyük Türk sufisini tanıttı.

1989 yılında Konya Selçuk Üniversitesi tarafından kendisine verilen şeref doktoru unvanını manevi bir mükafat olarak kabul etti. Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü tarafından yayınlanan ‘Sema Kainatın Hareketi’ adlı yazısı ile konferanslarının bir kısmının yer aldığı iki kitapçık, Celâleddin Çelebi’nin yayın yoluyla daha çok insana erişmesine vasıta olmuştur.

Çelebi zaman zaman Abdülbaki Gölpınarlı, Şefik Can, Hüseyin Top ve (damadı) Ahmed Güner Sayar ile çalışmalar yapar, onlarla bilgi alışverişinde bulunurdu. Sorumluluklarını büyük bir ciddiyet ile yerine getirirken çok kısa süren ani öfkeleri yanısıra muzip, neşeli, şakacı yönleri ile de etrafına sevgi dağıtırdı. Modern görünüşlü ve modern görüşlü idi. Asrın icaplarını yerine getirir, yenilikleri takip ederdi. Türkiye’nin ilk bilgisayar kullanıcılarından olması o gün için önemli bir özellik idi. Konferanslarını hazırlarken coşar, çalışma odasından çıkar “Güzide! dinle. Suphanallah, bu nasıl söz !” diyerek Mesnevi’den ya da Divan-ı Kebir’den okuduklarını, eşi, çocukları ve torunlarına tekrar ederdi.

Bu arada sıhhati iyi değildi. Doktorlar, sakin bir hayat tavsiye etmişlerdi ama o yukarıda saydığımız pek çok hizmeti hasta bir kalp ile yerine getirmekteydi. Ne enfraktüs krizleri, ne by-pass ameliyatı onun ceddinden aldığı ışığı etrafına yaymasına mani olamadı, bilgiyi dağıtma hızını yavaşlatamadı. Ancak sonunda kalbi bu coşku dolu büyük aşka yenik düştü ve 13 Nisan 1996 akşamı, dünya odasından, ahiret odasına göç etti. 16 Nisan’da İstanbul’da Teşvikiye Cami’sinde , 17 Nisan’da Konya’da Sultan Selim Cami’sinde kılınan cenaze namazlarından sonra Üçler Mezarlığı’na kadar adeta insan denizinde yüzen bir kayığın içinde taşındı ve buradaki aile mezarlığına defnedildi.

Hz. Mevlana’nın

Canım olduğu müddetçe Kuran’m bendesiyim.

Muhammed yolunun toprağıyım,

Bir kimse, sözümden bundan başkasını naklederse,

Ondan da, o sözden de bizarım

rubaisinden esinlenerek bir şiir yazmıştı. Adı ‘Sonsuzluğa Kadar Hz. Mevlana Gibi’ olan bu şiirin son kısmı eşi Güzide Çelebi’nin isteğiyle mezar taşına yazdırılmıstır:

Yaradanın ‘Dön’ [İrcîi] emriyle bir gün

Ruhum vuslata erip, Allah’a kavuşunca,

Bedenim de toprak olunca,

Canlı cansız bütün zerrelerimle, sonsuzluğa kadar

Yine de Hz. Muhammed’in ayağının tozu kalacağım ben!

İşte dostlar, Celâleddin Bakır Çelebi ömrünü soyuna, milletine, dinine hizmetle geçirmiştir. Bir başka deyişle, Mevlevi, Türk ve Müslüman olmayı Allah’ın kendisine verdiği paha biçilmez bir hediye saymış, bu hediyeyi dil, din, ırk gözetmeksizin, herkes ile paylaşmaya çalışmıştır.

Sözlerime son verirken Çelebi ailesinin canlı zerrelerini taşımakta olan bizlerin ve bizden sonraki nesillerimizin bu yolda hizmet ederek mükafatlandırılmamızı Allah’tan niyaz ederim.