Bâb-ı Esrâr’ın Sırları
Bâb-ı Esrâr’ın Sırları
Ahmet Ümit, Türk edebiyatında polisiye roman deyince akla gelen ilk isimlerden biridir. Romanlarını eline alan bir çırpıda okur ve diğer romanlarını da hemen okumak ister. Bundan dolayı onun sadece bir eserini okumuş kimseyi biraz zor bulursunuz.
Bâb-ı Esrârda onun polisiye romanlarından biri.Her polisiye romanda olduğu gibi bu romanda da birden fazla cinayet var. Konusunu Şems-i Tebrizî’nin ortadan kaldırılışından alıyor.Ahmet Ümit, bu romanında yüzyıllardan beri devam eden,¨Şems kayıp mı oldu, yoksa öldürüldü mü¨ tartışmalarına bu romanıyla katılıyor ve bizleri de merak uyandıran bu olayı izlemeye ortak ediyor. Çok da iyi ediyor.
Roman kurgusal açıdan farklı yönlerden incelenebilir ve değerlendirilebilir şüphesiz. Ben romanda yer alan Şems ile ilgili bilgilerin kurgu aşamasındaki dönüşümüne dikkat çekmeye çalışacağım.Çünkü roman tamamen Şems üzerine kurulmuş. Yazar niçin merkeze Şems’i aldığını da romanında şöyle açıklıyor:
Herkes Mevlânâ’ya övgüler yağdırıyor, Şems ise hep gölgede hep ikinci adam gibi kalıyordu. (s. 119)
Ahmet Ümit, kitabına Şems’in öldürülmesini anlatarak başlıyor.Daha ilk sayfada, okur cinayetin kimler tarafından ve neden yapıldığını merak ederek okumaya başlıyor.Cinayeti Şems’le aralarında çokça benzerlik ve ilgi olan bir sigortacı hanım ile de çözmeye çalışıyor.
Eskiler bir eserin başlangıcına çok önem verirlerdi.Çünkü bir metin nasıl başlarsa o şekilde devam eder. Bundan dolayı bu tür eserlerin belki de en zor kısmı başlangıcıdır.Bir esere güzel bir şekilde başlamaya ‘hüsn-i ibtidâ’ diyoruz. Romanın girişinin hüsn-i ibtidaya örnek verilecek kadar güzel olduğunu belirtmeliyim. Destansı bir ifade ile bir cinayetancak bu kadar şiirsel bir üslupta anlatılabilirdi.
Bu cinayeti anlatırken cinayeti işleyen yedi kişiden en genç olanının öldürülen bir genç kızın intikamını aldığını anıştıran şu sözler dikkat çekici:
Yedi kişiden en genç olanı saplarken bıçağı, bir oh çıktı genç kızın boğazında düğümlenip kalmış son nefesinden. (s. 13)
Buradaki düğüm meselesine dikkatinizi çekmek isterim.Genç kızın boğazındaki nefes romanda çözülen ilk düğüm.Bir de romanın sonunda çözülecek bir dervişin yüreğine atılan düğüm var. Ondan ileride bahsedeğiz.
Romancı, kitabın ilerleyen bölümlerinde cinayetin kimler tarafından neden işlendiğini açıklayacaktır.Yedi gençten en genci Mevlânâ’nın küçük oğlu Alaaddin, nefesi düğümlenen kız ise Kimyâ Hatun.Öldürmesinin nedeni de çok sevdiği Kimyâ ile evlenen Şems’i kıskanması ve Kimyâ’nın ölümünden onu sorumlu tutması.
Romanda olaylar, Londra’dan Konya’ya gelen bir uçakla başlar, Konya’dan kalkıp Londra’ya giden bir uçakla da son bulur.Yazarın doğudan gelen bir adamın nasıl öldürüldüğünü batıdan gelen bir kadına çözdürmesi güzel bir tezat örneğidir.Batı’nın erkek ve aklı, Doğu’nun ise kadın ve vicdanı temsil ettiğini düşündüğümüzde üzerinde düşünülmeyi hakeden bir konu gibi durmakta.Bu konuya dikkat çekmekle yetiniyorum.
Babası Türk, annesi İngiliz bir ailenin kızı olan kahramanımızın adı da ilginç: Karen Kimyâ. Kimyâ, kimi kaynaklarda Şems’in öldürülmesine sebep olduğu söylenen Mevlânâ’nın üvey kızı ve Şems’in karısı.Bu romanda da Karen, Kimyâ’yı sembolize ediyor.
Karen bu romanda hem geçmişini, hem bugününü hem de geleceğini arayan birisi aslında.Çalıştığı sigorta şirketinin temsilcisi olarak çıkan bir yangının sebebinin tespiti amacıyla, babasının memleketi Konya’ya gelerek babasıyla ilgili anılarını gözden geçirerek onu tanımaya ve anlamayaçalışması geçmişi; çalıştığı şirketin temsilcisi olarak yangının kundak olup olmadığını araştırmasını bugünü;karnındaki çocuğu doğurup doğurmamaya karar vermesi ise geleceğiyle ilgili konuları teşkil ediyor. Yazar, böylece üç gerilimi aynı karakter üzerinden okura yaşatma başarısını da göstermiş oluyor.
Kimyâ’ya yardım eden sigortacının adı da rastgele seçilmiş olmamalı: Mennân. Allah’ın güzel isimlerinden biri ve anlamı da kullarına hadsiz hesapsız nimetler veren, sınırsız iyilik ve ihsanda bulunan demek.Gerçekten romanda, Mennân isimli kişi de Kimyâ’ya her bakımdan yardımcı oluyor.
Bu romanda Karen aslında oteldeki yangının çıkış sebebini değil, kendi içindeki yangının da gerçek nedenini arıyor.Romancının birçok gizemli kaza türü bulabilecekken özellikle yangını seçmesinin altında iç yangını da temsil edebilme imkanından dolayı olduğunu düşünüyorum.
Romandaki kahramanlar aynı zamanda Mevlânâ ve çevresindekilerin günümüzdeki karşılıkları. Karen, Mevlânâ’nın kızı Kimyâ Hatun, babası Poyraz Efendi Mevlânâ, Şah Nesim Şems-i Tebrîzî, Ziya Bey’in babası Selahaddin Zerkûbî, Karen’in annesi ise Mevlânâ’yı kıskananları hatırlatıyor okura.
Romanda Şems devamlı geceleri siyahlar giyinmiş bir derviş kılığında ortaya çıkıyor.Bunun sebebinin gecenin gizeminden yararlanmanın yanı sıra Şems’in bir gece vakti kaybolmasına gönderme yapması olduğunu düşünüyorum.
Karen Kimyâ’nın Şems’le ilk karşılaşması Mennân’ın patlayan lastiği tamir etmesini beklerken hava almak veyüzünü yıkamak için girdiği Şems-i Tebrizî Camii’n avlusunda gerçekleşiyor. Şems, ¨Senin olanı sana getirdim.¨ diyerek avucuna bir yüzük bırakıp kayboluyor. Bu yüzük sadece bir yüzük değil.Bu yüzük Karen’in kendisini, ait olduğu kültürü ve babasından kendisine tevârüs eden hakikati de temsil ediyor. Bu açıdan oldukça önemli.İlerleyen bölümlerde Karen’in Konya’ya gelmekle iyi yapıp yapmadığını sorgulaması ile bu yüzüğü unutup unutmaması arasında bir ilişki kurulduğunu görüyoruz.Yüzüğü taşıdıkça ve ona önem verdikçe babasına karşı daha anlayışlı olduğunu farkediyoruz.
Kimyâ’nın Şems’le karşılaştığı bir sonraki sahne lokantada geçer.Lokantanın kapısındaki garip adamın davranışları ve garsonla konuşmaları Karen’in dikkatini çeker, onu takip ederek yakalar ve konuşur. Şems, bu buluşmada da Karen’e ¨Senin olanı sana getirdim, senin olanı kimseye verme.¨ diyerek avucuna bir yüzük bırakır. Bu arada hakikatin ne olduğunu da anlatır.
Karen, Mevlânâ ile Şems’in buluştukları Marece’l-Bahreyn isimle bir yerde adeta ruh göçü yaşayarak Şems’le Mevlânâ’nın ilk karşılaşmalarına tanıklık eder. Çevresindekiler ise Karen’in bir yankesicinin saldırısına uğradığını zannederler.Gerçekten böyle bir olay da olmuştur.Yazar her iki olayı da ustalıkla, romanını gerçekçiklikten uzaklaştırmadan vermeyi başarır.
Karen’in Şems’le bir sonraki karşılaşması, parkta bayıldığı günün akşamı, otelde uykusunun kaçması üzerine açtığı televizyonda olur.Ekranda birden siyahlar giyinen derviş kılıklı Şems-i Perende görünür ve Karen’e kendisini anlatmaya başlar.Böylece Karen’le birlikte okur da Şems’i daha yakından tanıma fırsatı bulur.Karen bu programı seyrederken kendinden geçer ve ikinci kez Şems olur, 13.asra bir yolculuk daha yapar.
Karen bu seferki yolculuğundaMevlânâ’nın yaşadığı evi, oğlu Allaaddin’i ve Kimyâ’yı tanır.Burada Şems’le Mevlânâ arasında geçen bir olaya şahit olur.Şems, Mevlânâ’dan üç şey ister ve Mevlânâ da ona bu üç şeyin en iyisini verir ve Şems sonunda, sen benim şeyhimsin, diyerek Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır.Bu anekdotlaMevlânâ ile Evhadüddin Kirmani arasındaki farkı da öğrenmiş oluruz.
Karen ertesi sabah kapkaççının öldürüldüğü haberini alır. Mennân ise katilin Şems olduğunu düşünmeye başlar.Böyle düşünmesinin gerekçesini ise Şems’in diğer isminin Seyfullah olmasıylaaçıklar. Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-Arifîn’inde yer alan Şems’in bir menkıbesini anlatır bu sefer yazar. Şems’in hayatındaki bir çok menkıbevi olayı bu bölümde okuruz.
Kitapta Şems ile ilgili bir diğer husus bir sonraki bölümde gelir. Karen, rahatlamak için girdiği küvette gördüğü rüyada bir başka hakikati öğrenir: Karen’in küçükken hayali arkadaşı olan Sunny’nin aslında Şems’le aynı kişi olduğunu. Birinin ismi Farsça güneş iken diğeri İngilizce güneşli demektir.Birini küçükken görürdü, diğerini de büyüyünce görüyor.Ortak taraflarıise Karen’den başka hiç kimseye görünmüyor oluşları. Ve Sunny, Karen’i Şah Nesim’in koltuğunda oturan Şems’e götürüyor bu sefer ve Karen çok şaşırıyor.
Ertesi gün Karen’in İzzet Efendi’yle görüşmesinde Mennân’ın sözü getirmesiyle yüzük bahsi açılınca İzzet Efendi, Şems’in Makalat’ında taşı kanayan bir yüzükten bahsettiğini hatırlar.Daha sonra Karen, bir kitapçıdan kitabı bulacak ve bahsedilen bölümü okuyacaktır.
Yoğun bir günün ardından gittiği otelde yine rüyasında Şems’i görür.Uyumadan once Makâlât’ta, gündüz İzzet Efendi’nin bahsettiği yüzüğün hikayesini bulur ve okur.Daha sonra da uyur. Bu sefer rüyasında Şems’in karısı Kimyâ ile Alaeddin’i yakalamasına, eve dönen Kimyâ’yı sıkıştırarak ölümüne neden olmasına tanıklık eder. Daha sonra uyanır, otelin penceresinden karşıdaki dergahın avlusunda Sunny’yi görür ve onun çağırması üzerine dergahın avlusuna gider.Orada Şems’le karşılaşır ve ona karısını neden öldürdüğünü sorması üzerine konusu aşk olan bir sohbete başlarlar.Kitabın en güzel bölümlerinden biri de burada anlatılan Süleyman peygamber ile kırlangıç arasında geçen konuşmanın olduğunu söyleyebiliriz.
Ertesi gün Karen uyandığında rüyasında gördüklerini Eflâkî Dede’nin Menâkıbu’l-Arifîn’inde de okur ve gördüklerinin doğru olduğunu düşünmeye başlar.Daha sonra Mennân’la aralarında Şems’in nasıl öldürüldüğünü konuşurlar.Bu konuşmada kitabın girişinde anlatılan cinayetin mahiyeti iyice anlaşılır.Romancının yaptığı en özgün iş Alaaddin’i suçlayan bir dil kullanmaması ve onu gerçek yerine oturtmasıdır.Bu bölümü okuyunca aklıma İsa ve havarisi Juda İskariyot geldi.Kazancakis’in meşhur romanında[1] havarinin kendisine verilen kutsal bir vazifeyi yerine getirmesi gibi Alaaddin de Şems’in kaderinin tahakkuk etmesi için üzerine düşen vazifeyi yerine getiriyor.Bu yönüyle de romancının bakışının özgün olduğunu düşünüyorum.
Aynı gün emniyetten pasaportunu aldıktan sonra gittiği Şems Camiinde yeniden bir zaman yolculuğuna çıkar.Burası da,kitabın bence en güzel ve ilginçbölümlerinden biri.Bu sefer Şems’in aleyhtarlarının katıldığı bir toplantıya şahit oluyor Karen.Yazar, Şemsle ilgili üzerinde pek durulmayan bir çok konuyu burada aleyhtarlarının ağzından dile getirmiş.Bunu da okuru rahatsız etmeden yapıyor.Şems’le ilgili olarak günümüzde bile tartışılan eşcinsellik, Moğol ajanlığı ve Allahlık iddiaları gibitelaffuz edilmesi güç konuları burada ele alıp tartışıyor ve okuru ikna edecek cevaplar buluyor.Alaaddin ve Şems, her ikisi de olacakları önceden bilen ve sonuçlarına razı bir haldeler.Kendilerine biçilen rolü oynamak için zamanını bekleyen iki aktör adeta.
Yazarın kimi tehlikeli konulara çok cesurca girdiğini söylemiştik.Bunlardan biri deMevlânâ’nın oğlunu affetmesini pişman olan baba psikolojisi ile açıklamasıdır.Oysa kitaplarda Şems’i rüyasında gören Mevlânâ’nın ondan oğlunu affettiğini duyması üzerine mezarını ziyarete gittiği yazılıdır.
Karen, Şems Camiinden ayrıldıktan sonra görüşmeye gittiği İzzet Efendi’den bu defa Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkinin mahiyetini öğrenmek ister.Aslında öğrenmek istediği şey babası ile Şah Nesim arasındaki ilişkiyi anlamaktır.Bu ilişkiyi izah etme noktasında da yazarın oldukça başarılı olduğunu görürüz.Yazar, Allah olma, Allah’a kavuşma ve Allah’ta yok olma düşüncelerini İzzet Efendi’nin ağzından oldukça başarılı bir şekilde anlatır.
İzzet Efendi’nin, Şems’e toz kondurmayanları, Mennân’ın ise Şems’i sevmek ve saygı duymakla birlikte kusurlarının olabileceğini düşünenleri temsil ettiğini söyleyebiliriz.Karen ise Şems’i hakkıyla bilenleri temsil etmektedir.
Şems’in karıştığı son olay bir trafik kazasıdır.Karen’i kaçıran Ziya ve adamını Sunny ile birlikte öldürerek Karen’i kurtarır.Polisler ise Ziya ve adamının yağışlı bir havada aşırı hız sonucu yapılan bir trafik kazası sonucu öldüğünü rapor edeceklerdir.
Kitabın finali ise oldukça etkileyici.Karen sonunda kanayan yüzük ile babasıarasında bir ilginin olduğunu görecektir.
Romanda bir çok anekdot ve menkıbe yer alıyor.Bir kısmından yukarıda bahsettik. Ancak iki tanesininKaren’in durumun anlaşılması bakımından oldukça önemli olduğunu görürüz: Biri çocuğu olmayan adamın hikayesi. Diğeri de Makâlât’taki kanayan yüzük hikayesi.
Bir derviş bir adamdan kendisini doyurmasını istemiş.Adamın gönlü zenginmiş.Ne yemek istersin, diye sormuş ve önüne istediğini koyuvermiş. Derviş yerken adamın bir derdi olduğunu anlamış ve doğrudan ¨Çocuğunun olmasını neden bu kadar çok istiyorsun?¨ diye sormuş. Adam, dervişin derdini bilmesine şaşırmış ve ona her şeyi olduğu halde mutlu olmadığını, bunun nedeninin de çocuğunun olmaması diye düşündüğünü söyleyince derviş, senin aradığın şey mana, demiş ve çocuğun olursa mutlu olacağından emin misin, diye de sormuş. İkisi arasındaki farkı bilmeyen adam evet, demiş ve derviş ona sabahleyin uyandığında tertemiz yıkanmasını, akşama kadar kimseye kötülük etmemesini, yalan söylememesini vs. akşam eve gelince de bütün kalbiyle secde etmesini, sabah namazına kadar Allah’a dua etmesini, sabah namazını kıldıktan sonra da karısının yanına gitmesini söylemiş. Adam denileni harfiyyen yerine getirmiş ve dokuz ay on gün sonra bir oğlu olmuş.Çok sevinmiş, bir zaman sonra dervişin bunu nasıl bildiğini merak etmeye başlamış.Rüyasında dervişi görmüş ve aradığının Allah aşkı olduğunu, onun için de kalbinden bu dünyaya ait olan herşeyi söküp atması gerektiğini söyleyince çocukla annesini bırakıp sorusunun cevabını aramaya çıkmış.Kadın çocuğu babasız büyütmüş.Büyüyünce de babasını merak edip aramaya çıkmış ve Kabe’de bulmuş.Baba demiş, babası da dönüp oğlunu görünce ¨Allah’ım, senin aşkını kimseyle paylaşamam. Ya benim canımı al, ya onunkini.¨ diye dua etmiş. Adamın çocuğu oracıkta ölmüş.
Poyraz Efendi’nin kızının kendini affetmesi üzerine Allah’tansadece kendi canının almasını istemesi, kızı ile ilgili hiçbir şey söylememesi oldukça anlamlıdır.
Birgün halife bir dervişe semaı yasak eder. Bunun üzerine dervişin yüreğinde bir düğüm olur.Derviş kederinden hastalanır, hiçbir hekim derde çare bulamaz ve derviş sonunda ölür. Hekim tedavi edemediği bu hastalığı merak eder, cesedi kabirden alır, evine götürür, kalbini çıkarır, inceler ve kalbinde bir düğüm olduğunu görür. Düğüm sertleşmiş, adeta bir akik taşı olmuştur.Hekim bu akik taşını uzun yıllar saklar, yoksul düşünce de satmak zorunda kalır.Halife alır, yüzük taşı yaptırır. Bir gün sema aleminde baş aşağı bakarken elbisesinin kan olduğunu görür. Kendini yoklar, yara bere yoktur. Elini yüzüğüne götürür, yüzüğün taşı kan olup akmıştır.
Poyraz Efendi’nin kalbindeki düğüm küçük kızını bırakıp gitmesinin verdiği suçluluk duygusudur.Yüzüğün kanamasının sebebi budur.Bu düğüm ancak kızının affetmesi ile çözülür, diğer altı semazenle birlikte Poyraz Efendi de semaa kalkar ve dönmeye başlar.Daha sonra annesinden alacağı, babasının altı kişi ile birlikte ABD askerlerinin saldırısı sonucu öldüğü haberi bize, babasının ancak kızının kendisini affetmesi üzerine canını verebildiğinigösterir.
Biraz da romanın ismindekiesrâr üzerinde durmak istiyorum.Kitapta üç sır çözülüyor.
- Yangının kundak olup olmadığı.
- Şems’in nasıl öldürüldüğü,
- Poyraz Efendi’nin nerede ve nasıl olduğu.
Yangının nasıl çıktığı, diğer polisiye romanlarda görülebilecek bir şey.Bu konuda çok roman ve film var. Şems’in nasıl öldürüldüğü zaten konu ile ilgili kitaplarda yazılı.Bu da biliniyor.Romanın en özgün tarafı Poyraz Efendi ile ilgili olan kısımdır.Bunu da yukarıda anlattığımız iki menkıbe ile çok başarılı bir şekilde halletmektedir.
Diğerleri kadar olmasa da cevap bekleyen bir soru daha var. Karen erkek arkadaşının istemediği çocuğu doğuracak mı, yoksa aldıracak mı? Romanda bu soruya da cevap bulunuyor.
Romanda yeri geldikçe sema, tennure, mezar taşları vs. gibi Mevlevilikle ilgili konularda da bilgiler veriliyor.Bu tür bilgileri daha çok kitabi tarzda vermekte, romanda geçen olayların gelişiminde pek fazla katkı sağlamadığını söyleyebiliriz.
Ahmet Ümit kültürümüzde mevcut olan bilgi ve hikmeti, edebi ve polisiye roman kültürü bağlamında özellikle menkıbelerden yararlanarak çok başarılı bir şekilde dönüştürmektedir.Bu romanı okuduktan sonra bize iki şey düşüyor.Biri, Da Vinci Şifresi’ni okuyanların Paris’i ve Londra’yı görmek istemeleri gibi Konya’yı, dergahı, Şems Camii ziyaret etmek.İkincisi, böylesine önemli konuları bir romanda tartışarak aktarmayı başaran yazarını tebrik etmek.
[1]Nikos Kazancakis, Günaha Son Çağrı, İstanbul: Cem Yayınevi, 1999.