AZ UYU

A+
A-

Bu yazı  İstanbul  Benötesi Psikoloji Derneğinde yapılan  Mesnevi sohbetinin deşifresiyle hazırlanmıştır.

AZ UYU

Efendim az uyumada sadece İslâm âlemini, belli bir tarikat veya belli bir  mezhebi ilgilendiren bir durum değil, oda az yeme gibi  tüm insanlık âleminin temel sorunlarından biridir. Az yemek Sâlihler âdeti olduğu  gibi, az uyumakta Sâlihlerin âdetidir. Çünkü çok yemek gibi çok uyumakta, kalbi gaflete düşürür. Dimâğı uyuşturur.  Vücûdumuzu hantallaştırır. Özellikle unutkanlığa ve bir çok hastalıklara sebep olur. Ayrıca çok uyumak gecenin çeşit çeşit mânevi bereketinden, nice ilâhi feyz ve rahmetinden  mahrûm kalmamıza da  vesile olur. Kur’an-ı Kerimde ; Âli İmrân sûresi 17- Furkân sûresi 64- Müzemmil sûresi 1 ve 4- âyetler, İnsan sûresi 26– İsrâ sûresi 79 ve Zariyat sûresi 17-18 ayetlerde  olduğu gibi  farklı sûrelerde de geceyle ilgili  âyetlere rastlamak mümkün.

Sözü geçen âyetlerde genellikle gece kalkıp ibâdet etmesi için  Peygamber Efendimize hitâp vardır. Elbette bu hitâp, Efendimizin âli şahsında öncelikle  tüm  İslâm âlemine, daha sonrada tüm   insanlık âleminedir. Çünkü, Efendimiz Rahmetellil âlemindir. Dolayısıyla da her sözü, her davranışı tüm insanlık âlemini ihâta eder. Peygamber Efendimiz bir hâdis-i şeriflerinde: “Benim Cenâb-ı Allah ile öyle bir ânım var ki;  O zaman aramıza ne bir kitap sahibi peygamber, nede  Allah’a yakın olan bir melek girebilir” diye buyurmuştur. Şems-i Tebriz-i Hazretleri bu Hâdis-i şerifi yorumlarken şöyle der:  “Bu sözle Efendimiz kendi hâlini bize  anlatmıyor. Burada ümmetine bir dâvet var . Yâni öyle bir şey yapınız ki, hâliniz de benim  hâlim gibi  olsun. Bu sözleri efendimizin kendi  hâli olarak değil, o hâle bizleri  dâvet olarak anlamak lazım” Şems-i Tebriz-i Hazretlerinin bu yorumu elbette çok ulvî, çok  doğru bir anlayış,  kişinin ufkunu genişletiyor. Gerek Kur’an âyetleri, gerek  Efendimizin her hâli, her sözü bizlere bir işârettir. Sırlar diyârına açılan nâ-mütenâhi bir kapıdır. O nedenle sadece işin zâhirinde, sûretinde  kalmamak, birazda bâtını  mânâsını, özünü, araştırıp öğrenmek, ona göre de  hareket etmek gerekir. Malûm sûret bulunan evde namaz kılınmaz demiştir efendimiz. Bu   sûreti duvarda asılı resimler olarak düşünmek çok sığ, çok  kısır bir düşünce olur.

Necmüddin  Kübrâ Hazretleri; Arz edilen  âyetlerin  özellikle geceye işâret etmesi uyku ile bağlantısı olduğu içindir der ve  uykuyu ikiye ayırır.

Bildiğiniz üzere Necmüddin  Kübrâ Hazretleri;  Kübreviye tarikatının Pir’idir. Hz. Mevlânâ’mız; O yolda yürümüş, O yolda âşıklara sultan olmuştur. Hz. Mevlânâ’nın ilk mürşidi  kabul edilen babası Sultanu’l Ulemâ, Necmüddin Kübrâ Hazretlerinin mürididir. Ayrıca  diğer bir müridi olan Baba Kemâl Cendi Hazretlerine ise  Şems-i Tebriz’i-nin  bağlı olduğu kabul edilir.

Böyle bir  ulu sultana göre  uykunun iki hâline gelince:

1.Uykunun hakikatı

  1. Uykunun hikmeti

Uykunun hakikatı: “Kalpteki duygu organları açılsın diye zâhiri duyu organlarını kapatmaktır. Diğer bir anlatımla ancak zâhir duyu organları kapanırsa mânevi duyu organlarımız  açılır”

Efendim; bilindiği üzere zâhiri duygularımızın bir de bâtını boyutu var. Yâni mânevi  boyutu. Baş gözünü kapatmasak gönül gözü nasıl açılsın ? Elbette bu kapamak geceleri uzun uzun  uyumak değil. Öyle olsa az uyu demezlerdi. Necmüddin Kübrâ Hazretlerinin uykunun hakikatı dediği,  yâni  zâhiri duyguları kapama olayını, Hz. Mevlânâ Mesnevi’de hepimizin anlayacağı bir dille şöyle açıklamıştır: Clt.1. 3120: Zindândaki mahpuslar, gece uyuyunca zindânda bulunduklarından habersizdirler. Yüksek mevkîlerde bulunanlar da, refâh içersinde yaşayan mutlu kişilerde uykuya dalınca her şeylerini kaybederler.

Uykuda ne gam, ne kazanmak, ne kaybetmek endişesi vardır. Nede şunun bunun hayâli vardır.

Ârif olan zâtın hâli, uyanık iken de aynen  böyledir. Ârif kişi baş gözü açık iken de dünya’ya  karşı uykudadır.

Cenâb-ı Hakk Ashâb-ı Kehf  hakkında: “Onlar uykuda idiler tâbirini kullanmıştır”

Bu nasıl olur ? deme. Onlar gece gündüz dünya hallerine uykuya dalmışlardır. Onlar Cenâb-ı Hakk’ın elinde evirip çevirdiği kalem kesilmişlerdir.

Yazı yazan eli göremeyen kişi, sâdece kalemin hareket ettiğini görürde yazma işini kalemden bilir”

Halkın hiss uykusuna, tabiî uykuya dalarak, hiç değilse uyuduğu zaman bu âleme gözünü kapasın da dünya hırsından kurtulsun diye Allah âriflerin halinden  misaller vermiş, örnekler göstermiştir.

Dünya’da bugün bile nice Ashâb-ı Kehf vardır ki, belki senin yanı başında karşındadır.

Onlara yâr olan dost da, şimdi mağarada onlarla sohbettedir. Fakat senin gözün ve kulağın mühürlü olduğu için bunlardan sana ne fayda var”

Efendim görüldüğü üzere, Ashâb-ı Kehf’te  yüzyıllar öncesinde  kalmadı. Şu an içimizde yaşayan nice Ashâb-ı Kehfler var. Onları asırların gerisinde  düşünmek çok büyük yanlış olur. Hz. Pir’imizin  buyurduğu gibi beklide yanı başımızda nice Ashâb-ı Kehf’ler var  ama; görmeyene, bilmeyene ne fayda. Ayrıca sizlerinde fark ettiği gibi  uyku ile uyanıklık ta  birbirinden ayrılmayan bir bütün. Bâzen uykunun adı uyanıklık olurken, bâzen de uyanıklık uyku oluyor. Ya Ashâb-ı Kehf gibi gündüz bile dünya’ya karşı uykuda olacağız, ya da,   herkes uyurken bizler gecenin belli bir zamanında  zikir, fikir, şükür içersinde  uyanık olacağız. Tercih bize bırakılmış. Önemli olan hangi uyku, hangi uyanıklık içerisinde olduğumuzdur.

Mesnevi clt.3.1222: “Şu dünyada baş gözü açık, fakat gönül gözü uykuda nice kişiler vardır.

Gönlü uyanık olan kişi, baş gözünü kapasa bile, ona yüzlerce basiret gözü açılır. Eğer sen gönül ehli değilsen uyanık ol. Daima uyanık bulun. Allah’tan gönül iste bunun için çalış çabala.

Eğer gönlün uyanık ise korkma ! baş gözün ile uyumaya bak bir hoşça uyu ! Artık senin gözünün önünden ne yedi kat kaybolur, nede altı yön !

Hz.Peygamber buyurmuştur ki; “Benim gözlerim uyur ama gönlüm hiç uykuya dalmaz” Gönül gözü açık olarak uyuyanlara benim canım fedâ olsun”

Bu beyitler bendenize çok güzel bir sözü hatırlattı: “Ârifin uykusu, câhilin ibâdetinden çok  daha hayırlıdır” Çünkü onlar zâhiren uyurken bile kalpleri dâimi  zikir hâlindedir. Belki baş gözleri kapalıdır ama, gönül gözleri açıktır. Onların uykusu ibâdetin özü, kulluğun ta kendisidir. O nedenle; Hz. Mevlânâ: Allah dostlarını tanımak, Allah’ı tanımaktan daha zordur. Velilerin hâllerini  kendi hâlinle  kıyaslama. Sen bal yersin zehir olur. O zehir yer bal olur der. Hz. Ömer’in Bizans emirinin getirdiği bir şişe zehri gül şerbeti gibi içmesi buna çok güzel bir  örnektir. Zaten Allah dostlarından tecellî eden davranışları, kendi nefsâni duygularımızla karıştırdığımız için bu âlemde o mübarek insanları  tanımak çok az kimseye nâsip olmuştur. Allah dostlarını tanımak, bilmek çok daha zordur çünkü onlar gizlidir. Cenâb-ı Hakk ise ayân beyân ortadadır.

Ayrıca şu beyitte çok önemli: “Eğer sen gönül ehli değilsen uyanık ol. Dâima uyanık bulun. Allah’tan gönül iste bunun için çalış çabala”

Hâlbuki hepimiz kendimizi gönül sahibi zannederiz. Ne yazıktır ki olmayan gönlümüz  en ufacık bir şeyde, hemen ya   incinir, yada   kırılır. Kırılan, incinen  nedir ? hiç düşünmeyiz bile. Herkes gönül sahibi olsa idi:  Yunus Emre der: “Hoca istersen var bin hacca, hepsinden iyice bir gönül’e girmektir” denir miydi ? Gönül denilen şey nasıl bir şeydir ki, bin hacdan daha efdaldir.  Mesnevi’de: “Sen, bende  gönül var diyorsun. Diyorsun ama, gönül dediğin şey arşın üzerinde olur. Hâlbuki sen aşağıların aşağısındasın. Kara balçıkta da  su bulunduğunu herkes bilir. Bilir ama, O suyla abdest alınmadığını da herkes bilir. Sen kara balçığa dönmüş gönlüne gönül diyemezsin” Niyâzi Mısrî Hazretlerinin de aynı mânâda çok güzel  bir beyti var: “Gönül müdür ol kim içi vesvâs ile dolmuş /  Kibir ile hased askeri her yanını almış” Evet efendim ne yazıktır ki işin gerçeği böyle. Biz aslolan kendi konumuza dönecek olursak: Rubâiler clt.4.146: “Geceleyin yol  yürünür, çünkü  gece sırların rehberidir. Herkes uyurken ilâhi aşk sırları mânâ zevkleri gece gönle gelir. Çünkü ancak geceleri  gönlün kapıları açılır”

İlk başta arz ettiğim âyetlerde  hep geceye takabül ediyordu. Neden ille de gece gönül kapıları açılır ? Çünkü, gündüzün maddi koşuşturmaları, hâyal ve hülyaları  bizi öyle bir âleme çeker ki, değil mânâ  iklimini  hissetmek, kendimizi bile madde âleminde  kaybederiz. Sizde bilirsiniz,  çoğu insanın değil beş vakit namaz kılmaya, Cum’a ya gitmeye bile vakti olmaz. Vakti olup gitse  huzûr bulmaz, bulamaz. Çünkü Cum’a da  yine kendi işi gücüyle cem olmuştur. Hutbeyi bile  kendi  nefs  sesinden dinler. İşte burası câhilin ibâdetinden ârifin uykusu daha hayırlıdır sözünün geçerli olduğu yerdir.

Sohbetimizin başına dönecek olursak: Uykunun hakikatından bahsediyorduk. Arz edilen beyitlerden kısaca şunu anlıyoruz: Zâhiri duygularımızı kapamak bu vesileyle de mânevi duygularımızın açılmasına fırsat vermek. Konumuz uyku olduğuna göre baş gözümüzü kapatacağız ki, gönül gözümüz  açılsın. Baş gözümüzü geceleri vücudun ihtiyacı ölçüsünde kapatırsak sadece rûhumuz dinlenir. İhtiyacın dışında  fazla uyku ise, rûh’u  rahatsız, bedeni de  hasta  eder. Fakat Ashab-ı Kehf gibi gündüz bile gözlerimizi dünyaya karşı kapatabilirsek, bedenimiz  sağlıklı, rûhumuz dingin ve huzûrlu olduğu gibi ayrıca  mânevi görüş sahibi de  oluruz  inşallah. Önemli olan tüm organlarımızla birlikte gözümüzü de, yaratılış gayesine uygun bir şekilde kullanmak, sîret ile sûret arasında bir denge kurmak, gözümüzü kendimize dost etmeye çalışmaktır. Nitekim;  Niyâzi Mısrî Hazretleri: “Bir göz ki olmaya ibret nazarında / Ol düşmanıdır sâhibinin başı üzeride” Demiştir.

Necmüddin Kübrâ hazretlerine göre uykunun hikmetine gelince: “Rûhumuz şu süfli bedenimizde “Garip” bir haldedir. Bu bedenimizi ıslah ederek, faydalı olanı elde edip, zararlı olanı da def etmeye çalışır. Kişi uyanık olduğu müddetçe rûh bedende hapsolmuş bir vaziyettedir. Kişi uyuyunca kutsî rûhta aslî vatanına gider. Gayb âlemindeki huzûrla dinlenir. Melaküt âlemine gittiği zaman şahadet âlemini de misâlleriyle görür.

Mücahade ehli kişi az yiyerek az uyuyarak üzerindeki  hava su ateş toprak ateşin   hakimiyetini  eritir  yok  ederse gönül gözüyle bu âlemde bile  melâküt âlemini temaşa eder. Yâni rüya yoluyla değil, rüyet yoluyla her şeyi görür bilirler”

Hatırlarsanız daha önceki Mesnevî  sohbetlerimizin birinde  bu rüyet yoluyla bilme konusunu uzun uzun konuşmuştuk.

Hz. Mevlânâ; görüş sahibi Allah dostları doğdukları günden ölecekleri güne kadar neler yaşayacaklarını görür bilirler. Hatta bir tek kendilerininkini değil, doğuda batıda ki tüm insanların neler yaşayacaklarını bilirler. Fakat Allah’ın takdirini tedbir ederek değiştirmezler  diyordu. Bu duruma en güzel örnekte yine Peygamber Efendimiz ve Hz. Ali Efendimizdi. Bu konular Mesnevî beyitleriyle çok geniş bir şekilde açıklanmıştı sizlere.

Uykunun hikmetine dönecek olursak; Demek ki rûhumuz bizler uyanık olduğumuz müddetçe hapsolmuş vaziyette darda sıkıntıda kalmaktadır. Ancak uyuduğumuz zaman rûh kendi âlemine gidip biraz huzûr buluyor, dünyevi sıkıntılardan kurtuluyor. Tüm bunların çok daha iyi anlaşılması için yine   Mesnevî’den bâzı beyitleri sizlere özet olarak arz etmek isterim. clt.1.396: “Halkın canları geceleri nedeni, niçini olmayan bir sahraya “Rûhlar âlemine” gider. Rûhları rûhlar âleminde, bedenleri de yattıkları yerde istirahat eder.

Cenâb-ı Allah sonra ilâhi bir işâretle bütün rûhları tekrar ten tuzaklarına getirir. Onları iyi ve âdil bir insan olmaya dâvet eder.

Vaktaki seherin nûru görünür, felek akbabası altın kanatlarını çırpar, sabah olur güneş doğar.

Sâbahların yaratıcısı olan Allah, İsrafil gibi bütün rûhları alır o ülkeden, rûhlar âleminden şu gördüğümüz âleme sûret âlemine getirir.

Etrafa yayılmış, dağılmış olan rûhları ten ile, ceset ile bağlar. Böylece bedenleri tekrar rûhlara hamile yapar, gebe bırakır.

Geceleri insan uykuya dalınca can atlarının beden eğerlerini soyar alır. “Uyku ölümün kardeşidir” hadisinin sırrı da budur.

Fakat sabahleyin tekrar gelmeleri için ve tenle ilgilenmeleri için rûhların ayağına uzun bir ip bağlar.

Bağlar ki, gündüz olunca mânâ âlemi çayırlığından geri gelsinler. Tekrar kulluk yükünün altına girsinler.

Aynı  konuyu  İbrahim Hakkı Hazretleri de dile getirmiş  oda Necmüddin Kübrâ ve Hz Mevlânâ ile  aynı şeyleri ifade etmiştir. Bu konuda farklı bir  örnek olması açısından onu da özet olarak  arz etmek istiyorum.

“İnsan o ulvî âlemden, bu sufli âleme “Garip” olarak  gelmiştir. Ve hayvâni nefsin işleriyle uğraşır olmuştur. Onun menfaatine koşar. Zararını da engellemeye çalışır. Nefse bağlanmış ve bedene tutunmuştur. Bu yüzdende dar ve zor bir dünyada “Garip” olan  rûh bedende  tutsak olup kalmıştır. Bu cismi uyku bastırdığı zaman rûh kendi saltanatına yükselip iki türlü fayda bulur.

Birincisi şu ki: Bu nimet ve rezâlet âleminde çektiği gurbet zahmetlerinden tamamiyle kurtulup bedenin nefsâni işleriyle uğraşmaktan âzâd olur”

Efendim bir kez daha  arz etmek isterim. Nefs bu dünya’ya aittir. Rûh ise  bekâ âleminden gelmiş fâni dünyamızda garip kalmıştır. “Kur’an da “Gariplere yardım ediniz” âyeti öncelikle ötelerden  bu âleme gelip  bedenimizde misafir olan  rûhumuza  sahip çıkmayı, ona  yardım etmemeyi  emreder. Çünkü gerçek garip rûhumuzdur. Ne yazık ki bizler garip ve yabancı  deyince sadece bir beldeden bir beldeye göçen muhâcirleri düşünürüz. İnşallah  âyet ve hâdisleri  farklı mânâları ile de anlamak cümlemize nasip olur.  Bildiğiniz üzere psikolojik rahatsızlıkları olan çoğu kişiler  bilinçsizce  kendini uykuya verir veya doktoru  tarafından ilâçla uyutulur. Sebep aynı; Hayvâni duygularımızın esareti altına giren  rûh’u  kısa  bir müddet içinde  olsa  rahatlatmaya çalışmak. Şu fâni âlemin tasa ve sıkıntısından kurtarıp dinlendirmek. Fakat bu da  yanlış anlaşılmasın ! söz konusu olan  uyku, nefs elinden çaresiz kalan rûha sâdece  geçici sun-i  bir rahatlıktır. Asla kalıcı bir çözüm veya  bedenimize  gerçek bir şifâ değildir. Sun-i teneffüs halinde  ne kadar real bir  yaşam içerisinde olabiliriz ki ? Gerçek rûh huzûru  az uyumakla veya Ashâb-ı Kehf  gibi dünya’ya karşı uykuda olmakla  elde edilir. Az uyumayı da  zikir, fikir, şükür ile birleştirdiğimizde bize şifâ olacaktır. Geceleri  kendi kendimizle kavga edip, sabah az uydum diye isyân edip, sonuç olarak ta maddi mânevi huzûr ve  şifâ bekleyemeyiz. Rejimle riyâzet bir olmadığı  gibi, rahmâni olan uyku ve uyanıklıkla, nefsâni olan uyku ve uyanıklıkta bir değildir. Ayrıca şunu da arz etmek isterim: Hem aslî vatanından uzak düşmek, hem hapsolduğu bedenin bitmez tükenmez  beşeri  arzuları rûh’u rahatsız eder, fakat hasta etmez. Çünkü rûh hasta olmaz. Mesnevi’de Hz. Mevlânâ şöyle der: Clt.4.3788: “Bozulanlar, değişenler bedene ait olan duygu ve huylardır. Değişim yeri bedendir. Ölümsüz olan rûh parlak ilâhi bir güneştir. O güneş gibi olan rûh hiç değişmez, bozulmaz, başka şekle bürünmez. Hastalık, uyku, ağrı, sızı gibi sıfatlar bedene aittir. Rûh’un bu sıfatlarla ilgisi yoktur. Rûh  fâni olan bu  sıfatlardan temizlenmiştir”

Gaflet içinde çok uyumak veya tümüyle maddeye dayalı bir yaşam içerisinde olmak yaratılış gayemize ters düşer. O nedenle de  rûh’umuz  rahatsız ve mutsuz olur. Bu rahatsızlıkta bedenimizde  hastalık olarak zuhûr eder. Diğer tüm rûh’i hastalıkları da bu çerçeveden düşünmek gerekir. Daha önceki sohbetlerimizde çok sık dile getirildi. Topraktan gelip toprağa gidecek olan bedenimizi besleyen  her şeyin rûhumuzla hiçbir ilgisi yok. Bedenimizi mutlu eden şeyler tam tersi rûhumuzu rahatsız eder. Çünkü bedenin mutluluğu nefsin mutluluğu demektir.   İbrahim Hakkı Hazretleri: “Bu cismi uyku bastırdığı zaman rûh kendi saltanatına yükselip iki türlü fayda bulur” Diyordu.  Birincisini  arz etmeye  çalıştık.

İkincisine gelince:  “O ulvî rûh kendi vatanına yükselip ilk akıldan bâzı sırlara muttali olarak berzah âleminde mahbus olduysa da o vasıtayla nice mânâlar yakalamıştır. Şahadet âleminde de benzerleriyle izâha kavuşmuştur. Vak’anın tam ifadesi şudur ki: Geçmiş işlerin uyarıcılığı ve gelecek hallerin müjdesi doğru bir rüya halinde malûm olmuştur. Eğer uyuyanın rûhu berzahtan geçip akl-ı küll ile karşılaştı ise o vasıtasız müşahade ile bir çok ilhamlara nâil olmuş ve onun uykusu bir gündüz uyanıklığı  olup murakabe ile sırların keşf edildiği deryaya dalmıştır”

Bu da yine ârifin uykusunun hayr-ü hikmeti ve bazı uykuların nasıl uyanıklığın ta kendisi olduğudur. “Gerçek olan şu ki: Uyku tembellik ve gaflettir. Rûhâni uyku ise; Mevlâ’nın huzûruna yükselmektir. Câhilin uykusu bir nevi ölümdür. Ârifin uykusu zihni açar. Avamın uykusu perîşânlık ve derttir. Havâssın uykusu tam bir muhabbettir. Ham adamların uykusu gaflet ile  vakit geçirmek. Olgunların uykusu ise öz’e itaattir”

Derler ki; “Gönül adamlarından biri,  bir tekkede birkaç gün misafir olmuş. Her gün on adamın yediğini yiyip, bütün gece uyuyup, bütün günlerde konuşmuş.

Oradaki dervişler o kişinin çok yiyip, çok uyuyup, çok konuşmasından rahatsız olmuş ve şeyh efendiye şikayet etmişler.

Şeyh efendi şikayet edilen kişiyi yanına  çağırıp şöyle demiş: Erenlerin yolunun esası az yemek, az uyumak ve az konuşmaktır. Sen ise tam tersini yapıyor, bu halinle tekkeye yük oluyormuşsun.

Misafir şeyhi dinledikten sonra:  Eğer benden size şikayetçi olan dervişler irfân sahibi olsalardı, şikayet yerine teşekkür ederlerdi. Zira bizim yediğimiz yemek   değil sadece nûrdur. Biz geceleri uyumaz sadece huzûra yükseliriz. Ayrıca boş konuşmaz sadece hikmet söyleriz.

Sözün özü şu ki; bu kemâle ulaşmamış kişiler için çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak büyük bir kayıptır”

Bu menkıbede, “Ârifin uykusu ibâdettir. Câhilinki kâbahattir. Ârif yer nûr olur. Câhilinki  zûlmettir” sözünü doğruluyor.

( Sohbetimizin devamını bir sonraki aşamada semâzen.nette sizinle paylaşmak niyâzıyla gönülden selâm sevgi ve saygılar )