ATIN KUSURU
Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 39
ATIN KUSURU
Bir beyin çok güzel bir atı vardı. Pâdişahın atları arasında bile bu atın bir benzeri yoktu. Bey bir gün o ata binerek Harzemşah pâdişahının alayına katıldı. Pâdişahın gözü aniden o ata ilişti. Atın duruşu, rengi çalımı sultânın aklını başından aldı. Atın neresine baktıysa son derece güzel ve eşsiz buldu.
Pâdişah gezintiden dönünce çavuşlara beyden o atın alınıp getirilmesini emretti. Çavuşlar gidip beyin kapısına dayandılar. Bey perişan oldu. Pâdişahın emrine karşı gelmesi mümkün değildi.
Çâreyi vezir İmâdülmülk’ün huzûruna koşmakta buldu. Onun yanına varınca başına topraklar saçtı ağlayıp gözyaşı döktü:
“Neyim var neyim yoksa pâdişâhımız alsın. İsterse bütün evimi barkımı adamlarına yağmalatsın yalnız atımı bana geri versin,” diye yalvardı. İmâdülmülk beyin sırtını sıvazladı, onu tesellî etti:
“Sen merak etme ben sana atını geri getiririm,” diyerek kalkıp pâdişâhın huzuruna gitti. Sesini çıkarmadan divan duruyor fakat içinden duâlar ediyordu. Çavuşlar tam o sırada atı çekip getirdiler pâdişah tahtından indi. İmâdülmülk’e atı göstererek:
“Ne kadar güzel, ne kadar eşsiz bir at bütün âzâları, ne kadar kusursuz,” dedi. İmâdülmülk:
“Haklısınız efendim at çok güzel fakat bana, başı biraz çirkin gibi görünüyor; bakınız öküz başına benziyor” dedi.
Pâdişah dikkat etti, gerçekten de atın başı öküz başına benziyor gibi geldi kendine ve o an ata karşı olan bütün sevgisi birden yok oldu, atın sâhibine iâdesini emretti.
Aslında bu bir bahâneydi, İmâdülmül’ün ata yakıştırdığı bir kusurdu. Fakat işe yaramış böylece beyin atını kurtarmıştı. (Mesnevî, c. VI, beyit: 3345-3480)
AÇIKLAMA
Harizmşahlar, Mevlânâ’nın doğduğu bölge ve çevresinde 1100-1230 yılları arasında hüküm sürmüş bir hânedandır. İktidarları döneminde bir çok din, edebiyat ve tasavvuf bilgini yetişmiştir.
Hikâyede paylaşılamayan bir attan söz edilir. Türk hükümdar ve beylerinin at sevgisi ve düşkünlüğünün bir örneğini burada da görmekteyiz. İslâm öncesi dönemde eski Türklerce atın gökten indiği kabul edilirdi ve bu asil hayvan âdetâ kutsallaştırılmıştı. Çok kere sâhibinin yanına veya özel bir mezara gömülürdü. Ata olan bu ilgi İslâmiyet’ten sonra da devam etmiş olmalı ki, Harzemşah hükümdarı, çok hoşuna giden bir atı ne yapıp edip elde etmek istiyor.
Hikâyemizde, beyle hükümdar arasında, ata sâhip olma konusunda bir sürtüşme yaşandığı görülür. Oysa bunun çâresi tasavvuf düşüncesinde vardır. Meşhur tasavvuf tariflerinden biri şöyledir: “Ne sen bir şeye mâlik olasın, ne de bir şey sana mâlik ola.” Bir başka ifâdeyle: “Tasavvuf, senin bir şeye mâlik olmaman, hiçbir şeyin de sana sâhip olmamasıdır.”
Hikâyede tam da bunun tersini görüyoruz. Ortada değerli bir at var, asıl sâhibi onu çok seviyor. Yani, ata mâliktir, at onun mülkiyetindedir. Ama ata olan sevgi ve ilgisi o derece ileridir ki, neredeyse at ona mâlik olmuştur, at sevgisinin kölesi hâline gelmiştir. Atın elden çıkma düşüncesi onu kahretmektedir. Aynı şekilde hükümdar da, benzer bir duygunun esiri olarak, zorla da olsa başka birinin atına sâhip olmak ister. Bu da hayâtı zorlaştırmaktadır. Çâre nedir? Çâre her şeye ancak lâyık olduğu kadar değer vermektir. Allah’tan başka her şey fânidir, mâsivâdır, o kadar da peşinden koşmağa değmez.
Yanlış anlaşılmasın, çalışıp çabalamayalım, mal mülk sâhibi olmayalım demiyoruz. Ama sâhip olduğumuz şeylere taparcasına bağlanmamalıyız. Aksi halde çok hayal kırıklığına uğrarız. Para cebimizde bulunmalı, kalbimizde değil. At da ahırında yaşamalı, gönlümüzde değil.
*
Hikâyemizdeki Imâdülmülk’ün, yine o devirlerde yaşamış akıllı, becerikli, herkesin saygı duyduğu bilge tabiatlı biri olduğu anlaşılıyor. Bu tip insanlara sâhip olmak toplumlar için bir şanstır. Hükümdarlık, pâdişahlık gibi tek adam yönetiminin hâkim olduğu devirlerde, böyle kimseler halkla yöneticiler arasında iletişimi ve bağı sağlamlaştırmışlardır. Zaman zaman, haksız el koyma ve müsâdere hâdiselerinde bu saygın kişilerin devreye girerek haksızlıkları önledikleri görülür.
Imâdülmülk’ün, beyin atını kurtarmak için başvurduğu çâre ilgi çekicidir.”Sultanım, at çok güzel ama başı biraz garip, öküz başına benziyor” der.
Burada telkînin gücünü ve önem verdiğimiz bir çok şeyin ne kadar izafî/göreceli olduğunun örneğini görüyoruz. Çoğumuzun başına gelmiştir, bir ara çok beğendiğimiz bir eşyâyı, bir süre sonra beğenmez oluruz. Hele bir dış etki olursa, bu durum daha çok kendini gösterir. 15-20 yıl önce çok hoşumuza giden bir otomobil modeli, bugün bize hiç de sevimli gelmez.
Moda dediğimiz konu da böyle değil midir? Bu alandaki zevkler devamlı olarak değişiyor. Gerçi modayı yönlendiren bir çok faktör vardır, ama kendimize dönüp şöyle bir sorarsak, herhangi bir dış etki olmasa bile, dün çok beğendiğimiz bir şeyden bugün soğuduğumuzu görürüz.
Mevlânâ’ın da mensup olduğu tasavvuf düşüncesinde bu izafiliklere, gelgeç heveslere çok güzel bir cevap vardır. Mâruf Kerhî (ö. 815. ) der ki: “Tasavvuf hakîkatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir.”
Evet, hakîkatleri, gerçek olanı, kalıcı olanı almak. Yani ona değer vermek, onu benimsemek! Onun dışındakilere ancak lâyık olduğu kadar değer vermek gerekir.
Hakîkatlerin hakîkati (Hakîkatü’l-Hakayık) Cenab-ı Hak’tır. Tek gerçek varlık O’dur. O’na âit olan, O’nun tarafından tavsiye edilen hakîkatler, asıl yönelmemiz gerekenlerdir. Meşrû yoldan sâhip olduğumuz mal, mülk, makam, mevki, at, araba, otomobil, köşk, saray, eş, evlât, çoluk çocuk, bütün bunlar hoş şeylerdir; hayâta renk ve güzellik katarlar. Onlarsız bir dünya düşünülemez. Ama onların hiçbirine taparcasına bağlanmamalıyız. Bunların hepsi geminin yüzmesine yarayan su gibidir. Geminin dışında bulundukları takdirde güzeldirler. Geminin içine girerlerse, yâni kalbimizde yer edinirlerse, gemimiz mânen batar.