AŞK SULTANI MEVLEVÎ ŞEYHİ, BİR FAKİR RİFÂÎ; KENAN RİFÂÎ – Cemâlnur SARGUT

A+
A-

AŞKIN SULTANLARI SON DÖNEM İSTANBUL MEVLEVÎLERİ ULUSAL SEMPOZYUMU
14-15 Mayıs 2010 / İSTANBUL

AŞK SULTANI MEVLEVÎ ŞEYHİ, BİR FAKİR RİFÂÎ; KENAN RİFÂÎ (1867-1950)

Cemâlnur SARGUT

(TÜRKKAD İstanbul)

Hocam Ken’an Er Rifâî kimdir? diye sorulduğunda hemen aklıma büyük mutasavvıf Hacı Hord’un Ârif Risâlesi gelir.

“Ârif, kendi adına herhangi bir arzusu olmadan tüm iyi işleri yapar ve herhangi bir kötü ameli inkâr etmeksizin tüm kötü işlerden kaçınır. O, bağlı kalmaksızın herkesle bir arada olur; ve herhangi bir hor görme olmaksızın da herkesten uzak durur. O, Allah’ı, her şeyin ötesinde kabul eder. Ârifin inanç ve itikadı, herhangi bir itikadın kendi itikadından farklı olduğu düşüncesine kapılmaksızın, tüm itikadlardan farklıdır. O, herhangi biriyle lekelenmeksizin tüm itikadları iddia eder ve korur. O, acı çekmeden Allah’ı arzular. Ârifin kadınlardaki temâşâsı başka bir tezâhür yerindeki temâşâsından daha büyüktür.

En mükemmel peygamber Hz. Muhammed’in izinde olma özelliği, ârifin inanç ve durumunda her hâlükârda, acısız, tam bir zevk ve neşeye sahiptir. Tüm ızdıraplarda neşesiz tam bir neşe ve zevke sahip olur. Ârif hem Hakk, hem de yaratıktır. O, Allah’ı bizzat kullukta bulur, ve o kulluğun bizâtihî Ulûhiyet olduğunu görür. Ârifin ubûdiyet ya da Ulûhiyetle ilgisi yoktur; zirâ onun gerçekliği Ulûhiyet ve ubûdiyetin ötesinde yatar.”[1]

Eğer ârife “Bir şey biliyor musun? Bir şey buluyor musun” diye soracak olursanız, “Hiçbir şey bulmuyorum ve hiçbir şey bilmiyorum” diye cevap verecektir. “Bilmediğin ve aradığın herhangi bir şey var mı? diye soracak olursanız, şöyle cevap verecektir: “Benim için bilinecek ve aranacak hiçbir şey yoktur. Benim için ve bende herşey malumdur” Ârif her şeyi bilir ve hiçbir şeyi bilmez.

Ârifin bütün işi zıtlık içinde zıtlık ve hayret içinde hayrettir; ve bu zıtlık içinde zıtlık ve hayret içinde hayretle ilgili olarak onun hiçbir düşüncesi ve fikri yoktur. O, ben içinde ben, ben’den ben ve ben’e bendir; ortada özgür seçim diye bir şey yoktur. Âlemde vuku bulan herşey ne ârifin arzusuna göre, ne de arzusunun hilâfınadır; ârif tarafından ne talep edilir, ne de reddedilir.

Âriften bilinen şey a.r.i.f.’tir. Geri kalan her şey O’dur; çünkü O hem bilinen, hem bilinmeyen; ne bilinen, ne de bilinmeyendir. Ârif, zaman ve mekânı hesaba katmayı terk ettiğinden, onun için bu dünya ve gelecek dünya birdir; onun gözünde cennet ve cehennem birdir.”

Görülüyor ki, hocam gibi Allah sevgililerinde zıtlıklar tevhid olmuş. Kendileri de;

“Dinli der dinsiz bize,

Levm eder dinli bizi,

Biz ne ondan ne bundanız,

Hem de ondan bundanız”[2]

sözleriyle bu hallerini anlatırlar. Gerçekten mürşid-i kâmiller içleriyle Hakk, dışlarıyla halk olarak insanlık âlemini irşâd ederler. Zira kendileri Hakk’ın isim ve sıfatlarının zâtıyla tecellisinden başka bir şey değillerdir. Başka bir deyişle Allah, ismi âlemdeki çokluğun ortasında, yalnız bölünmez bir tecelli mahalli olan kâmil insanda zâhir olur. Tıpkı  “Bu sabah nasılsın ?” sorusuna Bayezıt-i Bestâmi Hazretlerinin verdiği cevap gibi… “Ne sabahım ne akşamım var. Sabah, akşam sıfatlarla kayıtlanmış olanlara aittir, bana gelince benim hiç bir sıfatım yoktur”.

Hocam Ken’an Er Rifâî’yi anlatmak çok zor. Mesnevî’de anlatılan resim yarışması hikâyesinde bir duvara Allah’ın sonsuz güzelliğini resmeden Çinlilerin resminin, Türklerin yonttuğu ve her türlü şahsi ihtiras ve menfaatten temizlediği gönül duvarına aksi gibidir. Belki de Sultan Veled’in de “Bir ay parçası gibi gelen o kırmızı elbiseli, bu sene de bu pas renkli elbise içinde geldi.  O sene de yağmada gördüğüm o Türk, bu sene Arap gibi gelen bu aynı kimsedir”[3]   diyerek imâ ettiği gibi “Dün bembeyaz elbisesiyle Medine’den gelen dünya güzeli nur-u Muhammedi’si yirminci yüzyılda siyah cübbesiyle batıdan gelmiştir.

Öğrencileri onunla ilgili yazdıkları kitapta  “Bir insanın kıymeti, nâil olduğu kadir ve şerefte değil, ona gerçekten sahip olmasındadır. İşte Ken’an Rifâî insanlara kayıtsız şartsız kollarını açarken yalnız kendi camiasının değil, bütün âlemin gerçek ve saf kıymeti olduğunu her nefesinde bir başka liyâkât, başka keyfiyetle ispat etmiştir”[4] diyorlar.  Mevlâna;

 “Her kesî ez zann-ı hod şüd yâr-i men

Ez derûn-i men necüst esrâr-i men”[5]

derken insan-ı kâmilin derûnundaki zat sırrını herkesin, ancak kendi isminin izin verdiği kadar idrak edebileceğini anlatır. O Kehf Suresinin 109. Ayetinde “De ki: eğer Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecektir, bir mislini daha yardımcı getirsek bile” buyurulduğu Rabbin kelimesi olan kâmil insanı anlamak ve anlatmak imkânsızdır. Ancak onlarda tecelli eden ahlâk-ı Muhammedî’den yararlanarak belki biraz kendileriyle ilgili bilgi vermek mümkün olabilir.

Mürşid-i Kâmil kimdir derseniz  “Uy senden ücret istemeyene” âyetini yaşayan yani irşatla görevli olduğunu bilip, herkese kendi hakikati içinde tekâmülde yol göstericilik yapan, kendisini takip etmeyene kızmayan hatta tekrar tekrar dönüp onun önüne geçen, gönlü Peygamberin nuru, vücudu o nurun lambası(mişkat), aydınlığı tevhid, hakikati tenzih ile teşbih arasında olan ve dünya ile ahiret arasındaki sıratı temsil eden hakiki insandır, yani berzahtır denilebilinir.

Ken’an Er Rifâî’ye tıpatıp uyan bu tarif mutlaka ki onu yetiştiren ve onun ilk mürşidi olan Hatice Cenan Sultan’ın irşâdıyla ortaya çıkmıştır. Öyle bir ana ki, felsefesi;  “İnsanları seveceksin, senin içinde tükenmez af, merhamet ve müsâmaha hazineleri var. Onun için yalnız insanları değil, bütün mahlukatı aynı yorulmaz hız ve aynı tükenmez iştiyakla seveceksin. Sende mevcut cevherleri cömertçe harcamalısın. İnsanları insanlara iştirak ederek, hatalarında ve sevaplarında onlarla bir olarak seveceksin. Doğumları ile çoğalıp ölümleri ile eksilecek kadar onlardan olacaksın. Senin bir insan olarak vazifen, insanların yüzünü müşterek, samimi bir gayeye çevirmektir ve bunun birçok yolları vardır. Fakat en kestirme, en en güzel, en büyük yol aşk ve iman yoludur. Hudutsuz bir insanlık aşkı… beşeriyetin tek selâmet kapısı her zaman budur. İnsan kemâle, beşerilikten ulûhiliğe, kısacası Allah’a ancak ve ancak bu yoldan ulaşır.”[6]

“Ana oğul arasındaki ilişki, Hazreti Peygamber ile Hz Ali, Şems ile Mevlâna, Sokratla Eflatun beraberliğinin örneğidir. Hatice Cenan Hanımefendi oğluna muhabbet, dostluk, kadınlık hazinelerini, ortaksız, garazsız Allah için olan sevginin ve beraberliğin kapılarını açmıştır. Onun bu dilsiz irşadı, sütü ve kelâmı vâsıtasıyla verilenden çok daha bol, daha mânâlı, daha cömert ve daha tesirli olmuştur.”[7] Bu mübârek alışveriş alıcı ve vericinin mânevi güzellikleriyle çığ gibi büyüyerek, onların yüce varlıklarını aşıp âlem halkının üzerine sıçramış ve Kenan Er Rifai’yi devrinin en sevilen mürşid-i kâmillerinden biri haline geçirmiştir.

O, artık, dünyaya gelişinin sırrına vakıf, ihlas bayrağını açmış ve onu insanlık âleminin burçlarında dalgalandırmış bir nebi-velidir. Şems-i Tebrizi “Mevlâna Celâleddin’in sırrı âlemde gizli kaldı kimse onu keşfedemedi” diyor ve devam ediyor; “sen yâr-ı vefâdar bulamadınsa da ben buldum, zira sen âleme eşsiz geldin “ diyor.[8] Evet, belki Ken’an Er Rifâî sırrını anlayacak birini bulamamış olabilir ama insanlık âlemi kendi sırrını onun aynasında seyretmenin zevkini yaşamaktadır.

Diyorlar ki; “Beni bir kişi anlasa bana yeter. Şu binlerce insanın içinden bir kişi de benim söylediklerimi dinlese ben râzıyım, ona söylerim. Fakat o bir kişiyi de bulamazsam yese düşmem, o zaman da kendi kendime söylerim, böyle olunca da ortada gene bir kişi kalıyor demektir”[9] Görülüyor ki, insan-ı kâmillerin yalnızlıkları kalabalık, kalabalıkları ise yanlızlıktır.

Ken’an Er Rifâî’nin halillikten habibliğe giden yolculuğunda bir diğer yol gösterici de Filibeli Edhem Hazretleridir. Annesinin de mürşidi olan bu kâdiri meşrepli büyük öğretmen müridini riyâzatla terbiye ederken, onun taşkın zekâsı ve coşkun mizacını işlemiş ve ondaki hakikati ortaya çıkartmıştır.

Mürşidinin çok genç yaşta vefâtından sonra, bir yandan eğitim camiâsında maârif müdürlükleri vâzifesiyle hizmet veren Ken’an Er Rifâî, Trabzon’da enteresan bir hâdiseyle karşılaşır. Evlerine yaşlıca ve kibar bir hanımefendi gelir. Bu hanım Balkanların en meşhur Rifâî dergahının şeyhinin kız kardeşidir. Seyyide isimli hanım kapıyı çalar ve kendisini müridliğe kabul etmesini Ken’an Er Rifâî’den rica eder. Ken’an Rifâî Hazretleri, kendisinin mürşitlik vâzifesi olmadığını söylese de hanımefendi büyük babasından gelen haberi iletir ve “Büyükbabam selam söyledi, eğer seni müridliğe kabul etmezlerse Allah’ıma nazım geçer, onları Trabzon’da bağlar bekletirim”[10] der. Böylece mürşitlik vâzifesi ile “Ey örtüsüne bürünen kalk” emrini alan Ken’an Er Rifâî bir süre daha İstanbul dışında vâzifesini devam ettirir, daha sonra İstanbul’a, sonra da canı kadar sevdiği İstanbul’u gözü görmez bir şekilde Medine iştiyâkı ile Medine’ye tayin olur.

Medine’de Hamza Rifâî Hazretleri tarafından peygamber emriyle irşad edilen Ken’an Er Rifâî kendisinin usul ve kâl üstâdı olan hocasının şu sorusu üzerine tekrar İstanbul’a geri döner. “Bilmem ki oğlum ben mi senin şeyhinim yoksa sen mi benim şeyhimsin?” Bu dönüş ondaki aşkı, özlemi, garipliği arttırmıştır. Mürşitliğin en önemli delillerinden biri olan aşırı peygamber sevgisi ve özlemi Ken’an Er Rifâî’yi İlahiyât-ı Ken’an’ı yazmaya mecbur etmiştir.

“Şah iken lâhutta ey aşk sernigûn ettin beni

Serfirâz âzâd iken dâim zebûn ettin beni

Hep melekler râm idi mahkûm-ı fermânım benim

Müptelâ-yı âh ü feryad ü cünûn ettin beni”[11]

Daha sonra daha da ileri gidip:

“Bir nokta idim kıldı beni kamet-i Tûbâ

Giydirdi eliften beni tâ yâ’ye o Mevlâ

Âyanda iken gizlice bir gevher-i yektâ

Rabbim beni kıldı ulu bir Kâbe-i ulyâ”[12] der.

Devir ihtiyaç devri, insanlık tasavvufun farklılıkları birleştiren Kur’an’ı yaşama biçimine özlem duymakta. Henüz ortada dergâhı bile olmayan Ken’an Er Rifâî Kur’an’ın hakikati olduğuna imân ettiği, en sevdiği eser olan Mesnevi’yi şerh ve tefsire başlamıştır. II. Sultan Abdülhamid’in aleyhinde çalışan türlü teşkilatlar yüzünden çok karışık olan Osmanlı’nın bu karanlık günlerinde, karar ve hareketlerinin içinde en ufak dünyevi ve uhrevi menfaat bulunmayan Ken’an Er Rifâî, kitlelerin faydası için çalışmayı zevk edinmiştir. Esasen o, zorlukları yenmek, çilelere zahmetlere göğüs germek, acılardan tat düzmek ve mihneti nimet bilmek için yaratılmamış mıdır? Dolayısıyla insanların his ve fikirlerini kanalize ederken ömrünce sözleriyle Allah’a ulaştığı koca Mevlâna’nın dediği gibi “Derdin içinde devaya yol bulmak”[13] sözlerinden, zehirden panzehir çıkarmak keyfiyetinden yararlanmaktadır.

Hayatta hiç kimseyi kınamamıştır. Bu kemâl ehli için çok normal bir haldir. Ama en ürktüğü ve hoşnutsuzluk duyduğu hareket, kendi meclisinde bir başkası aleyhine konuşulmasıdır.

Ken’an Rifâî’in ahlâkını tarife kalkarsak; söylediğini işleyen, tâlim ettiğini tatbik eden ve fiilleriyle fikirlerine ihânet etmeyen, davasında önüne set çekmek isteyen mihnet ve zahmetleri birer nimet sayan bir kahraman olduğunu görürüz. Zira kendisi öğrencilerine “Çocuklar ben gıybet ediyor muyum? Ediyorsam siz de edin. Ben yalan söylüyor muyum? Söylüyorsam sizde söyleyin. Ben kalp kırıyor muyum? Kırıyorsam siz de kırın. Ben kin tutuyor, kibrediyor, haset eyliyor muyum? Yapıyorsam size de bol bol izin! Ama beni hocanız bilmişseniz bende olmayan hasletlerin herhangi birinde konuklamak üstünüzdeki mânevi hakkımı reddetmek olmaz mı?”[14] Demiştir.

“Ken’an Er Rifâî, dergâhını bir dergâh şeyhi unvanı kazanmak için açmamış ve onu bir vâsıta olarak kabullenmiştir. Onun bu karardaki ihlâs ve samimiyeti pek kısa bir zaman sonra münevver bir zümrenin başbaşa sohbet ettiği bir ihlâs ocağı oluşturmasına sebebiyet vermiştir. O kadar ki, zamanın kalburüstü münevverlerinden şairler, mutasavvıflar, ilim ve fen adamları hatta şeyhülislamlar, patrikler ve papazlar bu çatı altına toplanmışlardır.”[15] İşte bu devirde Çelebi ailesi, mübârek dedelerinin şerhini bu genç mürşitten dinlemenin zevkiyle coşarak, kendilerine Mevlevî Şeyhi icâzeti vermeye karar vermişlerdir. Zira, devrinin Mevlâna’sı gibi hareket eden hocamız tıpkı Rumi gibi, Allah yolunda ilerlemede aşk silahını ve Mesnevî’nin yoldaşlığını tercih etmiştir.

Öğrencisi yazar Safiye Erol onu mistik adam, hakîm adam ve en nihayet mürşid-i âgah diye tanıtır.[16]  Buradaki mistik adam tarifi, sırf kendi şahsına ait sefere çıkan ve bu seferde ne görülen ne bilinen, ne de gittiği diyarlar malum olan müsbet denilenin de menfi denilenin de ötesine geçip, hayır ve şer sıfatlarının çehresini değiştiren Allah sevgilisi diye tarif edilebilir. Evet hocamız hakîmdir, zira, her söylediğinde bir hikmet, her yaptığında ise mârifet zuhur eder. Mürşid-i âgâhdır, zira, Goethe’nin  “kâbiliyetler sessizlik içinde fakat karakterler dünya ırmağı içinde teşekkül eder”[17] derken belirttiği gibi dünya ırmağı içinde teşekkül etmiş ve kitâb-ı mukaddesin tarifiyle “Onları meyvelerinden tanıyacaksınız, iyi ağaç iyi meyve verir” [18]ayetinde bahsettiği hakiki insandır o.

Mürşit vâzifesini yüklenenler de, öğrenmek, öğretmek azim ve cehdi hayatlarının sonuna kadar ışık tutan ve yaşama arzusu, kudreti veren kaynak oluşturur. Hocam, “yaşadığım kadar ya bir şey öğrenmeliyim ya da bir şey öğretmeliyim” cümlesini sık sık tekrarlarken “bildiğinizi kendinize saklamayın, öğretmek cihetiyle kıskanç, öğrenmek cihetiyle ihmalkâr olmayın. Öğrenin ve öğretin.” Diye uyarırken ve hasta olduğu devrelerde yorulmasın diye öğrencileriyle temasını kesmek isteyenlere; ”hayır yorulmuyorum bilakis zevk alıyorum, dinleniyorum. Bu benim işim” buyururken Allah’ın kendisine verdiği bu vâzifeyi yapmak üzere yaratılmış olduğunu bize tekrar hatırlatır.[19]

Hocam kitlelere vermek istediği eğitim ve öğretimde insanları önce kendileriyle barıştırmayı sonra da başkalarıyla olan münâsebetlerinde âhenk ve adaleti tesis etmeyi ilk adım olarak kabul etmiştir.[20] Bu yüzden de yaratılmış her şeyi sevip saymış, çokluğun bir perde birliğin asıl olduğunu görüp göstermiştir. Ana metodu bu olan eğitiminde bir taraftan mânevî kişiliğimizi tesis etmek için dikkatle çalışırken, yâni, bizdeki Allah’a ait ismi başka bir deyişle şahsiyeti ortaya çıkarmamız için bize ayna olurken, bir taraftan da madde ile olan alâkamızı dengeler. Öyle ki, mânâ ile maddeyi kılıcın iki ayrı yüzü gibi bölünmez gördüğünden, terbiyesi halkasında mânâ ile zenginleştirdiği insanı aynı zamanda başarılı ve sevilen bir cemiyet adamı haline getirmek için mücadele eder.

Temizliğe tâbi tuttuğu kin, kibir, riyâ, gösteriş gibi gâlip sıfatlara aşk merhemi sürer. İdraki bölen benlik çatlağını aşk ateşiyle dağlar. Zira o, her insandaki eksikliği kendi varlığı içinde görüp idrak edebilen ve yaşadığı tecrübelere dayanarak teşhis koyup tedavi edebilen hakiki bir öğretmendir. İster nefis terbiyesi, ister şahsiyetin yeni baştan inşaası denilen bu yol alışta, terbiyesi halkasına girmiş olan kimse hiç bir zaman bir güçlük veya ağırlık hissetmez. “Birçok mürebbiler talebelerini mücâhede riyâzat ve türlü çilelerle terbiye ederler, ben ise onların çilelerini kendim çektim”[21] derken “ümmetim ümmetim”  diyen peygambere ne kadar da benzemektedir.

Görüyoruz ki, hocamın terbiyeciliğinde en kuvvetli ve tesirli taraf, hudutsuz samimiyeti ve söylediği her şeyi önce kendisinin tatbik etmesidir. Enteresandır ki, bir kimsenin fikirlerini tek mânâda toplayıp düzenlerken aynı zamanda odasının hatta kılık kıyafetlerinin derli toplu olması alışkanlığını kazandırmaya uğraşmaktadır. Yahut da, “Evlerinizi temizleyin fakat içinizi de temizleyin veya randevularınıza saatinde gidin zira bu, ahde vefanın küçük fakat ehemmiyetli bir tezahürüdür”[22] diyerek dış ve iç ahlâkımızı terbiyeye davet eder.

“Her ideal öğretmenin yapmaya çalıştığı gibi o da, kimseyi kendi görüş zaviyesi ile akıl hudutları içine sokmayı düşünmemiş, herkesi kendi şahsi kabiliyet ve idrakinin eşiğine ulaştırmakla yetinmiştir. Vazifesi yol göstermek, idraki açmak, istikâmet vermekti”[23] yoksa standart insan yetiştirmek değil. İnsanların önüne her konuda yol açmak kabiliyetine sahip olan Ken’an Er Rifâî kiminin aşkını musiki, zikir, semâ kanalından Allah’a ulaştırırken bir diğerindeki yürek yanıklığını ilim, felsefe, sanat veya teknik sahalardan hakikate kavuşturmuştur. Görülüyor ki, herkes, kendi kabiliyetinin zirvesini hocasında bulmuş ve onun sadece kendi için dünyaya geldiğini düşünmüştür.

Her konuda örnek olabilen bir mürşit olarak öğrencilerine hüsn-ü zannı tavsiye etmiş “Birisine kötü zan ettiğiniz vakit bundan ben hırpalanıyorum”[24] buyurmuştur. Çevresindekilere dışarıdaki insanlardan değil sadece kendilerinden korkmayı söylerken bir üzüntüye, bir musibete uğradığımız zaman kabahati sebeplerde değil kendimizde aramamız gerektiğini anlatırdı. Bir gün öğrencilerinden meşhur mimar Ekrem Hakkı Ayverdi ile şaka yollu konuşmasında

“Sen mimarsan bizde mimarız; herkes binâ-yı hayatının mimârıdır. Faraza sen yaptırdığın bir binâya fenâ malzeme kullanır çürük ve hesapsız yaparsan, o binâ yıkılır, neticede seni mesul ederler… İnsanlarında buldukları sürur, keder, iyilik, fenâlık, cennet ve cehennem, binâlarını iyi veya fena kurmuş olmalarındandır. Erdiğimiz neticenin mesuliyeti başkalarının değil kendimizindir. Eğer bizim vücudumuz binâsını da çürük ahlâklar ve kötülüklerle yapmışsak günün birinde kendi kendine çöküverir.”[25] Demiştir.

Öğretmek istediği hakikatlerden bir tanesi de bütün ömrünce imân ettiği, dünyada tam iyilik ve fenâlık olmadığı ve herşeyin nisbî ve izâfi olduğu hakikatidir. Bu yüzden de insanları suçları ve kusurlarıyla kabul etmiş, aşk potasına batıra çıkara temizlemeyi tercih etmiştir.[26]

O, tevhid insanıdır. Bu yüzden parçayı değil bütünü seyretmeyi öğrenmiş ve öğretmiştir. Çok sevdiği büyük âlim İbn Arabi’nin “Halk Hakk’tır aklın varsa, Hakk halktır gözün varsa” prensibini benimsemiş ve Allah’ın sonsuz varlığı içinde negatifi pozitif görebilme kabiliyetini edinip paylaşmıştır. Der ki; “Kur’an-ı Kerim’i öpüp başımıza koyuyoruz, ama içinden firavun, şeytan, Ebu Cehil gibileri yırtıp atmıyoruz, zira, bütünün mükemmelliği için celâl ve cemâlin bir arada olması gerekir.”

Öğretirken öğrenen, öğrenirken öğreten öğretmenlerdendir o. Bu yüzden yorucu suallerden her zaman hoşlanmış hatta “Sor oğlum sor, zira sen sordukça hakikatimdeki benim bile bilmediğim ilim açığa çıkıyor” diyen Ahmed Er Rifâî edasıyla her soruyu cevaplandırmaya gayret etmiştir. Her zaman başkalarının fikirlerini dinlemiş, en genç ve tecrübesiz talebelerinin bile. Demiştir ki, “Hakikatle mağlup edilmekten daha üstün bir zevkim yoktur.”

Hz. Ali’nin “görmediğim Allah’a tapmam” sözünü tekrarlayarak, kuru kuruya imânın fayda etmeyeceğini ve her yerde hatta her yaratılmışta Allah’ı görmeden imân edilemeyeceğini anlatmıştır.

Bazen hocamızı hayatın her cüzüne hayvan, nebat ve eşyaya karşı vefâsıyla idrak ederiz. Üç sene meyvesini yediği ve süt anam diye adlandırdığı bir ceviz ağacını ziyaret etmek için Fatih’deki evinden Erenköy’e gitmesi gibi bazen de aklımıza dahi gelmeyen ve gece gündüz şikâyet ettiğimiz maddenin hakikatini öğretirken görürüz. Mesela bir gün sıcaklardan şikâyet ederek ceketini fırlatıp atan kişiye yâhut odanın içinde lüzumsuz bir kalabalık teşkil eden sobanın kaldırılmasını söyleyen bir başkasına “ Sana bu kadar hizmet etmiş ve günün birinde tekrar muhtaç olacağın şeyi niçin horluyorsun” diye sorar. O küçücük iyiliği gördüğü kişiye sonsuza kadar minnet duyar, zira, sebebe şükretmeyenin Allah’a şükretmeyeceğini bilir. Kendine yapılan kötülükleri unutur, yanlız iyilikleri akılda tutar, “Mâdem ki fâil Hakk’tır şu halde herkes onun emrine bir vâsıtadan ibarettir” diyerek, incinmemeyi ve incitmemeyi telkin eder. Onun münâsebet kurup da unuttuğu kimse yoktur. Kendisi acı ve sıkıntılardan ve aşırı mutluluklardan uyku halinde bulunduğundan, devrin Ashâb-ı Kehf’i olmasına rağmen, terbiye ederken sevinç kadar acının, ümit kadar korkunun, neşe kadar kederin önemini ve müstesna fırsatlar olduğunu bilir ve bildirirdi.

Her kâmil insanı belirleyen tevâzu, hocamızda da had safhadadır. “Ben kim oluyorum ki, benim gibi âciz bir kul parçası” diye tekrarlayan “Bendelikte bulduğum zevki efendilikte bulmadım” diyen “Benim bir vasfım varsa o da mutlak bir hiç oluşumdur ve;

“Mücrim ü asi günahkâr bir kötü avareyim

Ben bu halimle huzura hangi yüzle varayım”[27]

Şiirinde aynı mânâyı tekrarlayan, hiçliğinde Allah’ın tecelli ettiği bir büyük sultandır. O biliyor ve inanıyordu ki, sevmek demek bilmek demektir ve bir defa seven insan kendi kabiliyeti ve istidâtı ne değerdeyse o kadar görücü, bilici, idrak edici olacaktır. “Bu dünyada en çok anamı sevdim ve aşktan başka hiç bir şeyle oyalanmadım”[28] demiştir. Semiha Cemal Hanım ile bir sohbetinde “benim hiçbir şeyim yok.. ne bir zevk, ne bir eğlence, hiçbir şeyim yok.. bir aşkım var semihacığım” demiş, Semiha Hanım kendilerine “Ne fakirsiniz”  dediğinde ise “Evet ben Şeyhü’l Garamım” cevabını vermiştir.[29]

Hocama göre mucize bir kalbe tesir etmektir. O da en büyük dostu Mevlâna ile beraber “aşk gibi bir muallim yoktur” der.

Ken’an Er Rifâî’nin en büyük özelliği her sınıf insanı tek merkezde birleştirmesidir. Zira o Mevlâna’nın bir mektubunda yazdığı gibi: “Ben kendi kendine akıp giden bir pınar gibiyim. Her isteyen benden susuzluğunu giderebilir. Birinin küçük bir kova, birinin büyük bir fıçı veya bir üçüncünün bir fincanla gelmelerinin mesûliyeti bana ait değildir. Ben herkesin bana uzattığı kabı doldururum, fakat herkes benden elindeki kabın istiab ettiği kadar alır. Kimseye vermeye naz etmem ve birini öbüründen ayırt etmem” [30]der.

Bir insan iyi olabilir, vefakâr olabilir, ferâgat sahibi olabilir. Bunlar şüphe yok ki ahlâk-ı Muhammedi’dendir. Fakat bütün bunlar insanı, kâmil insan listesine geçirmek için kâfi değildir. Mürşid-i kâmillerin en büyük özelliği sahip olduğu değerleri kendine ait birer mevzuu olmaktan kurtarıp cemiyete nakledebilmesidir. Mesela, o iyi ise etrafındakiler de kendilerini iyi olmak mecburiyetinde hissederler. Sabırlı ise sabır, vefâlı ise vefâ yayar. İnsanlar üzerindeki tesiri bugün dahi, vefatından altmış sene sonra o derece kuvvetlidir ki, bir cümlesini işiten sarsılır ve Allah’la arasında irtibat kurar. O yeni bir şey söylememiştir ama onun mucizesi, ele aldığını kendi kabiliyeti içinde en üst noktalara çıkarabilmesindendir.

Ken’an Er Rifâî, inanıyoruz ki memnundu, zira gayesinin tohumlarını ekmiş böylece de istikbâlin ambarına ilerde gelecek nesillerin bereketini vaat ve temin etmiştir.

Bugün de biz evlâdı olma gayreti içinde olanlar, bu büyük kâmil velî için UNC’de (Universiyt of North Carolina) kurmuş olduğumuz “Kenan Rifai İslâmî Araştırmalar Seçkin Profesörlük Kürsüsü” (Kenan Rifai Distinguished Professor of Islamic Studies) adını taşıyan İslâm kürsüsüyle onun mübârek ismi altında İslâm’ın hakîkati ve iç mânâsı olan tasavvufu ve mutasavvıfları dünyaya tanıtmak gayesindeyiz. Kendilerinin şerh ettiği Mesnevî’nin Victoria Holbrook tarafından altı yılda yapılan tercümesinin de bu kürsüde ders kitabı olarak okutulması için elimizden geleni yapmaktayız.

Dileriz ki adları farklı mânâları bir olan bu iki velî, Mevlâna ve Kenan er-Rifâî, bu kürsüyü idare ederek dünyaya İslâm’ın gülen hakîkî vechesini gösterirler.

Amin efendim…


[1] William Chittick, Varolmanın Boyutları, İnsan Yayınları, 2008, s. 191

[2] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı Yayınevi, İstanbul, 2003, s. 109

[3] Sultan Veled, Maarif, çev. Meliha Anbarcıoğlu, Konya, 2002, s. 19

[4] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 213

[5] Herkes kendi zannınca benim yârim oldu ama derûnumdaki sırları arayıp sormadı.

[6]Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 18

[7] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 19

[8] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 20

[9] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 22-23

[10] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 52

[11] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 102

[12] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 103

[13] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 107

[14] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 139

[15] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 113-114

[16] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 255

[17]Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s.  342

[18] Matta İncili 7: 16-18

[19] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 125

[20] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık,  s. 129

[21] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 131

[22] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık,  s. 131

[23] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 132

[24] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 132

[25] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 134

[26] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 134

[27] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 143

[28] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 146

[29] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 247

[30] Ken’an Rifai, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 147

 

ETİKETLER: