Âriflerin Menkıbeleri

A+
A-

ÂRİFLERİN MENKİBELERİ

(Menâkıbu’l-ârifin)

AHMET EFLÂKÎ

 Çeviren: Tahsin Yazıcı

Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: 489

İstanbul – 1995

I. BASKININ ÖNSÖZÜ

Doğunun büyük insan, şair ve mutasavvıfı Mevlânâ Celâleddin-i Rumî ve etrafındakiler, Mevlevî tarikati ve o devrin tarihi hakkında eser yazan eski ve yeni birçok müelliflerin C1) baş vurdukları başlıca kaynaklardan biri sayılan bu eserin müellifi hakkındaki bilgimiz maalesef sadece tercümesi sunulan bu kitabiyle kısmen ondan naklen Sâkıb Dede’nin Sefîne-i Mevleviyan(3) adlı eserinde verdiği malûmata inhisar etmektedir. Sâkıb Dede’ye göre (Sah,5) Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri’nde birkaç yerde adı geçen Ahi Natur’un oğlu ve Bedreddin-i Tebrizi’nin öğrencisidir. Ahmed Eflâki, zamanının birçok ilimlerini öğrenmiş ve özellikle yıldızlar ilminde (Felekiyat) büyük bir şöhret sağladığı için halk arasında Eflâkî mahlası ile tanınmıştır. Birçok seyahatler yapmış Moğol hükümdarlarından Keygatu’nun Konya’ya geldiği sırada (6120 h./129İm.) o da buraya gelerek Sultan Veled’i ziyaret etmişve bilâhare Ulu Arif Çelebi’ye intisap ettiği için de Ârifî diye anılmıştır. Sâkıb Dede bu malûmatı verdikten sonra Eflâkî’nin bu eserinden kendi hayatı ile ilgili bazı parçalar almaktadır(3). Onun, Eflâkî hakkında tercümesi sunulan bu eseri dışında verdiği malûmatı nereden aldığı belli değildir. Bununla beraber Eflâki’ nin ahi Nutur’un oğlu ve Bedreddin- Tebrizi’nin talebesi olarak gösterilmesi tamamen Sâkıb Dede’nin kendi mahsulü olsa gerektir. Çünkü anlattığı her hikâye ve hâdisenin ravisini âdeta adresi ile bildiren. Eflâkli’nin, Ahi Natur’dan babası ve Bedreddin- Tebrizî’den de hocası olarak bahsetmemesine imkân yoktur. Kaldı ki müellif bizzat bu eserinin ikinci cildinde, Arif Çelebi ile Kayseri’den Sivas’a giderken yolda bir adamın, kendisine babasının Saray Şehrinde Özbek Han (712 741 h/ 1312-1340 m.)’in sarayında öldüğünü, miras olarak geriye büyük bir servet bıraktığını ve bu mirasın, oğlu Eflâkî gelinceye kadar muhafaza edileceğini söylediğini ve kendisinin de Sivas’a gidince bu işle yakından ilgileneceğini ve miras kalan kitaplarını almak üzere Saray şehrine gideceğini, fakat Arif Çelebi’nin, onun isteğine engel olduğunu yazmaktadır (4). Babasının son devirlerine dair kendisine başkaları tarafından bilgi verildiğine bakılırsa. Eflâkî’nin, o sırada uzun süreden beri ailesinden ayrılmış olması lâzımdır.

Bazı kayıtlara(5) göre kendisi 6120 h./l 291 m. den epey sonra Konya’ya gelmiş, burada Sirâceddin Mesnevî-hân Abdu’l-Mu’min- Tokatî, Nizâmeddin-i Erzincanî’nin talebesi olmuştur. Onlardan ne gibi dersler okuduğu belli değildir. Ancak gerek nissesinden, gerekse eserindeki bir kayıttan(6), hey’et ilmi ve attarlıkla uğraştığı, gerçeğe yakın bir şekilde tahmin edilebilir. Erzincanlı Nizameddinden de üstadım olarak bahsetmektedir.

Yine bu eserin ikinci cildinden, Şiilerin tesiri altında kalan İlhanlı Devleti hükümdarlarından Olcaytu Hudabende veya Her-bende’yi ziyarete giden Ulu Arif Çelebi ile birlikte 716 h.1291 m. de Konya’dan Azerbaycan’da bulunan Sultaniye şehrine kadar gittiği, bu seyahati esnasında Kayseri’ye, Sivas’a, Bayburt’a Ahlat’a ve Tebriz’e, dönüşte de Lâdik şehrine uğradığı, bu uzun seyahatten sonra da gezmeği çok seven Arif Çelebi ile birlikte Kütahya’ya gittiği, bu yolculuğu sırasında mürşidinin gazabına uğrayarak fena halde hastalandığı ve Arif Çelebi’nin ölürken (719 h.1319 m.) kendisine türbenin hizmetine, baba ve dedelerine dair yazmağa başladığı eserine devam etmesini tavsiye ettiği an-Iaşılmaktadır.(7) Arif Çelebi’nin bu tavsiyesine bakılırsa qnun dergâhta türbedarlık ettiği de tahmin edilebilir.

Eflâkî, Ulu Arif Çelebi’nin ölümünden sonra, onun oğlu Âbid Çelebi’ye intisap etmiş ve Ertena Bey’in ısrarı üzerine de uc beylerinin bulunduğu mıntakaya giden Âbid Çelebi’nin refakatinde bulunrriuştur.(8)

Eflâkî, şeyhi Ulu Arif Çelebi’nin emriyle Menâkıbu’l-Ârifin (Ariflerin Menkıbeleri) adlı bu eserini ilk şekli olan Menâkıbu’l-Ârifin ve Merâtibü’l-Kâşefin’e 718 h. / 1318 m. yılında yazmaya başlamış ve 719 / da yanı bir yıl içinde sadece Menâkıbu’l-Ârifin adı ile ikinci şeklini ise 754 / 1358’de bitirmeyi başarmıştır 761 h. yılı recebinin sonuncu pazartesi günü (15. VI. 1360) Konya’da ölmüş ve Türbe civarında bulunan bir yerde gömülmüştür.(9)

ESERLERİ

Ahmed Eflâkî’nin tercümesi sunulan Manâkıbu’l – Arifin (= Ariflerin menkıbeleri) adlı bu eseri dışında dört Türkçe gazeli ile şeyhi Ulu Arif Çelebi’nin vefatı dolayısiyle söylediği iki ruba’iden başka, şimdilik her hangi bir eserine tesadüf edilmemiştir. Menâkıbu’l-Ârifin, müellifin otuz altı yıllık bir çalışma ve derlemesinin mahsulüdür. Müellifin ilk defa 718 h / 1318 – 19m. de Ulu Arif Çelebi’nin emriyle başlayıp bir yıl içinde ikmal ettiği ve Menâkıbu’l-ârifin ve merâtibıı’l -kâşifin adını verdiği(10) bu eserin, uzun yıllar derlediği malûmatın da ilâvesi ile ikinci redaksiyonu 754 h. 6 1353 m. de sadece Menâkıbu’l-ârifin adı ile tamamlanmıştır.(“) Menâkıbu’l-ârifin, müellifinin kendi görgü ve bilgisine ait kısımlar hariç, biraz sonra da işaret edileceği üzere hemen hemen tamamiyle derleme bir eser mahiyetindedir. Farsça üslûbu, oldukça akıcı ve sâdedir. Müellifin iyi bir anlatma gücü vardır. Yüzyıllar boyunca büyük bir rağbete mazhar olmasında, bu özelliğin de rolü olmalıdır.

Şimdilik bilinen dört Türkçe gazeli ise, pek mahdut olmalarına rağmen Eflâkî’nin türkçe şiir yazmakta da oldukça başarılı bir şair olduğunu göstermektedir. Filhakika, bu gazellerde kendisinin bu vadide Sultan Veled’den çok üstün bir şair olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bunlarda meşhur Yunus Emre’nin şiirlerini andırır taraflar da göze çarpar. Bu gazellerden “Her kime kim ışk selâm eyledi” “Zihi gözler ki gözler ani gözler’ ve “îy ki hezâr âferîn bu nice sultan olur” mısraları ile başlıyan üçü, merhum Veled Çelebi’nin cem ve tahşiyesi ve merhum Kilisli RiFat’ın tashihi suretiyle yayınlanan Dîvân-Î Sultân Veled (İstanbul. 1341) in sonunda (117-119) birinci ilâve şeklinde basılmıştır. A. Baki Gölpınarlı, ise “Şol haşalar başası gönlümü kıldı esir” mısraı ile başlıyan gazelini de bulup bunlara ilâve etmiş ve hepsini birlikte Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik (İstanbul, 1958). sah. 469-472 de neşretmiştir. Aynı gazellerin dokuz yıl sonra yeni bir keşifmiş gibi tekrar basıldığı görülmektedir. (Bk. Prof. Dr. F. nafiz Uzluk, XIV. Yüzyıl ınevkvî şairlerinden Eflâkî Dede’nin 600. ölüm yıldönümü dolayısiyle, Ahmet Eflâkî Dede, Türk dili araştırmaları. Belleten, 1961, Ankara, 1962, sah. 275-309).


(1) Bk. Meselâ; Canı, Nufahâtu’1-Uns, Lâni’î tarafından yapılan türkçe tercümesi, istanbul, 1289 h. sah, 516, Badî’u z-Zamân Furûzan-Far, Mevlâna Çelâleddin Mu-hammed Maşhûr be-Mevlevî, Tahran, 1315-1317.

H. Ritter, Maıılânâ Calâleddin Rumî und Sein Kreis, Der İslam 1942, Cilt XXVI, sah. 116 ve devamındaki makalesi (Bu makalenin ihtisar edilmiş türkçe tercümesi için bk, Türkiyat Mecmuası, c. VII-VIII, sah, 268-281, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî ve etrafındakiler) ile İslâm Ansiklopedisi, c.III. sah. 53 teki Celâleddin Rumî maddesi; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul, 1951 ve 1952 (ikinci baskı); Eserin tarih bakımından arzettiği değer için bk. Fuad Köprülü. Anadolu Selçukluları tarihinin yerli kaynakları. Belleten, 1943. c.VII. sah. 422 ve devamı.

(2) Sâkıb Dede, Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyan, Mısır. 1283. Matba’a-yi Vahbiyye, c.III,sah.5

(3) Eflâkî Manâkib al-’Arifin nşr. Tahsin Yazıcı. Ankara,

1959-1961. c.I. 331. c. 11.611. 849 v.b.

(4) Eflâkî, aynı eser. c. 11, trc. s. 328: Farsça metin. c. 11. s. 931.

(5) Eflâkî, Menâkib al-Arifîn, nşr. Tahsin Yazıcı (Türk Tarih Kurumu yayınlarından, lif. seri, No. 3) Ankara, 1959, c.I sah.7 (Önsöz).

(6) Aynı eser. c. II, s. 923

(7) Farsça metin. c. II. s. 970

(8) Farsça metin. II. s. 976 v. d.

(9) Eflâkî’nin, Konya’da Türbeye yakın bir yerde, Toptaş hoca denen birinin evinin avlusunda kalan mezartaşı, evin yıkılması üzerine Müze müdürlüğü tarafından alınıp türbeye getirilmiştir. Mezar taşındaki kitabede şu ibare vardır.

dipnot-11

(Abdülbaki Gölpınarlı. Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik, İstanbul. 1953, s. 131; ve Şikârî’nin Karamanoğulları tarihi, Konya, Yeni Kitap Basımevi, 1946 (Konya Halkevi Tarih ve Müze Komitesi Yayınları; seri 1, sayı 2), fotoğraflar kısmı s.37.

(10) Ahmed Eflâkî, Manakîb al’-ârifTn, nşr. Tahsin Yazısı, Ankara. 1959, c. I, sah. 4-16 (Önsöz).

(1 1) Bk. bu eser, sf.4

rumi-motif

ESERİN TAHLİL VE TENKİDİ

Arapça mankaba kelimesinin çoğulu olan me-nakib sözü, bir insanın fazilet, hüner ve meziyet gibi övünülecek vasıflarını ifade eder.(1) İslâm dünyasında yakın zamana gelinceye kadar çeşitli sahalarda (Tıpta, savaşta, dindarlık v. s. de) temayüz etmiş insanların övünülecek vasıflarından bahseden kitaplar yazılmıştır.(2) Fakat burada sadece islâm dininde temayüz etmiş insanlar hakkında yazılan ve Avrupalıların hagiographie dedikleri kitaplardan bahsedilecektir. Bunları da

I) dinî kahramanların yani bir din uğrunda savaşanların hayat ve maceralarından, olağanüstü kuvvetlerinden bahseden menakıbnameler (Dânişmendnâme ve Battalnâme gibi-ki bunlara bugünkü anlayışa göre dinî mahiyette dastanî eserler demek daha doğru olur – ;

II) Zühd ve- tak-vasiyle şöhret bulan veya hiç olmazsa halk arasında öyle tanınan ve Avrupalıların saint dedikleri veliler hakkında yazılan menakıbnameler olmak üzere iki kısma ayırmak mümkündür. Bu ikinci bölüme giren veliler de

1) Aşırı derecede zühd ve takva sahipleri(3),

2) zühd ve takvasiyle birlikte taririkat kurucuları veya bir tarikat kurulmasına vesile olanlar(4),

3) Zühd ve takva perdesi altında siyasi bir cereyanın müdafileri(5) olmak üzere üç kısma ayrılabilir.

Tasavvufun İslâm dininde intişarından sonra zühd ve takvasiyle şöhret bulan velilerin hal tercümelerini içine alan bir takım tabakat kitapları yazıldı. (6). Bilhasa arapça yazılan bu kitaplarda velilerin biyografilerinin oldukça sade ve hakikate yakın bir şekilde anlatıldığı görülür. Aynı kitaplar esas ittihaz edilmekle beraber sonradan bilhassa İran’da farsça olarak bu vadide yazılan kitaplarda, bu velilerin hal tercümelerinin kısmen halk arasında teşekkül eden rivayetlerin, kısmen de müelliflerin ilaveleriyle kabartıldığı görülmektedir.(7) Nihayet bu hal tercümelerinden bir kısmı zamanla müstakil bir kitap mevzuu teşkil edecek kadar büyümüş ve bilhassa hicri VI / milâdi XII nci asırdan itibaren bazı veliler hakkında müstakil kitaplar yazılmağa başlanmıştır. Yazıldıkları devrin bir nevi dinî, içtimaî, ruhî ve siyasî panoraması mahiyetinde olan bu gibi menakıb-nâmeler, Hıristiyan edebiyatında da önemli bir yer işgal etmiştir. XIX, uncu asırdan itibaren Avrupa’lı bilginler, Hıristiyan velilerine dair yazılan bu gibi eserleri ilmî bir tetkik ve tahlile tabi tutarak onların dinî, tarihî ve sosyolojik bakımdan arzettikleri önemi gösterdikleri halde(8), İslâm velilerine dair yazılan menakib-nâmeler-bir kaçı müstesna-gereği gibi tetkik edilmemiştir. Bununla beraber müslüman velilerine dair yazılan kitaplar içinde en çok tedkik edilip üzerinde durulan eserlerden biri Eflâkî’nin tercümesi sunulan bu kitabıdır. Şüphesiz o, bu şansı biraz da Mevlânâ’dan bahsetmiş olmasına borçludur. Filhakika bu büyük insan ve mutasavvıf şair hakkında yazı yazan herkes, ya doğrudan doğruya veya do-layısiyle bu eserden faydalanmak lüzumunu duymuştur. Ancak çok zengin malûmatla birlikte, çok ta hakikatle bağdaşamıyacak malûmatı ihtiva eden bu eserden faydalanırken dikkatli olmak lâzımdır.

Yakın zamana kadar, 1897 de Hindistanda gayri ilmî bir şekilde basılan metninden(9) ziyade fransızca tercümesinden faydalanılıyordu(10). Fakat, hernen şunu da ilâve etmek lâzımdır ki ilerde de işaret edileceği veçhile bu tercümenin, gerek müterciminin dikkatsizliği gerekse tercümesine esas ittihaz ettiği nüshanın iyi bir nüsha olmaması yüzünden farsça metnine de müracaat etmeden okunması tavsiye edilmez. Mütercim, iki ciltten ibaret olan bu tercümenin birinci ve ikinci ciltlerinin iki üç sayfa tutan önsözlerinde eserin müphem kalan tarihî noktalarının aydınlatılmasının tamamiyle bir tarafa bırakıldığını söyledikten sonra hikâyeleri psikolojik ve sihirbazlık bakımdan bir tasnife tabi tutmuş(11) ve bilâhare Journal Asiatique’te(12) yazdığı bir makale ile de eserin tarihî değerini belirtmeğe çalışmıştır.

Bu önsözde, eser bir bütün olarak yeniden ele alınacak, umumi bir tahlil ve tenkidi yapılmağa çalışılacaktır.

A – ESERİN KAYNAKLARI

Gerek birinci, gerekse ikinci redaksiyonların önsözlerinden Ulu Arif Çelebi’nin emriyle kaleme alındığı anlaşılan Menâkıbu’l-ârifîn’in başlıca kaynaklan şunlardır:

I – Risâle-i Sipehsâlâr der-Menâkıb-ı Hazret-i Hudâvendigâr, Sipehsâlâr diye tanınan Feridun b. Ahmet tarafından yazılan bu eser Ariflerin Menkıbeleri’nın esasını teşkil etmektedir. Daha çocukluğunda Mevlânâ’ya karşı büyük bir sevgi duyan Feridun b. Ahmet eserinin önsözünde(13) onun hizmetine girdiğini, kırk yıl bu hizmeti ifa ettiğini, Mevlânâ’nin ölümünden sonra da dostlarından birinin teşviki üzerine, üç kısımdan ibaret olan bu eserini yazmağa başladığını söylemektedir. Ancak eserin sonlarına doğru bahsedilen şahıslar nazarı itibare alınacak olursa, müellifin, eserini tamamlamadan öldüğü anlaşılır.

Bu son kısım, müellifin oğlu(14) veya başka biri tarafından tamamlanmıştır. Nitekim eserin, Sultan Veled’e kadar olan kısmındaki (VII. bölüm) hikâyelerin çoğunun Eflâkî’nin eserinde bulunması da onun yanda kaldığını ve sonradan başka biri tarafından tamamlandığını göstermektedir.

Eflâkî eskilerin malûm âdetlerine uyarak isim zikretmeden Feridun b. Ahmed’in eserinin muhtevasının hemen hemen dörtte üçünü, ufak ifade farkları ve az çok ilâvelerle eserine nakletmiş ve selefinin aksine olarak kendilerinden bahsedeceği şahsiyetleri daha muntazam bir kronolojik sıraya tabi tutmuştur. İhtimal Si-pehsâlâr’ın, ulu Arif, Çelebi zamanında daha tamamlanmamış olan eseri, tertibindeki düzensizliği, üslûbunun ağırlığı ve verdiği malûmatın kısa ve bazan da yanlış oluşu bakımından fazla rağbet görmediği için bu mezvuların yeniden yazılması lüzumu duyulmuştur. Gerçekten Eflâki’nin ifedesindeki akıcılık, açıklık ve sadelik Sipehsâlâr’da yoktur. Eserinin önsözünde herkesin anlıyabileceği bir şekilde yazacağını vadeden Eflâkî, nakledilen rivayetleri anlatırken insanda, eserini, can sıkmadan, zevke okutabilen kuvvetli bir halk romancısı intibaını bırakmaktadır.

Eflâkî’nin Sipehsâlâr’ dan ne derece faydalandığını ve onun ifadelerini nasıl değiştirdiğini ve yaptığı ilâveleri her iki eserden alınan şu paragraf açık bir şekilde göstermektedir:

Sipehsâlâr

sipehsalar

Eflâkî

eflaki

Eflâkî’nin Sipehsâlâr’dan aldığı hikâyeleri ve bu hikâyelerde ne gibi değişiklikler ve ilâveler yaptığını sırası ile gösterelim:

1- (Metin I / 5-10) Bahaeddin Veled’in vaaz sırasında söylediği ve kendi kitabından nakledilen sözler (krş. Sipehsâlâr’da (sah. 10) Bahaaddin Veled’le aralan açılan sultanın adı, Alâeddin Muhammed değil, Celâleddin Muhammed’dir. Aynca Sipehsâlâr’da Baha Veled Bağdad’a ulaştığında, Selçuk Sultanı Aâeddin Keykubad tarafından oraya gelmiş olan kimselere karşılanşr. Onlar Konya’ya döndüklerinde sultana Baha Veled’in büyüklüğünden bahsederler. Bunun üzerine o da Baha Veled’in yolunu bekler. Baha Veled Hicaz’dan döner ve oradan Malatya’ya uğramadan Erzincan’a gelir. Burada Erzincan meliki Fahreddin (Behramşah) ve onun kansı İsmeti Ha-tun’la karşılaşır. Fahreddin Behramşah’ın Erzincan Akşehir’inde, onun için yaptırdığı hankahta bir yıl kaldıktan sonra Larendey’e uğramadan doğruca Konya’ya gelir. Görülüyor ki Sipehsâlâr, Baha Veled’in Malatya’ya uğradığından bahsetmediği gibi, onun Erzincan Akşehir’indeki dört yıllık ikametini de bir yıl olarak gösteriyor (s. 14-15; türkçe tercümesi, sah. 20) Ayrıca Baha Veled’in, uzun zaman Larende de kaldığından da hiç bahsedilmiyor. Baha Veled’in sah. 13 de kendi mânevi saltanatı ile Alâeddin Muhammed Hârizrnşah’ın maddi saltanatını karşılaştırırken söylediği sözlerin mazmunu, farklı bir ifade ile daha muhtasar bir şekilde Sipehsâlâr da (sah. 15. tükçe tercümesi sah. 21) Selçuk sultanı Alâeddin Keykubad hakkında söylenmektedir.

2- 1 / 53 de Celâleddin Hârizmşah’ın Selçuk sultanı Alâeddin Keykubad üzerine yürümesi hâdisesi yukarıda örnek olarak alınan parçadan da anlaşılacağı gibi hemen hemen Sipehsâlâr’ın aynıdır. Yalnız Sipehsâlâr’da bu hâdise Baha Veled hayatta iken vuku bulur (bk. sah. 17; tercümesi sah. 22)

3- 2/13 Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin Kayseri’ye gitmek isterken, Mevlânânın rızası olmadığı için katırdan yıkılıp ayağının kırılmasına ait rivayet, muhtasar şekilde ve ufak ifade farkiyle Sipehsâlâr’da (sah. 121 v.d. trc. sah. 163) bulunmaktadır.

4- 2 /10 de Mevlânâ’nın, Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin midesinde yedi sekiz, kendi midesinde ise otuz. (Sipehsâlâr’da kırk) yıldan beri lokmanın kalmadığına dair anlattıkları biraz ilâve ile Sipehsâlâr’dan (sah. 37; trc. sah. 52) alınmıştır.

5- 2/23 de Seyyid Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizî’nin çamaşırlarını yıkatmamak istemesine dair hikâye ile aynı hikâyeyi takibeden 2 /24 teki Şeyh Suhreverdî’nin Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’yi ziyaretine ait hikâye hemen hemen aynen ve aynı sıra ile Sipehsâlâr’dan alınmıştır (Sipehsâlâr, sah. 120, tercümesi sah. 61).

6 – 3 / 5 de Mevlânâ’nın, devrin meşhur bilginlerinden Kemaleddin b. ‘Adîm’den(17) ders alması ve geceleri kaldığı medresenin kapılarının kendiliğinden açılarak ona yol vermeleri, Kemaleddin b. ‘Adîm’in de gizlice onu takibetmesi hikâyesi az farkla (Kemaleddin b. ‘Adîm’in Halep şehrinin kü-kümdarı yerine büyük bir bilgin olarak gösterilmesi gibi) ve muhtasar bir şekilde Sipehsâlâr’da bulunmaktadır (sah. 79; tere. sah, 111)

7-3/40 de Mevlânâ’nın, Ekmeleddin Tabib’e on yedi (Sipehsâlâr’da on sekiz) müridi için hazırlattığı macunun hepsini yemesi ve neticede bir şey olmaması rivayeti de biraz muhtasar şekilde aynen Sipehsâlâr’da bulunmaktadır (sah. 81; trc. 114).

8- 3 /52 de Salâhaddin Zerkûb’un ticaret maksadı ile İstanbul’a gitmek istiyen bir müridinin, hareketinden önce Mevlânâ’yı ziyareti ve Mevlânâ’nın, İstanbul’a gitmeden önce yolda bir papazı ziyaret etmesi için ona tavsiyede bulunmasına ait hikâye, Eflâki’nin tasvirleri bir tarafa bırakılırsa aynen Sipehsâlâr’dan nakledilmiştir (sah. 105, trc. sah. 142.)

9- 3 / 60 de Selçuklu sultanı Rükneddin’in bir toplantı teıtibedip Babay-i Merendi’nin maânevi evlâtlığını kabul etmesine dair hikâye, Sipehsâlâr’da oldukça farklı bir şekilde anlatılmaktadır (bk. sah. 84 trc, s. 117.) Filhakika Sipehsâlâr’da sultana mânevi baba olacak zat, Babay-i Merendi değil, şehire yeni gelmiş olan Buzagu adında bir kimsedir. Ayrıca Sultan Rük-neddin’nin onun için sarayında bir toplantı ter-tibettiğine dair de bir kayıt yoktur. Sadece sultanın bu zatı ziyaret ettiği ve bu zatın da ona “veled = oğul” diye hitabettiğinden, Melvânâ’nın buna kızarak sultanı mânevi evlâtlıktan reddettiğinden, vaziyeti sultan duyunca Mevlânâ’dan özür dilemek için Pervane’ye danışarak bir sema toplantısı tertibettiğinden, bu sema toplantısında da sah. 158 de anlatıldığı gibi Hüsameddin Çelebi’nin sultanı başsız gördüğünden ve neticede de Kayseri’ye gelen Moğol emirlerinin Rum (Anadolu) emirleri ile sözbirliği ederek sultanı Kayseri’ye davet edip öldürdüklerinden bahsedildikten sonra Mevlânâ’nın bu hâdise dolayısiyle:

(18)

beytiyle başlıyan gazelini söylediği kaydedilmektedir. Her iki eserde anlatılan bu rivayetin tarihî hakikatle ne derece ilgili olduğundan ileride bahsedilecektir.

10 – 3 / 8.9 de Mevlânâ’nın müritleriyle birlikte İlıcada bulunduğu bir sırada göllerden birinde gürültü yapan kurbağalara bağırması ve onların da susmalarına ait riyavet, ufak ifade değişikleriyle, rivayetin sonundaki bazı ilâveler hariç, aynen Sipehsâlâr’dan alınmıştır (s. 83, trc, s. 116).

11 -3/221 de önceleri Mevlânâ’yi inkâr eden Şeyh Sadreddin’in, rüyasında Mevlânâ’nın ayaklarını oğduğunu görmesi üzerine ona inanmasına dair Sultan Veled’den rivayet edilen hikâye Sipehsâlâr’da (s. 86, trc. s. 121) çok muhtasar bir şekilde anlatılmakta ve râvisi zikredilmemektedir.

12-3/ 248 de fetva istemek üzere kendisine müracaat edenlerin geri çevirilmemeleri için Mevlânâ’nın müritlerine tembihi ve verdiği bir fetva yüzünden Şemseddin-i Mardinî ve Sıracaddin-i Urmevî ile aralarında cereyan eden hadiseye dair .nakledilen rivayet bazı cümle ve kelime farkı ile aynen Sipehsâlâr’dan (s. 97, trc. s. 133) nakledilmiştir.

13-3/ 250 de Mevlânâ’nın istiğrakını anlatmak için gösterilen misal çok az ifade farkı ile Sipehsâlâr’da (s. 100, trc. s. 136) vardır.

14-3/251 de Mevlânâ’nın nezareti altında çile çıkarmak üzere halvete giren Mecdeddin Atabek’in, bir gece gizlice arkadaşlarından birinin evine gidip yemek yemesi ve Mevlânâ’nın onun bu halini keşfetmesine ait hikâye ufak ilâve ve ifade farkları ile Sipehsâlâr’dan nakledilmiştir (s. 100, trc, s. 137)

15 – 3 / 252 de Fahreddin-i Sivasi’nin şiddetli bir sıtmaya tutulması ve Mevlânâ’nın onu sarmısakla tedavi etmesini anlatan ve Çelebi Celâleddin’nin fazla uykudan şikâyet ettiğine dair nakleden rivayet bazı kelime diğişiklikleri ve ilâvelerle Sipehsâlâr’dan alınmıştır (s. 101, trc. s. 137)

16 – 3 / 253 de Mevlânâ’nın, medresenin damında gezinirken yoldan geçen bir adamın içeride ah eden bir müridin sesini duyup: “Bu, bir hastalıktır” demesi neticesinde Mevlânâ’nın gazabına ait hikâye de ufak değişiklik ve ilâvelerle Sipehsâlâr’dan (trc. s. 139) nakledilmiştir

17 – 3 / 255 de Sultan Veled’in yakın müritlerinden olarak gösterilen Muhammed Sekûrci’den nakledilen rivayette Sultan Veled’den bah-sedilmeksizin ufak değişiklik ve ilâvelerle Sipehsâlâr’dan alınmıştır, s. 103; trc, s. 140).

18 – 3 / 258-260 da Mevlânâ’nın, Sultan Rük-neddin’in karısı Gumac Hatun’a, oturdukları eski bir sarayın yıkılacağını önceden haber verdiğine ait rivayetle, Mevlânâ’nın daima ağzında sarı helile bulundurması ve Hüsameddin Çelebi’nin iyadetine dair rivayet aynı şekilde Sipehsâlâr’dan alınmıştır (sah. 91, 88; trc. s. 125, 122)

19 – 3 / 261 de Kira Harun’un Mevlânâ’nın arkasında namaz kılmak arzusu ve Mevlânâ’nın bir gece içinde hacc’a gidip gelmesine ait rivayette bazı değişiklikler ve farklarla Sipehsâlâr’dan (sah. 89, trc. s. 123) nakledilmiştir.

20 – 3 / 262 de Ekmeleddin. Tabib’in Sultân Rükneddin’in emri üzerine tiryak-i Faruki yapmasına dair hikâye ufak kelime ve cümle farkları ile Sipehsâlâr’dan (s. 82; trc. b.l 14) alınmıştır.

21 – 3 / 263 de Mevlânâ’nın Konya civarında bulunan Ilıca’ya giderken müritlerin önden koşup kaplıcada bulunan cüzzamhlan kovmaları ve müritlerin bu hareketlerine Mevlânâ’nın kızmasını anlatan hikâye daha muhtasar ve sade bir şekilde Si-pehsâlâr’da vardır (s. 82; trc, s. 115)

22 – 3 / 264 de Muineddin Pervane’nin, ayak yoluna giden Mevlânâ’yı bekliyen Muhammed Hâdim’den elindeki ibriği satın alması hakkındaki hikâye ağdalı ifadeleri değiştirilmek ve Konya ile Meram arasında bulunan “Turut’O9) yerine “Meram Mescidi’inden bahsedilmek suretiyle Sipehsâlâr’dan (s. 83-84; trc, I 17) nakledilmiştir.

23 – 3 / 265-66 de Sultan Rükneddin’in, sarayında tertip ettiği bilginler toplantısında, her şeyin su ile diri olduğunu iddia edenlere karşı Mevlânâ’nın, her şeyin Allah île diri oluğunu söylemesine’ait hikâye ile Seyyit Şerefeddin’in gizlice Mevlânâ’nın aleyhinde bulunmasına dair hikâye ufak ifade değişikleri ve ilâvelerle Sipehsâlâr’dan (sah. 86-87; trc. s. 120) alınmıştır.

24 – 3 / 267-69) de Osman-i Guyende’nin yeni evlenmesi dolayısiyle parasızlığı ve Mevlânâ’nın ona • para vermesi hakkındaki rivayetle zengin müritlerden birinin ölürken, Mevlânâ’nın üç gün mezarını ziyaret etmesini anlatan hikâye ufak farklarla Sipehsâlâr’dan (sah. 120 – 91; trc. s. 124, 126) nakledilmiştir.

25 – 3 / 271-274) de sırasiyle Mevlânâ’nın hamamda traş olurken dökülen kıllarını müritlerin toplaması; medresede gezinirken (Sipehsâlâr’da gezdiği yer hakkında açıklık yoktur) para getiren emîrin parasını yere atıp gitmesi, halkın izdihamından kaçıp hamamın hazinesine girmesi ve Celâleddin Feridun’un tacir dostlarına karşı hareket tarzı hakkında anlatılan hikâyeler ufak ibare değişiklikleri ve ilâvelerle Sipehsâlâr’dan (sah. 104, 107-108; trc. s. 141, 144-145) alınmıştır.

26 – 3 / 276, 278 de Hızır’ın Mevlânâ’yı sık sık ziyareti ve Şeyh Ebû Bekri Kettanî hakkında anlatılan hikâye aynı şekilde Sipehsâlâr’dan nakledilmiştir(20) (s. 23, 29; trc. s. 32, 39). Ancak Sipehsâlâr’da (s. 29) Ebû Bekr-i Kettanî’ye ait hikâyenin sonunda, s. 385 te Şems-i Tebrizî’nin makamı hakkındaki paragrafın sonuna eklenen şiir bulunmaktadır.

27 – 3 / 280 -281 de Mevlânâ’nın şiddetli bir kış gecesinde medresesinde namaz kılarken fazla ağlamaktan sakalının donup yere yapışmasına ait rivayetle, Tanrı tarafından Peygambere sunulan ve birinde şarap birinde süt bulunan iki kadeh hikâyesi ufak ifade değişiklikleri ve oldukça fazla ilâvelerle Sipehsâlâr’dan (s. 41; trc, s. 58) nakledilmiştir.

28 – 3 / 288-289 da Sema esnasında Mevlânâ’ya çarpan sarhoş, tilki postu satan Türk ile bazı velilerin kibri hakkında nakledilen rivayetler ve mucize ve keramet hakkında verilen bilgi ufak ifade ve bazan kelime değişiklikleri ve ilâvelerle Si-pahsâlâr’dan (s. 74-76, 92, 107; trc. s. 104, T26, 145) alınmıştır.

29 – 3 / 316 de Bedreddin-i Tebrizi’nin Mevlânâ’nın müritleri için kimya ilmi yoluyla altın yapmasına dair anlatılan hikâye ifade farkları ile muhtasar bir şekilde Sipehsâlâr’da vardır (sah. 39-40; trc. s.55)

30 – 3 / 560-571 ve devamında Mevlânâ’nın ölümü ile ilgili hikâye ve rivayetlerde de Sipehsâlâr’ın tesiri görülmekle beraber, Eflâkî, bunları yeniden toplamış ve Sipehsalar’la mukayese edilemiyecek derecede zenginleştirmiştir.

31 – 4 / 95 de Sultan Veled’in İbtidânânme ‘sinden naklen anlatılan hikâye ufak kelime farkları ve ilâvelerle Sipehsalar’dan (s. 125; trc. s. 167) nakledilmiştir.

32 – 4 / 97-98 de Şems”in başçı dükkânına gidip yağsız baş suyu içmesi ile yolda giderken maiyetiyle birlikte gelen bir emire rastlaması ve onun veli olduğunu anlamasına ait iki rivayet te aşağı yukarı aynı ibarelerle Sipehsalar’dan alınmıştır (s. 124; trc. s. 165-166).

33 – 4 / 99 de Sem’s’in, biri biri arkasından ilâhi tecellilere maruz kaldığı vakit kendini gizliyerek amelelik etmesi, Konya’ya hicretinin sebebine ve Şam’dan ikinci gelişinde (Sipehsâlâr’da birinci gelişinde (bk. s. 127) Mevlânâ ile bir höcrede altı ay yalnız kalışlarına dair anlatılanlar biraz ilâve ve değişikliklerle Sipehsalardan (s. 125 v. d.* 125, 127 nakledilmiştir.

34 – 4 / 107-112 de Şems’in, müritlerin kıskançlıkları karşısında Şam’a gitmesi ve Mevlânâ’nın onu Konya’ya getirmek üzere Sultan Veled’i Şam’a göndermesi hakkında anlatılanlar da Sipehsalar’dan (S. 130-132; trc. s. 173-177) alınmakla beraber Eflâki tarafından birçok ilâveler yapılmıştır Meselâ: Mevlânâ’nın Sultan Veled’e, Şam’a gittiklerinde Cebel-i Salihiye’de bir hana inmesini tavsiye etmesine ve orada Şems’le tavla oynıyan bir frenk çocuğu göreceğine dair anlatılan rivayet ile Sultan Veled’le Şems’in Şam’dan dönerken Konya civarında bulunan Zincirli Han’a konmaları hakkındaki kısımlar Sipehsâlâr’da yoktur.

II – Veled – nâme (İhtida – nâme). Mevlânâ’nın çok sevdiği ve her bakımdan kendisine benzemeğe çalışan oğlu Sultan Veled tarafından yazılmış manzum bir eserdir. Eserinin başında babasını tak-liden bir divan yazdıktan sonra, dostlarının kendisine: “Mademki Mevlânâ’ya uyarak bir divan yazdın o halde Mesnevi de de ona uyman lâzımdır” diye ricada bulunduklarını ve bunun üzerine babasına benzemek maksadiyle 6120 H (1291 M) yılı rebiu’l – evvelinin başında Veled-nâme’yi yazmağa başladığını ve sonunda da aynı yılın Cemaziu’I – Ahir ayının dördünde bitirdiğini kaydetmektedir(21)

Mevlânâ ve etrafında bulunanların tercüme – i hal-erinden bahsetmek amaciyle yazılmakla beraber(22), daha çok tasavvufa ve Mevleviliğe ait mevzulardan bahseden bu eser tamamiyle didaktik bir mahiyet ar-zeder. Sultan Veled, manzum olarak yazdığı her bahse, anlatacağı mevzuun, sade, açık ve sağlam bir ifade ile çok defa yarım sahifeden fazlayı geçmiyen mensur bir hulâsasını ekler. Aşağı yukarı onbin beyitten ibaret olan bu eserde, Mevlânâ ve etrafında bulunanlar hakkında en doğru malûmat verilmekle beraber sırf Mevlânâ’nın Mesnevisine benzetilmek endişesiyle başka mevzulara daha çok yer verilmiş, bu suretle de bu şahıslardan dağınık ve muhtasar bir şekilde bahsedilmiştir. Eflâkî, Veled – nâme de bulunan bu dağınık ve muhtasar malûmatı bazen aynen, bazen de başkalarından edindiği malûmatla genişleterek eserine geçirmiştir. Ancak Veled -nâme’den aldığı malûmatın bir kısmını doğrudan doğruya ondan, bir kısmını da dolayısiyle Sipehsalar’dan almıştır. Filhakika:

1 – Yukarıda Eflâkî’nin, Sipehsâlâr’dan aldığı malûmattan 1 no.lu pragraftaki Belh’li bilginlerin Peygamberi rüyalarında görmeleri ve Peygamberin onlara Bahâ Veled’e “Sultanu’l – Ulemâ” diye hit-abetmelerini söylemesi, önce Sipehsâlâr tarafından Veled – nâme’den (s. 188) nesre çevirilerek nakledilmiş, sonra da Eflâkî ondan almıştır.

2 – Bundan önceki 3/31 de önce ,Sipehsâlâr tarafından Veled – nâme’den alınmış , sonra da Eflâkî sadece Veled – nâme yerine İbtidâ – nâme diyerek ondan nakletmiştir.

Eflâkî’nin doğrudan Veled – nâme’den aldığı malûmat:

1 – 2 / 1 de Mevlânâ’nın, Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin sorduğu suallere verdiği cevaptan sonra, Seyyid’mona “din ve yakîn ilminde babanı hayli geçmişsin” diye başlıyan sözler ufak değişikliklerle Veled – nâme (s. 193-194)’de bulunan mensur kısımdan nakledilmiştir. Bu mensur kısımdan sonra gelen manzum kısımdaki (s. 194 v. d.) malûtnatda bazı ilâvelerle geniş bir şekilde nesre çevirilerek alınmıştır.

2 – 2 / 20 de Sultan Veled’den nakledilen Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizi’den, Tanrı yolunun sonu olup olmadığına dair sorulan sual ve cevabı da aşağıdaki örnek olarak alının parçalardan da anlaşıldığı üzere aşağı yukarı aynen Veled-nâme’den iktibas edilmiştir. Veled – nâme’den ve M’enakıbu’l’-arifin’den örnek olarak alınan şu parçalarda, Eflâkî’nin. çok defa arapça tabirleri farsçalaştırdığı halde, bazan da daha kolayca anlaşılan veya yaygın bir hale gelen arapça tabirleri, munis olmıyan farsça tabirlere tercih ettiği açıkça görülmektedir. Meselâ aşağıdaki parçalarda salikin Tanrı’ya ulaşmak için çıktığı mânevi yolculuk demek olan “seyr’in çeşitlerinden bahsedilirken Sultan Veled’in “seyran ta Huda ve sayrun dar Huda” tabirleri yerine Eflâki “sayrun ila’llah ve sayrun fi’llâh” demektedir

Eflâki (metin II, 20)

eflaki-metin-2

3 – I / 22’de Selçuk sultanı Alâeddin’in Bahâ Veled’i kendi tahtına oturtmak istemesi hakkındaki rivayetin esası Veled-nâme’den alınıp bazı ilâveler yapılarak yeniden yazılmıştır. Meselâ Sultan Alâeddin’in sarayında tertibettiği bir toplantıdan hiç bahsedilmemekte buna mukabil Bahâ Veled’in Konya’ya gelişinden sonra sultanın onu ziyarete gittiği kaydedilmektedir (Veled – nâme s. 192).

4 – 1 / 24’de Bahâ Veled’in ölümünden sonra Sultan Alâeddin’in taziyet için yedi gün saraydan çıkmaması ve ata binmemesine ait rivayet, sondaki kırk günlük yas tutma ve şeyhin türbesi etrafına duvar yaptırması hariç, Veled – nâme’den (s. 193) serbest bir şekilde nesre çevrilerek alınmıştır.

5 – 3 / 436’da Sultan Veled’den naklen, Mevlânâ’nın bulunduğu devrin, Hallâc-i Man-sur’un ve geçmişteki diğer şeyhlerin geldikleri devirden daha iyi olduğu hakkındaki rivayet, Veled -nâme’nin (s. 197) mensur ve manzum kısmından alınıp genişletilerek anlatılmıştır.

6 – 5 / 1 ‘de Mevlânâ nın umumiyetle velilere özel olarak ta Selâhaddin Zerkub’a saygı göstermesi hakkındaki rivayet Veled – nâme’den (s. 65) mensur kısma birkaç kelime ilâvesiyle ve manzum kısım da geniş bir şekilde nesre çevrilerek alınmıştır.

7 – 5 / 2’de Şeyh Selâhaddin’in Sultan Veled’e kendisinden başkasına bakmamasına dair sözleri birkaç kelime ilâvesiyle Veled – nâme’den nakledilmiştir (s. 97).

Eflâkî, yukarıda görüldüğü üzere, aynen veya bazı değişiklerle aldığı bu kısımlar dışında, malûmat bakımından da Veled – nâme’den çok faydalanmıştır. Eserinin tertibinin, Veled-nâme’ye uyması da bunu göstermektedir.

III – Rebâb-nâme – Sultan Veled’in İhtida -nâmeden (Velednâme) sonra yazdığı ve ikinci defter adını verdiği bu eser, dostların, Senayi’nin pek alışamadıkları İlâhi-nâmesi (23) veznindeki bu ilk mesnevisi yanında bir de babasının Mes-nevi’sinin vezninde bir eser yazmasını rica etmeleri üzerine kaleme alınmış(24) ve rebabtan bahislerle başladığı için de ona Rebâb-nâme adı verilmiştir. Rebâb-nâme’nin mevzuu, Mevlânâ ve etrafındakilerin biyografileri hakkında verilen malûmat hariç birincisiyle tamamen ayni mahiyettedir. İhtida -nâme’de geçen birçok âyetler ve hadisler(25), bazan da velilere dair hikâyeler(26) bu eserde de tekrar edilmiştir. Eflâki’nin tercümesi sunulan bu eserinde geçen birçok âyet, hadis ve Mevlânâ’dan alınan beyitlerin Rebab-nâmede de bulunması, onun bu eserden de faydalandığı ihtimalini doğurmakta ise de bunların aşağı yukarı ehlince malûm olacağı gözönüne alınırsa bu ihtimal zayıflar.

IV – İntiha-nâme. Sultan Veled’in Mesnevi tarzında yazdığı eserlerin üçüncüsünü teşkil eden ve üçüncü Defter adını da alan bu eserin ön sözünde müellif, Kur’an’da, insanı gaflet ve unutkanlıktan ve şeytan’in azıtmasından kurtarmak maksadiyle verilen öğütlerin çeşitli ibare ve misallerle anlatılmasındaki faydalan nazarı itibare alarak, kendisinin de vaaz ve nasihatlerini türlü şekiller içinde tekrarladığını, İlk Defter’inde (İhtida -nâme) Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî, Şeyh Selâhaddin ve Hüsameddin anılırken onların tercümei halleri içinde öğütler verdiğini, babasının Mesnevisinin vezninde yazdığı İkinci Defter’inde (Rebâb-nâme) de birçok nasihatlerde bulunduğunu ve bu defter de bitince Üçüncü Defter (intiha – nâme) i de ayni vezin ve ayni tarzda yazdığını söylemektedir(27). Eflâkı’nin Rebâb – nâmeden ne derece faydalandığı hakkında söylenilenler bu eser hakkında da tekrar edilebilir.

V – Ma’ârif’ Sultan Veled’in bu eserinin mevzuunu, muhtelif âyet ve hadislerin tefsiri ve bunları açıklıyan misal ve büyük bir kısımını peygamberler ve veliler hakkında yazılmış kitaplardan alınan hikâye ve fıkralar teşkil etmektedir(28). Esere, kendisinden önce İran sofilerinde örneklerine rastladığımız(29) Sultan’ul-Ulemâ Bahâeddin Veled’in Ma‘arifinden başlıyarak Mevlânâ’nın Fihi Mâ Fih adlı eseri ile Şems-i Tebrizî’nin Makalât’mda görülen ve fazla açıklanmıyan fikirlerin, çok açık misallerle anlatılmasından ibaret bir tefsiri nazariyle de bakılabilir. Bu eser, Sultan Veled’in tarikat kuruculuğu vasfını, öteki eserlerine nisbetle daha açık bir şekilde göstermektedir.

Eflâkî’nin, Sultan Veled’in bu eserinden Rebâb-nâme ve intiha-nâme’ye nispetle daha çok faydalandığı anlaşılmaktadır. Sultan Veled’i idrak eden ve onun sohbetinde bulunan Eflâkî’nin, onun muhtelif zamanlarda söylediği öğüt (mev’ize) mahiyetindeki sözlerinin tesbitinden ibaret olan bu eserin muhtevasından daha önce haberdar olması muhtemeldir. Ancak Sultan Veled’in bu eserinde anlattıklarının çoğunun, dedesi Bahâeddin Veled’in, babası Mevlânâ’nın, ihtimal Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin(10) ve aşağıda görüleceği üzere Şemseddin-i Tebrizî ‘nin eserlerinde bulunması ve Eflâki’nin de bunlardan daha çok faydalanması nazarı itibare alınacak olursa, onun Sultan Veled’in bu eserinden fazlaca faydalanmadığı görülür. Eflâki’nin Ma’ârif’ten doğrudan doğruya aldığı veya mütessir olduğu parçalar şunlardır:

1 – 2 / 11 ‘de Burhaneddin, Muhakkik-i Tirmizî’nin hamamda yıkanırken kendisine hizmet eden bir ihtiyara hamam lifi ve lâğım süpürgesi demesine ait rivayet, kısaltılmak suretile Ma’ârif’ten (Farsça metin, Üniversite Kütüphanesi s. 134 -135) alınmıştır. Ancak Ma’ârif’ten (Farsça metin, Üniversite Kütüphanesi F. 91, vık. 48b Türkçe tercümesi s. 134-135) alınmıştır. Ancak Ma’arif’teki rivayette Seyyid Burhaneddin yerine sadece bir dervişten bahsedilmektedir.

2 – 3 / 496’de Baharın muhtelif ağaçlar üzerindeki çeşitli tesirlerine dair anlatılanlar Ma’arif’te misal olarak alınan Bahar hakkında ileri sürülen fikirlerden mülhemdir (Trc, s. 97)

3 – 4 / 51’de Mevlânâ’nın “Şems’i gördüm” diye yalan haber veren bir kimseye sarığı ve fe-recisini vermesine ait rivayet ufak ifade farkları ile Ma’ariften (Trc. 146 – 147) nakledilmiştir.

4 – 5 / 25’de Şeyh Selâhaddin’in “Tanrı’nın velisi bir rahmet madenidir ve gönül sahibinin (dervişin) sema’ı huzurdur” diye başlıyan sözleri aynen Ma’arif’ten alınmıştır (trc, s. 344),

Yukarıda işaret edilen parçalar dışında 3 / 522 de bir padişahın maiyetindekiler! denemek için cariyelerinden birini süsleyip onlara arzetmesi (Ma ‘arif Türkçe tercümesi s. 199) ve 3 / 236 da Şark İslâm dünyasının Nasreddin hocası mesabesinde olan Cuhî’nin(31) veya arapça telafuzuna göre Cuhâ’nın sofra hikâyesi (Ma’arif tercümesi s. 301) gibi kısımlar ve Peygamberin “Ey Ayşe benimle konuş” ve 4 / 39’da Bayezid’in i ”Ben, Tanrı’yı yüzünde tüy bitmemiş bir genç şeklinde görüyorum” tarzındaki sözler, bir çok defalar tekrar edilen âyet ve hadisler aşağıda göstereceğimiz veçhile Mevlânâ’nın Fîhi mâ fih’ı ile Şemseddin-i Tebrizî’nin, Makalât’ından alınmıştır.

VI – Makalât – ı Şemseddin -i Tebrizi -Mevlânâ’nın hayatı üzerinde büyük tesiri olan, daha doğrusu onu tamamlıyan Şemseddin-i Tebrizî’nin konuşmalarının derlenip bir araya ge-tirilmesile vücuda gelen bu eserin mevzuunu, Şems’in felsefe, kelâm hakkındaki fikirleri, bazı ayet ve hadisleri tefsiri, çeşitli inançlar hakkında verdiği malümat(32), muhtelif vesilelerle Arap ve Fars edebiyatından naklettiği beyitler, kendinden önce ve kendi devrindeki bir çok velilerin sözleri ile folklar bakımından enteresan olan bazı hikâyeler(33) teşkil eder(34). Eflâkî, Şems-i Teb-riz’nin bu eserinin hemen hemen dörtte bir kısmını, çoğu kez aynen, bazen de genişleterek veya ufak değişiklikler yaparak eserine nakletmiştir. Eflâkî’nin, Makalâi’tan eserine naklettiği malumatın, Makalât’ın muhtelif kısımlarında bulunması, faydalandığı nüshanın, farklı bir nüsha olduğu ihtimalini doğuruyor. Filhakika, Eflâkî’nin esirende aşağıdaki kısımların tesbitinden de anlaşılacağı gibi bazan bir sahifelik malîmat Makalât’ta birbirinden epeyce uzak yerlerde bulunmaktadır. Onun Şems’in Makalât’ından aldığı kısımlar şunlardır:(35)

1 – 3 / 163’ de Ebul’I – Hasanı’I – Harakani hakkında Mevlânâ tarafından anlatılan hikâye Su-latn Mahmud’un veziri Hasan – i Meymendî’nin adı ve ilâve edilen bir kaç kelime hariç Makalât’ta vardır. (Vrk. 42b). Ancak Eflâki’nin ifadesi, hikâyenin Ferideddin Attâr’ın Tezkimtu’l -Evliya ‘sındaki aslına daha çok uymaktadır.(36) Bununla beraber, Attâr’ın eserinde de Hasan-i Meymendî’nin adı geçmemektedir

2 – 3 / 225 de Şems’in Tebriz’de Ebubekir adında bir şeyhi olduğuna ve ondan birçok velilikler aldığına dair anlatılan rivayet Makalâf tan (Fâtih Kütüphanesi 2788, vrk. 81a) alınmıştır.(17)

3 – 3 / 233 de Mevlânâ’yı öven azizin sözleri,ile Şems’in tacir olduğu hakkındaki sözler aynen Mcıkcılât’lan (vrk. 4a, 31a) alınmıştır.

4 – 3/236 de Şeref-i Lahaveri hakkında Anlatılanlar ve Şems’in kâfirlere bile dua ettiğine dair sözler Makalattan nakledilmiştir (vrk. 12a 13a).

5 – 3 / 236 de Cuhi hakkında anlatılan fıkra ve birinin Şems’e “Seni seviyorum, başkalarını da senin için seviyorum” diye başlıyan paragrafla Mecnun’dan nakledilen beyit ve onu takibeden paragraf yine Mevlâna’dan nakledilmek suretiyle Makalâttan (vrk. 24a, aynı fıkraya telmih vrk. 120a, 95a) alınmıştır.

6 – 3 / 346 de Kur’an hakkında söylenilen şiir Makalât’ta vardır (vrk. 24a)

7 – 3 / 479,498,521 de Ekmeleddin Tabib’den nakledilen rivayetin, Tanrı adlarından birini de mümin (Makalât’ta mürid) olduğuna dair sözlerin, “müminler tek nefis gibidirler” ve: “kim bana bir karış yaklaşırsa…” gibi hadislerin de Makalat’tan nakledilmiş olmak ihtimalleri vardır (vrk. 25b, 39a, 72b)

8 – 4 / 1 da nakledilmiştir diye başlıyan paragraf olduğu gibi Makalat’tan (vrk. 94a) alınmıştır.

9 – 4/4 de Şeyh Evhededdin’e ait anlatılanlar da mübalâğalı bir şekle sokularak Makalat’tan (Fatih nüshası vrk. 33b) nakledilmiştir(w)

10 – 4/5 de Firavun ve sihirbazlarına dair anlatılanlarla Şems’in Konya’ya geldiği tarih aynen Malakat tan alınmıştır (vrk 40b)

11 – 4/ 22’de Bayezed-i Bistamî’nin kavun yememesi, Şems’in sövdüğü kafirin müslüman olacağı ile İdris’te garkolduğuna dair rivayetler Ma-kalat’ın muhtelif kısımlarında bulunmaktadır (vrk. 3b, 42a, 47b, 58b, 112b).

12 – 4 / 31 de haşhaşın haram olduğu hakkında nakledilen rivayet Makalat’tan (vrk. 2b) aynen alınmıştır.

13- 4/ 33’de bir sofinin: “Belh’li Baha Veled’in oğlu Tebriz’li bir kişiye uydu…” diye söylediği söz Belh’li Veled’in adı tasrih edilmeden sadece filanın oğlu şeklinde Makalaf’ta vardır (vrk.39b)

14 – 4 / 38 de Güneşin yüzünün Mevlânâ’ya karşı olduğuna dair Şems’in sözleri aynen Makalat’tan alınmıştır (vrk. 33a, 86b).

15 – 4 / 52’de Ali’nin Peygambere uyarak pruç tutmasına ait rivayet aynen Makalât’ta vardır (vrk.71a, 89a).

16- 4/ 65-66’deki bütün malumat aynen Makalat’tan nakledilmiştir (vrk. lb,2b)

17 – 4/67’ de peygamberlerin birbirlerinin mu-arrifi (tarif edeni) olduklarına dair sözler açıklama mahiyetinde ufak ilavelerle Makalcftan nakledilmiştir (vrk. 3a).

18 – 4/67-69’deki bütün malûmat Makalât’ın muhtelif kısımlarında (vrk. 65, 67, 113, 85b, 101a 103b) bulunmaktadır.

19 – 4 / 7O’de Peygamber’e uyma hakkında nakledilen sözler, aynen Makalât’lan alınmıştır (vrk. 81b)

20 – 4/68’de Şems’in sözlerinden sekizinci bölümün ilk paragrafı hariç ufak ibare değişiklikleriyle Makalât’tan (vrk. 69b, 81b-82a) nakledilmiştir.

21 – 4/69’de de deve ile karınca hikâyesi Makalât’tan aynen alınmıştır (vrk. 92a). Makalât’ta, ayni mealde, fakat karınca yerine fare konulmak suretiyle hikâye iki yerde daha tekrar edilmektedir (15 a, 88 a).

22 – 4 112-13, 68-69’deki bütün malûmat Makalât’in muhtelif yerlerinde bulunmaktadır (vrk. 24b, 99b, 103b, 104a, 100a, 84a, 98b, 101b).

23 – 4 / 74’deki bütün malûmat, ufak ifade farkı ve açıklamalarla Makalât’dan nakledilmiştir (vrk. 109 a).

24 – 4 /76-77’de balık hakkında anlatılan fıkra ile Muhammet b. ‘Arabi’nin sözünden itibaren söylenilenlerin hepsi Makalât’lan aynen alınmıştır (vrk. 86a, 109b).

25 – 4 / 78’de Şeyh muhammed’in dedikleri ve Şems’in anlattıkları Makalât’tan (vrk. 104 a) nakledilmiştir. (Aynı fikirlerin tekrarı için bk. Makalât, vrk. 66b).

26 – 4 / 120’de Şems’in kendisini veliler arasına sokması için Tanrı’ya dua etmesi de Makalâttan alınmıştır.

VI – Ma’arif – i Sultanu’l – Ulemâ Bahâeddin Veled: Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’in muhtelif sohbetlerinin tesbitinden ibaret olan bu eserin mevzuunu, Bahâeddin Veled’in muhtelif dini meseleler hakkındaki fikirleri, bu fikirleri açıklarken bilhassa dışardaki vakalardan ziyade kendinde vaki olan hallerin tasviri, arada sırada anlattığı hikâye ve fıkralar, muhtelif âyet ve hadislerin kendine göre açıklanması teşkil etmektedir. Eser, okunurken insanda muhtelif meseleler hakkında düşünen ve kendi büyüklüğüne tam güveni olan bir insanın eseri in-tibanı verir. Zaten Eflâki’nin eserinde de onun bu hususiyeti açık bir şekilde belirtilmiştir, (rpeselâ bk. 1 15). Onda Mevlânâ ve Şems’in heyecanı bulunmamakla beraber, fikirlerinin çoğu değilse bile bir kısmı oğlu tarafından tekrar edilmiştir.(39) Ancak eser, neşredilmediği veya hiç olmazsa böyle bir noktai nazardan baştan aşağı tedkik edilmediği için Mevlânâ üzerindeki bu tesirin derecesi hakkında şimdilik bir fikir vermek imkânsızdır. Biz burada nazardan baştan aşağı tedkik edilmediği için Mevlânâ üzerindeki bu tesirin derecesi hakkında şimdilik bir fikir vermek imkânsızdır. Biz burada sadece Eflâki’nin bu eserden aldığı malûmatı işaret etmekle yetineceğiz. Eflâki’nin Bahâeddin Veled’in Ma’ârifindm aldığı parçalar sırası ile şunlardır.(40)

1 – 1 / 5’de Sultan Alâeddın ve Fahr-i Râzi hakkında anlattıkları aynen Ma’âriften (vrk. 54 b ve 203 a) alınmıştır.

2 – 1 / 25 de Kadi-yi Vahş’in Bahâeddin Veled’in Sulatnu’l – Ulemâ lâkabını Ma’arif ve fetva kitaplarının önsözünden silmesine dair rivayet de biraz genişletilerek Ma’ârîf’ten nakledilmiştir (vrk. 163a). Bahâeddin Veled’in “Sul-tanu’l – Ulemâ” lâkabiyle anılmasına da bu rivayet sebebolmuştur.(41)

VII – Fîhi mâ Fîh – Mevlânâ’nın sohbetlerinin tebsitinden ibaret olan eserin mevzuunu, Mevlânâ’nın muhtelif meseleler hakkındaki fikirleri, bu arada çeşitli vesilelerle naklettiği fıkra ve hikâyeler, Arapça ve Farsça beyitler, bazı âyet ve hadislerin izahı teşkil etmektedir(42) Bu eser, Şem-seddin-i Tebrizî’nin Makalâtı’na benzediği için, Eflâki’nin bundan da fazlaca faydalandığı ihtimalini doğurmakta ise de, bu faydalanma ümit edildiği kadar çok değildir. Bilhassa, s. 587 den itibaren başlıyan Mevlânâ’nın sözleri hakkındaki bölümde, Mevlânâ’nın kitaplarında kendi elyazısı ile yazdığı yazılarından nakledilen malûmatın Fîhi ınâfih’te hiç denecek kadar az bulunması, Eflâki’nin bu eserden geniş bir şekilde faydalanmadığı kanaatini doğurmaktadır. Nitekim, aşağıda da işaret edildiği üzere birkaç paragraf müstesna, her iki kitapta bulunan parçalar arasında, yukarda kaydedilen eserlerde olduğu gibi bir ayniyet bulunmaması da bu kanaati kuvvetlendirmektedir. Ancak her iki eser de, biribirini tevsik etmek bakımından büyük bir önem taşır. Filhakika Fîhi mâ fîh’te bazan birkaç satır hattâ birkaç cümle veya kelime ile anlatılan olayların neden ibaret ve şahısların kimler olduğunu Eflâki’nin eseri aydınlattığı gibi Fîhi mâ fîh’te Eflâki’nin rivayetlerinin bir esasa istinad ettiğini göstermektedir. Her iki eserde bulunan ve aralarında bir münasebet kurmak mümkün olan parçalar şunlardır:

1 – 3 / 50’de Saineddin Mukri’nin Kur’ân’ı imale ile okumasına dair rivayetin Fîhi mâ fîh’te (s. 81, satr. 1, notlar kısmı s. 259) da Mevlânâ tarafından bahsedilen bir olay ile bir münasebeti olduğunu Bedi’ü’z-Zaman Furûzân-far kaydetmekte ise de ikisi arasında bir münasebet bulmak oldukça zordur. Çünkü, Fîhi mâ fîh’te sadece Mevlânâ Kur’ân’ı güzel okuyup ta mânasını kavramıyan bir mukriden, Eflâki’nin eserinde ise Kur’ân’ı yanlış denebilecek kadar imale ile okuyan Sa’ineddin Mukri’den bahsedilmekte ve bunun için de Arapça’nın nahvini (sintaks) bilmediği için “Tus”u, ‘Tis” şeklinde söyliyen bir Türk’ün hikâyesi anlatılmaktadır. Kaldı ki sayın naşir bu Mukri’yi metinde ‘İbn-i Mukri ==Mukri oğlu”, notlarda ise “İn mukri == Bu mukri”‘ şeklinde tesbit etmektedir. Eğer notlarda tesbit ettiği şekil doğru ise, bu mukrinin, Eflâki’nin eserinde birkaç yerde adı geçen ve umumiyetle Mevlânâ’nın hoşlandığı (meselâ: bk. s. 441 – 442) Sa’ineddin Mukri olması çok muhtemeldir. Aksi takdirde Fîhi mâ fîh’te, İbn-i Mukri adında başka bir şahıstan bahsedildiğini kabul etmek mecburiyeti hâsıl olur.

2 – 3/1 16’da Mevlânâ’nın Rum ülkesi halkına şiir zevkini tattırmak için gönderildiği hakkındaki rivayetin aslı müphem ve muhtasar şekilde Fîhi mâ fîh’te (s. 74, 17; notlar kısmı s. 279) bulunmaktadır.

3 – 3 / 214’de Mevlânâ’yı ziyarete gelen Mü-ineddin Pervâne’yi kapıda bekletmekten dolayı Sultan Veled’in özür dilemesine dair rivayet, sondaki Muineddin Pervâne’nin para vermesi ve Hü-sameddin Çelebi’nin bu parayı müritlere taksim etmesi hariç ufak ifade farkları ile baştan aşağf’Fîhî mâ fih’ten alınmıştır (s. 37, str. 1 ve devamı, notlar kısmı 263).

4 – 3 / 288’de semâ esnasında Mevlânâ’ya çarpan bir sarhoşu müritlerin dövüp kovmalarına ait rivayetin aslı, Fîhi mâ fîh’te (s. 74, str. 5; notlar kısmı 288) bulunmakta ise de oldukça farklı bir ifade şekli ile doğrudan doğruya Mevlânâ tarafından anlatımlmakta ve sarhoşun bir hıristiyan olduğundan hiç bahsedilmemektedir.

5 – 3 / 356’da Mevlânâ’nın Alâeddin Sir-yanos’a, on men ekmeği çiğneyip yakadan aşağı dökmenin, bir men ekmeği yemekten daha kolay olduğu hakkındaki sözleri andırır bir ibare Fîhi mâ fılıle (s. 81, str. 17; notlar kısmı s. 296) bulunmaktadır.

6 – 3 / 443’de insanın fedakârlık ve tanıma gibi iki alâmeti olduğuna dair söylenilen sözler hemen hemen aynı ibare ile Fîhi mâ fîh’te (s. 59, str. 4; notlar kısmı s. 281) geçmektedir.

7 – 3 / 522’de bir padişahın maiyetinde bulunanları denemek için, cariyelerinden birini süsleyip onlara arzetmesi hakkındaki hikâyenin aslı da Fîhi mâ fîh’te (s. 46, str. 16) birkaç cümle ile anlatılmıştır. Bu hikâyenin. Eflâki’nin, Ariflerin menkıbelerindeki, insanda daha çok şifahi bir rivayetten alınmış olduğu intibaını veren şeklinin, Mevlânâ’nın muhtelif mânalar hakkında kendi el-yazısı ile kitaplarına yazdığı latifeler arasından alınmış olması daha çok muhtemeldir.

8 – 3 / 10, 4/ 91’de Şems’e Hatiften: ‘Has kullarımdan birini gösterirsem ne verirsin” diye sorulan suale, onun: “Başımı” diye verdiği cevap, Fîhi mâ fîh’te (s. 25, str. 7) bulunmaktadır. İşaret edilen bu kısımlar dışında, Fîhi mâ fîh’te geçen birçok hadis ve âyetlerin hemen hepsi, yukarıda adları zikredilen eserlerde de zikredildikleri ve

Eflâki’nin onlardan daha çok faydalandığı ve ayrıca o devir bilginlerinin bildikleri gözönünde tutulduğu için bunların tekrar gösterilmeleri gereksiz görüldü.

9 – 4 / 98’de yukarıda Eflâki’nin, Sipehsalar’dan naklettiğini işaret ettiğimiz, yolda giden bir emire dair anlatılan hikâyenin aslı da çok muhtasar bir şekilde Fîhi mâ fîh’te (s. 80, str. 19; notlar kısmı s. 295) bulunmaktadır.

VIII – Mektubât-ı Mevlana Celâleddin. Bir adı da “Kitabu’ttarassîil li’t-tavassül ila’t-tafaddül” olan bu eser Mevlânâ’nın, çok defa kendisine müracaat edenlerin işlerinin yapılması için devrin ileri gelenlerine ve bazı hususlarda kendi aile efradına yazdığı mektuplardan ibarettir(43). Eser Mevlânâ’nın hayatını olduğu kadar Selçuklu tarihini aydınlatmak bakımından da mühimdir. Eflâki’nin eserinde, Mevlânâ’ya ait kaşdedileft’ve metni bulunan dört mektuptan ancak birinin bu eserde bulunmasından, onun bu eserden doğaldan doğruya faydalanmadığı anlaşılmaktadır. Eserin, muhtelif nüshalarına dayanılarak Ahmet Remzi Akyürek tarafından düzeltilip M. F. Nafiz yönünden bastırılan nushasındaki mektupların Lahika kısmındaki Selâhattin Zerkub’a yazılan 1 no. lu mektupla Bahâeddin Veled’e ait 2 ve 3 no. lu üç mektuptan son ikisi Ariflerin Menkibelerinden alınıp ilâve edilmiştir. Hem Eflâki’nin eserinde (cilt II, s. 149) hem de neşredilen Mektııbât içinde (no. 54) bulunan bir mektup, Mektubât’ın sadece neşre esas olan nüshalarından Konya’da bir mecmua içinde olanında vardır. (Konya Müze, 1102 – 52)(44). Bu mecmua, ferağ kayıtlarından anlaşıldığına göre adı zikredilmiyen bir müstensih tarafından 753-754 H/1352-1353 yılları arasında istinsah edilmiştir. Müstensih (ihtimal mürettip), mecmuasında bulunan yedi eserden yalnız ikincisinin. (Mecâlis-i Seb’a ve Makalât-i Seyyit Burhaneddin) sonunda verdiği malûmatta bunlardan birincisinin hangi nüshadan istinsah edildiğini söylemediği halde ikincisini yani Seyyid Burhaeddin Muhakkik’in Makalât’ını, Turhallı Celâleddin Yusuf’un kitapları arasında bulunan bir nüshadan ve ayrıca Mevlânâ’nın kendi elyazısı ile kitaplarının kenarlarına yazdığı yazılardan istinsah ettiğini söylemektedir(45). Buna göre müstensih, Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin Makalât’ının (ihtimal Mevlânâ’nın mektubatının da) ilk mürettiplerinden biri sayılabildiği gibi, Eflâkî’nin s. 598 de Mevlânâ’nın muhtelif kitaplarında kendi elyazısı ile yazılmış olan sözleri naklettiğine dair kaydının doğruluğu da anlaşılmış olur.

X – Mesnevi. Eflâkî, Mevlânâ’nın aşağı yukarı herkesçe malum olan bu eserinden bilhassa is-tişhad için aldığı beyitler bakımından çok faydalanmıştır. Denilebilir ki Ariflerin Menkıbeleri’nde geçen beyitlerin yüzde doksan beşinden fazlası Mesnevi’den alınmıştır. Eflaki’nin Mesnevi’den aldığı bu beyitlerin az bir kısmının, elimizde Mes-nevi’nin Nicholson tarafından neşredilen nüshası (46) bulunmadığı için, sadece Ankaralı İsmail Rusûhî Efendi tarafından arap harflerig ile basılan Türkçe şerhindeki yerleri işaret edilmiş, fakat sonradan bunların Nicholson tabına göre, eserin Tarih Kurumu tarafından yakında çıkarılan Farsça metninde (Ankara, 1959-1961) tesbit edilmiştir.

XI – Divan-i Kebîr. – Eflâkî’nin, Mevlânâ’nın Mesnevi yazılmadan önce(47) söylediği şiirlerinin, bir araya getirilmesi ile teşekkül eden bu divanından da bazan bir kaç beyit, bazan da tam bir gazeli istişhat kabilinden eserine geçirdiği görülmektedir. Müellif, büyük bir yekûn tutmıyan bu şiirlerin Mevlânâ’ya aidiyetini tasrih ettiği için burada tekrar edilmelerine lüzum görülmedi.

B – Eserin tenkidi,

Şeyhini her şeyin üstünde, hattâ Tanrı ile bir tutan(48) bir tarikat mensubunun, şeyhi veya onun soyu sopu hakkında yazacağı bir eserde hakikati olduğu gibi aksettirmesine imkân olamiyacağı pek tabiîdir. Bu hale, velilere dair menakıbnâme yazan müelliflerin hemen hepsinde – ki bunların çoğu menakıbı yazılan şeyhe veya onun tarikatine men-suptur-raslanır. Bu itibarla menakıbnâmelerin daima müsbet bir bilgi ve mantığın ışığı altında okunması lâzımdır. Bir Menakıbnâmenin gerçek değeri ancak bu şekilde okumakla anlaşılabilir. Bir menakıbnâmede, hakikatle hemen hemen hiç bağdaşmıyan malûmat ise çok defa müellifin bahsettiği velilerin olağanüstü halleri, yani kerametleridir. Menakıbnâme müellifleri, tıpkı peygamberler hakkında eser yazan bir çok saki müellifler gibi, bahsedecekleri şahsiyetlerin, kuvvet ve kudret bakımından diğer insanlardan farklı bir varlık olduklarını göstermek için, ya normal addedilecek hallerini mübalağlandırır veya daha önce yaşamış olan veliler hakkında anlatılan kerametleri onlara izafe ederler. Bir nevi büyü sayılabilen kerametlere(49) başta Mevlânâ olmak üzere bir kısım veliler inanmazlar(50). Bununla beraber keramete inanmıyan bir kısım sofîler ve bu arada Mevleviler’in, keramete inanmaz göründükleri ve ona erkeklerin âdet görmesi mânasına gelen “Hayz-i Rical” dedikleri halde, bu sahada yazdıkları eserleri kerametlerle doludur. Eflâkî’nin tercüme ettiğimiz eseri de bu kabildendir. Esasen Mevlânâ ve etrafında bulunanlar hakkında en güvenilir kaynak olarak kabul edilen Sultan Veled’in İhtida -nâme’sinde, Mevlâna’nm kerametlerinden bahsedilmediği halde, Feridun b. Sipehsâlâr’ın eserinde onun kerametlerine yer verildiği ve Eflâkî’nin eserinde ise, bunların hayli kabartıldığı görülmektedir. Kanaatimize göre, son iki müellifte görülen bu hal, eserlerini Ferideddin ‘Attâr’ın Tez-kiret’ül-evliyâ’sına benzetmek istemelerinin neticesidir. Nitekim yukarıda her iki müellifin de ‘Attâr’ın adı geçen eserinden faydalandıklarına ve ondan bazı parçalar aldıklarına işaret edilmiştir.(51) Sipehsâlâr’ın eseri, tertip bakımından Tezkiret’lil-evüyâ’ya uymadığı halde, bahsedeceği şahısların tercüme – i hallerini anlatmaya başlarken kullandığı ifade tarzı, ‘Artarın ifade tarzını andırır. Eflâki ise anlattığı şahısların tercüme-i hallerinin sonuna, onların orjinal bulduğu sözlerini veya hallerini ilâve etmek suretile Tezkiret’ül-evliyâ’yı taklit etmiştir. Ferideddin ‘Attâr’ın eserinin de, bu vadide yazılmış Arapça kaynaklara nazaran, halk arasında dolaşan ve çok defa hakikatle bağdaşmıyan rivayetlerle nekadar kabartıldığına yukarıda işaret edilmişti (s. IX).

Biz burada, Eflâkî’nin eserinde geçen ve menşei insanlığın ilk devirlerindeki iptidai zihniyete kadar giden ve büyünün türlü şekillerinden veya bir takım ruhi hallerden ibaret olan kerametlerin tetkikini mütehassıslarına bırakarak eserin Mevlânâ ve etrafında bulunanlar hakkında verdiği malûmatla, bu arada temas ettiği bazı tarihî hâdiseler ve şahsiyetleri incelemeye çalışacağız.

Umumiyetle, kendisini himaye eden bir hükümdarın arzusu üzerine bir tarih yazan eski müverrihlerin verdikleri malûmatı kontrole ve tamamlamaya yarayan Menâkib – nâmeler, bazı bakımlardan birincilere nazaran daha emin sayılırlar. Filhakika Menâkıb-nâme müellifi, nekadar sıyrılmış olursa olsun yine de cemiyetin bir unsuru sayılan ve cemiyette olup biten bir çok hâdiselere karışan veya şahid olan velilerin tercüme-i hallerinden bahsederken ister istemez bir nevi de tarihçilik yapar. Esasen yakın zamanlara kadar tam mânasile dini bir manzara arzeden İslâm devletlerinde, vecdi, heyecanı veya kerametleri ile halkı teşhir eden, kendilerine sığınanları koruyan, onların karnının doyuran ve bedii zevklerini tatmin için şiir, musiki ve rakstan faydalanan ve bu ba-kımadn devlet adamlarına nazaran halk tarafından daha çok sevilen velilerin tamamiyle cemiyetten sıyrılmalarına imkân yoktur. Menâkıb-nâme müellifi, muhtelif veliler hakkında verdiği malûmat arasına bizzat kendisinin gördüğü veya başından geçen hâdiseleri de karıştırırsa, eseri tarih bakımından bir kat daha ehemmiyet kazanır. Eflâki’nin eserinde, bu iki hususiyet de vardır. Filhakika onun eserinde bulunan malûmatın bir kısmı, yukarıda işaret edildiği gibi muhtelif eserlerden alınmak veya muhtelif şahıslardan dinlemek suretiyle vücuda gelmiş, bir kısmı da bizzat gördüğü veya başından geçen hâdiselerin anlatılmasından ibarettir. Müellifin bizzat verdiği malûmatın hemen pek çoğu ikinci cildde bulunduğundan onun tetkikini ikinci cildin önsözüne bırakarak birinci ciltte verdiği malûmatı sırasiyie inceliydim:

1 – 1 / l’de Alâeddin Hârizmşah’ın yeğeni olarak anlatılan Celâleddin Hârizmşah, Alâeddin’in yeğeni değil, oğludur(52). Eflâki, Feridun b. Sipehsâlâr’ın Bahâeddin Veled’in Belh’te bulunduğu sırada Celâleddin Hârizmşah’ın hükümdar olduğuna dair verdiği malûmatın yanlış olduğunu sezip onu düzeltmiş, fakat bu sefer de kendisi başka bir hataya düşmüştür. Ayrıca kitabının başında, Bahâeddin Veled’le Belh’te araları açılan hükümdarın Alâeddin Muhammed olduğunu söylemekle doğru olarak verdiği bu malûmatı nakzetmiştir. Filhakika Rum hükümdarı yani Anadolu Selçuk devletinin sultanı Alâeddin Keykubad’ın (616-634 H / 1219-1237 M) elinde değilse bile ona mağlûp olduktan sonra Diyarbakır havalisinde öldürülen Alâeddin Muhammed değil, Celâleddin Hârizmşahtır(53).

2-1/2-3 Bahâeddin Veled’in babası Hüseyin Hatibî’nin, Ebûbekir soyundan geldiği ve Sultan Alâeddin Hârizmşah’ın kızı ile evlendiği hakkındaki rivayet, tamamiyle Eflâki’nin mahsulüdür ve mevcud kaynakların verdiği malûmutla tevsik edilmemektedir. Esasen, Eflâki de başlangıçta Hüseyin Hatibî’nin, Sultan Alâeddin Hârizmşah’ın kızı ile evlendiğinden bahsettiği halde, Bahâeddin Veled’in, Sultan Alâeddin Hârizmşah’ın torunu olduğu veya onunla bir akrabalığı bulunduğuna dair hiçbir şey söylememektedir. Bahâeddin Veled’in “Sultan’ul – Ulemâ” lâkabı rivayetinin ise kendinin Ma’arif adlı eserinde bulunan bir rivayetten alınarak ilk defa Sultan Veled zamanında teessüs ettiği anlaşılmaktadır.(54) Bahâeddin Veled’in, Belh’ten ayrılmak üzere iken verdiği vaizde, Sultan Alâeddin Hârizmşah’la birlikte Fahreddin-i Râzî’nin bulunduğu hakkındaki rivayet de tevsik edilmemektedir. Çünkü Fahrettin-i Râzi’nin ölüm tarihi (606 H./1209 M) bu hâdiseden önceye rastlar.

3 – 1 / 10 – 1 l’de Mevlânâ’dan naklen anlatılan Bahâeddin Veled’in Belh’ten hareketle Bağdad’a geldiği ve orada halife tarafından gönderilen Şihabeddin Suhraverdi tarafından karşılanıp Mustansıriye medresesine misafir edildiği, zulmü ve çirkin hareketleri ile tanınan halifenin yüzünü görmek istemediği hakkındaki rivayetler de tarihi kaynakların verdiği malûmatla telif edilmemektedir.

Filhakika, Eflâki’nin, Bahâeddin Veled’in konduğundan bahsettiği Mustansıriye medresesi, onun ölümünden üç yıl sonra yapılmıştır. 222 deki malûmattan ise Bahâeddin Veled’le görüşen halifenin, sonradan Hülâgu tarafından öldürülen halife olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki Hulâgu tarafından öldürülen halife, El – Mutasımbillâh 640 H./1242 m. de halife olmuştur. Bahâeddin Veled’in ise 617 H./1220-21 M yılından, yani, mo-ğolların Belh’i zaptından önce buradan ayrılıp Bağdad’a geldiği kabul edilirse(55) el Mu’tasımbillâh yerine 575-622 H./-1179-80-1225 yılları arasında halifelik etmiş olan AbuTAbbas Ahmed an-Nâsır Lidinillâh ile görüşmesi lâzımdır(56). Esasen müellif de Bahâeddin Veled’in Bağdat’tan hareket etmek üzere iken Cengiz’in Belh’i muhasara ettiğinin haberi geldiğini tasrih etmektedir.

4 – 1 / 12-13’de Belh’in muhasarası sırasında Cengiz’in Tüli Han’dan olan oğlu Çağatay’ın öldürüldüğü hakkında verdiği malûmatta da bir karışıklık vardır. Çünkü, bu savaşta daha doğrusu Belh’in zaptından sonra Bamyan zaptında Cengiz’in, Çağatay adındaki oğlu değil, Çağatay’ın Mutugan adındaki bir oğlu öldürülmüştür(57)

5 – 1 / 14’de Bahâeddin Veled’in Kâbeyi ziyaretten döndükten sonra, 624 H./1228 M. de Malatya’ya gelmezden önce Şam’da Eyyubilerden Melikü’l-Eşref in hükümdar olduğuna dair verilen malûmat da yanlıştır. Zira Meliku’l-Eşref, Şam’ı ancak 626 H. tarihinde ele geçirmiştir(58). Müellif, ayni sahifede birkaç satır önce Bahâeddin Veled’in 624 yılında Malatya’ya geldiğinden bahsettikten sonra 616 H./1219 M. da Sivas’a Celâleddin Hârizmşah’ın Moğol askeri önünden kaçıp Ahlat’ı muhasara ettiğinin haberi geldiğini kaybetmekle kronolojik bir hataya daha düşmüştür. Filhakika, Celâleddin Hârizmşah’ın Moğol askeri önünden kaçıp Ahlat’ı muhasara etmesi veya hiç olmazsa Ahlat civarına gelişi 622-23 H./l225-1226 M. dir (59). Halbuki s. 26, 54-55 teki ifadelerinden, Bahâeddin Veled’in, Konya’ya etrafındaki surlar yapılmazdan önce geldiği anlaşılmaktadır. Konya’nın surları ise 618 H./l221 M. de yapılmıştır(60). Ayrıca s. 49 da Celâleddin Hârizmşah’la Selçuk sultanı Alâeddin arasında vuku bulan savaşın Bahâeddin Veled’in ölümünden sonra (628 H./l230) Sipehsalar da hayatta iken-cereyan ettiğini söylemekle yukarıda verdiği tarihlerin tamamiyle yanlış olduğunu bizzat kendisi ispat etmiştir.

6 – 1 / 17’de anlatılan bir rivayetten, Bahâeddin Veled’in Sivas’a gelmezden önce, Erzincan civarından geçtiği ve Erzincan meliki Fah-reddin Behramşah’ın Erzincan Akşehir’inde onun için bir medrese yaptırdığı anlaşılmaktadır. Selçuklu sultanı Rukneddin Süleymanşah’ın damadı olan ve bilâhire kendi kızını da sultan İzzeddin Keykâvus I e veren, Menküçek Gazi’nin ahfadından olup dürüstlüğü ve iyi ahlâkı ile tanınan Fahreddin Behramşah’ın(61) Bahâeddin Veled için bir medrese yaptırdığına dair mevcut kaynakların hiç birinde malûmat yoktur. Bu rivayetin, tıpkı muhtelif şehirlerde bulunan birçok mezarların şöhret kazanmış tek bir veliye isnad edilmesi gibi(62), Erzincan Akşehir’inde bulunan bir medresenin de halk tarafından ihtimal medreselere gösterdiği rağbet dolayısiyle şöhretine binaen Bahâeddin Veled’e isnadedilmesi neticesinde doğmuş ve Eflâki’nin de bu rivayeti gerçek addederek eserine geçirmiş olması çok muhtemeldir.(63)

7 – 1 / 18’de Bahâeddin Veled’in, Fahreddin Behramşah’ın ölümünden sonra-ki buna imkân yoktur, çünkü Fahreddin Behramşah 622 H./1225 M. de ölmüştür-Erzincan Akşehirinden, Lârende’ye gelip Emir Musa’nın yaptırdığı bir medresede yedi yıl kaldığına dair rivayetin, bilhassa Mevlevîler arasında Mâder-i Sultan, Mâder Sultan veya prenses diye anılan Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun’un türbesinin(64) bulunuşu ve Mevlânâ’nın burada Şerefeddin Lala’nın kızı ile evlenişi gö-zönünde tutulursa – kaldığı müddet kesin olarak bilinmemekle beraber – hakikat olduğu anlaşılır. Su-latn Veled’in, en güvenilir kaynak olarak kabul edilen İbtidâ – nâme adlı eserine göre.(65) Bahâeddin Veled’in, Konya’daki iki yıl kaldıktan sonra öldüğüne bakılırsa, 626 H./1228 M. yılında bu şehre gelmesi icabeder. Bu takdirde de s. 26, 54-55 te Konya surları ile ilgili rivayetlerin tamamfyle Eflâki’nin mahsulü olduğu anlaşılır.

8 – 1 / 33 da Filubat denilen ve o devre ait yazılan tarih kitaplarında adı oldukça sık geçen yerin(66) halen Konya’nın hangi semtine tekabül ettiği bilinmemektedir. Bu yerin, Şikârı tarihindeki Kala-i Âbad, Kulubad(67) şekli ise, bir halk etimolojisi veya baştaki “F” harfinin üzerinde bulunan tek nokta yerine çift nokta konulması neticesinde meydana gelmiş olmalıdır.(68)

9 – 1 / 43 de Harizmaşah’ın büyük babası olarak gösterilen ve maalesef elimizde bulunan bütün nüshalarda Yamgan şeklinde yazıldığı için aynen almak zorunda kaldığımız bu ismin, Cüveyni’nin Târîh-i Cihânguşâ’sında(69) eşine rastladığımız Yegan şeklinde olması icebeder. Ayrıca bu zatın Alaeddin Muhammed Harizmşah’ın babası olup olmadığı da belli değildir. Çünkü mevcut şecere kitaplarında Hârizmşah’lar alilesi içinde böyle bir ada rastlanmamaktadir.(70)

10 – 1/45 de Alaeddin Keykubad’ın lalası olarak kaydedilen Bedreddin Gevhertaş. İbn – Bibi’ye göre, Sultan İzzeddin Keykâvus İstanbul’a kaçtıktan sonra Konya üzerine yürüyen taraftarları ile teşriki mesai ettiği için Müineddin Pervane tarafından bağlattırılıp bazı emirlerle birlikte Moğol kumandanı Alıncak’ın yanına gönderilip öldürülmüştür.(71) Ayrıca Sultan Veled’in divanında da Konya civarında bulunan Karaarslan adlı bir köyü kendilerine vaf-kettiği için Bedreddin Gevhertaş övülmektedir.(72)

11 – 1/46 Şihabeddin Sühreverdi’nin Konya’ya geldiği hakkında verilen malûmata tarihi kaynaklarda da rastlanmakla beraber 626 H./1228 M. de Konya’ya gelen Bahaeddin Veled’in 618 H./ 1221 M, de bu şehire gelen Şihabeddin Suhreverdi ile görüşmesine imkân yoktur.(73) Büyük bir ihtimalle Eflâkî, Feridun b. ahmet Sipehsalar’ın, Şii-habeddin Sühreverdi’nin Seyyid Burhaneddin Mu-hakkik-i Tirmizî ile, Kayseri’deki mülakatı hakkındaki yanlış rivayeti görmüş, onun bu tarihten önce de Konya’ya ya geldiğni nazarı itibare alarak, Bahaeddin Veled’le de görüşmesinin mümkün olacağını kabul edip, sırf Bahaeddin Veled’in şöhretini belirtmek maksadile böyle bir rivayeti uydurmuş veya Sultan Alaeddin Keykubad’adair, halk arasında dolaşan bir rüya hikâyesinin yorumunu ona atfetmiştir. Bu rüya hikâyesinin ise bilhassa Sultan Alâeddin Keykubad’ın ölümünden sonra, onun yerine geçen hükümdarlar devrinde başlıyan çöküntünün gittikçe artan derecesini belirtmek maksadiyle sonradan halk arasında teşekkül etmiş olması pek muhtemeldir.

12 – 1 / 53 de Selçuklu Sultanı Alâeddin Key-kubad I ile Celâleddin Hârizmşah’ın Erzincan civarında bulunan Yassı Çemen mevkindeki savaşları hakkında verilen malûmat, Sultan Alâeddin’in tebdili kıyafetle gizlice Hârizmşah’ın ordugâhına gitmesi hariç, tarihi kaynakların verdiği malûmata uy-maktadır.(74) Yalnız Eflâkî, Sipehsâlâr’ın eserinden naklettiği bu malûmatı için de, Sipehsâlâr’ın, bu savaşın Bahaeddin Veled hayatta iken vuku bulduğu hakkında doğru olarak verdiği malûmatı değiştirmekle yani bu savaşın Bahaeddin Veled’in ölümünden sonra vuku bulduğunu söylemekle hataya düşmüştür. Çünkü bu savaş, Bahaeddin Veled’in ölümünden bir yıl önce 28 Ramazan 627/10 Ağustos 1230 da vuku bul-muştur(75) halbuki bizzat kendisinin s. 29 da kaydettiği gibi Bahaeddin Veled, 18 Rebi’u’l – evvel 628/12 Ocak 1231 de ölmüştür.

13-2/1 de Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin, Konya’ya geldiğinde inzvaye çekildiği Sincari Mescidi halen Konya’da bulunmaktadır(76) Ayrıca Muhakki-i Tirmizî, Larende’de bulunan Mevlânâ’nın Konya’ya gelmesi için yazdığı mektupda: “o dağlık bölgeden Konya’ya ateş yağacak” şeklindeki sözleri de 675 H./1277 M. den sonra Selçuk devletinde baş gösteren Karamanlılar isyanının halk üzerinde uzun zaman devam eden tesirlerinin neticesinde söylenmiş olması çok muhtemeldir.

14 – 2 / 3 da adı geçen Sahip Şamseddin-i İs-fahanî, Selçuklu sultanı İzzeddin I in (saltanat süresi: 607 – 616 H. 1210 – 1219 m) has münşisi iken onun ölümünden sonra (617 H / 1220 M.) yapılan vezirler toplantısında bulunmuş, bu toplantı neticesinde saltanata getirilen alâeddin Keykubad I tarafından büyük bir ordu ile Diyarbakır’ı zapta gönderilmişse de Diyarbakır’ı zapta muvaffak olmadan geri dönmüştür. Alâeddin Keykubad’ın ölümünden sonra yerine geçen Gıyaseddin Key-husrev II tarafından bugünkü başvekillik mesabesinde olan sahiplik vazifesine getirilmiş, sonra da, Moğollara karşı koymak için Şam melikinden yardım istemek üzere elçi olarak Şam’a gönderilmiştir. Sahip Şemseddin bu havalide büyük bir ordu toplamaya muvaffak olmuşsa da, tam o sırada Gıyaseddin Keyhusrev II nin Kösedağ savaşında yenildiğini duymuş ve harekete geçememiştir. Neticede Malatya üzerinden memleketine dönerken yolda kendisine vezirlik menşuru ve fermanı yetiştirilmiş, sultanın yanma gelince de devletin bütün işleri ona havale edil-miştir.Bir ara Moğol hükümdarlarından Sayın Han’ın yanına elçi olarak gönderilmiş, burada büyük bir iltifatla karşılanan Sahip Şemseddin, Şemahi ve Şirvan yolu ile Konya’ya gelmiştir. Bilâhere Sis fethine memur edilmiş, fakat emirler arasında baş gösteren anlaşmazlık yüzünden büyük bir basan elde edemeden geri dönmüştür. Bu seferdeki rolü sadece güzel bir tedbiri ile o havalide bulunan tekfuru sultana haraç vermeye mecbur etmekten ibarettir. Bu seferden Konya’ya döndüğünde Gıyaseddin Keyhusrev II ölmüş onun yerine, kendisinin de bulunduğu bir toplantıda İz-zeddin Keykâvus II getirilmiş ve Sahip Şemseddin yine eski vazifesinde kalmıştır. Divan toplantıları dışındaki vaktini kitap okumak ve zahidlerin sohbetinde bulunmakla geçirilmiş. Emirler arasında baş gösteren anlaşmazlıktan nefret duyup Moğollar tarafından veliahtlığa namzet gösterilmiş olan Rükneddin Kılıç Arslan IV yanına gitmeye karar vermişse de Müineddin Pervane ile adliye nâzın (Emir-i Dâd) onu bu fikrinden caydırmışlar. Fesat çıkaran iki emiri hile ile evine davet edip öldürttükten sonra Erzincanlı Şerefeddin Mahmud’u Konya’ya getirtip Emir-i Dâd Nusret ile Müineddin Pervaneyi de bertaraf etmiştir. Nihalyet Sivas’a gitmiş orada sultanın annesi ile evlendiği için Erzincanlı Şerefeddin Mahmud’la da arası açılmış, fakat onu da kısa zamanda yokettikten sonra mevkiini tam mânası ile kuvvetlendirmiştir. Kendisini tamamiyle emin hissettiği bu müddet zarfında ruhi ve bedeni arzularını yerine getirmekle meşgul olmuş, fakat tam bu sırada memlekette isyanlar çıkmış, Moğol Kağanı’nın yanında bulunan Rükneddin Kılıç Arslan da sultan tayin edilerek Anadoluya gelmiş, Sahip Şemseddin’e bu debdebeden vaz geçmesini teklif etmiş ise de o kabul etmemiş, bunun üzerine zorla saraya götürülerek hapsedilmiş, üç gün sonra da devrin meşhur edibi Bahaeddin Kaniî’nin evine götürülüp 8 Zilhicce 646 Mart 1249 da öldürülmüş ve başı o sırada Sivas’da bulunan Rükneddin Kılıç Arslan’a gönderilmiştir(77).

15 – 2 / 6’da 636 H./1238-39 M. de Bağdadin Hulâgu tarafından zaptından sonra Gıyaseddin Keyhusrev’in (III üncü Keyhusrev olmalı) yanına Bağdad’tan bir şeyhzade geldiğine dair verilen malûmat yanlıştır. Çünkü Bağdad, Hulâgu tarafından 636 H. da değil, 656 h. da zaptedilmiştir. (78). Gıyaseddin Keyhusrev III ün saltanatı ise 663-682 h./l264-1283 m. yılları arasındadır(79). Ayrıca mevcud tarihi kaynaklar arasında da buna dair bir malûmat yoktur.

16 – 2 / 24 de Sahip Şemseddin’den nakledilen ve Sipehsâlâr’dan alınan (bk. s. XV) Şihabeddin Suhreverdî’nin, Seyyid Muhakkik-i Tirmizî ile görüştüğü hakkındaki rivayet de yanlış olmalıdır. Çünkü Şihabeddin Suhreverdî’nin Bahaeddin Veled’in ölümünden sonra tekrar Anadoluya geldiğine dair tarihi kaynakların hiç birinde malûmat yoktur.

17 – 3 / 5’de Kemaleddin b. el-’Adîm’in Halep hükümdarı olarak gösterilmesi yanlış olmalıdır.

Çünkü büyük bir Arap bilgini olan Kemaleddin b. el-’Adîm’-in, (588-660 H./1193-1262 m.), yalnız son Eyyubi hükümdarlarından al – Malik al-’Aziz (hükümdarlık süresi: 613-634 H./1216-1236) veal-Malik an – Nasır (634-658/1236-60) devrinde kadılıkla birlikte vezirlik vazifesini de deruhte ettiği bilinmektedir.(80) İhtimal onun bu çifte vazifesi ve şöhreti, kendisinin halk arasında bu şekilde tanınmasına sebeb olmuştur.

18 – 3 / 9’da Mevlânâ’nın, Şemseddin-i Tebrizî’ye ilk defa Şam’da rastladığı hakkında verilen malûmat da mevcut kaynakların hiç birinde yoktur. Şemseddin-i Tebrizî’ye ait malûmatın hemen hemen hepsinin, kendi Makalât’ından alındığına bakılırsa, Eflâkî’nin bu malûmatı da onun bu eserinin başka bir nüshasından almış olması pek muhtemeldir. .-”

19-3/10’da Şemseddin-i Tebrizî’nin Konya’ya ilk gelişinde konakladığı Şeker-furûşân Hanı’nın adı 4 / 7’de Şekerrizan şeklinde geçmektedir. Sipehsâlâr’da ise (s. 126) bu hanın adı Birinç-furûşân şeklindedir. Bu hanın Eflâki’de geçen Şekerciler ve şeker satıcıları hanı diye tercüme edebileceğimiz iki adı ile Pi-rinççiler hanı diye tercüme edilebilen Sipehsâlâr’ daki şekli arasındaki fark, her halde bu hanın gördüğü vazifenin zamanla değişmesi neticesinde meydana gelmiş olmalıdır.

20 – 3 / 14’da Eflâki’nin, sık sık sultanın karısı diye kaydettiği ve ancak 3 / 431 deki ikinci paragrafta bulunan rivayetten Emir Müineddin Pervâne’nin karısı olduğu anlaşılan Gürci Hatun, Gıyaseddin Keyhusrev II (sultanat süresi: 634-644/ 1236-1246) in karısı olan Gürci Melikesinin kı-zıdır(81)- 3 / 371’de bazan Kayseri’ye de gittiğinden bahsedilen bu hatundan Sultan Veled, Kayseri’de bulunan Mevlevî muhiplerini öven bir şiirinde “O yüce sultan Gürci Hatun. Rum ve Horasan ülkelerinin övüncüdür” şeklinde bahsetmektedir(82). Sultan Veled’in bu şiirinden Gürci Hatunun uzun müddet Kayseri’de kaldığı anlaşılmaktadır.

21 – 3 / 16’da Hulâgu’nun, Bağdad’ı ve Haleb’i almasından sonra, Şam’ı almak üzere Ketboğa kumandasında gönderdiği ordunun, Şam önünde yenilmesi hakkında verilen malûmat, Moğol ordusunun Şam önünde yenilmesi hariç, tarihi kaynakların verdiği malâmata uymaktadır(83). Yalnız Hulâgu tarafından Nâsıreddin-i Tusî’nin Bağdad halifesine yazdığı mektuba mevcut tarihi kaynaklarda rastlamadık. Aksarayî’nin eserinde suretleri bulunan ve Hulâgu ile Şam meliki arasında teati edilen mektuplar ise gerekşekil, gerek muhteva bakımından Eflâki tarafından kaydedilen mektuba hiç uymamaktadır (krş. Kerimeddin Aksarayî, Müsâıneretu’l-Ahbâr…, Osman Turan neşri s. 53,55).

22 – 3 / 22-25’de adı geçen Kadı İzzeddin Konevî , Anadolu Selçuklu Devletinde, İzzeddin Keykâvus II, Alâeddin Keykubad II ve Rükneddin Kılıç Arslan IV ün müşterek saltanatları sırasında, Sultan Alâeddin Keykubad IV ün ölümünden sonra, İzzeddin Keykâvus II, kardeşi Rükneddin IV ü bertaraf ederek tek başına saltanata geçince vezirliğe tâyin edilmiş, has kölelerin, Moğol kumandanlarından Baycu’yu sulh yolu ile sevmak is-tiyen Sultan İzzeddin Keykâvus’u Baycu ile savaşa teşvik etmeleri üzerine yapılan savaşta ölmüştür. Bu savaştan sonra Sultan İzzeddin de Konya’ya dönerek İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştır(84).

Kadı İzzeddin-i Sivasî ise Sultan Rükneddin Kılıç Arşları IV ün oğlu Gıyaseddin Keyhusrev III devrinde (663,682 H. 1264-1283 M.) Sivasta kadılık etmekte idi(85).

23 – 3 / 37 de bir toplantı tertip ettiğinden bahsedilen Müineddin Pervane, bilhassa Moğolların Anadoluyu kendi hâkimiyetleri altına aldıktn sonra bazan onlara, bazan da, Mısır hükümdarı Bay-pars’a dayanarak onlar aleyhinde türlü entrikalar çeviren Selçuklu devlet ricalinden biridir. Aslen Deylemli olan bu zat, Gıyaseddin Keyhusrev II nin naiplerinden Muhazzebeddin Ali’nin oğlu olup adı geçen sultanın kızı ile evlenmiştir. Babası Muhazzebeddin vaktiyle Moğollar’le Selçuklular arasında cereyan eden ve Selçuk ordusunun yenilmesiyle neticelenen Kösedağ savaşından sonra (641 H./1243 M.) Moğol kumandanı Baycu’nun yanına gidip Selçuk sultanı ile Moğol kumandanı arasındaki sulh şartlarını tesbit etmiş, oğlu da fırsat buldukça babasının Moğol lar’le bu tanışmasından faydalanmıştır. Bir ara Erzincan ser-leşkeıiiği yüzünden Seyfeddin Torumtay’Ia mücadeleye girişmiş, sonra her ikisi de meseleyi Baycu’ya arzetmişler, Baycu da daha önce babasını tanıdığı için Müineddin pervane tarafını tutmuştur (İbn-i Bibi, mufassal s. 599, muhtasar trc. 246). Sultan İzzeddin Keykâvus II ile Rükneddin Kılıç Arslan IV arasında cereyan eden ikinci mücadelede (655 H./1257 M.), iki sultanın arasını bulmak için Kayseri’den Konya’ya gelmiş, Baycu’nun Anadolu’ya ikinci gelişinde (656 H7 12-58). İbn-i Bibi’ye göre (mufassal, s. 613 ve devamı; muhtasar trc. 254 v.d.) İzzeddin Keykâvus II tarafından, (Aksarayî’ye göre s. 42) ise, sultanın mağlubiyetinden sonra Kılıç Arslan’ın saltanata getirilmesini temin ettikten sonra pervânelik(86) vazifesi kendisine verilmiştir. 658 H. den 676 (1276 M.) ye kadar bu vazifesinde bulunmuştur. Bu vazifede o kadar şöhret kazanmış ki “pervane” unvanı onun adı yerine kaim olmuştur (Aksarayî, s. 45-46; trc. s. 141)(«) Eflâki’nin eserinde de, Mü-ineddin Sülayman adının hazfıyle sadece Pervane unvanı ile anılması Aksarayî’nin bu ifadesinin ger çek olduğunu göstermektedir.

Baycu’nun Anadolu’dan uzaklaştığını gören İzzeddin Keykâvus II, İstanbul’dan, Riikneddin Kılıç Arslan ise Hulâgu’yu ziyaretten döndüğünde, – Aksarayî de, Rükneddin’in bu ziyaretinden hiç bahsedilmemektedir – Sultan Kılıç Arslan’ın son derecede itimadını kazanmış olan Müineddin Pervane, Moğol emirlerinden birinin yardımiyle de etrafına topladığı bin kadar askerle tekrar Sultan İzzeddin’in hâkimiyeti altına giren Tokat’ta bulunan akrabalarını kurtarmağa teşebbüs etmiş ise de bir başarı elde etmeden geri dönmüş ve daha fazla asker istemek maksadiyle Moğol hükümdarının yanma gitmiş, Moğollardan temin ettiği kuvvetlerle Anadolu’nun muhtelif şehirlerini Sultan Rükneddin Kılıç Arslan IV adına istilâya koyulmuştur. Tekrar iki sultanın Hulâgu’nun yanına gittikleri sırada, Sultan Rükneddin’e refajtat etmiş (656 H. / 1258 M.) ve memleketin iki sultan arasında taksim edilmesi için Hulâgu’dan ricade bulunmuştur. Bu dileği kabul edildikten sonra Anadolu’daki Moğol kumandanları onu Sultan İzzeddin aleyhinde Hulâgu’ya mektup yazmağa teşvik etmişlerdir. İzzeddin de kardeşinden çok Müineddin Pervâne’den korkuyormuş. Nihayet yaptığı tahriklerle Sultan izzeddin’i saltanattan uzaklaştırmağa muvaffak olmuş ve bilâhire de Sultan İzzeddin lehine harekete geçen maliye vekili (müstevfi) Necibeddin, emir-i sillâh(88). Bedreddin Gevhertaş gibi daha birkaç devlet erkânını yakalatıp Moğol kumandanı Alıncak’a gönderip katlettirmiştir. Moğol hükümdarından yarlık (ferman) çıkartarak Sinob’un fethine girişmiş ve iki yıl süren bir mücadeleden sonra burayı zaptedip, Sutan Rükneddin’den de buranın mülkiyet hakkını almıştır. Fakat çok geçmeden kendine bu hakkı tanmış oln Sultan Rükneddin Kılıç Arslan IV ün öldürülmesinden sonra yerine iki buçuk yaşındaki (Aksarayî de altı, bk. s. 88) oğlu Gıyaseddin Key-husrev III ü getirip (663 H. 6 1264 M.) devletin bütün işlerini kendisi idare etmeğe başlamıştır. 670 H. / 1271 M. de, o sırada Şam’da bulunan Mısır hükümdarı Baypars’ın yanına, Anadoluda bulunan Moğol kumandanı ile birlikte elçiler göndermiş, oradan dönen elçileri alıp Moğol hükümdarı Abaka’nın yanına götürmüş; Abaka’ya, kendisine ağır yükümlülüklerde bulunduğu için Anadolu’da Moğolları temsil eden Ucay’ı şikâyet etmiş, fakat Anadolu’ya döndüğünde Ucay’ın da kendisi aleyhinde bulunduğunu görerek Bayparas’a sonradan hâkimiyeti kendisi ile Sultan Gıyaseddin’in idaresinde kalmak şartiyle Anadoluyu istilâ etmesi için mektup göndermiştir (Baypars Tarihi, s. 5,7, 33). Bu arada yakın arkadaşı Sahip Fahreddin, gurbette sefil bir durumda bulunan Sultan İzzeddin Keykâvus II nin kendisine maddi bir yardımda bulunması için gönderdiği mektupları, candan arkadaş bildiği Müineddin Pervâne’ye vermiş, o da bu mektupları sonradan arkadaşı aleyhine kullanarak onu vezirlikten uzaklaştırıp Osmancık Kalesine hapsettirmiştir (Aksarayî, s. 92; İbn – i Bibi aynı eser, s. 656).(89) Pervane, bir taraftan, Anadolu’yu istilâsı için Baypars’a, diğer taraftan da anadolu’da bulunan Moğol mümessili Ucay’i geri çağırması için Abaka Han’a haber göndermiş, abaka da onu kendi yanına çağırmış, fakat tam Abaka’nın yanında bulunduğu sırada, Baypars’ın Anadolu üzerine yürüdüğünü haber almış, Ana-doluya yapacağı bu seferi, gelecek yıla tehir etmesi için Pervâne’nin bu arzusunu yerine getirmiştir. Öte taraftan Abaka da Pervâne’nin arzusu üzerine Ucay’i Anadoludan kendi yanına çağırmış ve onun yerine Toko adında başka birini tayin etmişti. Müineddin Pervane. Toko ile anlaşarak birlikte Abaka’nın yanına gitmişler, fakat tam bu sırada Ucay tekrar Anadolu’ya gelmiş ve Pervane ile Toko’nun kendi aleyhinde bulunduğunu öğrenmiş, ancak Pervane onu kıymetli hediyelerle susturmuş, bir taraftan da Abaka nezdinde faaliyetle bulunmaktan geri durmamıştır. Nihayet Ucay’i, Mısırlılarla anlaşmak töhmeti ile Anadolu’dan geri aldırtmıştır. Abaka 674 / 1275 – 6 M. yılında Pervane ile Toko’nun birlikte Birecik kalesi üzerine yürümeleri için emir göndermiş. Birecik muhasara edilirken pervâne’nin, Baypars’a Birecik’e geldiği takdirde kendisi ile birleşeceğine dair gönderdiği mektuplar Moğollar tarafından yaka-lanmışsa da, Pervane, bunun kendi aleyhine hazırlanmış bir tertip olduğunu söyleyerek mektupları götüren yedi kişiyi öldürtmüştür. Fakat bu arada yakalanan mektuplar da Abaka’ya ulaştırılmıştır. Bu hadiseden sonra Müineddin Pervane Moğollardan daha çok korktuğu için bir antlaşma sureti yazıp Baypars’a göndermiştir (Baypars Tarihi, 33, 39,45 – 50, 56).

Rukneddin Kılıç Arslan IV ün kızı Selçuk Ha-tun’un Moğol Sultanı Abaka Han’ın oğlu ile evlenmesinde 674 H. / 1276 – 6 M. yılında onunla birlikte gitmiş, Kayseri’den ayrılmadan önce, arkadaşlarına, Hatiroğullannın hallerini beğenmediğini, sezdirmeden icaplarına bakmak lâzımgeldiğini söylemişse de Hatîroğullan vaziyetten daha önce haberdar olup isyana başlamışlar. 675. 6 1276 – M. yılında Abaka Han’ın yanından dönerken Erzurum civarında isyanı öğrenip vaziyeti İlhan’a bildirmiş, İlhan tarafından gönderilen askerler bu isyanı bastırmıştır. Bilâhere kendi tertibi olduğu anlaşılan Mısır ordusunun Anadolu’ya yürümesinde, yanında bulunan az bir Moğol ve Selçuklu ordusu ile Elbistan ovasında Mısırlılara karşı koymak istemişse de yenilip Kayseri’ye dönmüş, oradan Selçuklu sultanı Gıyaseddin ve maiyeti ile Tokat’a gitmiş. Bir taraftan Kayseri’ye gelen Baypars’ı tebrik ederken diğer taraftan kendisine Baypars tarafından vazifesine yeniden başlaması için yapılan teklifi bir müddet sonra kabul edeceğini söyliyerek Abaka ya Mısırlıları memleketten çıkartması için haber göndermiştir. Bunun üzerine Abaka Han da elli bin kişilik bir ordu ile Anadolu’ya gelmiş, Elbistan ovasında Moğol askerlerinin ölülerini görünce, mısır ordusunun kuvveti hakkında gerçek malûmat vermediği için Müineddin Pervâne’ye kızmış ve ondan kendi adamları idaresinde bulunan Kemah ve Şarki Karahisar kalelerinin teslimini istemiş. Müineddin Pervane de Abaka Han’ın emirlerini yerine getirmek için teşebbüse geçmişse de. adamları ona adı geçen kaleleri teslim etmemişlerdir. Bunun üzerine Abaka Han’ın şüphesi daha da artmış ve onun göz hapsine alınmasını emretmiştir. Bu sırada Şam’dan dönen Abaka Han’ın elçileri, Şamlıları bizzat Müineddin Pervâne’nin davet ettiğine dair mektuplar getirmişler. Neticede müineddin Pervane bütün kabahatlerini itiraf ettikten sonra 676 H. / 1277 M. de öldürülmüştür.(120)

24 – 3 / 38 de adı geçen Celâleddin Karatayi bilinen adiyle Celâleddin Karatay aslen Rum bir aileye mensup olup Alaeddin Keykubad I den baş-lıyarak Gıyaseddin Keyhusrev II, İzzeddin Keykâvus II, Rukneddin Kılıç Arslan IV. ile üç hükümdarın müşterek saltanat sürdükleri devirde devlete bir çok hizmetlerde bulunmuş ve yaptırdığı bir takım tarihi abidelerle ölmez bir ad bırakmıştır.(91)

Alaeddin Keykubad’in azadlı kölelerinden olan Celâleddin Karatay, onyedi yıl onun yanından ayrılmamış ve son defa 634 H. / 1236 M. yılında sultanla Kayseriye gitmiş, sultanın orada ölümünden sonra kendisine Sultan Gıyaseddin Keyhusrev tarafından Taşthâne(92) ve Hazine – i Hassa memurluğu verilmiştir. Kösedağ savaşından sonra Gıyaseddin Keyhusrev’in ölümü üzerine memleketin bütün işleri onunla Beylerbeyi Yutaş’ın elinde kalmıştır (Aksarayî, s. 133.) Yakın arkadaşı Sahip Şemseddin’le birlikte İzzeddin Keykâyus II yi saltanata getirdikten sonra kendisine naiplik vazifesi verilmiştir. Sultan Kılıç arslan IV tarafından Sahip Şemseddin’in ortadan kaldırılmasından sonra, Sultan Rükneddin’in memleketi tek başına idare edeceğine dair yaptığı teklifi reddetmiş ve üç kardeşin birlikte memleketi idare etmeleri fikrini savunmuştur. Rukneddin Kılıç Arslan IV, Kayseri’ye gelince Sahip Şemseddin ‘in yerine tayin edilen İzeddin-i Râzî’nin azlini istemiş ve Celâleddin Karatayi tarafından onun bu isteği yerine getirilmiştir. Bilâhare Uc boylarında baş gösteren Ayvaz melik isyanını bastırmış, Sahip Şemseddin ‘in katlini tahkik için Anadolu’ya gelen moğollan tatlıya bağlıyarak Sayınhan’ın yanına elçiler göndertip muhtelif kimseler için yarlığlar (fermanlar) getirtmiş, son olarak üç sultanla birlikte Kayseri’ye gitmiş ve 652 H / 1254 M. de orda ölmüştür.(93) Son derece dindar ve veli karakterli olduğu için adı fermanlarda “yeryüzünde Tann’nın velisi” diye geçermiş (Aksarayî, s. 37)

25 – 3 / 40’ de adı geçen Ekmeleddin Tabib’in hangi tarihte doğup öldüğü bilinmemekle beraber, Sultan Veled’in bir muvaşşahı ile.(94) Mu’temedu’d – devle Ferhad Mirza’nın, Zaııbil- i Hac, Tahran s. 177 de kaydedilen ve İbn – i Sina’nın Tıbba ait Kanun adlı eserine şerh yazan Ekmeleddin-i Nahcuvanî (Nahcuvanlı) olduğu an-laşılmaktadır.C5) Sultan Veled’in, her beytinin ilk harfininin, hakkında yazılan kimsenin adının bir harfine tekabül eden bu muvaşşahına göre, Ek-medleddin Tabib’in adı Ekmeleddin Müeyyeddin Nahcuvanî’dir. Mevlânâ’nın Fihi mâ fîlf inde bir yerde (s. 209) adı geçtiği bir Mektubatında ve ayni asırda yaşamış olan Konyalı Ebubekr b. Zeki’nin “Ravzâtu’l – küttâb ve hadîkatu’l – albâb” adlı farsça münşeat mecmuasında da hakkında yazılmış üçer mektup vardır(96) Ölüm döşeğinde bulunan Mevlânâ’ya ilâç yaptığına bakılırsa(97) Ekmeleddin Tabib’in Mevlânâ’dan sonra bir müddet daha yaşayıp öldüğü anlaşılmıştır.

26 – 3 / 49 de adı geçen üç şahıstan meliku’s -sevahil(98) Bahaeddin, Rükneddin Kılıç.Arslan’ın boğdurulmak süretile öldürülmesinden sonra baş gösteren Karamanlılar’m isyanında, bir çok emirler Konya’dan ayrıldıkları halde, Konya’da kalmış ve Sultan İzzeddin’in Cimri’nin iki aylık saltanatı sırasında emineddin Mikâil ile yakalatılıp Karaman beyi Mehmet beye teslim edilip öldürülmüştür (676 h. 6 1277)(99)

Cica’nın veya Caca’nın oğlu Nureddin, Rükneddin Kılıç Arslan zamanında Kırşehir emirliğini deruhte etmiş(100) ve orada ölmüştür. Kırşehir’de medrese ve türbesi vardır.(101)

O devirde bu günkü maliye bakanlığına tekabül eden mustevfilik.(102) Vazifesini deruhte ettiği için kendisine müstevfi unvanı verilen Celâleddin Müstefi ise, Sultan Rükneddin Kılıç Arslan IV ün kızı Selçuk Hatunun Moğol hükümdarı Abaka Han’ın oğluna götürülmesinde, (675 H / 1276) Gıyaseddin Keyhusrev III le birlikte Kayseri’ye gitmiş, tam bu sırada başlıyan Hatîroğulları isyanını bastırmak istemişse de sultanla birlikte onların eline esir düşmüştür. Fakat gelini Argun Han’a teslim ettikten sonra geri dönen Muineddin pervâne’nin haber göndermesi üzerine yardıma gelen Moğol askerleri sayesinde her ikisi de kurtulmuşlardır. Bu hâdeseden sonra bir ara Moğol hükümdarları yanına gidip, onlardan Selçuklu Devleti saltanat naipliği yarlığını alarak Konya’ya gelmiştir.(103)

27 , 3 / 60 de Sultan Rükneddin Kılıç Arslan IV ün boğdurularak öldürlmesi hakkında anlatılan rivayet, Mevlânâ’nın kerametini göstermek için nakledilenler hariç, kaynakların verdiği malûmata uymaktadır. Ancak hâdiseye adı karışan ve Eflâki’ye göre Mevlânâ’nın sultana kızmasına vesile olan Babay-i Merendi (Sipehsâlâr’a göre Bu-zagu) hakkında ilk defa Abdülbaki Gölpınaflı, Şeyh şihabeddin Suhreverdi’nin (ölümü 632 H.), Ayasofya Kütüphanesinde 2094 numaralı mecmua içerisinde vık. 154 a 158 b de bulunan “Risâlâtu’l – fütüvve” adlı farsça eserindeki “Şeyhu’l – me-şayih, sultanu’l – muhakkikin” unvanları ile övülen şeyh Bâlâ Halil el – Merendi (vrk. 157 b) nin, Bâbây-i Merendi olduğnu kuvvetle tahmin ettiğini söylemektedir.(104) Bizde, Baypars tarihinde,(105) 602 H. / 1205 M. de Haleb’in doğusunda bulunan . Buzâ’e den(106) muharref buzage’de doğan Haleb’te birçok sayılı bilginlerden ders aldıktan sonra birçok memleketleri gezen ve bu arada bazı devlet erkânı hakkında methiyeler yazan ve niticede 672 H. 6 1273 M. de Yemen’de ölen Halil b. Yakub b. Taylon el – Buzağî’nın, sayın Abdülbaki Gölpınarlı’nın ilk defa bildirdiği şeyh Bâlâ (ihtimal Baba) Halil- i Merendi olduğunu hakikate yakın bir ihtimalle söyliyebiliriz. Ayrıca gerek Sipehsâlâr Risalesinde sadece tahrif edilmiş nisbesi ile zikredilen Buzagu’nun, gerekse Eflâki’nin eserinde zikredilen Bâbây-i Merendî’nin tek şahıs yani Baypars Tarihinde tercüme-i halinden bahsedilen Halil b. Yakub b. Taylon el- Buzagi olması çok muhtemeldir. Filhakika, Eflâki’nin Sipehsâlâr in eserinden faydalanırken bazan aldığı malûmatı, nasıl düzelttiğine ve bazı müphem noktaları nasıl aydınlattığına yukarıda işaret edilmiştir (meselâ bk. eserin tenkidi , Eflâki, Sipehsâlâr’ın eserinden aldığı bu malûmatı, başkalarından duydukları ile düzeltmiş ve bu hâdisede adı geçen şahsın ihtimal pek meşhur olmıyan Buzagu nisbesi yerine Me-rendî nibesini koymuştur. Gerek Eflâki’nin gerekse Suhreverdi’nin eserlerinde zikredilen “Me-rendî” nisbesi ise, bu şahsın aslen İranlı olduğunu ve fakat kendisi Buza’e doğduğu veya yerleştiği için ayrıca bir de Buzâ’î nisbesini kullandığını göstermektedir.

İbn- i Bibi Tarihine göre.(107) Anadolu Selçuklu devletinde üç kardeş sultanın birlikte saltanat sürdükleri devirde (647 – 655 H. 1257 M.7 Aâeddin Keykubad II nin ölümünden sonra İz-zeddin keykâvus II ile Rükneddin Kılıç Arslart IV arasında anlaşmazlık çıkmış, bu arada İlhanlı hükümdarına dayanan Muineddin Pervane, Hatîroğlu Şerefeddinle birlikte hazırladığı bir plânla İzzeddin Keykâvus’un hissesine düşen ülke de Rük-neddin’in emri altına girmiş ve bu hâdisedeki rolünden dolayı Hatîroğluna Niğde serleşkerliği verilmişti. Hatîroğlu bu vazifeyi üzerine aldıktan sonra şımarmış, sultan da sırf Muineddin Pervâne’den çekindiği için onun bu şımarıklığına mani olamamış. Nihayet bir gün Pervâne’nin adamları ile konuşurken, Hatîroğlundan ve Müi-neddin Pervane’den şikâyet eder mahiyette sözler söylemiş onlar da bu sözleri Hatiroglu Şer-efeddin’e anlatmışlar. O da hemen kalkıp Tokatta bulunan Müineddin Pervâne’nin yanma gitmiş. İkisi aralarında anlaştıktan sonra, Sultan Rükneddin’i yok etmek için Moğollerdan yardım sağlamak maksadiyle Hatîroğlu kıymetli hediyelerle Moğol beylerinin yanına gitmiş ve ilhana Rük-neddin’in, Mısır hükümdarı baypars ile anlaşarak Moğolları üzerine saldıracağını söylemiş. Bunun üzerine Moğol beylerinden biri, Müineddin Pervane ile görüşmek üzere Aksaray’a gelmiş. Müineddin Pervane Tokattan oraya hareket etmiş, ayrıca Rükneddin Kılıç Arslan’ı Aksaray’a davet etmek için de adam gönderilmiş. Rükneddin Aksaray’a gelince Taceddin Mutez tarafından verilen ziyafette Moğol emirleri, sultana hakaretle dolu sözler söyleyip Müineddin Pervâne’yi niçin öldüreceğini sormuşlar, o da böyle bir niyeti olmadığını söylemişse de fayda etmemiş. Ertesi gün kendi tarafından verilen ziyafette önce kadehine zehir konulmuş, sonra da daha zehir tesirini tamamiyle göstermeden boynuna yay kirişi takılmak suretiyle boğdurulmuştur (644 h. yılının ikinci çarşambası).

Aksarayî ise, Müineddin Pervâne’nin Sinop fethi ile uğraştığı sırada, Rükneddin’in zevk ve safa ile meşgul olduğunu, bazı kimseleri haksız yere öldürdüğünü, Sahip Fahreddin ve Hatîroğlu gibi devletin ileri gelen kimselerin kalbini kırdığını, Selçuklu ülkesinin kesim ve vergilerini toplamak üzere Moğoller tarafından gönderilen Taceddin Mütez’e karış çok ağır sözler sarfettiğini ve bütün bu olan bitenlerin Pervane’ye duyurulduğunu kaydetmek suretiyle bu hâdisedeki kabahati Rükneddin’e yüklemektedir. (ll18) Eflâki’nin ifadesi de buraz müphem de olsa – Ak-rasayî’nın bu noktai nazarını teyit eder mahiyettedir. Aksarayî’nin eserinde de Şerefeddin’in Moğol beylerinin yanına gittiğinden hiç bah-sedilmemektedir. Onun yerine Müineddin Pervâne’nin Sinop’tan döndükten sonra Kırşşhir yaylağında bulunan Moğol Beylerinden Nabşi Noyin’in yanına gelip vaziyeti ona anlattığı ve sonra da Nabşi’yi Aksaray’a gönderdiği, sultana da Nabşi’yi karşılamak üzere Konya’dan hareket etmesi için haber gönderildiği, Sultan’ın Aksaray’a gelip oradan, önce Kırşehir’e geçtiği ve orada Pervâne’nin kendisine çok ağır sözler söylediği, oradan dönüp Aksaray’a geldiği, Pervane ile Nabşi Noyin’in de Aksaray’ın dışında Kukul suyu sahrasına indiği ve Pervâne’nin ziyafetine davet edilerek kadehine zehir konulmak suretiyle öldürüldüğü kaydedilmektedir.(109)

28 – 3 / 92 de adı geçen ve gerek Feridun b. Si-pehsâlâr’ın(110) gerekse Eflâki’nin ifadelerinden Mevlânâ’nın yakınlarndan olduğu anlaşılan Bek-temur oğlu anlaşılan Bektemur oğlu Kerimeddin, Sultan Veled’in anlattığına göre(111) , Hüsameddin Çelebi’nin ölümünden sonra yedi yıl halifelik etmiş (684 – 691 6 1285 – 129 M.) ve onun 691 H de ölümü üzerine Sultan Veled halife olmuştur. Mevlânâ’nın, Muineddin Pervane’ye yazdığı bir mektupta başkalarının tamaı yüzünden töhmet altında bırakıldığı için şefaatte bulunduğu Ke-rimeddih Mahmııd adındaki zatın da bu zat olması çok muhtemeldir.(112) Konya’da Türbede, Ulu Arif Çelebi’nin mezarının arka tarafında buluanan sandukasının baş tarafındaki mermer kitabeden onun 691 yılı zilhiccesinde öldüğü anlaşılmaktadır. (113)

29 – 3 / 94 de adı geçen Kadı Kemaleddin – i Kâbi hakkında Sultan Veled divanında bir manzume vardır. Sultan Veled, bu manzumesinde Kadı kemaled – din -i Kâbi’ye karşı büyük bir sevgi beslemekte, onun hayli bilgin bir zat olduğundan ve Mevlânâ’nın onu seçtiğinden bahsetmektedir.(114)

Selçuklu Devleti hükümdarlarından Sultan Melikşah’ın (satanat süresi: 465 , 485 h 6 1072 , 1092 M.) emirlerinden Danişmend tarafından XI inci asrın ikinci yarısında kurulmuş olan bir Türk emaretinin adı olan Danişmendiye vilayei, başlangıçta Yeşil ve Kızıl Irmak munsaplan ile Kelkit havalisini içine alırken bilâhere kurucusu danişmend tarafından Malatya’nın ve oğullan tarafından da Elbistan, Kayseri, Ankara, Çankırı ve Kastamonu ilhakı ile Fırat nehrinden Sakarya nehri menbalarına kadar uzanan orta ve kuzeyfına-dolu’yu da içine almıştır. Bir asra yakın âdeta müstakil bir devlet gibi idare edilen bu bölge zamanla küçülmüş ve nihayet 574 H 6 1 178 M. tarihlerinde Anadolu Selçukluları hükümdarlarının hakimiyeti altına girmiştir.(115)

656 H / 1259 M. de Danişmendiye vilâyeti, Rükneddin Kılıç ArslanIV ün idaresinde olup başkenti de Tokat şehri idi. Bu tarihte Rükneddin Kılıç Arslan, Muineddin Pervane ile bu şehirde bulunuyor ve Danışmandiye vilâyeti, Sivas, Tokat Kastamonu, Sinop ve Samsun kıyılarını içine alıyordu. 687 H. / 1288 M. de bu bölge saltanat naibi Mucireddin Emirşah’ın idaresine verilmiştir. Güney – Batı hududu da, Karaman vilayetinden üç konaklık mesafede idi.(116)

30 – 3 / 94 de adı geçen ve 3 / 117 de, gördüğü bir rüya neticesinde Mevlânâ’ya karşı beslediği inkârı zail olduğuna dair anlatılan bir rivayetten müid olduğu anlaşılan Efsaheddin’den Mevlânâ, Ekmeleddin Tabib’e yazdığı bir mektupta bahsetmekte ve Şemseddin – i Mardînî’nin naklinden sonra Karatay medresesinin Efsaheddin’e tahsis edilmesi için ricada bulunmaktadır.(117)

31 -3/96 deki hikâyede adı geçen ve bundan önce 3 / 19’da Horasanlı olduğu anlaşılan ve 3 / 152 de Rum ülkesinde (Anadolu da) medreseler, han-kahlar, hastahane ve kervansaraylar yaptırdığından bahsedilen Tâceddin Mu’tez el – Horasanı, Kerîmeddin Mahmııd Aksarayı’nm eserine göre, Celâleddin Hârizmşah’ın kadılar kadısı Muhyiddin

Tahir’ın oğlu olup İlhanlı hükümdarı Hulâgu tarafından, Selçuk hükümdarlarının ve Sahib Şemseddin Babanın almış olduğu borçları ve kesimleri tahsil etmek üzere Anadoluya gönderilmiş, sultan İzzeddin Keykâvus II tarafından kötü karşılandıkları için Konya’dan, o sırada Sivas ta bulunan Rükneddin Kılıç Arslan IV ün yanına gitmiş, orada Muineddin Pervane tarafından çok iyi karşılanmış ve bundan sonra İzzeddin Keykâvus II aleyhinde çalışmaya başlamıştır. Neticede Moğol hükümdarı Hulâgu’nun, Alıncak Noyin idaresinde gönderdiği bir ordu, İzzeddin Keykâvus II yi tahttan uzaklaştırmış ve tek başına saltanata geçen Rükneddin Kılıç Arslan Kastamonu vilhâyeti, Aksaray ve Develi’nin vergilerini, Moğol hükümdarı adına Anadolu vergilerini tahsile memur edilen Tâceddin Mu’tez’e tahsis etmiştir. Tâceddin Mu’tez memleket işlerini diğer vezirlerle birlikte çevirmiş, fakat Moğollar adına vergi tap-ladığı için Rükneddin Kılıç Arslan ona kızmış, o da bu hareketinden dolayı Rükneddin’den kırılmış ve onu ortadan kaldırmak için Pervane ile işbirliği yapmıştır. Hatîroğullarının ayaklanmasında ve onun arkasından Karamanlıların isyanında kendi yerine Anadolu’da bıraktığı vekili Genceli Şemseddin’in parmağı olmuş, İlhanlı şehzadelerinden Konkurtay ve Muineddin Pervane ile birlikte Anadolu’ya gelerek bu isyanları bastırmak üzere iken Mısır ordusunun Elbistan’a gelişini vaktinde bildirmediği için tevkif edilmişse de sonradan serbest bırakılmıştır.(118)

İbn – i bîbî ise Taceddin Mu’tez’in babasının vaktile Celâleddin Hârizmaşah tarafından Ala-eddin keykubat I. yanına elçilikle gönderilen Kadı Muhyiddin adında bir zat ve nisbesinin Hârizmî olduğunu ve Rükneddin Kılıç Arslan IV ün Moğol hükümdarının yanından döndükten sonra onu hazine’nin tesbit ve muhafazasına memur ettiğini ve bilâhere öldürülmek üzere Aksaray’a davet edilen Rükneddin Kılıç Arslan şerefine ziyaret verdiğini yazmaktadır.(119)

Mevlânâ’nın mektupları arasında, Taceddin Mu’tez’e hitaben yazılmış dokuz mektup vardır. Mevlânâ, bu mektupların çoğunda ona vezir- i a’zam (en büyük vezir) diye hitabetmekte ve muhtelif kimselerin işlerinin görülmesi için ricada bulunmaktadır.(120)

32-3/100 de müderrislerin sultanı, 31/100 a zamanın allâmesi ve 2 / 129’de fakih olarak tavsif edilen Sıraceddin-i Tâtarî’nin, Mevlânâ’nın mek-tubâtında iki yerde (2 / 304 adı geçen ve kime yazdığı belli olmıyan mektuplarından birinde (s. 120) büyük bir medresenin müderrisi veya büyük bir hankahın şeyhi olmak istediği ve bilâhare dünyadan ilgisini kestiği halde, Mevlânâ’nın mübarek diye tavsif ettiği bir makamın, kendisine verilmesi hususunda ricada bulunduğu Sıraceddin adınkadi zat olması çok muhtemeldir.

33 – 3 / 123 de adı geçen Kutbeddin Haydar (ölümü: 618 / 1221), kendi adına izafeten kurulan ve Kalenderiye tarikatının bir şubesi sayılabilen Hayderiye tarikatının ilk şeyhidir. Aslen Türk olan bu şeyhin, bilhassa Türk gençleri arasında birçok müridleri vardı. Eflâkî’nin Hacı Mübarek Hay-derî’nin onun müridi olduğundan bahsetmesi, Hicrî VII. asırdan itibaren Anadolu’da onun müridlerine rastlandığını gösterdiği gibi, daha sonraki asırlarda. Anadolu’dan onun zaviyesini ziyarete gidenler olduğunu ve Hicrî VIII. asırda Hindistan’a kadar uzanan İslâm ülkelerinde Hayderi devrişlerinin bulunduğunu gösteren kayıtlara muhtelif eserlerde rasflanmaktadır(121)- İran’da ilk mutasavvıf – Şiî zümre Kutbeddin Haydar’a mensup olan Hayderiler fırkasidır.(122)

34 – 3 / 165’ de Hulâgu han’in büyük bir ordu ile Rum memleketlerine (Anadolu) geldiğine dair verilen malûmatta da bir yanlışlık olmalıdır; çünkü Hulâgu’nun bizzat Anadolu’ya geldiğine dair mevcut tarihi kaynaklarda malûmat yoktur. Fakat onun yerine 641 / 1243 M. de Kösedağ savaşından sonra müşterek saltanat süren Selçuklu sultanlarından İzzeddin Keykâvus II ile Rükneddin Kılıç Arslan IV. arasında cereyan eden anlaşmazlıklar sonunda 654 de (Aksarayî’ye göre 656 H, bk. s. 41, trc. 136) Hulâgu’nun emri üzerine büyük bir ordu ile Anadolu’ya gelen ve etrafı yakıp yıkan Moğol kumandanlarından Baycu gelmiştir. Esasen Eflâkî’nin hemen biraz sonra 3/167 deki, şehri korumak hususunda Mevlânâ’ya atfedilen keramet hariç, tarihi kaynakların verdiği malûmatla da tevsik edilebilen (123) Baycu’nun Konya’yı muhasara edip burçlarını yıktırdığı hakkında naklettiği rivayet, te Hulâgu’ya dair verilen malûmatın yanlışlığını isbat eder mahiyettedir.

Sayılı Moğol kumandanlarından olan ve Oktay Kaan tarafından İran ve Rum ütlkelerinin fethine memur edilen Baycu ilk defa 640 / H. 1242 M. yılında Anadolu’ya gelmiş ve 6 Muharrem 641 H. 6 18. vll. 1241 de Kösedağ savaşında Selçuklu ordusunu yenerek Anadolu’yu Moğol hâkimiyeti altına sokmuştur. 650 H. / 1252 M. yılında Hulâgu, Mengü Kaan tarafından Batı ülkelerine memur edilince İran’a gelmiş, orada Baycu ile görüşüp, uzun müddet İran’da kaldığı için ona kızmış, bunun üzerine o da derhal harekete geçerek 654 H. 6 1256 m. de Anadolu’ya gelerek yağma ve tahripte bulunmuş. Hulâgu ile Bağdad fethine iştirak etmiştir. Fakat sonradan Anadolu’da Moğol hakimiyetini sağlamakla övündüğü için Hulâgu tarafından 657 -663 yılları arasında öldürülmüştür.(124)

35 – 3 / 174 de Şiraz ülkesinin hükümdarı olarak gösterilen Şemseddin -i Hindî, İran şairi Sa’dî-i Şîrazî’nin hakkında methiye yazdığı Şemseddin Hüseyin olmalıdır. Ancak bu zat Eflâki’nin kaydettiği gibi, padişah değil, sadece sâhib-divan (125) dır ve bu vazifeye 671 h. / 1272 M. de tâyin edilmiştir. Eflâki karışık olmakla beraber içinde biraz hakikat payı olan bu malûmatı verdikten sonra, Şemseddin’in Sa’di tarafından kendisine gönderilen Mevlânâ’nın gazelini, Necmeddin-i Kübrâ’nın (ölümü: 618 H. / 1221 M. ) halifelerinden olup 658 H / 1259 M. de ölen Seyfeddin-i Baherzi’ye(126) gönderdiğini söylemekle izahı imkânsız ikinci bir hataya düşmüştür; çünkü yukarıda da işaret edildiği gibi bu tarihte Şem-seddin Hüseyin, sâhib divanlık vazifesine tâyin edilmemişti.(127) Eflâki’nin, ihtimal Sa’di’nin şiirleri arasında rastladığı veya duyduğu Şemseddin’i, Hindistan Dehli sultanlarının en meşhurlarından olan Şemseddin İltutmuş veya iletmiş (saltanat süresi: 607 H 6 1210 – 12 – 36 M.) ile karıştırmış olması da mümkündür. Ayrıca, Sa’di’nin Mevlânâ ile görüştüğüne dair verilen malûmata da şimdilik “Aca’ibu’l – buldan’ adlı eserden başka bir yerde raslanmamaktadır.(128) Her iki eserde rastlanan bu malûmatın, ya halk arasında dolaşan yanlış bir rivayetin veya Mevlânâ ile Sa’dî’nin kendilerinden önce söylene gelen aynı fikirleri biribirine yakın veya zıt bir şekilde ifade ettikleri şiirleri arasında rastlanan yakınlıkların izah edilmek istenmeleri neticesinde meydana gelmiş olması da çok muhtemeldir.

36 – 3 / 215 de Sultan Veled vasıtasiyle Mevlânâ’dan nakledilen rivayette, bir ara Malatya’yı zaptettiğinden bahsedilen Bahâdır adındaki şahıs hakkında şimdilik bir malûmata rastlanmamakta ise de Mevlânâ’nın anlattıklarından, Malatya’nın Bahâdır adındaki bu zat tarafından zaptının 620 – 640 H. / 1223 – 1242 M yılları arasında vuku bulduğu anlaşılmaktadır. ,?

37 – 3 / 216 de Mevlânâ’nın (anne annesi) 483 -500 yıllan arasında ölen ve bir takım eserleri (129) bulunan Şemsu’l – Emme – i Serahsi (ö 483 – 500 h. arası)’nin(130) kızı olduğu hakkında Sultan Veled’den ve daha önce s. 3 / 316 ve 3 / 3’de Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’den nakledilen rivayet de şüphelidir. Çünkü Bahaeddin Veled’in, Şemsü’l – Eimme’nin torunu ile evlenmesi ile Mevlânâ’nın doğuş tarihleri bütün ihtimaller gözönüne alınmak suretiyle biribirini tutmaktadır. Filhakika bu rivayet, ancak Şemsu’l – Eimme’nin kendisinin ölümünden sonra veya birkaç yıl önce doğduğu ve bu yüzden de aynı tarihte doğan(131) Bahaeddin Veled’le evlenip 39 – 40 veya 49 – 50 yaşında olduğu hâlde Mevlânâ’yı doğurduğu kabul edilirse gerçekleşebilir.

38-3/220 de adı geçen Atabek Arslandoğmuş’un asıl adı Fahreddin Arslandoğmuş b. Sevinç olup Kösedağ savaşında Gıyaseddin Keyhusrev II nin sancağını taşımış, Selçuklu ordusunun yenilmesinden sonra Tokat’a doğru kaçan Gıyaseddin Keyhursev II nin kıyafetini değiştirerek kurtarılmasını sağlamıştır. Sultan İzzeddin Keykâvus II ile Rükneddin Kılıç Arslan IV ün mücadelesinde emir-i ahur iken İzzeddin’in öncü (pişdar) kuvvetlerin kumandanlığını etmiş, fakat savaş esnasında bir ara Rükneddin Kılıç Arslan’ın yanına gelerek iki kardeş arasında anlaşmaya vesile olmuştur (İbn. – i Bîbî Tarihi, mufassal, s. 526, 592, muhtasar trc. s. 243). Bir ara Beylerbeyi Yutaş’la Uc boylarında baş gösteren isyanı bastırmaya memur edilmiş ve bu vazifesini başarı ile neticelendirdikten sonra üç sultanın birlikte Kayseri’ye gittikleri sırada onlara refakat etmiş, Rükneddin Kılıç Arslan ile İzzeddin keykâvus’un ikinci mücadelesinde, İzzeddin tarafından kardeşinin yanına elçi olarak gönderilmiş. Develi’den Sis’e hareket eden ve yolda yakalanan Rükneddin Kılıç Arslan’ı Kayseri’ye getirip iki sultanın yeniden anlaşmasını sağlamıştır. Bundan sonra Sultan îzzeddin, Antalya’da kalmış, etrafındaki tecrübesiz kimselerin teşvikiye sulh taraftarı olan Moğol kumandanı Baycu ile 20 ramazan 654 / 11 Ekim 1256’da yapılan savaşta yenilince, Arslandoğmuş’ta hassa kölelerinden bir cemaatle Burgulu kalesine inmiş, bu arada sultan İzzeddin’den hoşnut olmıyan devletin bir takım ileri gelen kimseleri de onun etrafında toplanmış ve kalede mahbus bulunan Rükneddin Kılıçarslan IV ü alıp saltanata ge-çirmişlerdir.(132)

Mevlânâ da, mektuplarından birinde, Fahreddin Arslandoğmuş’un, Konya’daki medresesine, Şemseddin-i Mardinî’nin tâyin edildiğinden bahsetmektedir.(133)

Yine ayni sahifede adı geçen ve bundan önce 3 / 37 da Müineddin Pervane’nin damadı ve İbn-i Bîbî tarihinden de (mufassal, s. 566) Erzincanlı olduğu anlaşılan. Mecdeddin Atabek, Rükneddin Kılıç Arslan IV devrinde (655 – 663 H. 6 1257 -1264 M.) müstevfilik (maliye vekilliği) vazifesine tayin edilmiş ve Gıyaseddin Keyhusrev III devrinde (663 – 682 H. 6 1264 – 1283 M.) Müineddin Pervane, Sahip Fahreddin’i, vezirlikten uzaklaştırınca yerine onu getirmiştir. Fakat bilâhere, Sahip Fahreddin’in , Moğol hükümdarı tarafından tekrar vazifesine iade edilmesi üzerine Mecdeddin Atabek’e daha küçük bir memuriyet addedildiği için – eski vazifesi olan müstevfiliğe dönmesi uygun görülmediğinden – atabeklik(134) vazifesi verilmiştir. Hatiroğulları isyanında (675 H. 6 1277 M.) elinde fazla bir kuvvet bulunmadığı için bir şey yapamamış ,öldürülmek üzere iken etrafında bulunan emirlerin verdiği mal ve hediyeler sayesinde kurtulabilmiştir. Bir ara Moğol hükümdarı Abaka Han’ın yanına da giden Mecdeddin Atabek, Muineddin Pervâne’nin katlinden sonra oradan dönerken Sivas’ta hastalanmış ve 676 H. 6 1277 M. de ölmüştür.

Mecdeddin Atabek’den bahseden kaynakların çoğu, onun çok iyi hesap bildiğinden, güzel yazı yazdığından, şiir söylediğinden. Arapça ve Fars-çaya çokiyi vâkıf ve son derece hayır sever bir insan olduğundan bahsederler.(135)

Mevlânâ’nın mektupları arasında Mecdeddin Atabek’e hitaben yazılmış altı mektup vardır.(136) Mevlânâ bu mektuplarında, Mecdeddin Atabek’ten büyük vezir, âdil, melek huylu ve ediplerin tacı gibi yüksek vasıflarla bahseder. Bu mektupların birinden (s. 14) Mecdeddin’in de Mevlânâ’ya mektup yazdığı anlaşılmaktadır. Ayrıca, Fîhi mafîh’le. (Furûzan – far neşri s. 19) Mecdeddin Atabek’in Mevlânâ’ya karşı beslediği saygıyı gösteren bir paragrafla, dinlerin birleşmesi için kızlarını tatarlara vermek isteyen Hıristiyan kadınlarının, bu fikirlerinin yanlış olduğunu ifade eden ve Mec-deddin’den nakledilen başka bir rivayet vardır (s. 28). Sultan Veled divanında (Uzluk neşri s. 143), hakkında yazılan bir muvaşşah emir Mecdeddin Ali b. Muhammed’in de, kullanılan vasıfların, Mevlânâ’nın, Mecdedin Atabek için kullandığı vasıflarla olan benzerliğinden, Mecdeddin Atabek olması çok muhtemeldir. Buna göre, bundan önceki malûmatın da ilâvesiyle Mecdeddin Atabek’in tam adı, Mecdeddin Ali b. Muhammed el-Erzincanî olur. Künyesi ise Ebu’l-Mehâmid’dir (İbn. bîbî, aynı eser, s. 656).

39 – 3 / 227 de Muineddin Pervane devrinde asayişin tam olduğu hakkında verilen malûmatı, tarihi kaynaklar da teyid etmektedir. Filhakika yukarıda tercüme-i halinden bahsedilen Müineddin Pervane, memlekette huzuru sağlamak için – kendi menfaati icabı da olsa – elden geleni esirgememiş ve bu huzuru bozmak istiyenleri, bazan doğaldan kendisi, bazan da Moğolların yardımiyle ortadan kaldırmıştır. Bu arada âlimlere ve şeyhlere karşı da büyük bir saygı gösterdiğini bütün kaynaklar kaydederler.(137)

40 – 3 / 255’de adı geçen Geyhatu 684 / 1285 M. yılında yine kendisi gibi bir şehzade olan Hulâgû ile Anadolu’ya gelmiş ve o yıl Erzincan’ı kışlak ve yaylak edinmiştir. 685 H. /1286 M. de şehzade Hulâgû’nun geri dönmesi üzerin, Keygatu şiddetli bir kış ortasında, yirmi bin kişilik bir orduyla Erzincan’dan kalkıp Sivas ve kayseri yolu ile Aksaray’a gelmiştir. Aksaray halkı başlangıçta korkularından yerlerini yurtlarını terk etmişlerse de bilâhare Keygatu’nun iyi bir insan olduğunu öğrenerek yerlerine dönmüş ve Moğol askeri ile yaptıkları alış veriş sayesinde zengin olmuşlardır.

Geygatu, 6120 H. / 1291 M. yılında hükümdar olunca tekrar Anadolu’ya gelmiş, Uc boylarında (Kastamonu ve havalisinde), etrafına topladığı Türklerle kardeşi Gıyaseddin Mes’ud’a karşı saltanat dâvasında bulunmak üzere ayaklanan Rük-neddin Kılıç Arslan’ın isyan hareketini bastırmış ve Candaroğulları devletinin kurucusu olan Şem-seddin Tamar Candar’ı Kastamonu’ya tâyin ettikten sonra 692 H. 6 1292 M. de tekrar memleketine dönmüş ve 694 H. 6 1294 m. yılında katledilmiştir.(138)

41 – 3 / 263 de ediplerin sultanı olarak tavsif edilen ve bundan önce 3 /5 de Bahâeddin Veled’in ölümünden iki yıl sonra Haleb’e giden Mevlânâ’yı Konya’ya davet etmek için Selçuklu sultanı (Gıyaseddin Keyhusrev II olmalı)(ıw) tarafından gönderilen ve 3 / 583’te Mevlânâ’nın ölümünden sonra Pervâne’nîn tertip ettiği bir toplantıda Mevlânâ hakkında şiir söyleyen Bedreddin Yahya hakkında Ebû Bekr Zeki i!e(1Jtl) Eflâki’nin verdiği malûmattan fazla bir şey bilinmiyor. Mevlânâ’nın Mekîubat’ında (s. 144, 147) kendisine hitaben yazılmış iki mektup bulunan nüshasında (s. 568), Sahip Şemseddin-i İsfehâni’nin rakiplerini temizledikten sonra devlet işlerini kendilerine havale ettiği kimseler arasında Berdeddin Yahya’nın bu zat olup olmadığı kesin olarak anlaşilmamaktadır.

42 – 3 / 275 de Sultan Rükneddin’in (Rük-neddin Kılıç Arslan IV olmalı) Erzincan’da bulunduğuna dair verilen malûmata tarihi kaynaklarda da rastlanmaktadır: İnb-i Bîbî tarihinde (mufassal, s. 628, trc. s. 262) Rükneddin Kılıç Ars-lan’ın, kardeşi İzzeddin Keykâvus II ile aralarındaki anlaşmazlığın halli için Hulâgu Han’ın yanına gidip döndükten sonra (656 – 65 H. / 1258 M.) bir kışı Erzincan’da geçirdiğinden ve Ak-sarayî tarihinde (s. 67 trc. 157) ise, Moğol kumandanı Alıncak Noyin’i, karşılamak üzere Mu-ineddin Pervane ili birlikte Erzuncan’a gittiğinden bahsedilmektedir.

43 – 3 / 292 de adı geçen şeyh Fahreddin -i Irakî, başından geçen çeşitli maceralar dolayısıyle, biyografisi etrafında türlü rivayetlerin doğmasına sebebolan İranlı kalendermeşrep safilerden biridir. Münevver bir aileye mensup olan Fahreddin-i Irakî, Hemedan’ın Kamacan adlı bir köyünde doğmuş, daha küçük yaşta iken kuvvetli hafısaziyle tanınmıştır. Genç yaşında devrin bütün ilimlerine vakıf olmuş ve bir medresede ders vermeğe başlamıştır. Günün birinde medresede ders verdiği sırada içeriye kalenderler girmiş ve gazel okuyarak sema’a başlamışlardır. Kalenderlerin, her türlü kayıttan kurtulmuş olduklarını ifade eden bu gazel, Fahreddin – i Irakî’nin aıhu üzerinde derin bir tesir bırakmış, aralarında gözüne ilişen bir çocuğa da âşık olunca, elbise ve sarığını kalenderlere vermiş, sonunda da onların arkalarına takılıp gitmiştir. Yolda kalenderler onun saçını ve kaşını tıraş edip kendi kılıklarına sokmuşlardır. Onlarla birlikte önce Irak-i Acem’e oradan da Hindistan’da Multan şehrinde Şihabeddin Suhreverdî’nin müridlerinden olan Bahâeddin Zekeriya – i Multanî’nin hankahına inmiş, kendisinin Bahâeddin Zekeriya tarafından beğinilip alıkonulacağını sezince, arkadaşlarına oradan uzaklaşmalarını söylemiş, hep birlikte oradan ayrılıp Delhi’ye gelmişler, bir müddet orada kaldıktan sonra Sumenat’a yöneldiklerinde yolda, yakalandıkları şiddetli bir rüzgâr neticesinde arkadaşlarının çoğunu kaybetmiş ve bir arkadaşiyle birlikte uzun bir yolculuktan sonra tekrar Delhi’ye dönmüş, oradan da tek başına Şeyh Bahâeddin’in yanına gelip nürid olmuştur. Şeyhinin yanında uzun müddet çile çıkarmışsa da söylediği lâdinî mahiyetteki şiirleri, hakkında bazı dedikoduların doğmasına sebebiyet vermiştir. Bu arada Şeyhi Bahâeddin’in kızı ile evlenmiş ve yirmi beş yıl, onun hizmetinde kalmış, şeyhi ölünce de (666 H. / 1267 M.) onun yerine geçmiştir. Fakat etrafındakiler, kıskançlıklarından, onun şeyhinin yolunu takib etmediğini, şiir yazıp güzellerle meşgul olduğunu devrin sultanına bildirmişler, esasen şeyhlerden hazzetmeyen sultan da derhal harekete geçmiş, fakat bunu daha önce öğrenen Fahreddin etrafında bulunanlara veda edip oradan ayrılmış, Mekke’ye uğrayıp Kabe’yi ziyaret ettikten sonra Konya’ya gelerek Şeyh Sadreddin – i Konevî’nin hizmetine girmiştir. Sadreddin – i Konevî kendisini çok beğenmiş ve bu arada başta Müineddin Pervane olmak üzere birçok kimseler kendisine mürid olmuştur. Müineddin Pervane, onun için Tokat’ta bir hankah yaptırmıştır. Kavval Hasan adında birine âşık olmuş, maşukuna kavuşmak için Müineddin Pervâne’nin tavassutunu rica etmiş, o da onun bu arzusunu yerine getirmiştir. Aksaray’de, Gıyaseddin Keyhusrev III devri (663 -682 H. / 1264 – 1283 M.) meşhur tarikat şeyhlefi arasında, Fahreddin – i Irakî’nin de adı geçmektedir (bk. aynı eser, s. 91, trc. 174). Bilâhere Moğoller tarafından öldürüleceğini anlıyan Müineddin Pervane, Mısır hükümdarı Baypars’ın elinde esir bulunan oğlu Muhazebeddin Ali’nin (bk. Bay par s tarihi, s. 86, 157) kurtarılmasına harcanmak üzere ona kıymetli mücevherlerle dolu bir çıkın teslim etmiştir. Müineddin Pervâne’nin katlinden sonra Anadolu’da baş gösteren karışıklıkları düzeltmek maksadı ile 677 H. / 1278 M. de Moğol hükümdarı Argun Han tarafından Anadolu’ya gönderilen Sahibdivan Şemseddin Cu-veyni ile görüşmüş, o döndükten sonra da Mü-ineddin Pervâne’nin kendi yanına bıraktığı kıymetli mücevherlerden Moğol şehzadesi Konkurtay’ın haberdar olup almak istemesi üzerine Tokat’tan Sinob’a geçmiş oradan da deniz yolu ile Mısır’a gitmiştir. Bir müddet orada kaldıktan ve bir yolunu bulup elindeki kıymetli mücevherleri Mısır hükümdarına (as – Sa’ir Nasıreddin Ba-rakahan veya el – Mansur Seyfeddin Kalaun almalı, bk. Zambaur, aynı eser, s. 103) vererek mü-ineddin Pervâne’nin oğlu Mühezzebeddin Ali’yi esirlikten kurtardıktan sonra Şam’da bulunduğu sırada Hind’de bulunan oğlu Kebireddin de buraya gelmiş, bir müddet sonra 686 – 688 H. / 1287 1289 M. yılları arasında yetmiş altı veya yetmiş sekiz yaşında olduğu halde Şam’da ö!müştür.(141) Fahreddin -i Irakî’nin başlıca eserleri şunlardır.

I – Divan (142) 2 – Lemaat(143), 3 , Uşşak -nâme(144)

44 – 3 / 302 de, sonradan Nakışlı Hamam adı ile hamama çevrilen hanın ve s. 3 / 302 de adı geçen ve Hüsameddin Çelebi’nin idaresine verilmesi için Taceddin Mu’tez tarafından sultandan ferman alman hankah’ın sahibi olan vezir Zi-yaeddin’nin adına sarih olarak yalnız Mevlânâ’nın mektuplarından birinde rastlanmaktadır (Mek-tubât, s. 129). Mevlânâ’nm başka bir mektubunda bahis konusu olan (s. 82), Şeyh Sadreddin’den boşalan ve Hüsameddin Çelebi’ye verilmesi için devrin en büyük vezirinden (sahib – i Âzam) ricada bulunulan ve adı zikredilmiyen yerde Ziyaeddin’in bu hankahlı ile ilgili olmalıdır. “Eflâki ve Mevlânâ’nın anlattıklarına göre: bu hankah önce Şeyh Sadreddin’den boşalmış (Mektubât, s. 82) sonra başka bir hankahta da şeyhlik eden bir zatın idaresine verilmiştir. Böylece iki hankahta birden şeyhlik eden bu zat ölünce, bu hankah, Taceddin Mu’tez’in delaletiyle sultandan alınan bir fermanla (cilt II, s. 204) hüsameddin Çelebi’nin idaresine verilmiştir.

Mevlânâ’nın “Eğer bilseydi (yani hankah’ın Hüsameddin Çelebi’ye verileceğini), binanın her tuğlası yerine altın (tağla) kordu” (Mektubât, s. 128) şeklindeki ifadesine bakılırsa vezir Zi-yaeddin, o tarihten önce ölmüş ve belki de Hüsameddin Çelebi’yi hiç idrâk etmemiştir. Buna göre, bu vezir, hakikate çok yakın bir ihtimalle, ilk önce İzzeddin Keykâvus I devrinde (507 – 616 H. / 1210 – 1219 M.) emîr – i devât(145) olan ve Sis vilâyeti Ermeni tekfurlarından Lifon’un yenilmesinden sonra bu vilâyetin idaresinin yine kendisine verilmesi için Sultan İzzeddin’e yazdığı mektup üzerine, hazırlanan fermanı yazan ve onu adı geçen Tekfur’a götürdüğünde büyük bir saygı ile karşılanan, oradan Kayseri’de bulunan Sultan İzzeddin’in yanına dönen Ziyaeddin Kara Arslan olmalıdır (İbn – i Bîbî, aynı eser, s. 170 – 171). Ziyaeddin Kara Arslan, Alâeddin Keykubad I devrinde (616 – 634 H / 1219 – 1236 M.) “sahip” olarak gözükmektedir (İbn – i Bibî, s. 427 v. d.). Sahip Ziyaeddin Kara Arslan, Alâeddin Keykubad I tarafından Melik Eşrefin gevşekliği yüzünden sık sık Moğol askerlerinin baskınına uğrıyan, Celâleddin Hârizmşah’ın askerleri tarafından da soyulan ve Kemâleddin Kâmyar kumandası altındaki Selçuklu ordusu sayesinde kurtarılan Ahlat’tan Tiflis’e kadar uzanan bölgedeki şehirlerin eksikliklerini tamamlamak maksadiyle, devletin ileri gelen birkaç memuriyle adı geçen bu bölgeye gönderilmiş, o da buralarda yıkılan yerlerin onarılmasi için gereken parayı verdikten başka halka tohum, çift hayvanları da dağıtmış ve o civardı huzursuzluk yaratan Hârizmşahhları da yatıştırdıktan sonra Erzurum’a gelmiştir.(146)

45 – 3 / 312 de Hacı Bektaş – i Veli’nin mürşidi olduğu anlaşılan ve asıl adı Baba İshak olup, Selçuk tarihindeki Baba’îler isyanını tertibeden Baba Resul, Malatya’nın cenubunda Fırat’ın sağ kıyısında bulunan, Samsat kalesine bağlı KefersjjJ adlı bir köyde yetişmiş, aşırı derecede hassasiyeti ve halkı teshir eden halleri ile tanınmıştır. Bir müddet burada kendisine müracaat eden halkın dertlerine çare bulmak suretiyle bir miktar taraftar edindikten sonra birdenbire ortadan kaybolmuş, aradan bir müddet geçince Amasya köylerinden birinde boğaz tokluğuna çobanlık ettiği ve ücret olarak hiçbir şey almadığı anlaşılmıştır. Burada da kendisini bir veli gibi tanıtmağa ve büyük bir halk kitlesini – ki bunların çoğunu Türkler teşkil ediyordu – toplamağa muvaffak olmuştu. Öte taraftan, babası Alâeddin Keykubad’ın âni ölümü üzerine, bazı emirlerin tensibi, bazılarının da muhalefeti ile saltanata geçen Gıyaseddin Keyhusrev II nin zevk ve safaya dalması, emirler arasında başlıyan birbirleri aleyhlerindeki entrikalar, Celâleddin Ha-rizmşah’ın ölümünden sonra Selçuklu hükümdarının idaresine giren Hârizmli beylerin, sultan tarafından başbuğları bulunan Kırhan’ın öldürülmesi üzerine Orta Anadolu’dan Güney Anadolu’ya kaçarken geçtikleri yerleri yakıp yakmaları yüzünden artan huzursuzluk da Baba İshak taraftarlarının artmasına yardım etmiştir.

Etrafına büyük bir halk kitlesinin toplandığını gören Baba İshak, Giyaseddin Keyhusrev II nin işrete daldığını bahane ederek onun aleyhinde propogandaya başlamış, bu vesileyle o sırada Şam havalisinde bulunan Hârizm beylerine elçiler ve esasen kendisine daha başlangıçtan beri büyük bir hayranlık duyan Kefersut ve Maraş havalisine müritler göndermiştir. Bunları tamamiyle kendine bağladıktan sonra önceden tâyin ettiği bir zamanda ilk önce Kefersut’ta olmak üzere kendine tâbi olanlar çoluk çocukları ile birlikte büyük bir heyecanla harekete geçmiş, kendi taraftarları ol-mıyanları öldürmüşlerdir. Baba İshak taraftarlarının bu isyanı duyulunca Gıyaseddin Keyhusrev II nin kumandanlarından Alişiroğlu harekete geçmiş, fakat verdiği iki savaşta da mağlûp ve neticede şehit olmuştur. Bu hâdise üzerine Baba İshak taraftarları daha da şımarmış, önce Sivas’a sonra da, esasen Baba İshak’m propagandaları ile dolu bir hale gelmiş bulunan Tokat ve Amasya havalisine yürümüşler, bu havalideki halkı da kendilerine katmışlardır. Gıyaseddin Keyhusrev’in gönderdiği ikinci ordu Amasya’da bulunan Baba İshak’ı yakalayıp idam etmişse de, taraftarları onun ölmiyeceğine inanarak “Tanrının elçisi Baba” mânasına gelen “Baba Resûlu’llah” nidaları ile savaşa devam etmiş ve neticede görj? derilen bu ikinci orduyu da bozguna uğratmış ve kumandanını da öldürmüşlerdi. Bunun üzerine Gıyaseddin Keyhusrev II Erzurum’da bulunan orduyu yardıma çağırmış, yardıma gelen bu ordu, Kırşehir civarında buluan bir ovada yaptığı savaş neticesinde Baba İshak taraftarlarını mağlup et-miştir.(147) Fakat yapılan büyük katliâma rağmen Baba İshak taraftarlarını tamamiyle ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını, Bektaşîliğin kumcusu, Hacı Bektaş – i Veli’nin onun müridi olarak faaliyette bulunması da göstermektedir(148)

46 – 3 / 317 de Konya’da bulunan, Türbe’yi yaptırdığından bahsedilen Alemeddin Kayser, Gı-yaseddin Keyhusrev III, (saltanat süresi : 663 – 682 H / 1264 – 1283 M.) ün emirlerindendir. Gı-yaseddin Keyhusrev’in Cimri ile muharebesinde, Cimri ordusunu yenenlerden biri de odur.(149) Sultan Veled’in Dîvan’ında (Uzluk Neşri, s. 10, 86) bulunan ve onun hakkında yazılan manzumelerin ikisinden türbeyi yaptırdığı açıkça anlaşıldığı gibi, bir muvaşşahından (s. 125) adının Alemeddin ve lâkabının Kayser olduğu, ve 683 h. / 1284 m. yılı Şevvalinde düşmanları tarafından katli dolayısiyle tercii bend şeklinde yazdığı mersiyelerden de (s. 376 – 380) zengin olmakla beraber dervişmeşrep, cömert ve son derecede dindar bir kişi olduğu anlaşılmaktadır. Aynı divanda onu övmek için yazılmış bir de riibaî vardır (s. 60). Mevlânâ’nın mektupları arasında da Alemeddin Kayser’e hitaben yazılmış ve onunla görüşmek arzusunda olduğunu bildiren iki mektup bulunmaktadır (Mekrubât, Uzluk neşri, s. 26, 127).

47 – 3 / 319 da adı geçen Bayburtlu Ahi Ahmed adına, Eflâki’nin eseri dışında, Sultan Veled’in divanında (s. 371) ona hitaben yazılan manzum bir mektupta rastlanmaktadır. Sultan Veled bu mektubunda, Ahi Ahmed’den ünlü Ahi (Ahi – yi nâmdar) diye bahsetmede, kendisini özlediklerini ve Türbeyi ziyaretle şereflenmesini anlattıktan sonra adının Ahi Ahmed Zekiyeddin olduğunu açıklamakta ve yedi çocuğunun bulunduğunu söyleyerek onu Konya’ya davet etmektedir.

48 – 3 / 364 de Ahmed Fakih’in 618 / 6 1221 M. de öldüğüne dair verilen tarih yanlıştır. Filhakika s. 1 / 36 da Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’in talebisi ve müridi olup hocasının bir nazarı ile eşsiz bir bilgin olduktan sonra üzerine gelen bir hal neticesinde dağlara çıkıp oralarda uzun müddet kaldığı ve ancak hocasın»! ölümünden sonra (628 – H / 1230 – 31 M.) Konya’ya geldiği nazar -i itibara aîmıtrsa bu tarihin yanilışlığı kendiliğinden anlaşılır.

49 – 3 / 373 de Şeyin Kemaleddin -i Teb-rizi’den Mevlânâ’nın Moğollerin Haleb’i işgalinden çok az bir müddet önce Haleb’den ayrılıp Şam’a gittiğine dair nakledilen rivayet, Abdülbaki Gölpınarlf nın (Mevtana CeMleddin, İstanbul. 1952. s. 89) – Sultan Veled’in İhtida – nâme’sinde (Celâl Hümayî neşri, s. 57 – 58, 108 – 109) anlatılanlardan çıkan neticeye göre, Mevlânnâ’nın, 645 – 647 yıllan arasında iki defa Şam’a gittiği hakkında Furûzân-far tarafından (aynı eser, s. 95) ileri sürülen kanaatin doğru olamıyacağı ve – bu seferin, Şems’in yerine Şeyh Selâhaddin’in seçilmesinden sonra vuku bulduğu hakkındaki fikrini teyid etmektedir.

50 – 3 / 403 da malesef kim olduğu başka kaynaklardan tahkik edilemeyen Cemaleddin Ka-meri’den nakledilen ve dua talebinde bulunan İz-zeddin Keykâvus hakkındaki Mevlânâ’nın sözlerini, mektuplarında daha küçük devlet erkânına karşı kullandığı ifadeye bakarak ihtiyatla karşılamak veya bunların, Eflâki’nin ifadesinden de anlaşılacağı gibi İzzeddin Keykâvus’un, iyi bir intiba bırakmadan 654 – 655 / 1256 – 1257 yılları arasında saltanatından ayrılmak üzereyken söylenmiş olduğunu kabul etmek lâzımdır.

51 – 3 / 431 da adı geçen Süleyman Paşa, Anadolu’da Moğollara karşı sık sık baş gösteren ayaklanmalardan birini (bk. s. LXXIX) bastırmak üzere Anadolu’ya gelen Moğol hükümdarı Key-hatu’nun, Kastamonu’ya vali olarak tâyin ettiği (691 H / 1291 M.) Şemseddin Tamar Candar’ın oğlu olup, babasının ölümünden sonra aynı vilâyette bulunan Mahmut b. Yülük Arslan’ı ortadan kaldırarak bağımsızlığını ilân etmişse de bu bağımsızlığı çok sürmemiş, 714 H. / 1314 M. (Aksarayî’de 716 dan sonra bk. s. 311 trc. 314) Moğol hükümdarı Olcaytu Hudabende tarafından büyük bir ordu ile Anadolu’ya gelen Emir Çoban’a, diğer Anadolu beyleri ile birlikte Mo-ğollere tabi olduğunu bildirmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu tarihten 736 H / 1335 M.’ye kadar Moğollara tâbi olduğu Olcaytu’(saltanat süresi : 716 – 736 H / 1316 – 1335 M.) dan sonra hükümdar olan Ebû – Sa’îd Bahâdır Han adına sikke bastırdığından anlaşılmaktadır. 736 /1335 den itibaren tam mânasiyle bağımsız olan Süleyman Paşa, Gazi Çelebi hükümetinin yıkılması ile Sinop’u işgal etmiştir. 740 H / 1339 M. tarihinde hayatta olduğu bilnmekle beraber hangi tarihte öldüğü belli değildir.(150)

52 – 3 / 458 deki hikâyede adı geçen ve Uc beyi olduğu anlaşılan Mehmed bey, Ka-ramanoğullan ailesinden olup, Hatîroğulları isyanında, kendisine bulunduğu bölgenin ser-leşkerliği (ordu başkomutanlığı) verilmiş, üzerine gönderilen Moğol ve Selçuklulardan teşekkül eden karma orduyu yendikten sonra emri altına gireceğini vadederek Mısır hükümdarı Baypars’i Anadolu’ya davet etmişse de, Baypars’ın, onun bu teklifini reddetmesi üzerine, saltanata geçirilmek üzere Selçuklu ailesinden biri aranmış ve neticede o sırada dervişlik yolunu tutmuş olan ve Cimri lâkabı ile anılan Gıyaseddin Siyavuş bulunup saltanata getirilerek biy’at edilmiştir.

Aralarına Cimri’yi de alan Karamanlılar, Konya üzerine yürümüş, bu sırada az bir kuvvetle kendilerine karşı koymak istiyen naip Emineddin ile sahiller emiri Bahâeddin’i kati ve ordusunu da mağlûp ederek şehire girip Cimri adına para bastırmışlardır (676 Zi’lhicce Perşembe / 13 Mayıs 1227). Cimri’yi Saltanata geçirdikten sonra onun veziri olan Mehmed Bey, o sırada kendisine karşı koymak istiyen Germiyan Türklerini de yenmiş, neticede 677 H. / 1278 M. de Anadolu’ya gelen Moğol devlet erkânından Sahib Şemseddin Cüveyni idaresindeki kuvvetler tarafından öldürülmüştür(151).

Eflâki’nin anlattıklarından, Mehmed beyin de, labası Kerimeddin Karaman gibi bir taraftan Selçuk devletine tabi olduğunu verdiği vergi ile gösterirken diğer taraftan yol kesicilik ettiği de anlaşılmaktadır (krş. İbn – i Bîbî, aynı eser, mufassal, s. 688, muhtasar trc. s. 2120)

53 – 3 / 482 de adı geçen ve daha çok Sahip Ata diye tanınan Fahreddin’in asıl adı Fahreddin Ali b. Hüseyin er – Rumi olup, elli yıla yakın bir müddet Selçuklu devletinde türlü vazifelerde bulunmuş ve topladığı servetin çoğunu başta Konya olmak üzere, memleketin muhtelif yerlerinde medreseler, kervansaraylar, tekkeler ve çeşmeler yaptırmağa harcamıştır.(152) Bütün meslek hayatında dürüstlüğü, vazife şinashğı ve dindarlığı ile tanınmıştır. Sultan İzzeddin Keykâvus II devrinde (644 – 647 H. / 1246 – 1249 M. birinci saltanat devri) adalet bakanı iken sonradan saltanat naipliğine geçirilmiş, Anadolu’dan sık sık para toplamak suretiyle devleti zayıflatan Moğol şehzadelerine mani olmak için elçi olarak Moğol hükümdarının yanına gönderilmiş ve bu vazifesini başarı ile neticelendirdikten sonra dönmüştür. Rükneddin Kılıçarslan’la İzzeddin Keykâvus’un, aralarındaki münazaayı halletmek için 657 H / 1249 M. de Hulâgû’nun yanına gittiklerinde İzzeddin Keykâvus’a refakat etmiş, döndükten sonra da vezirliğe tâyin edilmiştir. Bu sıralarda, Rükneddin Kıhçarslan kardeşine karşı harekete geçmiş, İzzeddin de kardeşiyle aralarında bir hal çaresi bulmak için Fahreddin Ali’yi göndermişse de, Fahreddin Ali, Rükneddin tarafından kendisine teklif edilen vezirliği kabul ederek onun yanında kalmıştır. Bilahere aşağı yukarı bugünkü başbakanlığa tekabül eden sahib – i a’zamlığa geçirilmiştir. Rükneddin’in öldürülmesinden sonra Gıyaseddin Keyhusrev III devrinde de (663 – 682 H. 6 1264 – M.) aynı vazifesine devam etmişse de yukarıda anlatıldığı gibi (bk. s. LXXVII) Mu-ineddin Pervane tarafından bu vazifesinden uzaklaştırılıp Osmancık kalesine hapsedilmiştir. Fakat serbest bırakılınca, Moğol hükümdarına bizzat durumunu arzederek tekrar vazifesine dönmeğe muvaffak olmuştur. Muineddin Pervane ile birlikte Rükneddin Kılıçarslan IV ün kızını, nişanlısı olan Moğol Şehzadesi Argun Han’a götürmüş, oradan döndükten sonra Hatîroğlu isyanını bastırmak üzere harekete geçen Moğol şehzadelerinden biri ile Elbistan hududunu muhafazaya memur edilmiştir. Mısırlılara karşı harekete geçmek için Anadolu’ya gelen Abaka Han’a refakat etmiş ve onunla birlikte Altınordu’ya gitmiştir. Kendisinin Anadolu’da bulunmayışından faydalanan Karamanoğullarınm giriştikleri isyanda bir oğlunu kaybetmiş, Moğol şehzadelerinden biri ve Şemseddin Cüveynî ile Anadoluya gelmiş, Sultan Gîyaseddin’le birlikte yanlarına aldıkları Moğol kuvvetler ile önce Karamanlı Mehmed beyi, sonra da Ankara’ya giderek Cimri’yi ortadan kaldırmak

suretiyle bu isyanı bastırmıştır. Konya’ya döndüğünde Moğol Hükümdarı Argun tarafından vazifesinin yenilendiğine dair ferman (yarlığı) gelmiştir. 684 H / 1285 M yılında Anadolu’ya gelen Moğol şehzadelerinden Hulagu ile Keyhatu’nun ordusunun ihtiyacını önce Erzincan’da sonra da Aksaray’da temin etmiş ve 687 H / 1288 M. yılında yakalandığı bir hastalık neticesinde ölmüştür. Mezarı Konya’dadır(153) Sonradan oğulları, vaktiyle kendisinin, hazinelerini sakladığı Afyon Karahisarda Sahip Ata oğulları beyliğini kurmuşlardır. (154)

Mevlânâ da Fahreddin Ali’ye hitaben yazdığı mektuplarında, ondan dindar, iyi huylu, Tanrıdan korkan, mazlumları koruyan bir insan olarak bahsetmekte ve kendi adamlarının muhtelif işleri için ricada bulunmaktadır (bk. Mekîubât, Uzluk neşri, s. 38, 120, 112, 138, 139,). Ayrıca Sultan Veled’inde Sahip Fakreddin hakkında yazdığı bir methiyesi vardır {Sultan Veled Divan’ ı neşr. Uzluk. s. 182)

54 – 3 / 423 de adı ve bundan önce önsözde muhtelif vesilede bahsi geçen Hatîroğlu Şerefeddin Selçuklu tarihinde “Hatiroğlu isyanı” diye anılan ve gayesi Mısır hükümdarı Baypars’a istanad ederek Moğolları Anadolu’dan çıkarmak olan hareketin elebaşısıdır Hatîr -i Zencânî isminde bir zatın oğlu olan (İbn – Bîbî aynı eser, jııufassal s. 662 – 664) Şerefeddin, başlangıçta Müineddin Pervane’nin maiyet kâtiplerinden (münşilerinden) olup (aynı eser, s. 664, 664, trc. 269) Müineddin Pervane ile birlikte Rükneddin Kılıç Arslan IV ü saltanata getirdikten sonra kendisine Niğde ve havalisi tımar olarak verilmiştir. Etrafında bulunan kuvvetli bir ordu ile memlekette huzuru temin etmişse de zamanla taşkınlık ettiğinden ötürü Rükneddin Kılıç Arslan’la aralan açılmış v bu anlaşmazlık onun Müineddin Pervane ile birleşerek Rükneddin Kılıç Arslan’ı ortadan kaldırmaları ile neticelenmiştir. Sultan Gıyaseddin Keyhusrev devrinde (663 – 682 H / 1264 – 1283 M.) beylerbeyliğe geçirilmiş ve bir ara Müineddin Perâne’nin, Sahib Fahreddin Ali’yi vazifesinden uzaklaştırmasına yardım etmiş, sonra da Sahib Fahreddin Ali ile Müineddin Pervane’nin Rükneddin Kılıç Arslan IV ün kızı Selçuk Hatun’u, nişanlısı Argun Han’a götürdüklerinde, Müineddin Pervane tarafından kendisi için hazırlanan komployu öğrenmiş ve meydanı boş bulup Mısır Ordusunun da yardım edeceğini umarak isyana başlamıştır. Bu arada kardeşi Ziyaeddin’i de Mısır ordusundan yardım istemek maksadı ile o sırada Şam’da bulunan Bay-pars’ın yanına göndermiş, kendisi de Kayseri’de bulunan Sultan Gıyaseddin Keyhusrev III ve maiyetini alıp Niğde’ye gelmiştir. Burada Ka-ramanoğullarının yardımını da sağladıktan sonra Mısır ordusunun gelmesini beklemiş, bu sırada gelen bir elçi Mısır ordusunun Elbistan’a doğru harekete geçtiğini haber vermiş o da bunu fermanlarla etrafa müjdelemiştir. Fakat çok geçmeden Müineddin Pervane ve Sahip Fahreddin Ali Moğol şehzadesi Konkurtay ile Anadolu’ya gelerek Şerefeddin tarafından çıkarılan bu isyanı bastırmış, kendisini de uzun bir yargılamadan sonra öldürtmüş (675 H / 1277 M) ve vücudunun muhtelif parçalarını ibret için memleketin muhtelif^a-raflarına göndermişlerdir.(155)

İbn – i Bîbî’nin, hakkında oldukça düşmanca bir dil kullandığı Hatır oğlu Şerefeddin’i, Aksarayî övmekle beraber bu hareketinden dolayı haksız bulur, Sultan Veled ve Ravzatu’l – küttâb adlı eserin yazarı Ebubekr Zeki ondan “sonderecede cömert, iyi huylu, huzursuzluk yaratanları cezalandıran, şöhretli bir insan olark bahsederler (bk. Sultan Veled, Dîvan, Uzluk neşri, s. 145, Rav-zatu’l – küttâb’d&n naklen Mevlânâ’nın Mek-tubâtı’mn önsözünde eklenmiş mersiye, s. 21 v.d.)

55 – 3 / 537 de adları geçen ve rum oldukları anlaşılan Aynuddevle ile Anadolu Selçukluları devrinin mimar Sinan’ı sayılan Kaluyan hakkındaki bilgimiz yok denecek kadar azdır. Şa-habeddin Uzluk’un “Mevlânâ’nın Ressamları” Q56) adlı eserinde verilen malûmat ise, Eflâkî’nin buradaki rivayetine çok az bir şey ilave etmektedir. Müellif, Eflâkî’nin bu metnini dikkatsiz bir şekilde eserine naklettikten, fena bir tercümesini verdikten ve bir takım fikirler ileri sürdükten sonra Aynuddevle tarafından yapılmış olup elde bulunmayan neyzen Hamza Dede’nin resminin, Habib dede tarafından yapılan bir kopyasına ma-likolduğunu haber vermektedir (13 – 14).

Kaluyan hakkında ise Mevlevî kaynaklarında (müellif hangi kaynakta olduğunu zikretmiyor, her halde Eflâkî’nin eserinde olmalı) kuvvetli bir ressam olduğundan bahsedildiğini, Kaluyan’in, Konya’nın zengin bir ailesine mensup olduğunu ve Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camiine ait bir vakfiyede bu ailenin adının geçtiğini, Sivas’ta bulunan bir taşta adının “Kaloyanu’l – konevî” diye yazdığını, Müslüman olmadan önce Antalya, Ilgın ve Sivas’taki kendi eseri olan yapılarda Kaluyan, Müslüman olduktan sonra ise Konya’da yaptığı Nalıncı türbesi, Sahib Ata ve Karatay medreseleri ile İnce Minare gibi eserlerinde Keluk b. Abdullah adını kullandığını yazmaktadır (s. 23)

Buraya kadar eserin kaynarları gösterilmeye, verilen yanlış malûmat eldeki imkânlar nisbetinde düzeltilmeye ve birkaç kelime veya fıkra ile nakledilen vak’a veya şahıslar elde mevcut kaynaklara baş vurulmak suretiyle aydınlatılmaya çalışıldı. Eserde, Mevlânâ ve etrafında bulunan meşhur kimselerin şahsiyet ve fikirlerini belirten malûmatın da Abdülbaki Gölpınarlı tarafından, Mevlânâ Celâleddin (İstanbul 1952) ve Mevlânâ’dan Sonra Mevlevilik (İstanbul 1953) adlı eserlerinde işlenildiği göz önünde tutularak tsk-. ranndan kaçınıldığı ve eserin bütünü hakkındaki hüküm de ikinci cildin önsözüne bırakıldığı için burada sadece tercümelerinden bahsedilecektir.

Menakıbu’l – arifin, müteaddid defalar Türk-çeye, bir defa da Fransızcaya tercüme edilmiştir. Yapılan Türkçe tercümeleri I Tam, II Doğrudan doğruya mütercimler tarafından kısaltılan, III Aslının, Hemedanlı Abdulvehhap b. Celâleddin Mu-hammed tarafından kısaltılıp “Sevâkıbu’l meınâkıb” adiyle yeniden kaleme alınmak suretyile meydana gelen metin üzerinden yapılan tercümeler olmak üzere üç gruba ayırmak mümkündür.

I – Tam tercümeleri:

1 – Zahid b. Arif tarafından 803 H 6 1400 – 01 M de yapılan ve “Mahzenu’l – Esrar” adını taşıyan tercüme. Mütercimi hakkında hiç malûmata sahip olmadığımız ve tek nüshası Ayasofya kütüphanesinde 3456 no. kayıtlı bulunan bu tercümede. (157), aşağıda örnek alınan parçadan da anlaşılacağı gibi bazı eski Türkçe kelime ve bir kısım arapça ve farsça tabirler müstesna bugünkü Türkçeye çok yakın bir dille yapılmakla beraber birçok anlaşılması güç yerler atlanılmış (bk. meselâ krş. vrk. 19a v.d.), bir kısım küçük paragraflar da çıkarılmış ve bir teki müstesna (vrk. 3b) metinde geçen beyitler tercüme edilmemiştir.

2 – Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi seyyid Ebu Bekr Dede’nin oğlu derviş Abdulbaki Dede tarafından 1208 H / 1793 M de başlanılıp, 1212 H 1797 M de bitirilen tercüme. Mütercim, tercümesinin önsözünde, amcazadesi derviş Şeyyid Ahmed’in ısrarı üzerine bu tercümesine başladığını, beş altı cüz türcüme ettikten sonra müzisyen(l5s) Ahmed Ağa’ya gösterdiğini, onun da bunu Selim III e haber verdiğini ve sonrada Selim III ün emri üzerine eserin türcümesine devam etiğini, aslına sadık kalmakla beraber, bazen anlaşılması güç yerleri açıklar mahiyette ilâveler yaptığını kaydetmektedir. Mütercimin bu son ifadesine bakılarak haklı olarak yaptığı tercümenin genişletilmiş bir tercüme olduğu akla gelirse de, hakikatte, eserin bütününe nisbetle bu ilâveler hiç denecek kadar azdır. Kaldı ki bu ilâvelerin çoğu da metin harfiyen tercüme edildikten sonra yapılmıştır.(159) Mütercim birçok arapça ve farsça tabir ve kelimeleri olduğu gibi bıraktıktan başka beyitlerin de en kolaylarını tercüme etmiş, diğerlerine, hele Mes-nevi’den olanlara hiç dokunmamıştır.

3 – Nasır Abdulbaki Dede’den iki yıl sofl’ra Gevrekzâde Hafız Hasan (ölümü 1216 H / 1801 M.) tarafından yapılan tercüme. 1180 H / 1769 M. de Ordu’da hekimbaşı iken 1183 h / 1769 M yılında yerine birini koyarak İstanbul’a gelen ve 1200 H / 1785 – 6 m de Sultan Abdülhamid I in başhekimliğine, 1203 h / 1789 m de de Selim III ün saltanata gelmesi üzerine Halep mevleviyetine tayin edilen mütercim(160), tercümesinin önsözünde, Halep’te bulunduğu sırada Menâkıbıı’l -Arifin*in bazı kısımlarını müritlere tercüme edip anlattığını, Halep’ten döndüğünde Konya’ya uğrayıp Türbeyi ziyaretten sonra İstanbul’a geldiğini, 1210 Rebî’u’l – evvelinin başlangıcında (15 / X / 1795 M.) de Menâkıbü’l – arifin’i, tercümeye başladığını ve bu eserin Murat II devrinde de bir kez tercüme edildiğini anlattıktan sonra Eflâki’nin eserinin önsözündeki arapça kısmı atıp Farsça kısmının tercümesi ile işe başlıyor ve eserin tercümesini 11 Cumazıyesanî 1210/23. Aralık 1795’te bitiriyor. Bu tercümenin, şimdiye kadar hiç bir yerde tavsif edilmiyen bir nüshası, Millet Kütüphanesi, Pertev Paşa 511 no. da ve 1222 H / 1807 M de istinsah edilen diğer bir nüshası ise Bursa Kütüphanesi Burhaneddin Bey 9460 numarada bulunmaktadır.(161)

Pertev Paşa, 511 tavsifi:

24 x 13.7 (18.5 x 8) cm. üzeri ebruli kağıt kaplı, arkası kırmzi meşin cilt. 397 varak olup, 394 varağı Eflâki’nin eserinin tercümesini, 394b -396a – Mevlânâ’nın halifelerinin adlarını, 396a , 397b varakları da Mevlânâ’nın şeceresini ihtiva etmektedir. Her sahifede 19 satır vardır. Söz başları, âyetler ve hadîsler kırmızı mürekkeple. Yazı talik. Müellif hattı, 1215 H/1800 M. Bas:

pertev-pasa-tasnifi

II – Kısa Tercümeleri:

1- Mevlevi şeyhlerinden Akşehirli İzzeddin Dede’nin oğlu olup, oradan Konya’ya sonra da İstanbul’a gelip kaledişında bir ağacın koğuğunda ‘ yaşarken Yenikapı Mevlevîhanesinin inşası üzerine buranın şeyhliğine tâyin edilen Ahmed Kemal Dede (ölümü : 1010 H / 1001 – 02 M.) tarafından

yapılan manzum tercüme. Tek nüshası Sii-leymaniye Kütüphanesi, Halet ef. ilâve 82 de bu-Iunmaktadır.(162) Mikrofilmi alınmak üzere Ankara’ya gittiğinden bu manzum tercümeyi görmek mümkün olmadı.

2 – Hemedanlı Celâleddin Muhammed tarafından aslından ihtisar edilerek yeniden yazılan ve Sevakıbu’l – Menakıb adı verilen nüshadan ilk önce bazı tadillerle Derviş Senai Halil (ölümü: 950 H / 1543 M.) tarafından sonra da 997 H / 1588 – 89 M. da Konya’dan İstanbul’a gelen Derviş mahmud Mesnevihan tarafından yapılan tercüme.(163)

Son olarak Naci Fikret Baştak, Menâkıbu’l -arifin’i, Üniversite Kütüphanesindeki bir nüshası ile de karşılaştırmak suretile Cl. Huart tercümesinden Türkçeye çevirmeye başlamışsa da Konya Dergisi’nin muhtelif sayılarında (yıl 1939, sayı 30, s. 1551; 1940, sayı 31, s. 1617; 1941 sayı 35, s. 3006, sayı 49, s. 20) tefrika halinde çıkan bu tercüme, eserin üçüncü bölümüne kadar devam ettikten sonra durmuştur.

S. 1120 daki Bektemur oğlu Kerimeddin’den bahsedilen parçanın, biribirinden 409 yıl farkla yapılan iki tercümesinden örnekler:

Hemçunân eshâb -ı kibardan biri vefat etti. Mevlânâ hazreti ile meşveret ittiler ki ani gururda tabutla mı koyalım, yoksa tabut sız mı koyalım? Buyurdu ki yaranlar ne maslahat görürler, arif – i rebbâni ma’denu’n-nûr Kerimüddin Veled – i Bektemur rahmetli’ilâhi alevin ki cümle – i ehl – i makamât ve sâhib – basirettendi. Buyurdu ki tabutsuz komak evliterdur. Yaranlar eyittiler: ne delille? Ey itti: oğulu ana yigirek riayet ider kardaşdan ki cism – i ademî topraktandur ve tahta dahi toprak oğlıdur. Pes ikisi kardaş olur, pes toprak anadur. Oğulı anaya sımarlamak sevâpter ola. Mevlânâ hazreti tahsinler itti ve eyitti: Bu ma ‘nâ hiç mestur değildur (Zâhid b Arif tarafından 803 H / 1400, 01 M. de yapılan tercüme; Ayasofya Kütüphanesi 3456, yaprak: 64b – 65a).

Kezalik kibar – i eshâbdan biri vefat eylemişti. “Anı mezara tabut ile mi koşunlar, tabutsuz mu? deyu hazret – i Mevlânâ ya meşveret götürdüler. “Yârân ne maslahat görürlerse” buyurdu. Arif- i rebbâni, ma’denü’n-nûr Kerimüddin Veled – i Bektemur rahmet u ‘ilâhi aleyhi ki cümle -i ehl – i makamât ve sâhib – basiretten idi, “tabutsuz komak evlâter olur” buyurdu. Yârân “Ne delille” dediler. “Oğula ana kardaşdan bihter riayet eyler, zira insanın cismi kaktandır ve ağaç tahtası dahi hâk in oğludur; pes ikisi de karındaş olur ve toprak ana.

Pes müşfik anaya ısmarlamak sevâbter görünür” dedi. Hazret – i Mevlânâ ana tahsinler buyurup : “Bu manâ hiçbir kitapta mestur değildir” dedi (Nasır Abdulbaki Dede tarafından 1212 H/1797 -98 M. de yapılan tercüme; Topkapı Sarayı Kütüphanesi, 1205 yapkak: 69 b – 70a).

FRANSIZCA TERCÜMESİ

İlim âleminde “Dönen dervişlerin velileri” mânasına gelen “Les Saints des derviches Tour-neurs” adıyla tanınan ve Clement Huart tarafından iki cilt halinde yapılan bu tercümenin birinci cildi 1918, ikincisi ise 1922 yılında yayınlanmıştır. Mütercim, Menâkıbu’l – ârifîn’m başta, oldukça eski bir nüshası (istinsahı, 964 H) ile birlikte diğer altı nüshası bulunan Bibliotheque Nationale ve diğer Avrupa kütüphanelerindeki yazmalarını bildiği halde tercümesini kendi malı olan ve 1017 H / Haziran başı 1608 M. de Mevlevi dervişi Osman tarafımdan istinsah edilmiş bir el yazmasından yapmış (bk. ayni eser, s. II, önsöz) ve bildiği nüshaların hiç biri ile karşılaştırmamış, bunun neticesi olarak ta tercümesinde bir takım yanlışlıklara meydan verdiği gibi, elindeki nüshada eksiklikler bulunduğundan Eflâkî’nin eserinin tam ve doğru bir tercümesini vermemiştir. Filhakika mütercimin tercümesine esas olan nüshadaki rivayetlerin sırası, tarafımdan tesbit edilen elde mevcut en eski nüshalara nazaran çok değiştiği gibi (meselâ krş. Huart trc. s. 153 ve bizim tercümemiz s. 217 den sonraki rivayetler) bazı rivayetler de noksandır: Ayrıca, başta müellifin önsözü olmak üzere bazı parçaların, mevzu ile ilgili olmadıkları, bazılarının da müstehcen addedildikleri için mütercim tarafından tercüme edilmedikleri görülmektedir (meselâ, bk. s. 42 deki iki mektup ile s. 1120 – 191 deki hikâye). Bu gibi kusurlarına ve Fuat Köprülü’nün işaret ettiği(164) bir kaç büyük hata dışında epey bir yekûn tutan tercüme hatalarına rağmen, bu tercüme aşağı yukarı aslındaki bütün manzum kısımların tercümesini de ihtiva etmesi bakımından şimdiye kadar yapılanların en tam olanıdır.

Menâkıbu’l – ârifîn’m şimdiye kadar yapılan tercümelerinden kısaca bahsettikten sonra tercümemiz hakkında biraz malumat verelim:

Tercümemiz, başlangıçta, yalnız Menâkıbu’l – ârifîn’in, rahmetli Tahir Olgun tarafından, aşağıda tavsifi verilen ve Süleymaniye Kütüphanesi nafiz Paşa 1205 numarada kayıtlı nüshasından çok güzel bir rik’a ile istinsah edilen yazması üzerinden yapılıp Tercüme bürosuna sunulmuştur.(165) Sonradan müsveddelerini alıp Türk Tarih Kurumu için hazırladığım tenkitli metinle karşılaştırmak üzere iken XXII inci Müsteşrikler Kongresi tertip heyeti bürosunda çalışmam için İstanbul’a gelmiş, bu arada haberim olmadan eserin yirmi formasının dizilip Ankara’da beni beklediğini duymuştum. Ankara’ya gittiğimde büyük bir anlayış gösteren sayın tercüme bürosunun müsaadesiyle dizilen bu formaları hazırladığım metinle ayarlamaya çalıştım. Metinde, tercümedeki yerleri işaret edildiği ve dizilen formalarda fazla değişikler yapılmaması için paragraf numaralarının gösterilmesinden vaz geçildi. Hazırlanan tenkitli metin basıldığı zaman okuyucular her paragrafın bulunduğu sahifenin altında Türkçe ve Fransızca tercümelerindeki sahife numaralarını da bulmak suretiyle karşılaştırmak imkânını elde edebileceklerdir.

Tercümesi sunulan Ariflerin menkıbeleri’nin, Farsça tenkitli metninin tesbit için muhtelif kütüphanelerde oldukça çok sayısı bulunan(166) nüshaları arasında, yalnız istinsah tarihi itibariyle en eski sayılabilen şu dördü seçildi:

I – Süleymaniye kütüphanesi, Serez 1794 no. da kayıtlı bulunan ve ilk defa tarafımızdan görülen nüsha. Tavsif:

17.5×27 cm. Miklepli, şemseli, zincirekli, tamir görmüş koyu kahve renkli meşin cilt. Aslında 284 yaprak olup, Menâkıbu’l – arifin metni lb -283 b yapraklarını işgal etmekte, 284 a da sonradan yazılmış olan mevlânâ’nın şerecesi, 284 b de ise Ak Şemseddin’in (ölümü: 863 H/ 1458-9 M) “Risale-i Nuriyye” adlı eserinden bir parça bulunmaktadır. Her sahifede 21 satır vardır. Söz başları kırmızı mürekkeple. Yazı kısmen harekeli nesih. 828 H/1424-25 M de Yusuf b. Süleyman adında biri tarafından istinsah edilmiştir.

Yusuf-b-suleyman

II – Konya Asarı Atika Müzesi 2158 no. da kayıtlı bulunan ve istinsah tarihi iç sahifelerinden birinde (s. 509) yazıldığı için Prof. Ritter tarafından görülmeyip 1200 H/1494 M de istinsah edildiği sanılan (Der İslâm, XXVI, s. 130) ve hakikatte 869 H/1464 M de istinsah edilen nüsha.

III – Üsküdar Selimağa Kütüphanesi 414 No. da kayıtlı olan ve istinsah tarihi belli olmamakla beraber yazı ve kâğıt hususiyetlerinden Hicri VIII inci/Milâdı XIV-XV asra ait nüsha.

IV – Süleymaniye Kütüphanesi Nafiz Paşa 1205 No. da bulunan ve Seyyid İzzeddin Ahi Cemaleddin el-Aksarayî neslinden seyyid Horasan b. Seyyid Ömer tarafından 980 yılının Rebî’ul-evvel ayında istinsah edilen nüsha. Tavsifi:

24. 6 X 17.3 (19.5X12.5) cm. Miklepli, üzeri yeşil bez kaplı meşin cilt. 405 yapraktır. Her sa-hifede 17 satır vardır. Yazı nesih. Söz başlan kırmızı mürekkeple. Sondan küçük bir paragraf eksiktir. Adı zikredilmiyen bir kadın sultanın emriyle istinsah edilmiştir.

Bu dört nüshadan faydalanmak suretiyle vücuda getirilen Farsça metne dayanan tercümenin, her bakımdan mükemmel bir tercüme olduğunu iddia etmek, insanın kusursuz olduğunu kabul etmek gibi bir dâvada bulunmak demektir. Bu itibarla, sayın okuyucuların, bizim de her insan gibi hata yapabileceğimizi kabul ederek, bütün samimiyetimizle elimizden geldiği kadar iyi ve doğru olmasına çalıştığımız bu tercümede rasthyacakları ufak tefek hataları mazur göreceklerini ümit eder, Eflâki ‘nin bu meşhur eserini, şimdiye kadar tercüme edilmeyen manzum kısımları ile de birlikte, bir bütün halinde Türk kültürüne maledebildikse kendimizi bahtiyar sayarız.

Sözlerime son verirken eserin tercümesinde karşılaştığım birçok zorlukların halline yardım eden sayın hocam Prof. Necati Lugal’e ve tercümemi kontrol için, kendinde bulunan Nasır Ab-dülbaki Dede’nin yaptığı tercümenin Topkapı sarayı kütüphanesindeki nüshasının fotoğraflarını memnuniyetle vermek lûtfunda bulunan sayın Hasan Ali Yücel’e teşekkürlerimi sunmağı ödenmesi gereken büyük bir borç bilirim.

Beşiktaş, 17/8/1953

Tahsin Yazıcı

DİPNOTLAR:

(1) Kamus tercümesi. İstanbul 1304, c. I, sah. 513

(2) Meselâ bk. Keşfu’z-Zunûn, İstanbul. Maarif Matbaası.

1943, c. II, s. 1835-1844.

(3) 160 h. / 776-777 m. de ölen İbrahim Edhem gibi.

(4) Mısır’da 940 h. / 1533,1534 m. yılında ölen ve kendi adiyle bir tarikat kuran Türk sofilerinden İbrahim Gülşenî ile kendi adına izafe edilen bir tarikatin kurulmasına vesile olan Mevlânâ Celâleddin-i Rumî bu gruba girebilir.

(5) Siyası bir gaye peşinde koşan Safevi tarikatinin kurucuları ile 823 h. / 1420 m. de idam edilen Bedreddin Simavî gibi. Bk. Walther Hinz. Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd. Tarih kurumu yayınlarından IV seri-No. 5. Ankara 1948, sah. 5 ve devamı; Islham Ansiklopedisi, İstanbul, Maarif Matbaası, 1943, c.IH, sah. 242 v.d.

(6) 412 h. / 1021 m. de ölen Ebû-Abdirrahmani’s-Sullenıi’nin Tabakanı ‘s-Sûfîyye Kuşeyri’nin (ölümü 465 h. / 1072 m.7 ar-Risâlefı İlmi’-tasavvuf adlı eserleri gibi.

(7) Kuşeyri’nin adı geçen eserinde İbrahim Edhem hakkında verilen malûmat, Ferideddin ‘Attar’ın Tezkiretu’l-Evliyâ adlı esirende birtakım rivayetlerin ilâvesiyle çok ka-bartılmiştır (krş. kuşeyrî, er-Risâle, Tıbaat el-âmire s.9; ‘Attâr, Tezkiretu’l-Evliyâ, nşr. Nicholson, Leiden, 11205 c. I, s. 85 v. d.)

(8) Bk. Hippolyle Delehaye, Les Legendes hagiographiques, Bımelles, 1927.

(9) Savânih-i ‘uınr-i hazret-i Mevlânâ Rûmî musonuna bi Menâkibi’l-ârifin, Agrah, i 897.

(10) Les Saint des Derviclıes Toumeurs, Recit traduit et an-note- parCL. Huan, 1. Paris. 1918 11, Paris, 1992.

(11) Les Saint des derviclıes Tourneurs. Recit traduit et annotd par CL. Huart, 1. Paris. 1918,II, Paris. 1922, c.l. sah. III (Önsöz).

(12) Journal Asiatique. Tome XIX. Avril-Juin 1922, sah. 308-317

(13) Risâle-i Ferîdûn b. Ahmed Sipehsâlâr der ahvâl-i Mevlânâ Celâlcddin-i Mevlevî, ba tashih ve nıukaddima-i Sa’îd Nafîsi. Tahran 1325. sah. 4-6; eserin Mithat Bahan taralından yapılan türkçe tercümesi, sah. 9-11.

(14) Abdülbaki Gölpınarlı. Mevlânâ Celâleddin. hayatı, felsefesi. eserleri, eserlerinden seçmeler. İstanbul. İnkılâp Kitabevi, 1952. sah. 31 v.d.

(15) Risâle-i Sipesâlâr, Said Nefisi neşri. Tahran 1325, sah. 17: Midhat Bahân tarafından yapılan türkçe tercümesi 23.

(16) Ahmed Eflâkî. Menâkıb al-ârifîn, nşr. Tahsin Yazıcı, Ankara. 1959. c. I. s. 49

(17) Hayatı ve eserleri hakkında bk. Brockelmann, Geschichte der Arabischen Litteratur. C.I. 332 ve Supplement, C. 1, sah.565

(18) Mevlânâ Celâleddin Muhammed meşhur be Mevlavî. Kullîâl-i Şams ya Dîvân-i kebîr. nşr. Badî’u’zamân Furûzân-far. Tahran. 1337 h.ş.c. H. sah. 209

(19) Kış. Risâle-i Sipehsâlâr, Said Nefîsî neşri, s. 336. notlar kısmı

(20) Ebû Bekr-i Kettanî hakkında her iki eserde anlatılan bu hikâye Ferideddin ‘Attar’ın Tezkiretii’l-Evliyâ’sından alınmıştır, (bk. Feriddedin ‘Attâr. Tezkiretü’l-Evliyâ. lieijr. Niehoison, Leıde, 11207. c. II, s. 121. str. 15)

(21) Bahâaddîn b. Mevlânâ Celâleddîn b. Muhammed b. Husayn-i Balhî. Velet – nâme. Mesnevî-i veledî. Celâl-i  Humâyî neşri, s. 2-4, 403

(22) Ayni eser, s.2-3

(23) S. 469 ve Mevlânâ’nm Mesnevisinde Ilâhi-nâme adiyle anılan bu eserin asıl adi “Haclîkatıı’l – Hakika ve şarî’gtu’l – tanka” olup vezni, fâ’ilâtun mefâ’ilün fe’ilün – fe’ilâtün mefâ’ilün fe’iiât’dır. Eser son olarak İran üniversitesi profesörlerinden Müderris Razavî tarafından 1329 H. Ş./1951 Tahran da neşredilmiştir.

(24) Sultan Veled. Rebâb – nâme. Üniversite Kütüphanesi F. 1375. vrk. İb.

(25) Meselâ: “Attığın vakit sen atmadın, fakat Tanrı atlı” (K.. VIII. 17) ve “Müminler ölmez, belki bir eveleri ötekine göçerler” gibi âyet ve hadisler (bk. Rebâb – nâme, ayni nüsha vrk. 47 a).

(26) Meselâ: yukarıda Veled – nâme’den alındığını söylediğimiz 2 numaralı paragraftaki Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’ye ait rivayet, aynen Rebâbııâıne’ye nakledilmiştir (aynı nüsha vrk. 122 b.)

(27) Sultan Veled, İntiha – nâme, Üniversite Kütüphanesi, F.1009, vrk. 1 a.

(28) Sultan Veled’in bu eseri Meliha Tankâhya tarafından türkçeye tercüme edilmiştir (Sultan Veled, Ma’ârif, Millî Eğitim Bakanlığı Dünya Edebiyatından Tercümeler, Şark – İslâm Klâsikleri 19, Ankara 1944).

(29) Meselâ: 481 H./1088 – 89 M. de ölen Abdullah-i Ensârî’nin Makalât’ı gibi (bk. Üniversite Kütüphanesi F. 144. vrk. 64 b-69 b.)

(30) Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin Makalâtı için bk. Ab-dülbaki Gölpınarh, Mevlâna Celâleddin, İstanbul 1951, s. 26 ve H. Ritter, aynı eser, Der islâm, cilt XXVI. s. 226.

(31) Charles Pellat. La Langue et La Litterature Arabes, Paris 1952, s. 89.

(32) Meselâ: Maka/at, Üniversite Kütüphanesi F. 679. vık. 25 b ve 99 b de Tanrı’yı canlı bir varlığa benzeten Mü-şebbihe fırkası ve vrk. 47 a da Sünnilerin mezhebi hakkında verilen malûmat gibi.

(33) Makalen, ayni nüsha, 21 a da bir hocanın herkesi evlenmeye teşvik etmesine ve bu arada bir yabancının ayrı ayrı eşeği, öküzü ve bağı olan üç kadınla birden evlenmek istemesi ile vrk. 22b-23a da bir köylünün altın bulması ve bu yüzden başına gelenlere dair anlatılan hikâye gibi

(34) Şems’in Makalatının muhtelif nüshaları için bk. Ab-dülbaki Gölpınarlı. Mevlânâ Celâleddin, hayatı felsefesi, eserleri, İstanbul 1951, s. 27 ve devamı, H. Rit-ter, Der İslâm Berlin, 1942, cilt XXVI, s. 228

(35) Burada tesbit edilen kısımlar, Makalât’ın Üniversite Kütüphanesi F. 679 nüshasına göredir, diğer nüshalarla karşılaştırılmak suretiyle hazırlanacak bir baskısı yapılırsa belki tesbit edilen bu kısımlar dah da çoğalabilir.

(36) Ferideddin Atlar, Tezkiret’ul , Evliya, nşr. Rcynold A. Nicholson. Leide 11205, cilt II, s. 208 str. 6

(37) Makalât’ın Üniversite Kütüphanesindeki nüshasında rastlamadığımı/ veya gözümüzden kaçmış olan bu rivayetleri, Fatih nüshasında rastlamadığımız veya gözümüzden kaçmış olan bu rivayetleri. Fatih nüshasında bulunduklarını bildiren Abdülbaki Gölpınarlı’mn Mevlânâ Celâleddin adlı eserinden naklettik (bk. s.50)

(38) Makalat’tnki metin tercümesi için bk. Abdülbaki Gölpinarlı, ayni eser, s.50

(39) Bahâeddin Veled’in Mevlânâ’ üzerindeki tesirlerinden bir kaçı için bk. Bedî’u-z-Zemân Fıırûzân fer Risâlâ dar Tahkik-i Ahvâl-ıt Zindâgânî-ı Mevlânâ Celâleddin Mıı-hammed. Tahran 1315 H. ş.s. 36

(40) Burada tesbit edilen varak numaraları Mâ’ârif-in Üniversite Kütüphanesi FY. 602 nüshasına göredir. Bu nüsha ve diğer nüshaların tavsifi için AbdülbakıGölpınarlı. adı geçen eser. s. 24 ve H. Ritter’in. Der İslâm mecmuasındaki ıcilt XXVI. s. 226) makalesine bakınız.

(41) Abdülbaki Gölpınarlı. Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1951. s.34

(42) Mevlânâ’nın bu eseri en son olarak muhtelif eski nüshaları karşılaştırılmak suretiyle Tahran Üniversitesi profesörlerinden Bedi’u – Zaman furûzân – far tarafından neşredilmiştir: Mevlânâ Celâleddin Muhammed maşhûr ba – Mevlâvî. Kitâb-i Fîhi mâ Fili, Tahran 1330 hş. Fîhi mâ Fîh ilk önce 1938 de Avni Konuk tarafından Türk-çcye çevrilmiş, fakat basılmamıştır (bk. Abdülbaki Göl-pınarlı, aynı eser s. 256). Eserin yeni türcümesi. Melih Tarikâlıya tarafından, yapılıp Millî Eğitim Bakanlığı Klâsikleri arasında çıkmıştır. Ondan sonra ayrıca Abdülbaki Gölpınarlı. tarafından üçüncü bir tercümesi (İstanbul. 1959) daha yapılmıştır.

(43) Bu eser. M. F. Nafiz Uzluk tarafından bastırılmıştır: Mevlânâ’nın Mektupları, düzelten Ahmet Renizi Akyürek İstanbul 1937. Anadolu Selçukluları gününde Mevlevî Bitikleri 2. Mektupların özet olarak mahiyetleri hakkında bk. Abdülbaki Gölpmarlı, Mevlânâ Celâleddin İstanbul 1952. S. 1 16 ve Türkiyal Mecmuası c. VI. 323 v.d.

(44) Mektııbât, nşr. Feridun Nafiz Uzluk. Önsöz s. 26.

(45) M. F. Nafiz Uzluk, müşterisinin, bu nüshayı Turhallı Celâleddin Yusuf tarafından. Mevlânâ’nın el yazısı ile yazılmış bir nüshadan istinsah edilen başka bir nüshadan istinsah ettiğini kaydetmekte ise de. kitabına naklettiği hitiş kaydından böyle bir mânâ çıkarmak imkânsızdır (kış. Mektııbât, önsöz. sh. 26).

(46) Djalâl al – Dîn Rumî, The Matlmavvi, edited froın the oldest nıanuscripts availabje ytjth çritiçal ııotes, trans-lıttion, and çoınmentary b\ Revnold A. Nicholsun Cill I – VII. London 1925 – 26. 1929. 1930. 1933 – 34. 1937: Türkçe tercümesi. Mesnevi, Maarif Vekaleti Şark – İslâm Klasikleri 1. tercüme eden. Veled Çelebi Izbudak ve Abdülbaki Gölpınarlı. İstanbul 1941 -1946 altı cilt.

(47) Bk. Cilt II. s. 155

(48) Bk. 287 – 288.

(49) Büyü ve din meseleleri hakkında en yeni görüşlerin güzel hir hulâsası için Doç. Nurettin Şazi Köse Mihal’in, Büyü ve din probleminin bugünkü dununu (Sosyoloji dergis sayı 7, s. 122 v. dd.) adlı makalesine bakınız.

(50) Mevlânâ’nın, keramet hakkında. Eflâkî’nin tercüme ettiğimiz eserinden de faydalanmak suretiyle muhtelif eserlerindeki fikirleri için bk. Abdülbaki Gölpınarlı. Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1952. s. 226 v. d.)

(51) S. X,

(52) Halil Edhem, Düvel-i Islâmîye, İstanbul 1927, S. 260; E De Zambaur. Maııuel de genealogie et de Clıronologie poıır l’histoire de Viskim, Hanovre 1927, s. 209. ve Cl. Huart, Les Saints des Derviches Toıır neıırs, Paris 1918. cilt I, s. s. 1 not.

(53) İslâm Ansiklopedisi, cilt III, s. 52.

(54) Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleckliıı, ikinci tabı, İstanbul 1952, s. 34; Sultan Veled. Veled-nâme, nşr. Celâl Humâyî, Tahran, ts. s. 188.

(55) Prof. H. Ritter Celâleddin Rûmî. islâm Ansiklopedisi cilt III, s. 54; Abdülbaki Gölpınarlı, ayni eser, s. 41; Bedî’u’z-Zamân Furûzânter, Risale dqf tahkik-i Mevlânâ Celâleddin Muhammed, Tahran, 1315, s. 16,

(56) Halil Edhem, Düvel-i İslâmiye, İstanbul, 1927, s. 13; E. De Zambaur, Manuel de Genealogie et ehronologie pour l’Histoire de Viskim, Hanovre 1927, s. 5.

(57) Alâeddin Atâ Melik Guveynî, Târîh-i Cihânguşâ, nşr. Muhammed b. Abdülvahhâb Kazvini, Gibb Mcmorial seriş. vol. XVI, Leyden-brill 1912. s. 105: d’Ohson, His-toire des Mangols, cill I. s. 294.

(58) Müneccim başı. cilt II. s. 616-17, 625. İtan el-Esîr. cilt XII. s. 315.

(59) İslâm Ansiklopedisi, cilt III, s. 49 Miikrinin Halil Yınanç taralından yazılan Celâleddin Hârizmşah maddesi.

(60) Cl. Huart. Epigraphie arabe d’Asie Minem; s. 75. no. 48.

(61) İbn-i Bibî el-Evâınirü’l – Alâ’iyye fi’l-umûri’l-Alâ’ivye, tıpkıbasım, Ankara, 1956, s. Türk Tarih Kurumu yayınlarından I. seri, no. 4 a) s. 70-71, 72-73; Mahtasar trc. 37. 72-74.

(62) Meselâ YunusEmre’nin muhtelif şehirlerde mezarının bulunduğu hakkında halk arasında dolaşan rivayetler gibi. bk. Abdülbaki Gölpınarlı. Yunus Emre-Hayatı-tstanbul 1936. s. 66.

(63) Halen, Doğu Anadolu’da. Bahâeddin Veled’le birlikte Horasan’dan Anadolu’ya gelen kimselerin soyundan olduklarını ve bu hususta yazılı şecerelerinin bulunduğunu söyliyenler vardır, (bk. M. Sadık Yiğitbaş, Kiği, İs-tanbul-Cemal Azmi Matbaası 1950, s. 253.

(64) Dr. Azmi Avcıoğlu. Karamanda Maden Mevlânâ Cami ve Türbesi, Konya Dergisi, yıl V, sayı 35, s. 208

(65) Sultan Veled. İhtida – nâme (Mesnevi -i Veledi) Celâl Humayi neşri Tahran, ts.. s. 1120 -91

(66) İbn-i Bibi aynı eser, s. 611. 6120. 692. 699; muhtasar, trc. 292.295

(67) Şikârî’ıün Karaman oğullan tarihi, Konya Halkevi -Tarih ve Müze Komitesi Yayınlan, sayı 2, Konya 1946 s. 20. 44.

(68) Anadolu da halk etimolojisi ile değişen bir kısım yer adları hakkında bk. Paul VVittek. Van der Bvzantiııischen zur Tiirkischem Topnvınie, Byzontion, cilt X. s. 1 1-64

(69) Alaeddin ‘Ata Melik Cüveynî. ayni eser, cilt lı, s. 305

(70) Bk. Halil Edhem . aynı eser, s.259: E. De Zambaur, ayni eser. s. 110

(71) İbn – Bibi Tarihi, Mufassal, s. 643: muhtasar, trc. 269

(72) Divan – i Sultan Veled. F. Nafiz Uzluk neşri, üzlük Basımevi. 1941, s. 226

(73) Şihabeddin Suhreverdî’nin Konya’ya gelişi hakkında bk. Ibn-i Bibi. ayni eser, s. 229 v. d.: muhtasar trc. s. 92 v.d.

(74) Kış. Ibn -i Bibi. aynı eser. s. 291 v.d; muhtasar trc. s. 153 v.d.; Kerimeddin Mahmud Aksarayı. Musâıneretu’l – alıbâr ve musâyeretu’l Alıvâr, nşr. Osman Turan. Türk Tarih Kurumu yayınlarından Ilı. Seri-Nı. 1, Ankara 1944. s. 33

(75) islâm Ansiklopedisi, Celâleddin Hârizmşah maddesi, cilt III. s. 52

(76) Bu mescidin 1896 yılındaki durumu hakkında bk. Frie-drich Saire. Reise in Kleinasien, Forschungen zıır Seldjukischeıı kıınsı ıııul Geograplıie dcs landes, Berlin 1896. s. 63

(77) İbn-i Bibi. ayni eser. mufassal metnin ve muhtasar tercümenin indeksinde Şemseddin Muhammed İsfahanı için işaret edilen bütün sahifeler. Ayrıca bk. Anadolu Selçukluları TarihiIII. nşr ve tere. Prof- Nafiz Uzluk. s. 32-33.

(78) Nasîr-i Tûsî, Zeyl-i Cilıânguşâ, Atâ Melik Guveynî’nin. neşri. Târîh-i Cihânguşâ, adlı eserinin, üçüncü cildi içerisinde, Mîrza Muhammed. Kazvînî, Leyden, 1937. s. 288.

(79) Kış. Halil Edhem, ayni eser, s. 217; E. De Zambaur, ayni eser, s. 143. Zambau’ın bu eserinde 682 yerine 681 kaydedilmiştir.

(80) Encyclopetlie de t’lslâm, Leyde-Paris 1927. cilt II, s. 746; Brockelmann, G A L, I, 332. Suppl, I. 568.

(81) İbni Bibi tarihinin “Anadolu SelçukîDevleti Tarihi” adiyle M. Nuri Genç Osman tarafından yapılan tercümesi, s. 199 not; Encyclopedie de Vİslam, cilt III, Müineddin Süleyman Pervane maddesi.

(82) Divani Sultan Veled, neşr. F. Nafiz Uzluk uzluk Basımevi. 1941 s. 453.

(83) Nâsıreddin-i Tusî, Cîhângûşâ Zeyli, s. 280 v.d.. Hvândemir. Habibıı’s-Siver. cilt II. s. 55, 57.

(84) Kerimeddin Aksarayî. Miisâmerelu’l-Ahbâr re Müsâyeretu’l-Alıyâr, neşr. Osman Turan s. 40-42. trc. s. i 36 137; Anadolu Selçukluları Tarihi, neşri Prof. Feridun Nafiz Uzluk trc, s. 35.

(85) Karimeddin Mahmut Aksarayî. aynı eser, s. 120. İre. 174. 203.

(86) Pervane ve Pervânelik: Kelebek (bilhassa geceleri ışığın etrafında uçuşan cinsi), haberci, general, kumandan, müfettiş, kadı hükmü, padişah fermanı gibi birçok mânalara gelen (bk. Steingass, Persian – Eglislı dic-lionary, London 1930, s. 245; Burhan -i Katı tercümesi, Mısır tabı 1251 H, s. 152) ve devlet teşkilâtında daha çok “ferman mânasını taşıyan pervane kelimesi ile, Anadolu Selçukluları devlet teşkilâtında büyük divanda (açıklamaya bk. ) bulunan arazi defterlerinde has ve dirlik olan limara ait tevcihleri yapan ve bunlar için menşur beratlar hazırlayan kimse kastedilir (İsmail Hakkı Uzun Çarşılı, Osmanlı devleti teşkilâtına methal, s. 104 v.d.) Mazdeiznr in kurucusu Mazdek’in. gökteki mabuda mukabil yerdeki padişahın önünde bulunan dört şahsın âlemleri idare etmek için tayin ettikleri yedi vezirden birine “Pervan” unvanı verilmesinden, pervane sözünün bu kelimeden geldiği anlaşılmaktadır. Bundan başka per-dedar mânasına gelen hâcib karşılı olarak ta gö-rülınektedir.(Şehrisianî’nin “Milel ve Nihel” adlı eseri ile Ebu’l – Fida tarihinden naklen ord. Prof. Şerefeddin Yalt-kaya, Beypars Tarihi tercümesi, istanbul. 1941 s. 5-6 not.)

(87) Aksarayî’nin eserinin tercümesinde bu cümle yanlış anlaşılmıştır.

(88) Anadolu Selçuklu devletinde, silâhhanenin muhafaza ve kumandanlığın üzerine alan. merasim ve alaylarda hükümdarın silâhını taşıyan kimseye enıîr-i silâh denirdi (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devlet: teşkilâtımı methal, s. 89)

(89) Baypars tarihînde Pervâne’nin. vezir Fahreddin’e gelen mektuplardan önceden haberi, olduğuna dair bir kayıt yoktur. Sadece, müineddin Pervane bu mektuplardan haberdar olunca 671 yılının Ramazan ayında onu sorguya çektikten sonra oğlu ile birlikte Osmancık Kalesine hapsettirmiştir. denilmektedir (Ord. Prof. M. Şerefeddin Yaltkaya tercümesi. Türk Tarih Kurumu Yayınlarından II. seri – not 3. İstanbul 1941 s. 22 – 23 )

(120) İbn – i Bibi Tarihi aynı eser ve muhtasar tercümesinin; Kerimededir) Mahmut! Aksarayî, Musıneretu’l – ahbâr ve Musâyeretu’l – ahyâr’m ve Baypars Tarihi’nin indekslerinde Müineddin Pervane adının geçtiği bütün sa-hifelere ve ayrıca Encylopedic de I’İslâm, cilt III. s. 752 de J. H. Kramers’in Müineddin Süleyman Pervane maddesi ve Konya Dergisi cilt I. s. 207, 209. 864. 869. bakınız.

(91) İbn – i Bibi ayni eser, indeksle işaret edilen yerler muhtasar trc. s. 93. 187-7. 199, 228 – 239. 242 249. 255: Keriıneddin Mahmud Aksarayî. ayni eser. s. 36-38. 95.

(92) Taşthane: Leğen manasına gelen “taşt” ile ev manasına gelen “hane” den teşekkül eden bu tabirle, Selçuk hükümdarları sarayında, hükümdarın yemeğe otururken veya yemekten sonra el yıkadığı ve kılıcının, elbise, çizme, oda takımları ve sai-rcııin bulunduğu daire kastedilir. Bu dairenin idaresini üzerine alan ve aynca emrinde hizmetçiler de bulunan kimseye laştdar veya taşti denilirdi (bk. İsmail Hakkı Uzunçarşılı. Osmanlı Devleti teşkilâtına methal, s. 92)

(93) İbn-i Bibi. aynı eser ve muhtasar tercümesinin indekslerinde Celâleddin Karatay adı altında zikredilen bütün sahifeler. Aksarayî, Müsâmeteru’l – ahbâr… s. 36 -38, 95. trc 133 – 134. 177; M. Ferit Uğur. M. Mes’ud Koman. Büyük Karaim Medresesi, Konya Dergisi, II,teşri/f 1942 sayı 49-50, s. 35; Prof. Osman Turan. Selçuk Devri Vakfiyeleri, Belleten., cilt XI.Temmuz 1947. s. 415-429.

(94) Divan – i Sulum Veled neşr. Feridun Nâfız Uzluk, Uzluk Basımevi. 1941. s. 230-231 ve Önsöz s. 84

(95) Risale – i Feridun b Ahmed Sipehsâlâr, nşr. Sâ’id. NelTsî Tahran. 1325 H. s. 329

(96) Mektubât -i Meviânâ Celâleddin, Uzluk neşri, İstanbul 1937, s. 20, 95. 125; Konyalı Ebubekr b. Zeki’nin hayatı ve bu eserinin nüshaları hakkında bk. A. Ateş, VI – VIII (XII – XIV) asırlarda Anadolu’da yazılmış farsça, eserler, Türkiyat Mecmuası, cilt VII – VIII. cüz 2. s. 120; Feridun Nafiz Uzluk, Mektubât- Mevlâna Celâleddin. Önsöz s.b 22 – 23 not. Eserin, bu iki eserde zikredilen nüshaları dışında bir nüshası da Parist’te Bibliotheque Naıion-ale’de bulunmakladır.

(97) Feridun b. Ahmed. aynı eser. 114. 116. müddet daha yaşayıp öldüğü anlaşılır.

(98) Meliku’s – Sevâhil: Sahilde bulunan vilâyetlerin vali ve kumandanlarına verilen bir unvandır. Emir- i Sevahil de denilir (İsmail Hakkı Uzunçarşılı,avnı eser. s. 130)

(99) İbn , Bibi. aynı eser,, s. 689, 693, 696. 698. trc. 2120 -293; aksarayî, Musâmeretıı’I – Ahbâr…, s. 74, 122, trc. 162, 204. Ayrıca bk. Türkiyat Mecmuası. II. s. 10.

(100) Kerimeddin Mahmut Aksarayî, ayni eser, s. 75; ibn- i bibi, ayni eser, s. 646 trc. 271 ve ayrıca indeks s. 316.

(101) Aksarayî tercümesi, s. 316. nafiz Uzluk’un notu.

(102) İsmail Hakkı uzunçarşılt, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 45, 103.

(103) İbn – i Bibi. mufassal metin. s. 656. 664 – 65 725. 730 -31. 733 – 34, trc. 277, 281 – 282. 300; Aksarayî. ayni eser. 74, 89. 93, 97. 100, 102. trc. 162. 173. 176. 179. 181. 226.

(104) Abdülbaki Gölpınarlı. Mevlânâ Celâleddin, ikinci tabı İstanbul, 1952 s. 241 -42

(105) Baypars Tarihi. Türkçeyc Çeviren. Ord. Prof. M. Şer-efiiddin Yaltkaya. İstanbul. 1641. Türk Tarih Kurumu yayınlarından. II. esiri – no. 3. s. 39 v.d.

(106) Bk. İslâm Ansiklopedisi, cilt II. s. 845

(107) İbıı – i Bibi. ayın eser. s. 650 v.d. ire. 269 v.d.

(108) Kerimeddin Mahmud Aksarayî Müsâmeretu’l Ahbâr…,neşr. Osman Turan, s. 87 v.d., trc. 169 v.d.

(109) kerimeddin Mahmud aksarayî. ayni eser, s. 86 – 87; trc. 170 – 17!.

(110) Risale , i Sipehsâlâı; neşri. Sa’îd Nefisi s. 154.

(111) İptida – nâme, neşri. Celâl Hiimayî s. 327 – 327, 330 v.d.

(112) Mektubât, neşri, Uzluk s. 56.

(113) Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1958, s.33

(114) Sultan Veled, Dîvan, s. 93 – 4; manzumenin tercümesi ayni eser. önsöz, s. 76

(115) M. Halil Yinanç. Danişmendliler, islâm, Ansiklopedisi, cilt III, s. 468 – 69. 475.

(116) Kerimeddin ınahmut Aksarayi. a\ni eser, 49, 154. 319; trc. s. 154. 348

(117) Mektubât – i Mevlânâ. neşr. Uzluk s. 95

(118) Aksarayı, ayni eser, indekste işaret edilen bütün sahi feler.

(119) İbn – Bîbî, aynı eser, 633 – 4, 647; muhtasar trc. 265 – 271.

(120) Mektubat – i Mevlânâ Celâleddin , nşr. Uzluk s. 27. 63 -64, 80. 91, 102, 111. 122. 140. Mektupların hulâseten mahiyetleri hakkında bk. Şerefettin Yaltkaya’nın, eserin uzluk neşri hakkındaki yazısı, Türkiyat Mecmuası, İstanbul. 1939. cilt VI, sah. 327. 330. 332, 334-337,339.

(121) Daha fazla malûmat için bk. Köprülüzade Mehmet Fuad, Anadolu’da İslâmiyet, Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, yıl 1338 H. sayı 4-5-6 dan ayrı basım. s. 54 not 2

(122) Risale – i Şipelısâlâr’a. naşiri Said Nefisi tarafından ek­lenen notlar, s. 350

(123) İbn – Bîbî. avın eser, s. 626: muhtasar trc. 261

(124) Alâeddin Ata Melik el-Cüveynî, Cihân-guşâ, nşr. Mu-hammed B. Abdulvahhab Kazvînî. cill III. s. 467 – 470.naşirin notu.

(125) Sahib Divan: Devletin umumi veya mali askeri, adliye yazı işlerini gören divan’a başkanlık eden vezire denir (İsmail Hakkı Uzunçarşılı. Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal. s. 42)

(126) Biyografisi için bk. Nefelıâtu’I-uns, Lâmi’i-i Çelebi tercümesi. İstanbul 1289, s. 487 ve Hamdullah Mustavfî, Târih-i Guzîde, Edward G. Browne neşri. Leyden and Londa 1910. s. 789 ve 791.

(127) Bedi’uz – Zaman Furûzân – far. Risâlâ dar Talıkik-i alıvâl-i ziiHİagâıı – /’ Mevlânâ Celâleddin Muhammed, Tahran 1315 H. s. 141

(128) ayni eser. s. 138- 139

(129) Gerek Bedîuz-Zamân Furûzân-far, gerekse ondan naklen Abdülbaki Gölpınarlı, her halde bir dalgınlık eseri olarak Eflâki’nin s. 73 de Seyyid Burhaneddin Muhakkik -i Tirmizfden nakledilen rivayette geçen Mevlânâ’nın büyük annesi (cedde), dedesinin babası Ahmet hatibinin annesi olarak göstermişlerdi, (bk. Fuiûzân – far, amı eser, s. 6, Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâkddin, İstanbul 1952 . . 38). Halbuki gerek eserin karşılaştın lan eski nüshalarında, gerekse Furûzân – far’ın, kendi eserine aldığı parçada aynen geçen “cedde” kelimesi, anne anne veya baba anne mânasına gelir (bk. Kamus tercümesi, İstanbul 1304, cilt, I, s. 1096 ve Gıyâsu’I – luga, s . 118). Kaldı ki buradaki “cedde” kelimesiyle baba anne de kasdedilmiş değildir; çünkü müellif, bu sahifede Arapça “cedde” kelimesini tamamen kaldırmış daha açık bir ifade ile bizim anne anne tabirinin tam karşılığı olan farsça “mâder – mâder” sözünü koymuştur (bk. metin III. 219).

(130) Hayatı ve eserleri hakkında bk. Brockelmann, GAL, /, s. Sııpp. 1, s. 638.

(131) Abdülbaki Göhpınarlı. aynı eser, s. 42; Muhammed b. Huseyn-i Hatîbî -yi Belhî, Maârif – neşr. BedîVz -Zaman Furûzân -far. Tahran. 1333, s. 354 – 356 ve naşirin mukaddimesi, s. 5.

(132) İbn – i Bîbî, aynı eser ve muhtasar tercümesi; Aksarayi, Müsânıetenı’l – Ahbâr ile Târih – i Âl – i Selçuk der Anadolu, uzluk neşri, endekslerinde işaret edilen bütün sa-hifeler.

(133) Mektııbât -ı Mevlânâ Celâleddin, nşr. Uzluk. s. 95

(125) Sahib Divan: Devletin umumi veya mali askeri, adliye yazı işlerini gören divan’a başkanlık eden vezire denir (İsmail Hakkı Uzunçarşılı. Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal. s. 42)

(126) Biyografisi için bk. Nefelıâtu’I-uns, Lâmi’i-i Çelebi tercümesi. İstanbul 1289, s. 487 ve Hamdullah Mustavfî, Târih-i Guzîde, Edward G. Browne neşri. Leyden and Londa 1910. s. 789 ve 791.

(127) Bedi’uz – Zaman Furûzân – far. Risâlâ dar Talıkik-i alıvâl-i ziiHİagâıı – /’ Mevlânâ Celâleddin Muhammed, Tahran 1315 H. s. 141

(128) ayni eser. s. 138- 139

(129) Gerek Bedîuz-Zamân Furûzân-far, gerekse ondan naklen Abdülbaki Gölpınarlı, her halde bir dalgınlık eseri olarak Eflâki’nin s. 73 de Seyyid Burhaneddin Muhakkik -i Tirmizfden nakledilen rivayette geçen Mevlânâ’nın büyük annesi (cedde), dedesinin babası Ahmet hatibinin annesi olarak göstermişlerdi, (bk. Fuiûzân – far, amı eser, s. 6, Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâkddin, İstanbul 1952 . . 38). Halbuki gerek eserin karşılaştın lan eski nüshalarında, gerekse Furûzân – far’ın, kendi eserine aldığı parçada aynen geçen “cedde” kelimesi, anne anne veya baba anne mânasına gelir (bk. Kamus tercümesi, İstanbul 1304, cilt, I, s. 1096 ve Gıyâsu’I – luga, s . 118). Kaldı ki buradaki “cedde” kelimesiyle baba anne de kasdedilmiş değildir; çünkü müellif, bu sahifede Arapça “cedde” kelimesini tamamen kaldırmış daha açık bir ifade ile bizim anne anne tabirinin tam karşılığı olan farsça “mâder – mâder” sözünü koymuştur (bk. metin III. 219).

(130) Hayatı ve eserleri hakkında bk. Brockelmann, GAL, /, s. Sııpp. 1, s. 638.

(131) Abdülbaki Göhpınarlı. aynı eser, s. 42; Muhammed b. Huseyn-i Hatîbî -yi Belhî, Maârif – neşr. BedîVz -Zaman Furûzân -far. Tahran. 1333, s. 354 – 356 ve naşirin mukaddimesi, s. 5.

(132) İbn – i Bîbî, aynı eser ve muhtasar tercümesi; Aksarayi, Müsânıetenı’l – Ahbâr ile Târih – i Âl – i Selçuk der Anadolu, uzluk neşri, endekslerinde işaret edilen bütün sa-hifeler.

(133) Mektııbât -ı Mevlânâ Celâleddin, nşr. Uzluk. s. 95

(134) Alabeklik. Anadolu Selçuklu devletinde, kabineye dahil olup. hükümdarın mutemcdliğini yapan ve şehzadelerin terbiyesini üzerine alan zatın yaptığı vazifeye denirdi (İsmail Hakkı Uzunçarşılı. ayni eser, s. 51)

(135) İbn – i Bîbî. Aksarâyî ve Baypars tarihlerinin indekslerinde işaret edilen bütün sahifeler. Bayrars tarihinde (s. 157). Baypars’ın serbest bıraktığı esirler arasında Mecdeddin Atabek’in de adı geçmekte ise de. yanlış olmalıdır, zira Elbistan savaşında esir düşenler arasında onun yerine kardeşi Emir Kutbeddin Mah-mud’un adı geçmektedir (Bk. ayni eser, s. 86).

(136) Mektûbât. s. 14.16,22.58.71.124.

(137) İbıı – i Bîhî. aynı eser, s. 289. aksarayi, ayni eser, s. 46. trc. s. 141, 193 v.d.. ; cbu Bekr Zekî’nin Ravzâtıı’I -Kiiltâb… adlı eserinden naklen Mevlânâ’nın Mektûbât’ına, alınan manzume, önsöz, s. 23. ve ayrıca Mevlânâ’nın. 21, 32.39.66,87,101.103.117.119.142”deki mektupları.

(138) Aksarayî. aynı eser, İbn . i Bîbî. aynı eser, indekste işaret edilen sahifeler; Reşjdeddin Fezl’ullah b. Imadı’d . devle. Târih – ı Gazan Han, neşr. Kari Jahn. Gibb Me-morial New SeriesXIV. Löndon, 1940. s. 87 – 97: Halil Edhem, Düvel – ; İslâmixxe, s. 303.

(139) Furûzân – far, adı geçen eserinde (s. 45), Eflâkî’nin, Mevlânâ’mn tahsilini ilerletmek için, babasının ölümünden iki yıl sonra Haleb’e gittiği hakkındaki kaydı yerine. Sultan İzzeddin Keykâvus II nin Mevlânâ’yı Konya’ya davet etmek üzere Berdeddin Yahya’yı gönderdiği hakkındaki kaydını nazar – ı itibare alıp, 645 -647 yıllan arasında Haleb’e gittiğini yazmakta ise de Şems -i Tebrizînin, bizzat kendi Makalât’mda yazdığı gibi 642 H. / 1244 M. de Konya’ya geldiği ve bu tarihte de Mevlânâ’nın Konya da bulunduğu ve Gıyaseddin Keyhusrev II nin hükümdar olduğu (bk. Halil Edhem, Düvel -i tslâmiyye, s. 217) ve Şam’dan döndükte 638 de ölen Burhaneddin Muhakkik -i Tirmizî ile görüştüğü gö-zönünde tutulursa, bu tarihlerin ve Eflâki’nin eserinde geçen İzzeddin Keykâvus adının yanlışlığı kendiliğinden anlaşılır. Furûzân – far’ın bu fikri. Abdülbaki Gölpınarlı tarafından da tasvip edilmemektedir (bk. Mevlânâ Celâleddin. İstanbul 1952, s. 44 – 45).

(140) Ebû Bekr Zeki. Ravzatu’l – Kiittâb. Üniversite Kü-tüphenesi. Fy 585 varak: 9 b. 12b. 38a

(141) Fahreddin – i Irakî’nin Fatih Kütüphanesinde 3844, 3845 no. iarda kayıtlı divanlarında bulunan ve A.J. Arberry tarafından. Uşşak – nâme adlı aseri ile birlikte neşredilen tercüme – i hal kısmı. s. 2 – 26 ve aynı tercüme -i halden naklen. Câmî. Nefelıâttı’l – b’ııs, trc. Lâmi”i Çelebi, s. 671 Devletşâh. Kitâb – i tezkiretü’ş-işıterâ, E.L. Broune neşri. London -Leide 11201. s. 215 216; ve Süleyman Fehim tarafından Sefıımetu ‘ş – Şıterâ adiyle yapılan türkçe tercümesi. İstanbul 1259 H.. s. 105; Ham-dullah el – Mustavfi. Târih – i guzîde, E.G. Brovvne neşri. London. 1910. s. 822.

(142) Divanın. Fatih Kütüphanesindeki iki nüshası dışındaki yazma nüshaları için bk. Ethe, Catologue of Persian Maunuscripts in the library of India Office, cilt II, s. 654, lwanow, Concise desciptive catolgııe of Persian Maııuscriptsin’tlıe colleetion of Asiatic Society of Ben-gal, Calcutta 1924. s. 227 – 228.

(143) Lemaât’m, İstanbul ve diğer dünya kütüphanelerinde bulunan nüshaları ile muhtelif şerhleri hakkında bk. der İslâm cilt XXI. s. 96 v. d’ S. Yetkin tarafından Parıltılar adıyla türkçeye çevrilmiştir. İstanbul. 1948.

(144) Şeyh Fahreddin – i Irakî. Uşşak – nâme, neşr. ve In-gili/ceye tercüme eden. AJ. Arberry. London, 1939, Islâmic researeh association series no. 8

(145) Emîr – i devât: Büyük divanda diviti taşıyan ve mahrem evrakı yazıp muhafaza eden memur (İsmail Hakkı Uzurt-çarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına methal, s. 9])

(146) İbn – i Bîbî, aynı eser. s. 170 – 171, 427 – 429.

(147) İbn – Bîbî. aynı eser. s. 498 – 501. 503. trc. 206 – 209.

(148) Fual Köprülü, Anadolu’da islâmiyet, s. 56 – 61; Ab-dülbaki Gölpınarlı. Yunus Emre – hayatı, İstanbul, 1936 s. 5-6

(149) İbn – Bîbî, aynı eser, 727 – 728. trc. 299

(150) Halil Edhem, Düvel – i fslâmivye, İstanbul 1927, s. 303 304.

(151) İbn – i Bîbî. aynı eser, fihristle işaret edilen yerler. Ayrıca bk. İslâm Ansiklopedisi, cilt VI, s. 316; Türkiyat Mecmuası, cilt II. s. 19 v.d.

(152) Memleketin muhtelif yerlerinde yaptırdığı eserler için bk. M. Ferit ve M Mes’ut. Selçuk veziri Sahib Ala ile oğullarının luı\aı ve eserleri, İstanbul 1934.

(153) İbn – Bîbî, avnı eser; Aksarayî, aynı eser. Baypas tarihi fihristlerinde işaret edilen bütün sahifeler.

(154) Aksarayi’nin adı geçen eserinde ve Uzluk tarafından neşredilen anonim tarihte 687 de öldüğü yayıtlı ise de Konya’da bulunan mezar taşında 684 H tarihi vardır (krş. Aksarayî avnı eser, s. 150; Tarih – Âl – i Selçuk eler Anadolu, s . 49; Halil Edhem, Kayseriye şehri, 104. 273).

(155) İbn – Bîbî ve Aksarayî’nin adı geçen eserlerinin fihristlerinde işaret edilen bütün sahifeler.

(156) Şahabeddin Uzluk. Mevlânâ’nın Ressamları, Konya Halkevi Güzel Sanatlar Komitesi Yayınlar, eseri, 1. no. 1, Konya 1945.

(157) Tavsifi için bk. istanbul Kitaplıkları Tarih – Coğrafya yazmalar katalogları, I. Türkçe tarih yazmaları, fasikül 6. s. 533. İstanbul, 1946

(158) Abdulbaki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953, s. 14

(159) Muhtelif nüshaları için bk. H. Ritter. Philogika XI. Der İslâm. Berlin 1942.’cilt XXVI. s. 130 ve Milli Eğitim Bakanlığı Kitaplıklar Katalogları yayınlarından. İstanbul Kitaplıkları Tarih – Coğrafya Yazmaları katalogları I. Türkçe Tarih yazmaları, fasikül altı. s. 444.

(160) Sicili – i Osmani cilt 11, s. 162; M. Tâhir Osmanlı müellifleri, İstanbul. 1342 h. cilt III, s. 321

(161) Une liste des ımııuıscriis choisis parıni les bibliothec/ues de Bursa, Publiee â I’occasion du XXXII. congres inter-national des orientalistes, İstanbul. 1951, s. 9

(162) Tavsif için bk. İstanbul Kitaplıkları Tarih Coğrafya yazmaları katalogları I. Türkçe Tarih Yazmaları, fasikül 6, s. 450

(163) Muhtelif nüshaları için bk. H. Ritler, Philoloaika XI. Der İslâm, cilt XXVI. s. 131.

(164) Türkiyat Mecmuası, cilt I, s. 201

(165) Rahmetli Tahir Olgun’un bu nüshasını hocasından alıp faydalanmamızı temin eden arkadaşım Dr. İbrahim Kutluk’a teşekkürlerimi bildirmeği bir borç bilirim.

(166) Bk. H. Ritter, aynı eser, s. 129 v.d.

Önsözü ve Sondaki Açıklamayı Hazırlarken Faydalanılan Eser

1 Abbas İkbâl, Hânedân-i Nevbahtî, Tahran 1311 H. Ş.

2 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, hayatı, felsefesi, eserleri, eserlerinden seçmeler. Birinci ve ikinci basımı, İstanbul 1951, 1952.

3——-, Mevlânâ’dan sonra Mevlevilik, İstanbul 1953.

4——-, Yunus Emre-Hayatı-\s\&nb\ı\ 1936.

5——-, Yunus Emre dîvanı, İstanbul 1948, cilt II-1II

6——-Melâmilik ve Melâmiler, İstanbul 1934.

7 Ahmed Ateş, VI-VII1 (XII-XIV) asırlarda Anadolu’da yazılmış Farsça eserler, Türkiyat Mecmuası, cilt VII-VIII, cüz 2.

8 Aksarayî Kerimeddin Mahmud, Müsâmeretü’l-ahbâr ve müsâyeretü’l-ahyâr, neşr, Osman Turan, (Türk Tarihi Kurumu yayınlarından III seri No. 1), Ankara, 1944, ve “Sel-çııkî devletleri tarihi” adıyla M. Nuri Gencosman tarafından yapılan Türkçe tercümesi, Ankara 1944.

9 el-Ankaravî, Rusûheddin İsmail b. Ahmed. Şerlı-i Mesnevi, İstanbul-Matba-yi mire İstanbul 1289, cilt I-VII.

10——-Minhâcu’I-fukara’, İstanbul 1276 H.

11 Attâr, Ferîdeddin, Tezkiretıt’l-evliyâ’, neşr, Reynold A. Nicholsun, Leyden, 11207, cilt 1-11.

12 Bahâeddin Veled (Sultanu’l-Ulemâ), Maârif, İstanbul Üniversite Kütüphanesi, FY 602.

13 Baypars tarihi, Şerefeddin Yaltkaya tercümesi (Türk Tarih Kurumu Yayınlarından II, seri no 3), İstanbul, 1941.

14 Bedî’u’z-zamân Furûzan-far, Risale der tahkik-i ahvâl u zindegânî-i Mevlânâ Celâleddin Muhammed meşhur be Mevlevî, Tahran, 1315 H. Ş.

15 Brockelmann, Cari., Geschichte der arabischen litteratur, Leiden 1943, 1949, cilt I-II.

16——-, Geschichte der arabischen litteratur supplementband, Leiden 1937-38, 1942, cilt l-III.

17 Burhaneddin Muhakkik-i Timizî, Maarif Çeviren Ab-dülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1972.

18 Camî, Nefehâtü’l-üns, Lâm’î Çelebi tercümesi, İstanbul, 1289.

19 Cüveyni, Alâeddin Ata Melik, Tarilı-i Cihâııgûşâ, neşr, Mirza Muhammed Kazvînî, Leiden, 1937. cilt £-111.

20 Demîrî şeyh Kemâleddin, Kitabu hayâtı ‘l-hayavân, Mısır, 1275.

21 Der İslâm, cilt XXII, XXVI.

22 Dozy, R., Supplement aux dictionnaires arabes, Leyde, 1881, cilt, I-II.

23——-, Dictionnaire des vetemens chez les arabes, Amsterdam, 1845.

24 Ebû Bekr Zeki, Ravzatu’l-kuttâb ve hadtkatu’l-elbâb, Üniversite Kütüphanesi, FY 589.

25 Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı dergisi, cilt II, sayı 12/2-4, İstanbul, 1948.

26 Encyclopedie de 1’islam, Leyde-Parıs, 1927. cilt II-III.

27 Fahreddin-i haki, Uşşâk-nâıne, neşr. A. J. Arberry, Lon-don, 1939.

28 Feridun b. Ahmed Sipehsâlâr, Risâle-i Feridun b. Ahmed Sipehsâlâr der alıvâl-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevi, neşr. Saîd Nefîsî, Tahran, 1325 H. Ş.

29 Friedrich Sarre, Reise in Kleinasien, forschungen zur Seki-jukischen kıtnst uncl Gegraplüe des landes, Berlin, 1896.

30 Fuad Köprülü, Anadolu’da tslâmiyyet, Edebiyat Fakültesi mecmuası, yıl 1338, sayı: 4, 5. 6 dan ayrı basını.

31——-. Halk edebiyatı ansiklopedisi, İstanbul 1935.

32——-, Anadolu Selçuklular tarihinin yerli kaynakları, Belleten 1943. cilt VII, s. 422 v.d.

33——-, Türk edebiyatında ilk mutasavvıflar, İstanbul. 1918.

34 Gıyaseddin, Gıyâsu’l-lıtgat, Nolkişor (tarihsiz)

35 Hamid ZUbeyr, Mevlevilikte matbah terbiyesi, Türk Yurdu, cilt V,

36 Hilmi Ziya Ülken, İslâm düşüncesi, (İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınlarından) İstanbul, 1946.

37 Huart, CL, Les Saints des derviches tourneures, Paris, 1918, 1922, cilt I-II.

38 Hulvî Şeyh Cemaleddin Mahmud, Lemezât, Dil ve Tarih-coğrafya fakültesi kütüphanesi, İsmail Saip kitapları 1/722

39 Hvândemîr, Gıyaseddin b. Humameddin Muhammed, Habîbu’s-siyer fi ahbâri afrâdi’l-beşer, cilt I-III, Bombay 1273/1837.’

40 İbn-i Bîbî, Nâsıreddin Hüseyin b. Muhammed, el-Evâmiru’l-Alâ’iyye fi’l-umûri’l-Alâ’iyye, Ayasofya Kütüphanesi 2985 numarada kayıtlı yazma nüshanın Türk Tarih Kurumu tarafından taksimle suretile basılan nüshası ve bu eserin, müellif daha hayatta iken (680-684 H.) meçhul biri tarafından “Selçukname” adıyla kısaltılıp sonradan Houtsma tarafından neşredilen (Leyden) 11202 nüshanın M. Nuri Çjpnç Osman tarafından “Anadolu Selçuki Devleti tarihi” adıyla yapılan Türkçe tercümesi, Ankara-Uzluk Basımevi 1942.

41 islâm Ansiklopedisi. Şimdiye kadar basılan ciltlerinde mevzumuzu ilgilendiren maddeler.

42 Journal Asiaticjue, cilt XIX, Avril-Juin 1922.

43 Kasını Gani Dr., Tarih-i tasavvuf der İslâm, Tahran, 1322 H.

44 Kemâleddin Efendi, Harirî-zade, Tibyan vesa’-ili’l-haka’ik fi beyân selâsili’t-tarâ’ik, Fatih Kütüphanesinde 430. 431. 432 numaralarda kayıtlı yazma nüsha.

45 Konya Dergisi, muhtelif sayılan,

46 el-Kuşeyri, Ebtf 1-Kasim Abdulkerîm b. Havazin. Risale, Bulak, 1287 H.

47 Mehmed Süreyya. Sicill-i Osmânî, cilt II. İstanbul, 1308.

48 Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevi, Bombay, 1315.

49——-, Fîhi mâ fili neşr. Bedî’u-zaman Furûzanfar Tahran, 1330 hş.

50——-, Mektûbât düzelten Ahmet Remzi Akyürek. bastıran M. F. Nafiz Uzluk, İstanbul, 1937.

51 Muhammed b. Hvândşâh, Tcîrih-i Ravzatu’s-sefâ, Bombay,1271, cilt I.

52 Muzeffer Erdoğan, izahlı Konya bibiliyografyası, İstanbul-Anıl matbaası, 1952.

53 Reşiddeddin Fazlullah, Târîh-i Gazânî nşr. Kari Jahn, Prag, 1941.

54 Sadık Yiğitbaş, M., Kiğı, İstanbul, 1950.

55 Sâkıb Dede, Sefine-i nefise-i Mevleviyân Mısır 1283, Matbaa Vahbiyye.

56 Sultan Veled, Muhammed Bahaeddin, Divan, neşr. M. N. Uzluk, Ankara, Uzluk basımevi, 1941.

57——-,İbtidâ-nâme” adıyla Celâl Humayî neşri. Tahran 1315 hş.

58——-, Rebâb-nâme, İstanbul Üniversite Kütüphanesi FY 679

59——-. İntiha-nâme, İstanbul Üniversite Kütüphanesi Fy 1009

60——-, Ma’ârif, İstanbul Üniversite Kütüphanesi FY 672 ve Meliha Tarıkâhya tarafından yapılan tercümesi.

61 Şemseddin-i Tebrizi, Makalât, İstanbul Üniversite kütüphanesi, FY 679.

62 Tahir, Bursalı Mehmed, Osmanlı müellifleri, İstanbul, 1342. cilt III.

63 Tahânavî, Kasşâf Istilâhât el-funûn, nşr. Sprenger, Kalküte, 1862.

rumi-motif

EFLÂKÎ’nin Önsözü

RAHMAN VE RAHİM OLAN TANRl’NIN ADIYLE

(1) Velilerinin kalblerini mâna ve beyan ışık-larıyle aydınlatan, insanın dili üzerine faziletin bolluğundan bilgelik ve açıklık pınarları akıtan, vahiy hakikatlerinin bulunmasını akıl, gelenek ve ishat yoluyla ilham eden Tanrı ‘ya hamdolsun.

“İnsanları, doğru yola ulaştırmak için önceden Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’an’ı gökten indiren odur”. (K., III, 3-’). Gece ile gündüz, biribirini takibetikçe, Nesr yıldızları karşı karşıya durdukça, Tanrı ‘nın yarattığı insanların en hayırlısı ve onun hakkını gözetmekte en emin olan Muhammed Mustafa’ya, onun ailesi ve arkadaşlarına selâm olsun.

Sayısız hamd ve sonsuz, şükür, zamanın yüzünü gerçek bilgi ışıklariyle aydınlatan, yer yüzünü parlak eserleriyle güzelleştiren, onu Dedenlerin beşiği ve hayvanların karargâhı yapan Tamı Hazretlerine mahsustur. O, öyle bir mabuttur ki, bilgisinin olgunluk noktasına ulaşmak için dokuz dairenin (feleklerin) çizgileri biribirine girmiştir. Ve onun nimetlerini yaymada akl-i küllün hal dili tutulmuştur. O, öyle bir cömertlik sahibidir ki, yer ve gökte lütuf ve ihsanını istiyenlerin dilekleri avlar ve yıllarca sürse de yine onun nimet hazinesini tüketeınez. Suçlu kulların suçlarının çokluğu, çöl kumlan kadar sayısız olsa da yine onu bağışlamaktan alıkoyamaz. Öyle bir lütuf sahibidir ki, ana rahmi gibi olan dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının rahimlerini merhamet yağmurlarının damlalarından kız çocuğu gibi olan nebatlara gebe kılar. O, insan türüne, “biz insanı en güzel biçimde yarattık” (K., XCV, 4) âyetinin ölçülü bicili olgunluğunun elbisesi ile özel bir tabiat verdi. Nihayet bu sebeple insanların nefislerinde, yuvarlak türbe kubbesinin mumu ve inci gibi yıldız şamdanının kandili olan asıl akıl cevherinin faziletlerinin bolluğunu kabul etmek için istidat hâsıl oldu. Ve bu vasıta ile insanlar, sapıklık çukurlarından çıkıp doğru yola girmenin yüksekliklerine ulaştılar.

Şiir (Arapça):

“Dünyanın işlerini hiçbir haksızlık yapmadan, istediği gibi yürürlüğe koyan Tanrı mübarek oldu.”

Kâinatın en asili ve yaratıkların en olgunu “Beni gördüğünüz gibi namaz kılınız. “ mihrabının öncüsü, “de ki Tanrı ‘yi seviyorsanız bana tâbi olunuz’ (K., 111, 31) âyetinin seksiz şüphesiz kılavuzu “bana biy ‘at edin “ denizinin kıymetli ve değerli incisi,

Şiir (Arapça):

“Peygamber olgunluğu ile en üstün dereceye yükseldi ve yüzüyle de karanlığı aydınlattı.

Onun bütün ahlâk ve hasleti güzel oldu. Ona ve onun ailesine selât getirin. “

şiirinin hakkında vârid olduğu Muhammed adlı, hamdedilmiş makamlı ve en övünülmüş düzenli Peygamberin ve onun ailesinin, ona uyanların, onun kardeşlerinin ve onun yolunda olanların üzerine en yüksek selâmlar olsun.

Şiir:

“Onun ruhuna ve onun çocuklarının yaşadığı devirlere yüzbinlerce aferin”

“O elçinin halife olan mutlu o’ğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır”.

“Onlar Bağdad’dan, Herat’dan veya Rey’den olsalar da, arada cismanî bir bağ ve yakınlık bulunmasa da yine onun soyundan sayılırlar”.

“Gül, nerede biterse bitsin, yine güldür. Şamp küpü, nerede kaynarsa kaynasın, içinde kaynayan yine şaraptır”.

“Güneş, batıdan da doğsa, yine güneştir, başka bir şey değildir”.

(2) Besmele, selât ve selâmdan sonra, ey okuyucu, (Tanrı seni mutlu kılsın ve onun ruhiyle kuvvetlendirsin) bil ki: Şeyh hazretleri, ariflerin sultanı, hali olgunluk derecesinde olan keşif erbabının delili, insanların olgunlarının özü, evtâd ve abdal ‘in kendisine uydukları, Hakk ‘in ve din ‘in celâli, Çelebi Arif (Tanrı onun yaygın olan gölgesini uzun etsin)’in muştulu emriyle 718 H. (1318 M.) tarihinde, onun yüce babalarının, kerim olan atalarının ve ileri gelen halifelerinin (Tanrı onların ruhunu kutlasın ve kutsallık makamlarında onların fetihlerini devam ettirsin) kerametlerini içine alan bu şerefli kitabın yazılmasına ve yüce tertibin terkibine başlanıldı. Bu toprağa mensup olan kul (Tanrı onun, doğru yoldan çıkması ve kaleminin sürçmesiyle doğan günahlarını bağışlasın) sözlerine güvenilir ve Tanrı’dan korkmada biribirleriyle aynı ayarda olan hayırlı insanların faziletlilerinden ve hür insanların ulularından sorma ve haber alma voliyle rivayet ve hikâye kabilinden akledip nakletmiş olduğum menkıbeler üzerinde, gücüm nisbetinde büyük bir istek ve gayretle çalıştım ve bu şarabı hazmedilir bir hale getirmek için çok uğraştım. Gönlümde, bun-. iarın doğruluğuna kanaat getirdikten sonra huzur içinde yaşıyan ve aynı nurdan aydınlanan kardeşler arasında dünyanın sonuna kadar unutulmaz bir hâtıra olması için bunların hepsini on bölümde topladım. “Bunlar mev’izedir istiyen Rabbine yol ittihaz eder. “ (K., LXX1U, 19) ve kitaba “Menakıb-ül-Ariflerîn menkıbeleri” adı verildi. Bu güzel ‘ menkıbeleri okuyanlar ve anlatıp iletenlerin kabul olunmuş dualarının sadakalarından bu zavallı miskini unutmıyacaklarını umarım.

Şiir:

“Yarâbbi, senden başkasını andımsa, yine beni rahmetinden esirgeme”.

Sonsuz yardımı bu biçarenin hâl ve sözüne şâmil olduğundan, şeyhim hazretleri (Tanrı onun yüceliğini devamlı kılsın ve bütün âlemleri ihsaniyle doldursun) bu menakıbın bu tarzda yazılmasını istiyordu ve “onun emri bir hükümdür ve itaat vaciptir” diyerek onun tenbih ve teşviki gereğince edeb ehli yanında edebi terketmek edeb sayıldığından bin türlü korku ile onun emrine uydum ve temiz olan zahirlerinin sıfatı kabul edilen kerametlerini açıklamak maksadiyle bu hikâyeleri yazdım. Bu da, bu hakikat padişahının yoluna yeni girmiş sâliklerin anlıyabilecekleri şekilde kaleme alındı. Yoksa yer nerede? Süreyya yıldızı nerede?.. Sabahın ışğı yanında mumun ışğıı nedir?.. Toprak ile rabblerin rabbi arasında ne münasebet var?..

Şiir:

“Eğer bende söylemek gücü olsaydı, söylemek gerekeni söylerdim. Tanrı elbet, benden daha güzel söyler. Sen, din terkisini elden bırakma “.

(3) “Bize doğru yolu bulduran Tanrı’ya hamdolsun. O, bize doğru yolu gösteri ne sevdi biz bunu hiç bulamazdık” (K., VII, 43). O, herkesin pay aldığı nimetleriyle bunun tamamlanmasını sağlar.

“Tam on” (K., II, 196) bölümün esasları şudur:

Birinci bölüm, dünyada bilginlerin sultanı, ilâhi bilgin Bahâeddin Veled (Tanrı ondan razı olsun)in,

İkinci bölüm, Yasin Oğulları’nın kendisiyle övündüğü Hakk’ın ve dinin delili Burhaneddin-el-Tirmizi (Tanrı ondan razı olsun) ‘nin,

Üçüncü bölüm, Tanrı’nın yüce sırrı olan M evlâna Hazretleri (Tanrı bizi onun yüce sırriyle kutlasın) ‘nin,

Dördüncü bölüm, fakirlerin sultanı (halk için de Tanrı’nın rahmeti) Şemseddin-i Tebrizî’nin,

Beşinci bölüm, dünya şeyhlerinin şeyhi olan ve Konyalı Zerkub diye tanınan Selâheddin (Tanrı onun aziz olan ruhunu rahat ettirsin)in,

Altıncı bölüm, yaratıklar arasında Tanrı’nın halifesi olan ve Ibn-i Ahi-i Türk diye tanınan Hüsameddin ‘in,

Yedinci bölüm, Mevlânâ Bahâaddin Veled (Tanrı bizi onun kuvvetlendirilmiş olan ışığı ile kuvvetlendirsin) hazretlerinin,

Sekizinci bölüm, ariflerin sultanı, Celâleddin Çelebi Emir Arif (Tanrı onun makamını yüceltsin ve ömrünü uzatsın)’in,

Dokuzuncu bölüm, hakikat arayan padişahlar padişahı, dinin ve şeriatın güneşi, Çelebi Emir Âbid (Tanrı onun zikrini yüceltsin)’in,

Onuncu bölüm, onların çocuklarının ve halifelerinin ve zikr silsilesinin açıklanması ve menkıbeleri hakkındadır.

Yüce Tanrı ‘nın fazilet ve ihsanından, her bölümün açıklanmasının tamamlanacağını ümit ederim. Tanrı, doğru yol göstericidir ve güvenilecek de ancak O ‘dur.

rumi-motif

BİRİNCİ BÖLÜM

Ebu Bekr soyundan Belh’li Hatip Ahmed’in oğlu Hüseyin’in oğlu ulu efendimiz Bahâ’addin Muhammed’in menkıbelerinin anılması

(Tanrı ondan ve onun seleflerinden razı olsun. Ne güzel selef ve ne de güzel halef!),

ayrılık sıkıntıları, onu Belh ve Horasan ülkelerinden ayıran sebebler, bu ülkelerin başına gelen âfetler ve cesaret ehlinin gördüğü zarar ziyan hakkındadır.

(1) Tarihçiler ve vakanüvisler (Tanrı onlara rahmet etsin) şöyle rivayet ve hikâye ederler ki: Horasan ülkesinin padişahı ve Celâleddin Hârizmşah’ın amcası olan Alâaddin Muhammed Hârizmşah, ulu ve heybetli bir adamdı. O ülkelerin büyükleri ve sultanları tamamiyle onun kullan ve uyruğu idiler. Onun, dünya iklimlerinin hiçbirinde güzellik, boypos ve ahlâk itibariyle benzeri ol-mıyan nazlı bir kızı vardı. Padişah, kendi mevkiine yaraşır biri yoktu ki, yetişkin ve yıldızı parlak olan bu kızı ona versin de bu kaygııdan kurtulsun. Bir gece padişah vezirine danışarak: “Bizim kıraliçe’nin bir dengi bulunmayınca ne yapmalı ve ne tebdir almalı?” dedi. Vezir bilgin ve bilgisine göre hareket eden bir adamdı; dedi ki, îslâm padişahlarının dengi ulu bilginlerdir; çünkü “padişahlar halka, bilginler de padişahlara hükmederler denir. Padişah: “O halde öyle akıllı, olgun, ve bilgisine göre hareket eden bir bilgin nerededir?” diye sordu. Vezir de: “O bilgin senin başkentin Belh şehrinde ulu Ebu Bekr-i Sıddık’ın çocuklarından olan Celâleddin Hüseyin Hatibî hazretleridir. Horasan başlangıçtan beri onun atalarının cihadının bereketi ile İslâm ülkesi olmuş ve onlar tarafından alınmıştır. O her fende dünyadaki bilginler ve ulular arasında parmakla gösterilen ve daha otuz yaşında bulunan taze bir gençtir. Çok riyazet çekmiş, mücahedeler yapmış ve takva topunu yüce meclis meleklerinden kapmıştır” diye cevap verdi.

(2) Derler ki: Celâleddin Hüseyin hazretleri daima bekârlığından dolayı üzülür, “İnsanların en kötüsü bekârlardır” sözünün anlamını düşünür, kendi kendine: “Her dakika dinin bütün hükümlerini ve Peygamberin sünnetlerini yerine getirmeğe çalıştım. Bu işte hiç tembellik ve ihmal göstermemişim. Tanrı’nın ihsan ettiği fazilet sayesinde büyük günahlardan sakınmış ve onun merhametine sığınmışım. Nikâh sünnetine rağbet etmeyişimden başka eygambere uyma yolundan bir adım olsun ayrılmamışım” derdi.

Bunun üzerine hemen o gece peygamberlerin sultanı ve âlemlerin rabbi olan Tanrı’nın sevgilisi Muhammed Emin’i rüyada gördü. Peygamber ona:

“Horasan padişahının kızı ile evlen” dedi. Tanrı’nın takdiriyle aynı gece hem padişah, hem vezir ve hem de dünya kıraliçesi Peygamber hazretlerini (Tanrı’nın selâmı onun üzerine dlsun) rüyalarında gördüler. Peygamber: “Dünya kıraliçesini Hüseyin Hatibî’ye nikahladım, bundan sonra kıraliçe onundur” dedi. Ne güzel damat ve ne de güzel gelin!

Şiir:

Mübarek olsun dünyada toyumuz düğünümüz,

Toyu ve düğünü boyumuza göre biçti Tanrımız(Gazelin tamamı için bk. Dîvân-i kebir, Güldeste, s. 57.)

Vezir, sabahleyin erkenden büyük bir sevinçle kalktı, rüyasını arzetmek için padişahın huzuruna geldi. Padişah ve dünya kıraliçesi de her şeyi iyi ve doğru gören vezirin gözünün gördüğü rüyayı görmüşlerdi. Hepsi Hakk’ın bu yüceliği ve iradesi karşısında şaşakalmışlardı. Vezir, padişahın müsaadesiyle rüyalarını kendisine anlatmak için Celâleddin Hatibî’yi ziyarete geldi. Vezir daha ağzını açmadan Celâleddin Hatibî onların gördükleri rüyayı ona bir bir anlattı. Vezirin samimiyeti bir iken bin oldu. O günlerde tantanalı bir düğün ve tören yaparak hakkı, lâyık olana verdiler.

(3) Derler ki: Hüseyin Hatibî hazretleri gençliğinin ilk çağında çok engin bilgili ve derin bir bilgindi. Şöyle ki: Nişaburlu Raziyüddin, Bedr-i Ru’us ve Şeref-i Akilî gibi dünyanın meşhur adamları onun öğrencisiydi, ayrıca iki üç bin müfti ve keramet sahibi zahit öğrencisi de vardı.

(4) Derler ki: dokuz ay sonra Baha Veled hazretleri dünyaya geldi. O iki yaşında iken babası Hüseyin Hatibi öldü. Bahâ Veled efendimiz büyüyüp bulûğa erince, bütün bilim ve hikmetlerde müstesna ve parmakla gösterilen bir adam oldu. Tam bu sırada anne tarafından olan akrabaları, herkes Baha Veled’in hükmü altında bulunsun diye, Bahâ Veled’i padişahlık tahtına oturtmak için söz birliği ettiler; fakat Bahâ Veled kabul etmedi ve hiç razı olmadı. Bir gün babasının kütüphanesine girdi. Kitapları tetkik ederken dünya kıraliçesi olan annesi: “Bizi, babana bu bilimler ve hikmetleri bildiği için vermişlerdi” dedi. Bunun üzerine Bahâ Veled kendini tamamiyle dinî ilimler tahsiline verip çalıştı ve dünya mülkünden tamamen el çekti.

(5) Derler ki: Belh diyarında bulunan, Tanrı’dan korkan istidatlı üç yüz müftünün hepsi bir Cuma gecesi Muhammed Mustafa hazretlerin (Tanrının selât ve selâmı onun üzerine olsun) rüyada gördüler. Şöyle ki: Bir sahranın içinde bir çadır kurmuşlar, içine de bir yaygı sermiş ve yastık koymuşlardı. Peygamber o yastığa yaslanmıştı. Baha Veled de onun sağ tarafında oturmuştu. Arta kalan din müftü ve bilginleri de uzakta edeble diz çöküp oturmuşlardı. Peygamber, bu din ulularına: “Bu günden itibaren Baha Veled’e Sultan – ül – Ulemâ deyiniz ve öyle hitabediniz” diye buyurdu. Sabahleyin Belh’in bütün bilgin ve müftüleri söz birliği ile Baha Veled’in müridi ve kulu oldular. O asîl İnsan, daha onlar anlatmadan gördükleri rüyaları kendilerine anlattı. Baha Veled Horasan ülkesinde “Sultan – ül – Ulemâ” diye anılır ve bu adla tanınır.

Sultan ül – Ulema’nın sonsuz kerametleri ve veliliğinin zuhuru Horasan Belh başkentinde yayılınca, İçtihadı, Tanrıdan korkması, dindarlığı günahtan sakınıp korunması, Peygamberin şeri’atına sülûkü, doğruluğu ve doğru sözlülüğü, kullara, doğru yolu göstermesi, davet ve öğütleri dikkati çekecek bir hale gelince, zorbaları ve dünya ulularını kendine bağlayınca İmam Fahreddin – i Râzî, Kadı Zeyn – i Ferâzî, Cemaleddin – i Hasirî ve Tac -a Zeyd, Amîd – i Mervezî, İbn Kaadi – i Sıddık, Şem-seddin – i Hânî, Reşid – i Kubâyî ve Kadi – yi Vahş (Allah onlara rahmet etsin) gibi bilginler ve filozoflar, ilim perdesi gözlerini kapadığından, bu fâni dünya ile ilgili garez ve ödünleri (ivazları) yüzünden ona dil uzattılar. Fakirlere yaraşır bir tarzda kötülükler yaptılar. Kıskançlara yaraşır şeyler söylediler, onun kıymetli hatırını kırmağa çalıştılar. Tıpkı zamanımızın bilginlerinin (Tanrı onları affetsin) âdeti gibi. Bu macere 605 h. (1208 – 09 M.) senesinde olmuştur.

Bahâ Veled hazretleri minberde vaiz esnasında Fahreddin – i Râzî ve Muhammed Hârizmşâh’a daima bid’atçı der ve ayna gibi her birinin halini aynen gösterirdi. Onlar Baha Veled’in bu kafalarına vurarcasına azarlamasından ve toksözlülüğünden son derece incinirlerdi. Fakat ona karşı kendilerinde ne söz söylemeğe mecal ve ne de cevap ve suale imkân vardı.

Nihayet bir gün yine Baha Veled vaizde coşmuştu: Heyecana gelerek: Ey Fahreddin – i Râzî, ey Muhammed Hârizmşâh ve diğer bid’atçılar! biliniz ve haberdar olunuz ki, siz rahata kavuşup yüz bin gönlü ve birçok ilâhî devletleri bırakarak kendinizi karanlığa attınız. Bu kadar mucize ve delilleri bırakıp hayaller arkasından koştunuz. Dünyanın bu kadarcık karanlığı birçok aydınlıkları size karanlık ediyor. Bu karanlıkların bu aydınlıklara üstünlüğü, nefsin üstünlüğünden ötürüdür. Nefsin bu üstünlüğü sizi işsiz bırakıyor ve siz kötülüğe çalışıyorsunuz. İşsiz kalınca da daima kötülük ediyorsunuz. Bu sebepten karanlık, vesvese, boş hayal, insanı bozan sevdalar, sapıklıklar ortaya çıkıyor. Bundan dolayı sizde akıl yabancıdır nefis de kendi ülkesinde egemendir. “Nefsin bulunduğu o ülke, şeytana aittir” dedi ve Maârif (adlı kitabındaki sözlerini) sonuna kadar anlattı. Zira rahmetli Hârizmşâh hazretleri Bahâ Veled’in müridi idi ve çok zamanlarda sırdaşı ve üstadı Fahreddin – i Râzî ile Sultan – ül Ulemâ’nın meclisinde hazır bulunurdu. Hiçbir meclis yoktu ki, orada yüreği Tanrı aşkı ile yananlar canlarını feda etmemiş olsunlar, hazır olanlardan feryat yükselmemiş, ve bir cenaze de daşarı çıkmamış olsun. Bahâ Veled daima hakimlerin, filozofların ve onlardan başkaların gittikleri yolu reddeder, şeriat sahibine uyar ve onları Peygamber’in dinine teşvik ederdi. Onun bu tarzdaki sözleri haddi aşınca pek tabiî olarak (hakîmler ve filozoflar) sıkıldı ve kızdılar. Hemen iki yüzlülükte bulunmak için söz birliği ettiler ve Hârizmşah’ın huzurunda Baha Veled’i kötülemek hususunda pek ileri gittiler. Bahâ Veled’e kötülükler yapmaya koydular. Şöyle ki: “Bahâ Veled, Belh halkını tamamiyle kendine bağlamıştır. Bize ve size asla itibar etmiyor kıymet vermiyor, bizim eserlerimizi kabul etmiyor ve zahir ilmi, bâtıff ilmin bir dalı olarak farz ediyor. Emr-i ma’rufla kendini meşhur ederek birkaç gün içinde saltanat tahtına kastedecek. Bütün halkın aşağı tabakası ve ayak takımı onunla birleşmişlerdir. Bu hususta hemen bunu önlemek için düşünmek ve çareler aramak lâzımdır” dediler. Hârizmşâh bu düşünüşe hayret ederek bu işittiğini ne yolla açıklamasını ve Baha Veled’e ulaştırmalarını şaşırdı. Dostlarında bir grup bu durumu Bahâ Veled hazretlerine bildirdiler. İkinci gün Muhammed Hârişmşah haslarından bir haberciyi Sultan – 01 -Ulemâ’ya göndererek dedi ki şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederse bugünden itibaren padişahlık, ülkeler ve askerler onun olsun ve bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Ben de oraya gidip yerleşeyim, çünkü bir ülkede iki padişahın bulunması uygun olmaz. Tanrı’ya ham-bolsun, ona iki çeşit saltanat verilmiştir: Birincisi dünya, ikincisi ahiret saltanatıdır. Eğer bu dünya saltanatını bize verip ondan vazgeçselerdi bu çok geniş bir yardım ve büyük bir lütuf olacaktı.

Sultanın habercisi bu suretle elçilik ödevini yerine getirince Baha Veled hazretleri ona: “İslâm sultanına selâm söyle, bu dünyanın fâni ülkeleri, askerleri, hazineleri, taht ve talihleri padişahlara yaraşır. Biz dervişiz, bize memleket ve saltanat uygun düşmez.

Şiir:

“Ruhu, peygamberin “Fakirlik benim övünülecek sevimdir” sözünü vuran kimse, tahta, taca ve bayrağa nasil iltifat eder. “

Biz gönül hoşluğuyla sefer edelim de sultan kendi uyruğu ve dostlariyle başbaşa kalsın” dedi. Haberci cevapla birlikte su gibi dündükten sonra Baha Veled kendi dostlarına: “Sefer ediniz sıhhat bulacak ve istifade edeceksiniz.” (Buradan) hareket etmenizi kesinleştirmemiz için Tanrı’nın adiyle hazırlanınız” diye buyurdu.

(6) Derler ki : Üç yüz deve yükü kıymetli kitap, dostların ev eşyasını, yol azığı ve onları taşıyacak hayvanları hazırladılar. Kırk olgun müftü ve bilgisine göre hareket eden zahit onun üzengisi yanında hareket etti. Sanki Peygamber hazretleri münafıkların eziyetinden ve kıskançların şerrinden mübarek Mekke’den Medine’ye göçüyordu. Kendisine mürit ve muhip olan Belh ahalisinin kalbinden feryat v figan yükseldi. Halkın kaynaşmasına neden oldu. Büyük bir fenalık çıkacaktı. Hârizmşah kuruntu etmeye başladı ve Sultan – ül – Ulemâ’nın yanına itibarlı haberciler göndererek özür diledi. Bir defa daha, halk sussun diye padişah Tanrı’dan mağfiret dileyenlerin yolunu tuttu. Yatsı namazından sonra veziri ile belikte Bahâ Veled’in huzuruna geldi. Bahâ Veled’e, hareket kararını bozması ve gitmekten vazgeçmesi için başını yere koyarak son derecede yalvardı. Fakat o asla razı olmadı. Uzun bir münakaşadan sonra padişah: “Bari öyle gidiniz ki, halk farkına varmasın, yoksa kötülükler doğar ve büyük bir yıkım olur.” diye ricade bulundu. Baha Veled, sultanın sözünü kabul edip cuma günü büyük bir vaiz toplantısı yapılmasını emretti. O günkü toplantı Çok ateşli oldu, dostların heyecanı haddi aştı. Baha Veled’i sevenlerin gözlerinden göz yaşı yerine kan tulumları boşandı. Baha Veled o arada söze başlıyarak: “Ey fâni ülkenin sultanı! eğer bilmiyorsan ve haberin yoksa benim de senin gibi bir sultan olduğumu bil ve öğren. Sana emirlerin, bana da bilginlerin sultanı derler. Sen benim mü-ridimsin. Senin padişahlığın bir nefesliktir. Benim padişahlık ve saltanatım da o kadardır. Yalnız senin nefesin, nefsinden ayrılınca ne sen kalırsın, ne tahtın, ikbalin, memleketin ve ne de halefin ve neseplerin kalır “Sanki dün bir şey yokmuş gibi” (K., X, 25) âyetinde olduğu gibi tamamiyle yok olursun. Halbuki bizim kıymetli nefesimiz nefsimizden ayrılınca arzın direkleri olan neslimiz ve çocuklarımız kıyamete kadar ayakta dururlar, zira: “Benim akrabalık bağım ve nesebimden başka her akrabalık bağı ve nesep kopar” denilir. İşte ben şimdi gidiyorum, fakat malûmun olsun ki, benim arkamdan Tanrı’nın ordusu olan, iyi donatılmış, çekirge gibi dünyaya yayılan ve: “Onları hiddet ve gazabımdan yarattım” hadîsinde denildiği gibi hiddet ve gazaptan yaratılan Tatar ordusu sana ulaşacak. Horasan ülkesini zaptedecek, Belh ahalisine ölümün acı şerbetini tattıracaklar. Dünyayı altüst edecek, yüz bin dert ve belâ ile padişahı kendi ülkesinden çıkaracak ve neticede sen Rum ülkesi sultanının elinde öleceksin” dedi.

(7) Nakledilmiştir ki: Tam bu sözleri söylediği sırada birdenbire öyle bir hıçkırdı ki, orada bulunanların bir kısmı kendinden geçti ve minber, mihrabın yanından ta mescidin ortasına kadar geldi. Bir hayli kimse o Tanrısal korkudan can verdi. Yüce Tanrı’nın uğurlu olarak seçtiği ve kutladığı cumartesi günü Belh ülkesinden göçerek Dar – Üs – Selâm adını taşıyan Bağdad’a doğru hareket etti.

(8) Baha Veled hazretlerinin Nasb Hatun adında bir de süTanrıesi vardı. Çok bilgin ve fetva ehli bir kadındı. İlimleri tetkikte büyük bir hissesi vardı. Hattâ bazıları: “O, Baha Veled’in kız-kardeşi idi” derler. Bu kadını kocası ile birlikte orada bıraktılar.

Derler ki, Mevlânâ Celâleddin hazretleri o sırada beş, kardeşi Muhammed Alâ’addin ise yedi yaşında idi.

(9) Hikâye: Büyük dostlardan bir aziz şöyle-rivayet etti ki: şiddetli bir kış ortasında bir gün, zamanın Cüneyd’i Çelebi Hüsameddin’in (Tanrı onun sırrım kutlasın) evinde büyük bir semâ vardı. O gün Mevlânâ hazretleri bir hayli feryad etti ve sonra mübarek göğsünü açarak âşıklara yaraşır ahlar çekti. Dostlar büyük ölçüde duygulandılar. Daha sonra “Salih bir kişinin başının derde girdiği bir hayli zaman oldu. Zavallı Horasan daha onun intikamına uğramakta ve onanlamayacak şekilde yıkılmadadır” dedi ve şu beyitleri söyledi:

“Tanrı, erlerinden birinin kalbi incinmedikçe bir devirdeki halkı rüsva etmez. “

“Tanrı erlerinin gazabı buluttu kurutur. Gönüllerinin gazabı ise, dünyayı yıktı.

Semâdan sonra Çelebi Hüsameddin hazretleri (Tanrı ondan razı olsun) Mevlânâ hazretlerinin işaret ettiği hali sordu. Mevlânâ hazretleri, babasının uğradığı felâketin hikâyesini baştan sonuna kadar anlattı.

(10) Yine Belh’ten çıkıp yola koyulunca, ,ol üzerinde bulunan ülke ve kalelerin bütün ahalisi daha önceden Peygamber’i (Tanrı’nın selâmı üzerine olsun) rüyalarında gördüler. Peygamber onlara: “Belh’li Sultan – ul – Ulemâ Bahâ Veled geliyor, onu can ve gönülden tam bir itikatla karşılayınız” dedi. Bahâ Veled daha o konak ve ülkelere ulaşmadan oraların halkı onu bir günlük yoldan karşıladılar. Mükemmel surette ağır-lıyarak yemekler hazırladılar. Buralara konup göçtükten sonra Bağdad havalisine yaklaştılar. Şehrin muhafızları, hangi kavimden olduklarını ve nereden geldiklerini sormak üzere onların önüne koştular. Baha Veled başını mahfesinden dışarı çıkarıp: “Tanrı’dan geldik, Tanrı’ya gidiyoruz. Tanrı’dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.

Biz mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gidiyoruz” diye cevap verdi. Arap muhafızlar şaşakaldılar. Birini halifeye gönderip durumu bildirdiler ve : “Horasan’dan çoğunu bilgin ve faziletli kişilerin teşkil ettiği kalabalık bir topluluk gelmiştir” dediler. Halife bu topluluğun durumunu işitince şaşakaldı. Zamanın şeyhlerinin şeyhi, Şihâbeddin Suhre verdi’ye (Tanrının rahmeti onun üzerine olsun,) sarayda bulunması için birini gönderdi. Şihâbeddin Suhreverdi, bu hikâyeyi halifeden işitince: “Bu, ancak Belh’li Bahâ’addin Veled olabilir; çünkü bu sırada ondan başka biri ne bu çeşit söz söyler, ne de bu tarzda bir dil kullanabilir?” dedi.

(11) Öylece Bağdad’ın ululan ve küçükleri Şeyhle tam bir aşk ve doğrulukla Baha Veled’i karşılamağa gittiler. Birbirleriyle karşılanınca Suhreverdi katırdan inip nezaketle Baha Veled’in dizini öptü, hizmette bulundu ve kendi hânakahına doğru yürüdü. Sultan ul – Ulemâ: “İmamlara medrese daha münasiptir” diye buyurup Mustansıri’ye medresesine indiler. Suhreverdi bizzat onun çizmelerini çekerek ölçüsüz iltifatta bulundu. Baha Veled: “Biz burada demir atıp kalmak istiyorduk; fakat yalnız aziz olan Tanrı isterse, şeyhin hizmetine tercih ederek Mekke’ye (Beytullah’a) gitmek üzere ihrama burunduk” dedi.

Derler ki: Derhal “hoş geldin” hediyesi olarak halife, ona çeşitli yemeklerle beraber altın bir tabak içinde üç bin mısır altını gönderdi. Baha Veled: “Halifenin malı haram ve şüphelidir” diyerek gönderilen hediyeleri kabul etmedi ve: “Kendini içkiye, çalgıları ve şarkıları dinlemeye veren bir kimsenin yüzü görülmeğe ve bulunduğu yer de oturulmağa lâyık değildir” dedi. Bu haber halifenin kulağına gider gitmez, son derecede kederlenip üzüldü. Derler ki, temiz halifeler arasında onun gibi zâlim, şedit ve pervasız biri yoktu. Halife, Suhreverdi’yi huzuruna çağırıp: “Bu adamın yüzünü mutlaka görmem lâzımdır” dedi. Suhreverdi de: “Ey yeryüzünün halifesi! O, (sizinle) yüz yüze gelmeğe razı olmuyor. Ben o ulu kişinin veliliğinin heybetiyle, halife hazretlerinin vereceği ceza arasında şaşırmış kalmışım” diye cevap verdi. Bunun üzerine halife: “Çaresiz, onun yüzünü görebilmem içn bir çare bulmak lâzımdır” diye buyurdu. Şeyh: “Onun yüzünü ancak cuma günü camide görebiliriz” dedi ve kalkıp Sultan – ul – Ulemâ’nın huzuruna geldi. Ondan bir vaiz de bulunmasını rica ederek: “Bağ-dad’ın büyük ve küçük bütün halkı candan ve âşıklara yaraşır bir niyazla senin meclisine kapılıp susamıştır. “Vaiz ve nasihat et, çünkü va’zin müminlere faydalı olur.” (K. LI, 55) âyetine icabet ederek inayet buyurursunuz. Onların ricalarının kabul edileceği umulur.” dedi. Sultan – ul – Ulemâ davete icabet ederek razı oldu.

Bağdad şehrinde Baha Veled’in cuma günü Vaiz vereceği haberi yayıldı. Bütün Bağdad halkı büyük camiye toplandılar, sesi güzel hafızların her biri Kur’ân’ın muhtelif yerlerinden âyetler ve aşirler okudular. Baha Veled o kadar güzel, ince, nâdir ve dakik şeyler söyledi ki, mecliste bulunanların hepsi baştan başa mestoldular ve kendilerinden geçtiler. Halife anlatılmıyacak derecede ağladı. Vaiz sonunda Baha Veled mübarek sarığını kaldırdı ve yüzünü halifeye çevirerek: “Ey Abbas oğullarınının inatçı halefi! yazıklar olsun! sen sâlih bir halef değilsin. Böyle mi yaşamak lâzımdır? Şeriat dininde şeriatsızlık yaraşır mı? Acaba bu delili Tanrı’nın kitabında okudun mu? Bu fetvayı peygamberin hadîslerinde buldun mu? Bu hücete ilk dört halifenin sözlerin de ve din imamlarının fiillerinde rasladın mı? veya tarikat şeyhlerinin mezhebinde böyle bir hüccet gördün mü? Nihayet sen, bu hareketleri ne suretle reva gördüğünü, kendine mubah saydığını ve ayağını şeriat kurucusunun yolundan dışarı attığını söylemezsin. Ulu Tanrı’nın intikamlarından korkmuyor ve Mustafa hazretlerinden (Selâm onun üzerine olsun) utanmıyor musun?

“Süslenmiş ve mest olarak pazara geliyorsun, yakalanacağın günden korkmaz mısın?”

Şimdi sana bir haber veriyorum: “Küçük gözlü olan ve etrafa ateş saçanlar yâni Moğol askerleri gi-liyorlar. Tanrı’ nın takdirine göre, onlar seni şehit edecek ve büyük bir işkence ile öldürecekler, senin İslâm dinine karşı olan kinini canından çekip ça-karacaklar. Vaktine hazır ol, gaflet perdesini gönül gözünden kaldır, akıl kulağını aç, günahlarını bırakarak, Tanrı’ya dönmeye çalış ve ondan mağfiret dilemekle meşgul ol. Padişah feryat etti ve hüngür hüngür ağladı. O gün mecliste bulunanlardan yedisinin ölüm namazı kılındı. Padişah, eşya, atlar ve paralar gönderdi ise de, Baha Veled kabul etmedi ve: “Sadaka almak ne zengine, ne de sağlığı yerinde olan bir adama yaraşır. Bizim yeter derecede malımız ve servetimiz vardır. Bize hiçbir şey lâzım değildir. Eğer onun bağışladığı şeyi kabul edersek, Tanrı’nın kazasına mâni olmuş oluruz. Zira: “Hiçbir şey onun kararını geri çeviremez ve hiçbir şey onun, hükmünü icrasına engel olamaz, istediğini ve dilediğini yapar” (K. XIV,27;V,2) dedi. Baha Veled daha Bağlad’dan hareket etmemişti ki, Cengiz’in beş yüz bine yakın Moğol askeriyle Belh’i muhasara etmiş olduğu ve Horasan’ın bu kadar şehrini harap ve yağma ettikleri, sayısız esir aldıkları haberi geldi.

(12) Derler ki: Cengiz Han, Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belh’liler büyük bir savaş yaparak karşı koydular. Cengiz’in Tulihan’dan olan Çağatay adındaki oğlu bu savaşta öldü. Bu, Cengiz Han’ın çok gücüne gitti. Büyük ve küçüklerden ele geçirdiklerini öldürmelerine, hâmile kadınların karınlarını yarmalarına, şehrin bütün hayvanlarını kurban ederek Belh’i yerle bir etmelerine dair kanun çıkardı.

(13) Şöyle nakledilir ki: Moğollar mahallelerde bulunan on iki bin mescide ateşe verdiler Mescitlerde bulunan on dört bin Kur’an metni yandı. Kaleme gelen halkın dışında elli bine yakın bilgin, öğrenci ve hafızı katlettiler. İki yüz bin insanı yere gömdüler. Yağma ettikleri ve götürdüklerinin haddi hesabı yoktu. O ülkeyi ta-mamiyle harabederek Muhammed Hârizmşah’ı öldürmek için arkasına düştüler. Moğol askerinin yağma ve Öldürmekle meşgul olduğu sırada, Bahâ Veled’in müritlerinden keşif ve keramet sahibi bir aziz orada idi. Belh’in bütün ululan feryadederek onun yanına geldiler ve: “Günahlarımızın affını ulu Tanrı’dan dile, biz âsilerin şefaatçisi ol da bu kaza belâ zulmetleri kaybolsun” dediler. Derviş o gece seher vaktine kadar uyumıyarak Tanrı’ya yalvarıp yakardı. Sabahleyin gayıptan: “Ey kâfirler! fâcirleri öldürünüz” diye bir ses geldi. Üç gün sonra o cemaati o azizle birlikte şehit ettiler “Ne mutlu onlara! ahirette onlar için ne de iyi yerler vardır.” (K., XIII, 29).

Derler ki: Bağdad halifesi bu can eriten ve hoşa gitmiyen baheri işitince üzüldü ve kendisine bir hal geldi. Devletinin göçeceğini, ülkesinin elinden gideceğini kendinde müşahede etti.

(14) Nakledilmiştir ki: Üçüncü gün Bahâ Veled Küfe yolundan Kabe’ye hareket etti. Ulu Kabe’yi ziyaretten dönünce Şam’a geldi. O zaman orada Melik – ül – Eşref hükümdardı. Şam halkı, Baha Veled’e büyük bir rağbet göstererek orada kalmasını istediler. O “Tanrı yurdumuzun Rum ülkesinde olmasını buyuruyor” diyerek razı olmadı ve: “Bizim toprağımız Konya başkentindedir.” dedi. Malatya’dan çıktıkları 614 H. (1226 M.) senesinde Cengiz Han ölmüş oğlu Oktay Hanı da babasının yerine geçirmişlerdi. Sultan Alâ’addin de Rum saltanatı tahtına yeni oturmuştu. Sivas şehrinde, 616 H. (1219 M.) de Celâleddin Hârizmşah’ın Moğol askeri önünden kaçıp Ahlat şehrini muhasara etiği, kendisi için bir taht istediği, büyük bir arzu ve hırsla Rum ülkesini gözüne kestirdiği haberi geldi.

Tam o sırada Sultan Alâ’addin keykubâd-Şam sultanı Melik – ül- Eşrefle birlikte Erzincan’ın yukarısında bulunan Yassı – Çimen mevkiinde Hârizm askerini yendi. Hârizmşah Harput tarafına kaçtı ve Kürt yiğitleri elinde öldürüldü. “Zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin rabbi olan Tanrı’ya hamdolsun” (K., VI, 45).

Şiir:

Zâlim öldürüldü, dünya halkı hayata kavuştu.

Her biri yeniden Tanrı ‘tun kulu oldu.

Kazdığı kuyuya kendisi düştü, çünkü yaptığı zulüm, başına gelecekti.

Bu olay 620 H. (1223 M.) de vuku bulmuştu.

(15) Hikâye: Nakledilir ki, Baha Veled Bağdat’ta Mustansıriye medresesine indiği sırada her gece yarısı ne vakti su istese, oğlu Mevlânâ Celâleddin Muhammed yatağından kalkar su aramaya giderdi. Medresenin kapısına gelince, kapı Tanrı’nın emriyle çok sadık Yusuf’a açıldığı gibi ona da anahtarsız açılırdı. Mevlânâ Celâleddin Muhammed ibriği Dicle’den doldurur babasının odasına getirirdi. Medrese kapısı kendiliğinden yine eskisi gibi kapanırdı. Meğer medrese kapıcısı Ahlatlı gönül sahibi, açık kalbli bir adamdı. Birçok defalar bu hali görmüş ve hiçbir şey söylememişti. Fakat bu hal haddi aşınca Bağdad şeyhlerine kovculuk etmeğe başladı. Bahâ Veled onun bu hareketine kızdı. Kapıcıyı: “Niçin böyle yaptın” diye azarladı. Zavallı Kapıcı tövbe ederek Bahâ Veled’in kulu ve müridi oldu.

(16) Nakledilmiştir ki: Malatya şehrinden çıkıp Erzincan yöresinden geçtiklerinde meşhur müritlerden ilâhî şeyh Kâhvâreger ve Hâcegi, ve Şeyh Haccâc ve daha başkaları gibi has müritleri “Erzincan şehrine de girelim” diye Bahâ Veled’e ricada bulundular. Bahâ Veled: “toplulukla o şehire girmeğe müsaade yoktur. Çünkü orada fena adamlar çoktur” buyurdu.

(17) Şöyle rivayet ederler ki, Erzincan hükümdarı Fahreddin (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) aydın gönüllülerden olup velilere inanırdı. Onun Ismetî Hatun admda bir de karısı vardı. Bu kadın iffet ve ismette dünyanın Ayşe’si, asır ve zamanının Hatice’si idi. Veliliği ile de meşhur olmuştu. Gayb âleminden ona, böyle bir dünya kutbunun şehrin yöresinden geçtiği malûm oldu. Derhal bir yorga ata binerek Bahâ Veled’in arkasından yola koyuldu. Has köleler, hemen vâki olan hali Fahreddin padişaha bildirdiler. O da birkaç süvari ile İsmeti hatunun arkasından hareket etti. Erzincan Akşehir’i yöresinde Bahâ Veled’e ulaştılar. Atlarından inerek yeri öptüler. Bahâ Veled hazretleri onların gönüllerini aldı ve her ikisini de müritliğe kabul etti. Fahreddin padişah, Bahâ Veled’e Erzincan’a dönmesi için tam bir ciddiyetle hadsiz hesapsız yalvarmalarda bulundu ise de mümkün olmadı. Buyurdu ki: eğer beni istiyor ve benim âşıkımsamz. benim için bu şehirde bir medrese yaptırırsınız; böylece burada bir müddet kalmak mümkün olur. Bunun üzerine Erzincan’ın

Akşehir’inde onlar için bir medrese yaptılar. Tam dört sene o medresede herkese ders verdi. Dünya kıraliçesi (İsmeti Hatun) onun hizmetinde idi.

(18) Tam o sırada emirleri takdir eden ve topluluğu ayıran Tanrının takdiri ile Fahreddin padişah ve İsmetî Hatun öldüler (Tanrının rahmetine kavuşsunlar).

Bahâ Veled hazretleri, oradan konak konak Konya’ya tâbi olan Larende şehrine ulaştı. Orada İslâm sultanı Alâ’addin Keykubad’ın naiplerinden Emîr Musa adında biri vardı. Emîr Musa, o ilin su-başısı ve hâkimi olup çok kahraman, temiz ve sadık bir Türktü. O, Bahâ Veled gibi bir adamın Horasan ülkesinden geldiğini işitince ve böyle bir güneşin başka bir yerde kolayca parlamıyacağım da bilince, bütün şehir halkı ve askerlerle birlikte yaya olarak onu karşıladı. Hepsi onun müridi oldu. Her ne kadar Emîr Musa Bahâ Veled’i sarayına ça-ğırdıysa da Baha Veled razı olmadı ve mutlaka bir medrese istedi. (Bunun üzerine) Emîr Musa hazretleri şehrin ortasında onun için bir medrese yapmalarını emretti.

(19) Derler ki: Yedi yıl veya daha fazla bir müddet o medresede kaldılar. Nihayet Mevlânâ Celaleddin Muhammed buluğa erdi. Onu Semerkandlı Hoca Şerefeddin Lâlâ’nın kızıyla evlendirdiler. Şerefeddin Lâlâ soyu sopu temiz ve asîl bir adamdı. Onun güzellikte, letafette, ahlâk ve yüz güzelliğinde eşi olmıyan Gevher hatun adında bir kızı vardı. Onu büyük bir düğün yaparak, (Mevlânâ Celâleddin’e verdiler). 623 H. (1226 M.) de Sultan Veled ve Alâ’addin o hatundan dünyaya geldiler.

Derler ki: Halkın çoğu, Sultan Veled’le babasını hangi mecliste birlikte görse onları kardeş zannederdi. Mevlânâ hazretleri evleneceği sırada on sekiz yaşında idi. Sultan Veled her yerde babasının yanında otururdu.

(20) Öylece Larende şehrinde bir hayli zaman kaldılar. Meğer iftiracılar ve kıskançlardan bir topluluk Emîr Musa’yı sultan Ala’addin’in yanında yererek: “Belli’li Mevlânâ Bahâ Veled Rum diyarına gelmiş, bu vilâyeti velilik nuru ile aydınlatmıştır. Devrin padişahının onun geldiğinden hiç haberi yoktur. Sultan hazretlerinin subaşısı ve kullarından olan Emîr Musa ona sıkıntı vermiş, onu Larende şehrinde tutmuş, ona iradet getirmiş ve onun için bir medrese yaptırmıştır. Emîr Musa böyle bir cüret ve cesaret göstermiş, padişahtan da korkmamıştır” dediler. Sultan bunu işitir işitmez son derecede kızdı ve kırıldı. Veziri, yüz bin türlü tatlı söz ve hoşdillilikle padişahın gazabını yatırdı ve : “Evvelâ bu hali casuslar vasıtasiyle anliyalım. Sonra Musa beyin icabına bakılır” dedi. İslâm sultanı Emîr Musa’ya türlü korkutmalar ve şiddetle dolu bir emir yazmalarını, içinde de “O ulu kişinin halinden bir parça olsun bize bildirmedin. Bu derece unutkanlık ve tegafül niçin gösterdin” diye sormalarını buyurdu. Sultanın emri, Emîr Musa’ya yetişince, Emîr Musa korkudan titreye titreye Baha Velid’in huzuruna geldi. Olan biteni ona bildirip sultanın mektubunu verdi. Baha Veled hazretleri: “Alâ’addin padişah içki içiyor ve çalgı sesi dinliyor. Ben onun yüzünü nasıl görebilirim?” dedi. Bu olaydan önce zaman zaman Emîr Musa, Baha Veled’den, geldiği haberini ve onun veliliğinin büyüklüğünü padişaha bildirmek için müsaade istedi. Baha Veled müsaade etmedi. Şeyh hazretleri: “Kalk, çekinmeden sultanın huzuruna git ve ne görüp işittinse gerektiği gibi arz et” buyurdu.

(21) Bu suretle padişahın mektubunun cevabı yerine bizzat Emîr Musa yola koyuldu. Sultanın huzuruna gelince, kendini âciz ve hakir bir kul gibi göstererek başını yere koydu, edeple tahtının ayağını öptü. Sultan Alâ’addin, Baha Veled’in nasıl geldiğini sordu. Emîr Musa keyfiyeti olduğu gibi anlattı. Sultan o hayırlı haberin doğruluğuna çok sevindi ve ağladı. Öyle bir ilâhî bilgin ve arifin mübarek ayağiyle kendi ülkesini şereflendirdiği ve böyle bir saadete kavuştuğu için Tanrı’ya sonsuz şükretti ve: “Eğer bizim başkentimize zahmet eder gelir ve Konya şehrini kendi evlâdının makamı yaparsa, ben yaşadığım müddetçe şarkıları ve çalgıların sesini dinlemem, hiç kimseye iradet getirmediğim halde, onun kulu ve müridi olurum” dedi.

Padişah, Emîr Musa’ya hediyeler vererek kendi yakın adamları ile birlikte o sulatının hizmetine gönderdi. Haberciler tam ve mükemmel bir şekilde elçilik ödevlerini yerine getirince, Baha Veled hazretleri de çocuklarını ve dostlarını alarak Konya başkentine hareket etti. Sultan – ul -Ulemâ’nın geldiği haberi sultan – ul – ümerâya (emirlerin sultanına yâni padişaha) erişince bütün kalem erbabı ve alem sahipleri Konya ahalisi ile birlikte onu karşılamağa çıktılar. Sultan Alâ’addin uzak bir mesafede attan indi, gidip şeyhin dizini öptü. Şeyhin de kendisine elini uzatıp sıkmasını istedi; fakat Mevlânâ eli yerine asasını uzattı. Sultan o heybetten ve keskin bakıştan titremeğe başladı.

Şiir:

“Bu gördüğün heybet, Tanrı heybetidir, mahlûkun değildir. Bu heybet, derviş hırkası giyiniş, olan bu adamın değildir.(Mesnevi, C.I. s. 88/1424.)

“Bu asîl kekliği sındıran doğanın heybetidir. Eşek arısının bu ilâhî heybetten nasibi yoktur. (Mesnevi, C. ili. 248/4340)

Sultanın niyeti, Sultan – ul Ulemâ’ya kendi sarayının holünde yer hazırlamak ve onu orada misafir etmekti. Mevlânâ Baha Veled kabul etmedi ve: “İmamlara medrese, şeyhlere hânakah, emirlere saray, tüccarlara han, başıboş gezenlere zaviyeler, gariplere kervansaraylar münasiptir” buyurup Altunpâ medresesine indi. Derler ki, Konya’da o zamana kadar ondan başka medrese yoktu ve şehrin kalesini de daha yapmamışlardı.

Zamanın sultanları ve ululan arasında âdet olduğu gibi, sultan Alâ’addin de Baha Veled’e para ve eşyadan türlü hediyeler gönderdi. Baha Veled: “Sizin mallarınız haramla karışık ve şüphelidir. Bana yetecek kadar esbabım vardır ve daha atalarımızın gaza suretyile elde ettikleri malımız duruyor” diyerek hiç kimseden, hiçbir şey kabul etmedi. Herkes onun bu Ebu Bekr evlâdına yaıüşır takvasının kemaline ve tokgözlülüğüne şaştır. Sayısız doğruluk ve samimiyetle kadın ve erkek onun müridi oldular. İslâm sultanı, vezirleri, etrafında bulunanlar ve diğer değerli kişiler bu hale hayran oluyorlardı.

Derler ki: O zamanda iki talihli genç onun makbul müridi olmuşlardı. Biri ekmekçilik, diğeri kasaplık ediyordu. Dervişlerin mutfağının yiyeceğini daima sağlamaları için Baha Veled her birine sermaye olarak bin dinar vermişti. Dervişler de bu sermaye ile geçinirlerdi.

(22) Nakledilir ki: Bir gün sultan Alâ’addin (Tanrı ona rahmet etsin) büyük bir toplantı tertibedip Şeyh hazretlerini saraya çağırdı. Şehrin bütün, bilgin, arif, hakimleri, fütüvvet erbabı ve münzevileri toplantıda hazırdılar. Bahâ Veled kapıdan içeri girince islâm sultanı onu karşıladı, tahta oturmasını istedi ve: “Ey dinin padişahı! ben kulum. Bu günden sonra senin subaşın olmak ve efendimin de sultanlık etmesini istiyorum. Zira bütün zahir ve bâtın sultanlığı eskiden beri sizindir” dedi. Bahâ Veled hazretleri de hadden aşırı inayetler edip sultanın gözlerinden öptü. Mecliste hazır olanlar, sultana aferin dediler, onu ağırlamasını, insafını beğendiler ve metihlerde bulundular. Bahâ Veled hazretleri: “Ey melek huylu mülk sahibi hükümdar! dünya ve ahi-ret mülkünü kendine malettiğine seksiz şüphesiz emin ol” diye buyurdu. Sultan, tam bir istek ve ger- , çek bilgi ile ayağa kalktı, Bahâ Veled’in müridi oldu. Padişaha uyarak bütün haslar ve asker de mürit oldular, altınlar saçtılar ve ihtiyacı olanlara sadaka dağıttılar.

Meğer o anda sultan içinden, Mevlânâ hazretlerinin hazır bulunanlardan faydalanmaları için konuşmasını ve bilgisiyle onları aydınlatmasını arzu etti. Mevlânâ (Bahâ Veled) hemen: “Ey dünya padişah: sana Sultan – ul – Ulemâ geldi dediler, bir metihçi geldi de senin için medihte bulunuyor demediler. Eğer sen samimiyet ve gönül huzuru ile bir an başını önüne eğer de kalbini dinlersen ve içindeki terbiyeni saklarsan gönlün istediği ve murat ettiği şey söylemeden de sana müyesser olur” dedi.

Şiir:

“Kimin eteği düzenli ve hazırsa, o gönül saçısı ona gider. Senin eteğin, o niyaz, ve huzurdur. Dikkat et de eteğine kötülük taşını koyma.”

(23) Hikâye: Sözlerine güvenilir rivayet edenlerden şöyle nakledilmiştir ki: o devirde Bahâ’addin- i Taberî adında çok ulu bir kadı vardı. Engin bilgili bir adamdı. Meğer bir gün garez ve kıskançlığından Bahâ Veled’i sultana kötülemişti. Tesadüfen aynı gün bu kadı da sultanın meclisinde bulunuyordu. Bahâ Veled hazretleri: “Ey Taberistan’lı kadı! bizim hakkımızda dilini kıs ve bize zahmet verme; çünkü birkaç günlük ömrün vardır, sonra öleceksin ve senin hiçbir halefin de kalmıyacaktır. Haleflerin hakkında Tanrı’nın hükmü şöyledir: onların hepsi ölecekler ve senin rüşvetinin zulmünden de bütün mazlumlar kurtulacaktır. Fakat bizim evlât ve ahfadımız, haleflerimiz ve dostlarımız kıyamete kadar daima devam edecek ve kalacaktır.” dedi.

Derler ki, birkaç gün sonra bir veba geldi, Taberistan’lı Kadı Bahâ’addin ve onun bütün kavmi öldüler. Yine derler ki, Taberistan’h kadı Bahâaddin, yedi gün burnundan kan gelerek öldü. Konya’nın burçlarını ve kale duvarlarını o tarihte yaptıklarını söylerler.

(24) Nakledilir ki: Bir süze geçince Bahâ’addin Veled yatağa düştü. Sultan kalkıp ona saygılarını sunmağa ve hatırını sormağa geldi. Bir hayli ağlıyarak: “Ben, Sultan – ul – Ulemâ’nın tam bir bağımsızlıkla tahta oturmasını, benim de onun askerinin başbuğu olarak fetihler yapmamı ve zaferler kazanmamı isterdim” dedi. Mevlânâ hazretleri: “Senin bu niyetin doğru ise, o halde benim şahadet âleminden saadet âlemine sefer edeceğime ve senin de ruhlar âlemine ulaşmana az kaldığı kesinleşti” buyurdu. Üç gün sonra 18 Rebiyülahir 628 (23 şubat 1231) cuma gününün kuşluk vaktinde kudretli Tanrı’nın rahmetine kavuşup “Gerçeklik makamında, çok kudretli bir padişah katında” (K., LIV, 55) yerleşti.

Şiir: (Arapça)

Tanrı’nın yakınında “Gerçeklik makamında” (K., LIV, 55) konmasını istiyerek Cennete gitti.

Arşa mensup olan o tavus, hatiflerden arş kokusunu alınca yine arşa gitti”.

İslâm sultanı çok elemlenip dövündü. Tam yedi gün saraydan dışarı çıkmadı, kırk gün de ata binmedi. Tahtı bırakıp hasıra oturdu ve taziyet âdetini oturmakla bitirdi. Tamam kırk gün kalenin cuma mescidinde hatimler indirterek halka sofralar verdiler, fakirlere adaklar adadılar. Padişah şeyhin mübarek türbesinin etrafına, Kabe’nin çevresindeki duvarlar gibi, duvar çekmelerini ve mermerden bir taş üzerine de ölüm tarihini kazarak tesbit etmelerini buyurdu. Bir kaç sene sonra İslâm sultanı da esenlik evine (Cennete) göçtü.

Şiir:

“O, bir güldü, az zaman bu dünyada kaldı,

O da gitti, ömrünü sana verdi. “

“O Tanrı’nın nimetine mazhar ettiği peygamberler, sıddıklar ve şehitler ile eş oldu. Bunlar ne de güzel arkadaştırlar” (K,, IV, 69)

(25) Hikâye: Bahâ Veled hazretlerinin, talihi yüce, makbul kimselerinden olup ilâhî kubbelerle örtülmüş Tanrısal velî şeyh Haccâc-ı Nessâc (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) şöyle rivayet etti ka: Kadi-yi Vahş itibarlı bir adamdı ve dünyanın bilginleriııdendi. Bu adam Baha Veled’in “Sultan – ül – Ulemâ” lâkabını Maârif ve fetva kitaplarının önsözünden silmek istiyordu. Mevlânâ hazretler bu hali öğrendi ve: “Vahş’in adı ve künyesi de varlık defterinden pek yakın bir zamanda silinecektir” buyurdu. Beş gün sonra Kadi-yi Vahş âhirete göçtü.

(26) Mevlânâ Bahâ Veled, hemen daima halkın içindeki sırları söyler, gayıbda vâki olayların oluşunu bildirir ve onun üzerine herkesin hayrette kaldığı daha başka faydalı şeyler söylerdi. Böylece o ulu kişinin münkirleri onun bu gibi kerametlerini gördükten sonra bölük bölük tam bir ikrarla gelip müridi olurlardı. Birçok inkârında ısrar edenler, inkârlarının uğursuzluğu yüzünden imansız öldüler.

(27) Derler: Seyyid Burhaneddin-i Muhakkik- i Tirmizî’nin (Tanrı ondan razı olsun) Sultan – ul – Ulemâ’ya mürit olmasının sebebi de Belh bilginlerinin Peygamber tarafından kendilerine “Bahâ Veled’e Sultan – ul – Ulemâ demelerini ve onu kendilerinden daha büyük ve iyi bilmelerini” işaret ettiğine dair gördükleri rüya olmuştur.

(28) Hikâye: Bir gün Bahâ Veled umuma verdiği bir derste, kelâm bahsi sırasında Ce-maleddin – i Hasîri itirazlarda bulundu. Bahâ Veled hazretleri asasını kaldırarak onun üzerine atıldı ve “Ey ilm-i kal’e saplanmış herif! suhufum isyan edene sopadır. İnci ile çakıl taşlan arasında ne büyük fark vardır! Eğer okuduğun bu kitaplarla gururlanıyor ve bunlardan aldığın bilgilerin kuvvetiyle her tarafa saldırıyorsan; (Şunu bil ki:) bunların hiçbiri kalmayacak, hepsi yokluğa karışacak ve hepsinin izi kaybolacaktır. Hangi kitapların sa-hifesinden bahsedecek ve ders vereceksin?

Gönül yaprağından bir sayfa ezber etmeğe gayret et ki ondaki mâna ebebiyete kadar senin ruhunla bağdaşsın ve hiç bir suretle hatırından gitmesin. Öldükten sonra senin elini tutan, aşk ilmidir. Nasıl ki buyurmuşlardır:

Şiir:

“Ey fakîh! sen, Tanrı için aşk bilgisini öğren; çünkü ölümden sonra helâl, haram ve vacip kalmaz “.

(29) Nakledilir ki: Bir gün Hudâvendigâr hazretleri (Tanrı soylu insanların nuru ile bizi kutlasın), dini bütün dostların (ebrâr) meclisinde babasının yüceliğini anlatarak buyurdu ki: Bahâ Veled hazretleri, Beih’de cuma günü bir vaiz veriyordu. Dedi ki: “Ulu Tanrı kıyamet gününde temiz amel, iyi ahlâkın ve iman edenlerin ihsanının mükâfatı olarak cennetin hurilerini ve köşklerini verecektir.” Bunun üzerine birden bire mescidin bir köşesinden kamburlaşmış ihtiyar bir adam ayağa kalkarak: “Ey müslümanların imam! bu gün bu dünyada onların hallerini anlatmakla meşgul olalım. Yarın da huriler ve köşkleri seyretmekle iktifa edelim. O halde Tanrı’nın yüzünü görmek meselesi nasıl olacak?” dedi. Baha Veled cevabında: “Ey azizim! huriler ve köşkler sembolü, anlayışı kıt insanlar içindir. Yoksa asıl, dostun yüzünü görmektir. O Tanrı yüzünün türlü adları vardır. (Tanrı erleri) her yaratıkta yaratanı müşahede ve her zerrede hakikatler güneşini mütalâa ederler.

(30) Hikâye: Dostlar toplantısının ışığı ve Mevlânâ Celâleddin’in yakın müritlerinden olan Mahmud Sahip kıran (Tanrı ona rahmet etsin) şöyle rivayet etti ki: Hudâvendigâr’ın zamanında Kürkçüler Hamamı’nda Ahi Nâtûr adında yüz on yaşında ve Bahâ Veled’in müritlerinden olan biri vardı. Biz o zaman küçük çocuklardık. Bir gün ulu dostlar, Bahâ Veled’in menkıbeleri hakkında sözler söylüyorlardı. Ahi Nâtûr hikâye etti ki: bir gün bir zâlim, Bahâ Veled’in önüne çıktı. Baha Veled, onun bir mazlumu incittiğini görüp: “Musa da eliyle onu itti. Herif düşüp öldü” (K., XXVIII.,15) âyeti muktezasınca asâsiyle ona vurdu ve derhal canını cehenneme gönderdi. Zâlimi kaldırıp mezara götürdüler. İslâm sultanı: “Baha Veled, sebepsiz o adamı niçin öldürdü, sebebi ne idi?” diye tereddüde düştü. Mevlânâ: “Padişah tereddüt etmesin, çünkü Tanrı’nın emri olmaksızın bir yaprak bile ağaçtan düşmez.

Şiir:

“O talih sultanı (yani Tanrı) nın hükmü ve kazası olmaksızın bir yaprak bile ağaçtan düşmez.(Mesnevî C. III, s. 19/1899)

Ben gerçekten , bir köpek öldürdüm ve bir mazlumu onun zulmünden kurtardım” diye buyurdu. Sultan bu sözleri işitince, gidip o münafıkın kabrini açmalarını emretti. Kadri açınca içinde siyah bir köpeğin uyuduğunu gördüler. Padişah, hemen başını yere koyarak özür dilemeğe başladı. Bahâ Veled: “O şahsın yaratılışında köpek karekteri ve yırtıcılığı olduğu için sonunda köpek oldu, kıyamet gününde yine köpek olacaktır” diye buyurdu.

Şiir:

“Sana üstün gelen karakter ne ise, kıyamet gününde yine o şekilde dirileceksin. “(Mesnevî şerhi. c. II. 231.)

Sultan ağlıyarak şeyhin elini, ayağını öptü ve istiğfar edip İslâm dininin menettiği şeylerden perhiz etti.

(31) Hikâye: Yine Ahî Nâtûr’dan naklolunur ki, sultan bir gün Bahâ Veled hazretlerinden va’zetmesini son derece ısrarla rica etti. Bahâ Veled (bunu kabul edip) vaiz minberinin Gu-ristan – i Kaani’î denilen mezarlığa getirilip orada kurulmasını buyurdu. Şehrin erkek ve kadın bütün halkı oraya toplandılar. Mevlânâ Bahâ Veled minbere çıktı. İyi Kur’an okuyan hafızlar her sureden aşirler ve kavâri’ okudular. Mevlânâ va’za baş-lıyarak haşr ve neşr, kıyamet gününde insanların durumu, amellerine karşı nasıl ceza verildiği, o günün dehşeti, insanların sorgu, suale çekilmesi, günah ve sevap terazisi, Sırat Köprüsü, cennetliklerle cehennemliklerin biribirinden ayrılması, günahkârların yüzlerinin o günde kararması, sevap işliyenlerin ağarması meselelerini deliller ve çevrilerle o kadar güzel bir şekilde aydınlattı ki, bütün akıllı insanların akılları şaşkınlık bağı ile bağlandı. Hepsinden, candan ve yürekten pişmanlık ahları yükseldi. Ağlamaktan ve yanıp yakılmaktan bitap oldular. Birdenbire mezarın birisi açıldı, kefenine bürünmüş bir ölü çıktı ve: “Ben Tanrı’dan başka bir Tanrı olmadığına ve Muhammed’in Tanrı’nın elçisi olduğuna şahadet ederim” dedikten sonra tekrar mezarına girdi. Bu korku karşısında orada bulunanlardan binlerce kişi kendinden geçti ve birçoğu orada can verdiler. Adı geçen derviş ağır yeminlerle: “Ben, bu mucizeyi gözümle gördüm” dedi. O günü o kadar kadın ve kişi mürit oldu ki, sayılamaz. Bundan bir ay geçmeden öyle bir padişah bu dünyadan göçtü (Tanrı’nın inayet ve rahmetine kavuşsun).

(32) Naklolunur ki: Bahâ Veled hazretlerinin müritleri çok coşkun, takva ve riyazet sahibi idiler. Çok vakitler şeyhle beraber mezarlığa gider yavaş sesle Kur’an okurlardı. Melânâ dua ettiği vakit ölüler de hissedilir şekilde mezarlarından ellerini çıkarıp onun duasına “amin” derlerdi.

(33) Sultan Veled hazretleri (Tanrı onun ruhunu kutlasın) şöyle rivayet etti ki: Bir gün babam Mevlânâ hazretleri büyük babamın mezarında murakabe halinde oturmuştu. Birçok defa: “Kuvvet ve kudret ancak ulu Tanrı’nındır” buyurdular. Ben kendisinden Burada “ = Lâ havle ve lâ…” cümlesinin münasebeti nedir? diye sordum. Kendileri: “Biri, Filubat sahrasında at koşturuyordu” diye cevap verdiler. Ben: “Bundan ne çıkar?” dediğim vakit, o: “Bahâ Veled’den korkmuyorlar mı? O, burada yatmaktadır” buyurdu.

(34) Yine bir derviş rivayet etti ki, bir gün Hudâvendigâr hazretleri, Bahâ Veled’in türbesini ziyarete gelmişti. O. bir hal ve güçlük karşısında kaldığı zaman, babasının türbesini ziyaret etmeği âdet edinmişti. Orada murakabeye varırdı ve bu sııretle o güçlük çözülürdü ve babasının mezarından açıkça kendisine cevap verildiğini işitirdi. (Kendisi bu halde iken) birdenbire bir atlı yıldırım gibi koşarak türbenin yanından geçti. Bu atlıya meşhur Veled – i Fahreddin – Şâhid diyorlardı ve o, sultanın da ileri gelen yakın adımlarındandı. Onun bu hareketinden Hüdâvendigâr hazretlerinin canı çok sıkıldı. Murakabe âleminden kendine gelerek: “Bu adam bilmiyor mu ki Bahâ Veled’in bütün damarları bu mezarın her tarafını kaplamış ve onun kutlu cesedi bu yerde gömülmüştür” buyurdu. Tam o sırada bu atlının atı, onu yere vurdu ve bu yolun edepsizlerinin, rütbe ve mansıpla gu-rurlananlann ibret almaları ve velilerin gayretlerinden korkmaları, kibir ve gururla böyle bir küstahlık ve cür’ette bulunmamaları için onu parça parça edinceye kadar sürükledi.

Şiir:

“Güneş, halkın küstahlığından Tutuldu. Şeytan da cüretinden dolayı Tanrı’nın kapısından kovuldu.”

(35) Nakledilmiştir ki: Baha Veled hazretlerinin, müritlerinin hallerini anlamakta o derece keskin görüşü vardı ki, bunlar kendi odasına girdikleri zaman: “Bu pis gözlerinizle bana bakmayınız. Evvelâ gözlerinizi göz yaşlariyle yıkayınız, ondan sonra Tanrı erlerinin yüzüne bakınız. Ancak o zaman görünen ve herkese görünmeyin nurları görebilirsiniz” derdi ve (meselâ bu müritlerden birine): “Ey filân kimse yolda gelirken bir güzele baktın, “gözlerin zinası, bakıştır.” Binaenaleyh bizim sohbetimizden uzaklaş. Diğer birine de dönerek: “Sen de bir çocuğu gözünle sözdün, kendini bu günahtan temizle; çünkü Tanrı hazretleri her türlü ayıptan ardından ve ruh itibariyle temiz olanları sever.” buyururdu. Nitekim Kur’anda: “çok tövbe edenleri ve çok temiz olanları sever” (K., II,222) buyurulmuştur.

Şiir:

Gözünü güzellerin yanaklarına ve benlerine bakmakla kirletme;

“Zira beka âleminin padişahlar padişahı geliyor,

“Eğer böyle bir bakışla bulaşmış ise, onu gözyaşı ile temizle

“Çünkü bu derdin ilâcı, o göz yaşıdır. “

(36) Hikâye: Arkadaşların bilginleri şöyle rivayet ettiler ki. Sultan Veled günün birinde şöyle buyurdu: Tanrı”ya kulluk edenlerin padişahı bizim fakîh Ahıned (Tanrı rahmet etsin). Bahâ Veled’in yanında fıkıh ilmini öğrenmekle meşguldü. Bu sâf yürekli bir Türktü, Aynı zamanda da Bahâ Veled’in müridi idi. Benim büyük babamın bir nazarının feyzi ile eşsiz bir bilgin oldu. Kendisine öyle bir hal geldi ki, (sonunda) kitabı elinden attı, perişan bir hal aldı, başını alıp dağlara gitti. Hayret ve kudret denizlerine daldı. Birçok yıllar dağlarda gezip dolaştı. Riyazetler çekti, nihayet Veys-i Karan) hazretlerinin sırrı bu şanlı, şerefli fakihte temessül etti. Tamamiyle meczup ve aklı kapılmış bir hale geldi. Bazı kimseler, onun bu halini ve divaneliğini Bahâ Veled’den sordular. O da: “Bu adam, Seyyid-i Sırdan’in bizim büyük kadehlerimizden içtiği (marifet) şarabından ancak bir damla içmiştir” dedi.

Bunun gibi babam (Mevlânâ Celâleddin) hazretleri de bir gün: “Ahmed Fakîh’in bu sarhoşluğu, efendimiz Şemseddin-i Tebrizî’nin sarhoşluk denizi yanında bir kokudan ibarettir” buyurdu.

Şiir:

“Sen, şaraptan, ben ise, kokusundan sarhoşum. Keykubâd’ın meclisinde kokunun da kıymeti vardır. “

(37) Rivayet olunur ki: Tanrı’dan başka kimsenin bilmediği veliler mertebesine erişen Şeyh Haccâc -i Nessâc, Bahâ Veled’in ölümünden sonra dokumacılıkla meşgul oluyordu. Fakirlerin kuru ekmeklerini satın alıp suya batırır, akşam onlarla iftar ederdi. Helâlinden kazandığı paraları saklardı. Böylece iki üç yüz kadar (para) biriktirir sonra bunları getirir, Hudâvendigâr hazretlerinin mübarek ayakkapları içine dökerdi. Hayatta kaldığı müddetçe bu hizmete devam etti.

(38) öyleki öldüğü vakit, cesedini yıkaması için bir ölü yıkayıcı çağırdılar. Ölü yıkayıcı taharet vermek için onun avret mahalline el uzatınca Haccâc onun elini öyle bir yakaladı ki, ölü yıkayıcı büyük bir feryat kopararak kendinden geçti. Müritler ne kadar çabaladılarsa da ölü yıkayıcının elini onun pençesinden kurtaramadılar. Bunun üzerine Hudâvendigâr hazretlerine haber verdiler. Hudâvendigâr gelip şefaatte bulundu ve Haccâc’in kulağına: “Onu mazur gör. O, senin kim olduğunu bilemedi, kusurunu bana bağışla” diye bağırdı. Haccâc, o anda ölü yıkayıcının elini bıraktı. Bu ölü yıkayıcı da üç gün sonra öldü.

(39) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Sultan Veled hazretleri: “Büyük babam Bahâ Veled seksenbeş yaşında iken dünyadan göçtü” buyurdu.

(40) Derler ki: Bahâ Veled daima mezarlıkları gezer ve: “Ey Tanrı! bizi güzel huylu, (İztıraplara) dayanıklı yap” diye dua ederdi ve: “Gündüzleri mezarlıkları geziniz geceleri de gökte parhyan yıldızları seyrediniz ki, acayip ve nâdir şeyler göresiniz. Bu Peygamberimizin vasiyet ve âdetidir” buyururdu.

(41) Yine rivayet olunur ki: Çok riyazet ve mücahededen Bahâ Veled hazretlerinin ağzında pek az diş kalmıştı. Geceleri namaz kılmaktan, gündüzleri nefsi ile mücadele etmekten bir an boş kalmazlardı. Baha Veled: “Bunların hepsi çocuklarımız ve dostlarımız içindir” buyurdu.

(42) Yüreği aydın bir aziz, Bahâ Veled hazretlerini bir gece rüyasında gördü: Bahâ Veled son derecede yücelmiş, başı yüce Arşın ayaklarına de-ğiyordu. Kendisinden, bu mertebeye ne ile ve ne sebeple eriştiğini sordu. Bahâ Veled hazretleri: “Oğlum Celâleddin Muhammed’in geçirdiği güzel ve temiz hayat ve yüce tavır ve hareketi sayesinde eriştim; çünkü bütün velilerin ruhları, göklerin ruhanî sakinleri ve yüce Arşın nurlu varlıkları onun cemaline âşık olmuşlardır. Kemale ermiş bütün veliler, onun bu tavır ve hareketini beğeniyorlar. Benim ruhum da bu halin verdiği zevkle övünüyor ve öyle yükseliyor ki, (Tanrı’nın) kerim ve yüce olan Arşı engel olmasa idi boyumun yüksekliği boşluk âleminin sınırlarını bile geçecek ve öyle bir yere erişecekti ki mekânlar o yerin heybetinden lâmekân emekânsız olacaklardı” dedi.

Şiir:

“Bu kadarı öğrencilerimize verdiğimiz derstir,

“Bu savaş meydanındaki mücadelemiz yer mefhumuna yol olınıyan bir yere kadar gider

“Orada Tanrı ayının parıltısından başka bir şey görünmez.

“Bu yer, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzaktır,

“Bütün nurların aslı ve hakikatidir.

“Bu nur surette ve mânada nekadar nur varsa onların aslıdır”(Mesnevî, C.VI, s. 395/2144 – 46)

(43) Hapsedilen Rum kadısına şefaat etmek için Hârizmşâh’ın büyük Babası Yağan Tekin’e (Tanrı rahmet etsin) Baha Veled’in gönderdiği mektubun sureti:

Selâm ve dua o padişah hazretlerine olsun ki, yıldızların sa’d ve nahsı onun hükümdarlığına tesir etmez.

İyi işten başka hiçbir iş tamamlanmaz. Galibiyete ve kuvvete meyletmemelidir. Çünkü hakikatte üstünlük din ve takvanındır: “…Büyük dinler üzerine göstermek için onu gönderdi” (K., IX, 33). Kadı İmam – ı Rumî örfle değil dindarlık ve doğrulukla süslenmiş saadet, hayır ve Tanrıdan korkma yardımına bağlanmıştır. Çünkü “Biribirinize hayır etme ve Tanrıdan korkma üzerinde yardım ediniz” (K., V, 2), “selâm hidayete uyana olsun” (K., XX, 47) buyurulmuştur.

Bu mektup üzerine Yağan Tekin derhal Kadı- i Rumî’yi ziyaretle teselli edip serbest bıraktı.

(44) Bir mazlum için Hârizmşâh’a gönderilmiş olan diğer bir mektubun sureti:

Mazlumların baş vurduğu makamın şükrü, zorbaların mazlumlar üzerine olan zulmünü defetmektir. Hususiyle şimdiki padişahların (Tanrı onları mağfiretine bürüsün) terbiyesini almış ve Tanrı’nın yardımı ile şöhretleri o taraflara yayılmış hayır ve tasavvuf erbabından olan hanedanın bu şükrü bu suretle yapması daha yerinde olur.

Tanrı’ya hamdolsun ki o yüce makam (Tanrı onun yüceliğini daha artırsın) bu sıfatla vasıflanmış olduğundan o zorbanın itaat altına alınması için ferman buyurmuştur. Onun fayda ve tesirinin kalmaması için bu imza buyrulsun.

(45) Hikâye: nakledilmiştir ki: Dizdar adi ile tanınan Emîr Bedredin Gevhertaş, Alâ’addin Keykubâd’ın lalası idi. Uzun boylu, asıl, hayrat sahibi ve sarayın has üstatlarındandı.Onun itikadının ve mürit olmasının sebebi şu olmuştur:

Bir gün BahâVeled hazretleri sultanın meclisinde vaiz veriyordu. Bütün bilginler, fakirler, emîıier ve sultan orada idiler. Bahâ Veled her âyetin iniş sebebini, onun tahkikini ve her kelimenin sırlarını türlü türlü tefsir ediyor ve sözü genişletiyordu. Bedreddin Gevhertaş’m içinden: “Maşallah! Haz-retin ne kadar parlar bir zihni, kuvvetli bir hafızası ve geniş bir mütalâsı var ki bu kadar söz söyliyor ve misaller getiriyor. Bu kadarı hiçbir müfessire ve vaize nasip olmamıştır” diye geçmişti. Bunun üzerine Bahâ Veled minberden: ‘Emîr Bedreddin bir aşir oku!” diye işaret buyurdu. Emîn Bedreddin de sultandan duyduğu dehşet ve heybetden ötürü birdenbire “Müminler felah buldular” (K., XXIII, 1) suresine başladı. Bahâ Veled: “Bedreddin! şimdi dinle buyurdu, hazırlanmaksızın ve uzun uzadıya mütalâa etmeksizin bu (    ) deki ”  kad” hakkında kaç cuma ne kadar açıklamalar yapacak ve ondaki mânalar hakkında söz söyleyeceğim” dedi. (Bahâ Veled hazretlerinin bu kerametini gören) halktan feryat yükseldi. Bedreddin Gevhertaş, derhal gidip kalbinden geçeni Sultan hazretlerine anlattı ve indi, eğilerek minberin ayağını öpüp kul ve mürit oldu. Bahâ Veled hazretleri de: “O halde sen bu halin şükranesi olarak oğullarım için bir medrese yaptır” dedi, Hudâvendigârın medresesinin inşasının ve birtakım vakaflar yapılmasının sebebi bu olay oldu. Emîr Bedreddin yaşadıkça ulaştığı bu nimetin tatlılığından faydalandı. Kendi vücudunu tamamiyle bu hanedana vakfetmişti.

(46) Hikâye: Yine nakledilmiştir ki: Bağdad halifesi, Şeyh Şihabeddin – Sühreverdi’yi elçilikle sultan Alâ’addin Keykubad’a göndermişti. Konya’ya ulaştığı sırada sultan eğlenmek üzere Gavale kalesine gitmişti. Bahâ Veled’i de birlikte götürmüştü. Sultan, Sühreverdi’yi de kaleye getirmelerini emretti. Halifenin elçiliğini ifa ettikten sonra şeyhe, Bahâ Veled hazretleri son derece izaz ve ikramda bulundu. Çünkü Sühreverdi de Bağdat’ta Bahâ Veled’e hadsiz hesapsız hizmetlerde bulunmuştu. Bahâ Veled: “Sühreverdiler hem Ebubekir’e mensuplar, hem de bizim yakın ak-rabalarımızdandııiar” buyurdu. Hemen o gece İslâm sultanı Alâ’addina acayip bir rüya gördü. Şaşkın bir vaziyette uyandı. Rüyasını Bahâ Veled’e ve Şeyh Sühreverdi’ye anlattı ve: “Rüyamda başımın altından, göğsümün ham gümüşten, göbeğimden aşağısının tamamiyle tunçtan, her iki kalçamın kurşun, iki ayağımın da kalaydan olduğunu gördüm” dedi. Bütün rüya yorumcuları, bu rüyanın yorumunun yüceliğinden hayrette kaldılar. Şeyh Şihabeddin, derhal bu riin-yanın tâbirini Bahâ Veled’e havale etti ve hiçbir şey söylemedi. Suldan – ül – Ulemâ, Sultana: “Sen dünyada oldukça insanlar rahat, temiz yaşıyacaklar ve altın gibi kıymetli olacaklar. Senin ölümünden sonra, senin oğlunun zamanı, senin zamanına nispetle gümüş derecesine, ondan sonra, oğlunun oğlu zamanında tunç mertebesine düşecekler, alçak ve haris insanlar başbuğ olacaktır. Saltanat üçüncü batna geldiği vakit, her taraf karışacak, halk arasında dürüstlük, vefa ve şefkat kalmıyacak. Dördüncü ve beşinci batna eriştiği vakit, Rum ülkesi tamamiyle harap olacak. Bütün ülkeleri pis fesat ehli kaplıyacak. Selçuk ailesi zevale uğrayacak, dünyanın nizamı çığırından çıkacak, soysuz küçükler büyüklerin yerine geçecek, önemli işler alçak adamların elinde kalacak. Peygamberimizin: “(Emîrler) işleri ehli olmiyan adamlara verirlerse, işte o zaman kıyametin kopmasına hazır ol” buyurduğu veçhile her tarafta haricîler çıkacak, Moğol istilâsı bütün dünyayı harabeye çevirecek, din bilginlerinin, vekar ve temkin sahibi şeyhlerin izleri silinecek, yeryüzünden bereket kalkacak ve biçare insanlar büyük kıyametin kopmasını mumlarla arıyacaklardır” buyurdu. Bunun üzerine İslâm padişahı ve orada bulunanlar ağlayıp sızlamağa başladılar. O gün İslâm padişahı, Bahâ Veled ve şeyh Sühreverdi hazretlerine kıymetli hediyeler verdi. Diğer bilginler ve fakirlere de bahşişler de bulundu ve onların dua etmelerini istedi. Hakikaten bu rüya, tabir ettikleri gibi çıktı.

Şiir:

“Gencin aynada gördüğünden daha fazlasını, ihtiyar, bir tuğla parçasında görür. “

(47) Yine bir gün Sultan Veled buyurdu ki: “Büyük babam Bahâ Veled hazretleri çok kuvvetli, iri yarı ve heybetli bir adamdı ve “Ona ilimde ve cisimde fazlalık verdi” (K., II, 247) âyeti onun sıfatıydı. Çok iri kemikliydi. Bağdad yolunda iri – yarı üç deveciyi bir tokatla yere serdi, ölecek bir hale soktu. Deveciler töbdeler edip kendisine itaat ettiler. Gaza’ya gitmek üzere atına bindiği vakit, savaş meydanında sanki Haydar – ı Kerrâr olurdu.”

(48) Yine Sultan Veled buyurdu ki: “Birgün babamın yanında, bir kimse hakkında: “Filân Kur’an’m aleyhinde bulunuyor” dediler. O da: “Fena söyliyor ve saçmalıyor. Eğer o benim babam Bahâ Veled’in müridi ise (öyle söylemez). Çünkü Bahâ Veled hazretleri ömrünün sonuna kadar Kur’an okumak tefsir ve namazla meşguldü ve Kur’an okuduğu vakit de her kelimeyi beş altı defa tekrar ederdi. Meselâ: Elhamdülillah diyeceği vakit bunu üç defa tekrar ederdi ve bunları söylediği zaman da mübarek vücudundan büyük bir nur belirir melekler toplantısına kadar ulaşırdı” dedi.

(49) Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki: Bir gün Büyük Mevlânâ Bahâ Veled hazretleri: “Ben Şîs peygamber (Selâm onun üzerine olsun)’in güzelliğini görmek istiyorum. Şimdi tTanrı hazretlerine gidiyorum. Çünkü şimdi onların hepsi, orada toplanacaklardır. Ben de hem Şîs (selâm onun üzerine olsun)’ in ve hem de bütün peygamberlerin yüzünü göreyim” dedi.

Sultan Veled buyurdu ki: Ben, babam ve büyük babamın türbesine baktığım vakit, bu iki türbenin tepesinden iki büyük nurun yükseldiğini, göklere kadar uzanıp gittiğini, bir müddet sonra bu iki nurun birleşip bir nur olduğunu görürdüm. Bu hal onların bir nur olduklarını gösteriyor.

Şiir:

“Sen onlardan iki dostu bir yerde gördüğün vakit, o ikisinin hakikatte bir, (fakat kuvvet ve kudretlerine baktığın zaman) o ikisinin altı yüzbin kişiye denk olduğunu görürsün “.(Mesnevî C. II, s. 257/184)

(50) Yine Sultan Veled buyurdu ki: Babam, öleceği zaman bana: “Bahâ’addin! bil ve haberdar ol ki biz ve bütün müritlerimiz kıyamet gününde Büyük Mevlâna’mn gölgesi altında bulunacağız ve onun sayesinde Tanrı’ya ulaşacağız. Tanrı, onun hatırı için bizlere merhamet edecektir’” dedi.

(51) Nakledilir ki: Mânaların sırlarını bilen ilâhî arif Hâcegi-i Cehvâreger Büyük Mevlânâ’nın eren müritlerindendi. (Tanrı ondan razı olsun). Bir gün şeyhden: “Bir kimse şarap içerse ne olur?” diye sordu. O da: “Köpek olur, domuz olur, maymun olur” dedi. Bu hikâyeyi Seyyid Bur-haneddin’in önünde anlattı. O da: “Şeyhim, her kim şarap içtiği vakit öyle olursa ona şarap haramdır” diye fetva verdi. Eğer böyle oluyorsan içme, eğer olmuyorsan, onun dediği gibi olmazsın” buyurdu.

Şiir:

“Olgun bir insana lokma ve nükte helâldir. Sen olgun değilsen yeme, dilini kıs”(Mesnevi. C. I. s. 100/1621)

(52) Yine şöyle nakledilir ki: Bahâ Veled hazretleri dünya mülkünden Melekût âlemine göçtüğü vakit Hudâvendigâr yirmi dört yaşında idi. On yedi yaşında da evlenmişti. Birçok defalar arkadaşlar toplantısında: “Eğer büyük Mevlânâ birkaç sene daha yaşasaydı ben yine Şems-i Tebrizî gibi bir adama muhtaç olacaktım; çünkü her peygamber bir Ebû Bekir’siz ve İsa da Havariyunsuz olmaz” buyurdu.

Şiir:

“Her peygamber bu doğru yolda mucize gösterdi ve yol arkadaşları aradı”.

(53) Hikâye: Nakledilir ki: Bahâ Veled hazretlerinin ölümünden sonra (Tanrı ondan razı olsun) az bir zaman geçmişti ki, Celâleddin Hârizmşah’ın geldiği haberi sultan Alâ’addin’e ulaştı. Sultan Alâ’addin hemen şeyhin türbesini ziyaret etti, öptü, ağladı, ondan yardım ve himmet diliyerek Hârizmşâh’ı karşılamaya hazırlandı. Hârizmşah’ın ordusu Erzurum hududuna ulaşınca, casuslar bu ordunun üstünlüğünü îslâm sultanına bildirdiler. Rum askerine büyük bir kuruntu geldi. Sultan, Hârizmşah’ın halini ve gidişini anlayıp ona göre hazırlanmayı düşündü. Bir gece elbisesini değiştirip birkaç dağlanmamış ve rüzgâr gibi giden at seçti. Dağ yolundan birkaç Türkle birlikte Hârizm askerine iltihak etti. Hârizm emirleri onların kim olduklarını sorup araştırdılar. Onlar da: “Biz bu diyarın Türklerindeniz. Erzurum’un dağ nahiyelerinde bulunuyoruz. Bizim cetlerimiz Ceyhun nehri civarındandı. Bu birkaç sene içinde sultan Keybubâd bizden yüz çevirip bizi müşkül bir duruma sokmuştur. Daima (Tanrı’nın) yardımına mazhar olan Hârizm askerinin gelmesini bekliyoruz; belki bunlar sayesinde onun zülmünden kurtulabiliriz. Bu olayı Hârizmşâh’in kulağına ulaştırdıkları vakit, çok sevindi ve bunu iyi bir fal saydı. Buyurdu, hususî sofrayı kurdular. Emirlerden, vezirlerden, haslar ve devlet erkânından her biri sofrada kendi yerini aldı. Kabul töreni tertibederek bu misafirleri huzura getirdiler. Bunlar, sultanın önünde baş koydular ve onun bu tertip ve törenini tam mânasiyle seyrettiler. Getirdikleri atlan da onlara verdiler. Sultan, bu misafirlere iltifat etti, hil’atlar giydirerek güzel vaitlerde bulundu. Misafirlere bir çadır tâyin edip ulufe bağladılar. Hemen o gece Hârizmşâh’ın hatırından geçti ki, sultan Alâeddin’in ülkelerinden, her nereden geçtimse bütün halk ondan razı idi. Bu birkaç Türk ondan neden şikâyet ettiler? Alâeddin’in de bu taraflara geldiği duyuluyor, hilekârlık ve gece harekâtında eşi benzeri yoktur. Bu Türkler onun casusu olmasınlar. Durumu daha iyi tetkik etmek lâzımdır, zira “şüphe, ihtiyattır”, hemen Erzuaım meliki Mugiseddin’i yanına çağırdı, onunla bu hususta görüşüp: “Yarın bunların durumunu inceliydim” dedi. Sultan Alâeddin de hemen o gece rüyasında: “Bahâ Veled” in gelip kendisine “Kalk! hemen atına bin, uyku zamanı mıdır?” dediğini gördü. Uyandığı vakit kendi kendine: “Yarın da seyredelim de sonra gideriz” diyerek tekrar uykuya daldı. Bahâ Veled hazretlerini yine rüyasında gördü. Bahâ Veled asasını tahtına ve tahtın üzerine çıkıp onun göğsüne vurarak: “Ne uyuyorsun?” dedi. Alâeddin, Bahâ Veled’in heybetinden uyandı; bütün vücudu titremeğe başladı. Adamlarını da uyandırdı. Gece yarısı atlan eyerleyip yola çıktılar. Gece sona erdiği vakit, Hârizmşâh “Biz bugün onların durumunu inceleyinceye kadar sayılı emirlerden birkaç kişi onların çadırının etrafına göz kulak olsunlar” diye emir verdi. Fakat sabah olunca hepsinin gitmiş olduğunu gördüler. Bunu Hârizmşâh’a bildirdiler. Hârizmşâh, bunları takip için iki üç bin yiğit süvari yola çıkardı, kendisi de bunların arkasından atına binip gitti. Sultan Alâeddin, arkasına baktığı vakit bir ordunun kaldırdığı tozların havaya yükseldiğini gördü. Bunun üzerine atını doludizgin sürerek kendi ordusuna ulaştı. Hârizmliler de hiçbir şey elde etmeden dönüp gittiler. Sultan Alâaddin askerlerine birçok hediyeler ve paralîır verip: “Tanrı’nın yardımı ve Bahâ Veled hazretlerinin himmeti ile biz kuvvetlenmiş ve galibiz” buyurdu. Erzincan’ın Yassı Çemen mevkinde askerini yerleştirdi. Hârizmşâh’la birkaç gün muharebe yaptılar. Beşinci günü birdenbire Tanrı erlerinin kuvvetli nefeslerinden bir yardım ve zafer rüzgârı esti, Rum askerleri tarafındaki toz ve toprağı havaya kaldırarak Hârizm askeri üzerine saçtı. Sultan hazretleri “Attığın vakit sen atmadın, fakat Tanrı attı” (K., VIII, 17) âyetinin işaret ettiği veçhile “bu yüzler kararsın dedi. “Güç yetmediği şeyden kaçmak peygamberlerin âdetlerin o dendir” hadîsinin korkusu da düşmanların kalbine çöktü. Nihayet Tanrının yardımı ile sultanın bayrakları galip gelip askerleri zafer ve saadete kavuştular. Fânilere de düşmanın böyle heybetli ve haşmetli bir ordusunun, o zamanın kutb’unun himmetiyle fena bir bozgunluğa uğradığı malûm oldu.

Bu sofiler tayfasının yardım ve bimmetinin, dünya ve ahirette sonsun bir saadeti ve edebî bir salâh ve kurtulmayı mucip olacağı muhakkaktır.

Sultan Alâeddin mühim bir olayla karşılaştığı vakit daima şeyhin türbesine gider, ondan medet diler, galip ve başarılı olarak dönerdi.

(54) Yine nakledilmiştir ki:BahâVeled hazretleri: “Ben yaşadıkça ve mâna meydanında at koşturdukça, benim gibi bir adam zuhur etmez. Ben, bu dünyadan göçiinceye kadar bekle de oğlum Celâleddin Muhammed’in nasıl bir adam olacağını, benim yerime geçeceğini, benim mertebemden daha yüksek bir mertebeye kavuşacağını görürsün” buyurdu.

(55) Bir gün Seyyid hazretleri (Tanrı ondan razı olsun) buyurdu ki, ben bu gece rüyada gördüm Şeyhim Bahâ Veled’in türbesinden (Tanrı ruhunu kutlasın) bir kapı açıldı, oradan büyük bir nur yükseldi. Bu nur bizim evimize kadar ulaşıp içeri girdi. Duvar, bu nurun eve girmesine hiç engel ve mâni olmadı. Hiçbir duvar da onu gölgeleyemedi. Uykudan uyandım. O nurun heybet ve lezzetinden şahadek getirdim. Bu nur gittikçe arttı, bütün şehri ve daha da artıp dünyayı kapladı. Bundan sonra ben kendimden geçtim. Ne olduğumu bilmedim. Bu rüyanın tâbiri şudur: Bu hâmedanın nurlarla dolu olan sırlan dünyayı kaplıyacak herkes onların muhip ve müridi yapacaktır.

Şiir:

“Tanrı erlerinin nuru doğuyu ve batıyı kapladı. Gökler, hayretinden bunların önünde secde etmiştir.”(‘Mesnevi, C. VI, s. 3120/2069)

(56) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün. bilginlerden birisi, Belli şehrinde, cuma mes-cilinde cübbesinin etekleri omuzunda ve ellerini de yenlerinden dışarı çıkarmamış olduğu halde namaz kılıyordu. Bahâ Veled hazretleri: “Ellerini yeninden çıkar, sonra namaza dur da bir huzur hâsıl olsun” diye buyurdu. Bu adam akılsızlığından: “Böyle olursa ne olur” diye cevap vermeğe uğraştı. Bahâ Veled hazretleri: “Dediğim gibi yap ki, pis nefsin ölsün ve emre itaat eden olsun” dedi. Bunun üzerine o adam hemen yere yıkılıp öldü. Buna gören halktan bir feryat ve figan yükseldi. Derler ki, o gün bilginlerden, fakirlerden, dini bütünlerden binlerce insan tam bir samimiyetle Bahâ Veled’in müridi oldular ve velilerin kerametlerinin, yepgamberlerin mucizelerinden doğduğuna inanıp çoğu tövbe ettiler.

(57) Hikâye: Rivayet ederler ki: Konya’nın surları yapılmadan evvel Bahâ Veled hazretlerinin bugün mezarı olan yerde bir tepecik vardı. Bir gün Bahâ Veled katıra binerek oraya gitmiş, bir müddet burada durduktan sonra: “Benim, benim çocuklarımın ve onların evlât ve ahfadının mezarı burada olacaktır” buyurmuştur.

(58) Sultan Alâaddin (Tanrı rahmet etsin) şehrin kalesini tamamlayınca, Bahâ Veled hazretlerinin de bir kere bakıp bu kalenin etrafını gezip seyretmesini rica etti. Bahâ Veled hazretleri: “Sellere ve düşmana süvarilerine karşı çok güzel ve kuvvetli bir kale yaptın. Fakat mazlumların dua oklarına karşı ne yapabilirsin? Çünkü bunlar, yüz binlerce kale burçlarını, bedenlerini delip geçerler ve dünyayı harabederler. Allah! Allah! Sen adalet ve ihsan kalesi yapmağa, hayırlı dualardan askerler vücuda getirmeğe çalışıp gayret et. Zira bu. böyle binlerce kuvvetli surlardan senin için daha iyidir. Halkın ve dünyanın emniyeti ve amanı ondadır.”‘ buyurdu.

Sultan, Bahâ Veled hazretlerinin bu işareti üzerine tam bir doğrulukla bunun için hazırlandı. Ölünceye kadar adalet ve ihsan yaymaktan ayrılmadı ve mutlu oldu.

Şiir:

“Kırk hazineye mâlik olan Karun yok olup yerin dibine geçti. Nuşinrevan ise ölmemişîir. Çünkü o iyi bir ad bırakmıştır. “

(59) Yine rivayet olunur ki: Bir gün Keykubâd, Bahâ Veled’in ziyaretine gelmişti. Mevlânâ Bahâ Veled ona eli yerine mübarek asasını uzattı. Sultan asayı öptü, fakat içinden: “Bu ne kadar mütekebbir bir bilgin” dedi. Bahâ Veled, hemen: “O gönül alçaklığını dilenci bilginler yaparlar, din ve dünya sultanları değil. Çünkü onlar aslı elde etmişlerdir, o âlemde dolaşırlar” buyurdu.

rumi-motif

İKİNCİ BÖLÜM

Seyyid- i Sırdan. Burhan – ül – hak ved – dîn – el -Hüseyin – et – Tirmizî’nin

(Tanrı, onun aziz olan ruhunu kutlasın menkıbeleri hakkındadır.

(1) Tarih haberlerini bildirenlerin en hayırlıları (Tanrı onların mezarlarını nurlandırsın) Horasan, Tirmiz, Buhara ve şâir ülkelerde bu Seyyid hazretlerine “Seyyid – i Sırdan” dediklerini bildirdiler. Bu unvanla şöhret bulmuştu. Daima kalb-lerde bulunan sırları, bilinmiyen yüce ve aşağılık şeyleri söylerdi. Bahâ Veled hazretleri, Belh’ten hicret ettiği vakit bu Seyyid – i Sırdan da Tirmîz tarafına gitmiş, orada inzivaya çekilmişti. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir gün bilgi (marifet) vermekle meşguldü. 18 rebiyülahir 618 / 18 Haziran 1221 günü kuşluk vaktinde birdenbire: “Yazık, yazık! şeyhim, bu toprak âleminden temiz âleme göçtü” diyerek şiddetle feryad edip çokça ağladı. Orada bulunan cemaat, bu olayın gününü ve yılını hemen tesbit ettiler. Bundan sonra Rum diyarına geldiğine Bahâ Veled hazretlerinin kendisinin bildirdiği günde öldüğünü öğrendi. Kalkıp cenaze namazını kıldı. Taziyet törenini yerine getirdi. O ülkenin bütün uluları kırk gün matem tuttular. Kırkıncı günü ursundan sonra (yâni ölümünden kırk gün geçtikten sonra) Seyyid – i Sırdan: “Benim şeyhimin oğlu Celâleddin Muhammed’im yalnız kalmıştır, beni beklemektedir. Rum diyarına gitmek, yüzümü onun ayakları toprağına sürmek, onun hizmetinde kalmak ve şeyhimin bana bıraktığı bu emaneti ona teslim etmek bizzat bana farz olmuştur” dedi. Tirmiz’in ulu kiş-leri Seyyid hazretlerinin ayrıldığından ötürü ağlayıp sızladılar. Seyyid hazretleri samimî birkaç dostu ile birlikte yola koyuldu. Dereleri, tepeleri aştılar. Konya başkentine ulaştıkları vakit, şeyhin öldüğü bir sene olmuştu. O sırada Hudâvendigâr hazretleri Larende şehrine gitmişlerdi. Seyyid hazretleri birkaç ay Sincârî mescidinde inzivaya çekildikten sonra iki hizmetçi dervişle Mevlânâ hazretlerine hikmetler ihtiva eden bir mektup gönderdi. Bu mektupta, Mevlânâ’nın her halde Konya’ya gelmesini ve babasının mezarında bu bağrı yanık garibi bulmasını, Larende şehrinin uzun zaman kalınacak bir yer olmadığını, çünkü o dağdan Konya’ya ateşler yağacağını bildirdi. Sey-yid’in mektubu Mevlânâ’nın eline ulaşınca, önce çok üzüldü, Fakat sonradan Seyyid’in gelmesine sevindi. Onun mektubunu gözlerine sürdü ve defalarca öptü ve dedi:

Şiir:

“Devlet ağacının dalının senin gibi bir gül yetiştirebilmeği için binlerce yılın geçmesi lâzımdır. Her kıran devrinde ve her asırda savaş gününde senin gibi bir insan bulunamaz ve senin gibisi dünyaya gelemez.”

Mevlânâ hemen Konya’ya döndü, şehre ulaşır ulaşmaz kalkıp Seyyid’in ziyaretine gitti. Seyyid hazretleri Mevlânâ’yı karşılamak üzere mescidden dışarı koştu, biribirleriyle kucaklaştılar.

Şiir:

“Bu iki deniz biribirleriyle tanıştı, bu iki can bir bağ olmadan biribirleriyle kaynaştı. “(Mesnevi. C.l. s. 7/75)

Her ikisi de kendilerinden geçtiler. Dostarda feryat ve figan yükseldi. Ondan sonra Mevlânâ, Seyyid-i Sırdan hazretlerini sorduğu ilimlerin hepsine türlü cevaplar verdi. Bunun üzerine Seyyid-i Sırdan kalkıp Hudâvendigâr’ın ayağının altını öpmeğe başladı ve bir hayli âferinlerde bulunup: “Din ve yakîn ilminde babanı hayli geçmişsin; fakat babanın hem “kal” ilmi tamamdı, hem de o, “hal” ilmini tamamiyle biliyordu. Bu günden sonra senin “hal” girişmeni istiyorum. Bu, peygamberler ve velilerin ilmidir, o ilme “Ledün ilmi” derler: “Biz ona yanımızdaki ilimden verdik” bu ilimden ibarettir. O mâna şeyh hazretlerinden bana ulaşmıştır, onu yine benden al ki bütün hallerde zahir ve bâtın bakımından babanın vârisi ve onun aynı olasın. Her neye işaret etti ise Mevlânâ ona itaat ederek Seyyid hazretlerini kendi medresesine getirdi ve tam dokuz yıl Seyyid’in hizmetinde kulluk etti.

Bazıları, Mevlânâ’nın o anda, bazıları, Belh’te babası Bahâ Veled’in zamanında Seyyid’e mürit olduğunu söylerler. Seyyid lala ve atabek gibi daima Hudâvendigâr hazretlerini omuzunda taşır ve dolaştırırdı.

(2) Hikâye: Nakledilir ki: Bir gün Hakk’ın halifesi Çelebi Hüsameddin (Tanrı onun sırrını kutlasın) hazretleri Hudâvendigâr’in ağzından şöyle rivayet etti: Bizim Seyyid hazretleri, Horasan ülkesinde Biyabanek adında bir şehre gitti. O şehrin bütün uluları ve ilerigelenleri onu karşılıyarak son derece hürmet ve ikramda bulundular. O kasabada her fenne aşina ve engin bilgili Şeyh – ul – İslâm adında bir adam vardı. Kibir ve azametinden dolayı Seyyid’i istikbale gelmedi ve ona iltifat etmedi. Seyyid hazretleri, çekinmeksizin kalkıp Şeyh – ul – İslâm’ı görmeğe gitti. Şeyh – ul – İslâm’a Seyyid’in kapıya geldiğini bildirdiler. Şeyh, seccadeden kalkıp yalınayak hânakahın kapısına kadar koştu. Seyyid’in ellerini öpüp özür dileri. Seyyid: “Ramazan ayının onuncu günü hamama gitmek ihtiyacını duyacaksın ve hamam yolunda, mülhitler çıkacak, seni öldürecekler. Gafil olmıyasın, diye haber verdim” buyurdu. Bu işaret, Şabanım son on gününde olmuştu. Şeyh – ul – İslâm feryat ve figan ederek başını açtı, Seyyid’in ayağına düştü. Bunun üzerine Seyyid: “Hayır, hayır!” iş olmuş bitmiştir. “Bütün işlerin döneceği yer Tanrı’dır (K., II, 210) buyurdu ve “Yalvardığın ve niyaz ettiğin için imanla gidecek, Tanrı’nın yüzünü görmekten mahrum kalmıyacaksın” dedi. Seyyid’in buyurduğu gibi oldu: Ramazanın onuncu günü mülhitler şeyhi şehit ettiler.

(3) Hikâye: Yine kalbi temiz kardeşler,ve vefalı dostlar şöyle rivayet ettiler ki: Birçok sohbetten sonra Seyyid hazretleri Hudâvendigâr’dan Kayseri’ye gitmek ve orada bir müddet kalmak için müsaade istedi. Mevlânâ hazretleri, Seyyid’in Konya’dan ayrılmasını istemiyordu. Sık sık bu düşünce Seyyid’in kalbinden geçerdi, fakat uzaklaşmak için fırsat bulamazdı. Bir gün Mevlânâ hazretlerinin yakın arkadaşlarından bir grup Sey-vid’i bir katıra bindirerek bağlara gezmeğe götürdüler. O anda Seyyid’in gönül aynasında Kayseri şehrinin hayali teşekkül etti ve bu hayale daldı. Katır birdenbire sıçradı, Seyyid’i yere attı. Mübarek ayağı çizmenin içinde kırıldı, bir ah çekti ve bayıldı. Dostlar katırı yakaladılar, tekrar Seyyid’i bindirerek Humâmeddin-i İsfehsâlâr’m bağına kadar götürdüler. Seyyid başından geçen bu olaydan hiç bahsetmedi. Çizmeyi çıkardıkları vakit, mübarek parmaklarının parça parça olduğunu gördüler. Hudâvendigâr hazretleri ve arkadaşlar ağlayıp üzüldüler. Seyyid: “Aferin! ne de güzel mürit! şeyhinin ayağını kırıyor” buyurdu. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri hemen mübarek elini o kırılan yere koydu. Bir şeyler (okuyup) üfledi. Derhal o yara kapanıp iyileşti. Seyyid, o haz-retin yüce müsaadesiyle Dar – ül – Feth denilen Kayseri’ye hareket etti. Çünkü o Kayseri’yi çok seviyordu. Ali dağına çıkarak gece gündüz Tanrı’ya yalvarışla meşgul olurdu.

Derler ki: O zamanda ulu vezir Sâhib Şemseddin – İsfahanî (Tanrı onun yattığı yeri nur etsin) Kayserî’nin hâkimi idi. Seyyid’e iradet getirip türlü hizmetlerde bulundu. Nihayet onun kul ve müridi olup himmetine mazhar oldu.

(4) Yine nakledilmiştir ki: Kayseri’de Seyyid’i bir mescide imam yapmışlardı. Son derecedeki dalgınlığından namaz kıldırırken tam bir gün ayakta kalır, rükû ve secdeyi de böyle geçirirdi. Bir kısım halk onun bu hareketinden âciz kalıyordu. Bir gün Seyyid cemaatten: “Mezaretim vardır, bende sık sık delilik feveran ediyor, ben imamlığa yakışmam, beni mazur görün, akıllı bir imam arayın” diye ricade bulundu. Cemaat: “Senin arkanda kıldığımız bir rekât namaz, bin rekât namaz yerine geçer. Biz o deliliğe razıyız” diye feryadettiler. Sonunda o, bu işten feragat etti.

(5) Yine rivayet ederler ki: Seyyid, Bahâ Veled’in müridi olduktan sonra bir müddet deli gibi sahraya düşüp tecelli nurlarının çokluğundan ve hallerin birbiri arkasından gelmesinden muztarip ve kararsız oldu. Onun riyazeti o derecede idi ki, başı ve ayaklan çıplak on iki sene ormanlarda ve dağlarda dolaştı. Arpa unu ile dolu bir dağarcığı vardı. On iki günde bir defa buğrak yapar, iftar ederdi. O derecede riyazet etmişti ki, açlıktan bütün dişleri dökülmüştü. Bir seher vakti birdenbire gayıb âleminden bir hatif: “Bu günden itibaren riyazeti bırak ve artık zahmet de çekme” diye ses verdi. Seyyid: “Peygamberimiz Muhammed’i her türlü insanlara gönderen Tanrı’ya yemin ederim ki, Tanrı’yı tamamiyle görmeden mücahededen elimi çekmem.” dedi. Yüce Tanrı’dan her ne istediyse müyesser oldu. Veliliğinin ve sonsuz keşiflerinin kemalinden sonra gönül huzuru ile aziz ömrünün günleri sona erinceye kadar kendi iç halleri ile meşgul oldu.

(6) Hikâye: Ulu dostlar şöyle rivayet ettiler: Bağdad’daki fetretten ve halifenin öldürülmesinden sonra 636 H (1238 – 1239 M.) yılında şeyh-zadelerden bir ulu kişi, yanında bir topluluk olduğu halde Rum ülkesinin vergilerini, mallarını toplamak ve haraç istemek için, elçilikle sultan Alâaddin’in oğlu sultan Gıyaseddin Keyhusrev’in yanına gelmişti. Şeyhzade Kayseri’ye geldiği vakit sultanın veziri olan Sâhib Isfahanı onu karşılayıp bir ha-nakaha indirtti. Şeyhzade, Seyyid’i ziyaret etmek istediğini söyledi. Sahib Şemseddin daha önce Seyyid’in huzuruna geldi. Seyyid’i kendi ibadet evinde huzur içinde gördü. İki ayağı kapının dışında idi. Çünkü hücresi o kadar küçüktü ki mübarek vücudu tamamiyle oraya sığmıyordu. Sâhib, uzaktan yeri öptü. “Bağdad şeyhlerinin oğullarından bir ulu kişi, bir padişah, Seyyid’i ziyarete geliyor” dedi. Seyyid ona: “Sus” diye bağırdı ve: “Ben padişah, o padişah, bu nasıl olur? Benden başka bir padişah varsa getir de boynunu vurayım” dedi. Sâhib, Seyyid’in heybetinden sersem oldu. Şeyh geldi Seyyid’in önünde baş koyduktan sonra elini öpüp yüzüne sürdü. Seyyid: “Desene ki Tanrı erlerinden yardım almak için bir fakir, bir niyazmend ve bir sâdık geliyor. Az kaldı ki bu garip dervişin gönlü yaralansın” dedi. Şeyh, Seyyid’in ayağına dinarlar saçtı ve şehrin fakirlerinin yağma etmelerini buyurdu.

(7) Yine Hudâvendigâr hazretlerinden nakledilmiştir ki: Seyyid hazretleri bizim medresenin hücresinde idi. Bir gecede seksen defa yüce Tanrı kendisine gözüküyordu ve her defasında Seyyid çığlık koparıyor, yakarışlarda (münacât) bulunuyordu.

Yine bir gün Seyyid medreseden çıkmış, büyük bir cezbe ile koşarak gidiyordu. Ferecisinin eteğini (yerden) sürüklüyordu. “Nerelere gidiyor” diye ben de arkasına takıldım. Birdenbire aklı başında bir adam Seyyid’in karşısına çıktı ve ona: “Ey derviş ferecinin kenarını düzelt” dedi. O da: “Benim umurumda değil, sen kendi ağzını düzelt” diye buyurdu. Derhal Seyyid’le alay eden bu adamın ağzı çarpıldı. Feryadederek başını Seyyid’in ayağına koydu. O anda ağzı tekrar düzeldi.

(8) Derler ki: (Dostlar toplantısında) Seyyid hazretleri turşu arzu ettiği vakit: “Şalgam turşusu faydalıdır ve turşuların da en iyisidir. Şalgamı çiy yemek göze aydınlık verir” derdi. Zira Seyyid hazretleri tıbba ait ilimlerde ve ilâhî hikmetlerde seçkin bir kişi idi ve ne deseydi gayb âleminden peyda olurdu.

(9) Bir gün Sâhib Isfahânî Seyyid’i ziyarete gelmişti. Hizmetçi: ‘Vezir, pîri ziyarete gelmiştir” diyşe Seyyid’e haber verdi. Seyyid dışarı çıktı, hücresinin kapısında toprak üzerine oturdu. Sâhib ve emirler de toprak üzerinde oturdular. Seyyid o kadar ilâhi bilgiler ve sırlar döküp saçtı ki Sâhib kendinden geçti. Seyyid’in hücresinin etrafına büyük bir kalabalık toplandı. Vaz (ma’ârif) tamamlanınca Seyyid: “Bugün tanrı size mağfiret edecektir ve merhamet edenlerin en merhametlisi odur” (K.,XII, 92) dedi ve kalkıp evine girdi, kapıyı muhkemce kapadı. Sâhib Şemseddin memnuniyetinin şükranesi olarak fakirlere birçok dinar sadaka verdi, ağlıyarak ve ah ederek gitti.

(10) Yine eski dostlar, Mevlânâ hazretlerinden (Tanrı ondan razı olsun) rivayet ettiler ki: Mevlânâ hazretleri bir gün: Şeyhim Burhaneddin Muhakkik sık sık bana: “Yedi sekiz yıla yakındır ki midemde bir lokma kalmamıştır” derdi. Onun bu hali tuhafıma, giderdi, şaşakalırdım. Seyyid hazretlerinin bu hali karşısında “O, gözlerin hiyanetini ve kalblerde gizli olanı bilir” (K., XI, 10) (buyuran) Tanrı şahittir ki, şimdi otuz yıla yakındır bir lokma benim midemde bir gece bile kalmamıştır” buyurdu.

Halkın kendisini beşeriyetin üstüne çıkartan fena zanlarını defetmek ve beşeri zaruretleri yerine getirmek için küçük aptesini yapar ve hemen kalkar abdest alırdı. Esasen: “Bana vahyolundu” (K., XXI, 108) âyetiyle işaret edilen beşerin yüceliğinin anlatılması, beşerî kavram ve tasavvurun dışındadır.

(11) Derler ki: İhtiyar bir adam hamamda Seyyid’i oğup birçok hizmette bulundu. Onun hizmet ve yaltaklanması Seyyid’in hoşuna gitti. İstedi ki ona bir yardımda bulunsun. Fakat o ihtiyar başka biri ile meşgul oldu. Ona da aynı muameleyi yaptı, Seyyid: “Bu herif bir hamam lifi ve lâğım süpürgesi imiş” dedi ve eline bir direm koyup dışarı çıktı.

(12) Hikâye: Aziz arkadaşlar rivayet ettiler ki: Zamanın Âsiyesi olan ulu bir bayan Seyyid’in müridi olmuştu. Bir gün şaka yolu ile Seyyid’de: “Gençliğinde, mücahede ve riyazeti kemal mertebesine ulaştırmıştın. Nasıl olur da ömrünün sonunda oruç tutmuyor ve namazların birçoğunu ka-çınyorsun” diye sordu. Seyyid: “Ey çocuğum, biz yük çeken develer gibiyiz. Ağır yükler çekmiş, çok sıkıntılı zamanların felâketlerini tatmış, uzak ve uzun yollar çiğnemişsiz. Sayısız konaklar ve merhaleler aşmışız. Varlık kıl ve yününü dökmüş, zayıf, ince ve isteksiz olmuşuz. Ağır yükün altında adım atmış, az yemiş, dar boğazlı olmuşuz. Şimdi bizi, birkaç gün arpa vermek için besiye çekmişler ki beslenelim ve bir bayram günü olan Tanrı’ya kavuştuğumuz günde kurban olalım; çünkü zayıf kurban Tanrının mutfağına yaramaz, zira daima yağlı kapıya yağlı kurban gerekir” dedi.

Şiir:

“Beni, katlolan kimseye can veren Musa’nın öküzü bil. Benim cüz ‘üıniin her cüz ‘ii her serbest gezenin haşvine sebeptir. “ “Öküzün uyuması ve bir şey yemesi, bayram içindir. O, bayramda kesilmek için beslenir. “(Mesnevi şerhi. 111. 651.)

Bunun üzerine bayan ağladı. Seyyid’in ayaklarını öpüp tövbe etti.

(13) Yine nakledilmiştir ki: Şeyh Salâhaddin hazretleri (Tanrı onun mezarını nurlandırsın) Seyyid’in müritlerindendi. O, müritliğinin ilk devresini şöyle anlatırdı: daima Seyyid hazretleri müritlerine: “Eğer Tanrı’ya hiçbir tâat ve ibadette bulunamazsanız, hiç olmazsa, orucu ihmal etmeyiniz, karnınızı aç tutmağa ve acı çekmeğe çok önem veriniz; çünkü oruç tutmaktan daha iyi bir tâat yoktur. Mideyi boş bırakma, hikmet kaynaklarını fışkırtan kazmadır. Peygamberlerin ve velilerin son derecede anlayışlı ve sezişli olan bâtınlarından hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırmıştır. Fakat bunun yavaş yavaş olması gerektir. Sülük etmiş dindar bir adamı menzil – i maksuda ulaştıracak oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin dualarına, karşılık verilir ve kabul edilir. Orucun aziz olan Tanrı’nın yanında büyük değer ve önemi vardır. Oruç, hikmet hazinelerinin anahtarıdır” derdi.

(14) Yine Arif Çelebi hazretlerinden (Tanrı onun sırrını kutlasın) nakledilir ki: Seyyid hazretleri Kayseri’nin hendeği yanında ilâhî şarapla mestolmuş oturuyordu. Moğol askeri de şehri yağma ediyordu. Birdenbire heybetli bir moğol, kılıcını çekerek Seyyid’in hücresine geldi. Ona: “Ey! sen kimsin?” diye bağırdı. Seyid “Ey! deme, çünkü sen her ne kadar mogol kıyafetine bü-rünmüşsen de bizce malûmsun, çünkü ben senin kim olduğunu biliyorum” buyurdu. Moğol derhal atından inip baş koydu, biraz oturup gitti. Seyyid’in yanında bulunan arkadaşlar (eshâb) o adam hakkında sorguda bulundular. Seyyid: “Hırka içinde saklı olan bu adam, Tanrı kubbeleriyle örtülü olanlardandır” dedi. Bir an sonra bu adam döndü, Seyyid’in ayağına birkaç dinar saçıp başını açtı, mürit olup gitti.

(15) Yine yeryüzünde Tanrı’nın veliyesi ve şeyh Selâhaddin’in kızı olan Fâtima Hatun (Tanrı ondan, onun babasından ve kocasından razı olsun) rivayet ettik ki: Bir gün bizim evde Seyyid hazretleri: “Ben halimi şeyh Selâhaddin’e bağışladım, “‘kal” imi de Mevlânâ hazretlerine verdim” diye buyurdu.

(16) Yine bir gün Seyyid buyurdu ki: Bir adamın şu üç halin dışında daha fazlasını istemesi, münasebetsizliktir. Bu üç halden birincisi: her yemekten kâfi gelecek kadar istemek, ikincisi: kendini soğuk ve sıcaktan muhafaza edecek kadar elbise giymek, üçüncüsü de: dünyaya maskara olmıyacak kadar yücelikten fazlasını istememektir.

(17) Hikâye: “Bunları aklı başında olanlardan başkası düşünmez bile” (K., II, 269) âyetinin erbabı olan has müritler şöyle rivayet ettiler ki. Seyyid hazretlerinin ömrü sona erince ve öteki dünyaya hareketi yaklaşınca, hizmetçisine bir desti sıcak su hazırlamasını emretti. Hizmetçi (biraz sonra gelip): “Suyu ısıttım” deyince Seyyid: “O halde git kapıyı muhkemce kapa ve daşarıda, garip Seyyid dünyadan göçtü, diye bir sala ver” dedi. Hizmetçi: “Ben de ne yapacak diye başımı ibadethanenin kapısına koyup gözetledim: Seyyid kalktı abdest aldı, gusletti, elbisesini, giydi, ecel kadehini içerek evin bir köşesinde kıvrıldı ve: “gökler temizdir, feleklerde olanların hepsi temizdirler. Temiz Rıhlar ve temiz ruhlu hepsi hazırlanmışlar. Ey bana bir emanet veren hâzır ve nazır Tanrı! lütfedip gel, bu emaneti benden al, “İnşallah beni sabredicilerinden bulursun” (k., XXXVII, 102)” diye bağırdı ve göçmeğe hazırlanıp, dedi:

Şiir:

“Ey dost, beni kabul et ve canımı al. Beni mest edip her iki dünyadan al götür. Sensiz hep ne ile gönlüm rahat ediyorsa içime ateş koy, benden onu al”

Ve canını Tanrı’ya teslim etti diye anlattı. Bunun üzerine hizmetçi çığlık kopararak elbiselerini yırttı. Seyyid’in ölüm haberi Sâhib Şem-seddin’e ve ilerigelenlere ulaşır ulaşmaz fer-yadedip saçlarını yolarak geldiler. Kayseri (Dâru’l – fath) nin bütün büyük ve küçükleri başlarını açtılar. İman ehli hakkında yaptıkları gibi, hafızlar Kur’an okuyarak, şeyhler zikrederek, bilginler sarıkları perişan bir vaziyette ve okuyucular sela vererek Seyyid’i kendi mübarek mezarlığına gömdüler. Sâhib Şemseddin hazretleri bir hayli mal harcıyarak matem törenleri tertibetti, hatimler indirdiler ve Seyyid’in türbesinin üzerini kapamalarını emretti. Birkaç gün sonra türbe harap oldu. Tekrar buyurdu, bir tak yaptılarsa da o da yıkıldı. Bir gece Sâhib Şemseddin, Seyyid hazretlerini rüyada gördü. Seyyid, ona: “Benim üzerime bir bina yapmayınız” dedi. Ölümünün kırkı geçtikten sonra Sâhib Şemseddin bu hususta Hüdâvendigâr hazretlerine bir mektup gönderdi. Mevlânâ saygı göstererek ulu arkadaşlarla birlikte Kayseri’ye hareket etti. Seyyid’in kabrini ziyaretten sonra yeniden bir matem töreni (urs) tertibettiler. Sâhib Şemseddin, Seyyid’in bütün kitaplarını ve cüzlerini onlara arzetti. Onlar, bunların içinden kendi istedikleri şeyleri aldılar. Uğurlu ve yadigâr olmak üzere birkaç risaleyi de Sâhib Şemseddin’e bağışlayıp tekrar Konya’ya hareket ettiler.

(18) Yine Bahâ Veled’in müritlerinden nakledilmiştir ki: Çok defa Seyyid, şeyhin (Baha Veled’in) ilahî bilgilerini dinlemekten ve onun sırları açıklamasından o derece hararetlenirdi ki, ayağını mangalın ateşine sokar ve elleriyle de ateş korlarını söndürürdü. Nihayet Bahâ Veled hazretleri: “Seyyid’i meclisten dışarı atın da huzurumuz bozulmasın” diye Seyyid’e doğru bağırırdı. Şeyhin narası Seyyid’in kulağına ulaşınca derhal susardı.

(19) Yine Çelebi Arif hazretleri (Tanrı onun ruhunu kutlasın) Mevlânâ hazretlerinden (Tanrı onun sırrını kutlasın) rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri hikâye etmişti ki, bizim Seyyid’in riyazeti o derecede idi ki on, onbeş günde bir ancak yemek yerdi. Nefis kendini sıkıştırdığı vakit kalkar, kelleci dükkânına giderdi. Orada köpekler için yalağa dökülenden arta kalanbaş suyunu içmek üzere durur ve nefsine hitaben: “Ey kör nefis, ben bundan fazlasını bulamam, beni mazur gör; bana bundan fazla zahmet verme. Eğer içmek istersen işte iç” derdi ve şu şiiri okurdu:

“Gerçekten arpa ekmeği sana haramdır. Nefsinin önüne kepek ekmeği koy ve onu bırak hüngür hüngür ağlasın.(Mesnevi, C.V. s. 221/3488) Sen ondan can alıç borcunu al,,.

(20) Yine sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki: Bir gün bir cemaat Seyyid’den: Tanrı yolunun sonu var mı? yok mu? diye sordu. O da: “Yolun sonu var ama, menzilin sonu yok-tur.Çünkü bu yolda yolculuk (seyr) iki türlüdür: biri Tanrıya doğru yolculuk (seyr), biri de Tanrı’da yolculuktur. Tanrı’ya doğru olan yolculuğun sonu vardır. Çünkü bu yolculuk varlıktan ve alçak dünyadan geçmektir, kendi kendinden kurtulmaktır. Bütün bunların sonu ve hududu vardır. Fakat Tanrı’yı ulaştıktan sonraki yolculuk (seyr), Tanrı’nın ilim ve marifeti içinde olur ve onun da sonu yoktur.” Nitekim buyurmuştur:

Şiir:

“Ayak izleri, denizin kenarına kadar gider, sonra yokluk (lâ) denizinde kaybolur. Kurak menzillerde (sâlikin aştığı mertebeleri bilmesi için) ihtiyaten köyler, evler, kervansaraylar vardır. Ucu bucağı olmıyan hakikat denizinin dalgalı zamanında konakların ne yeri ve ne de tavanı vardır” (Mesnevî, C. V. s. 52)803 – 805)

(21) Yine Sultan Veled hazretleri buyurdu ki: Seyyid Burhaneddin gençliğinin ilk çağında kırk gün Büyük Mevlânâ’ya hizmet etmiş. Velilik ve keşiflerden her ne elde edilmiş ise, o kırk gün içinde edilmiştir.

(22) Hikâye : Yine nakledilir ki: Seyyid hazretleri, Bahâ’eddin Veled’in ölümünü işitince bir yıl matem tutup keder külü üzerine oturdu ve onun ayrılık acısı ile yandı. Nihayet bir gece şeyhi rüyada gördü: Şeyh hiddetle ona bakıyor ve : “Burhaneddin nasıl olur da bizim Hüdâvendigârın yanına gitmiyor, onu yalnız bırakıyorsun. Bu lalalık ve atabeklik vezifesine yaraşmaz. Yaptığın bu kusura nasıl cevap vereceksin” diyordu. Bunun üzerine Seyyid, halin heybetinden uyandı ve acele olarak Rum ülkesine hareket etti. Mevlânâ hazretlerine kavuşup onun türlü hizmetleriyle meşgul oldu.

(23) Sâhib İsfahanî’den nakledilir ki: Bir gün Seyyid hazretlerinden mübarek elbiselerinin yıkanması için ricada bulundular. Fakat bu, asla mümkün olmadı. On iki yıla yakındı da elbiseleri yıkanmamı ştı. Buyurdu ki, tekrar kirlenirse ne yaparım? Bunun üzerine Sâhib İsfahanı: “Tekrar yıkarlar” dedi. O da: “O halde biz dünyaya çamaşır yıkamak için mi gelmişiz? Bir daha böyle manasızlık etme ve beni de incitme. Kaldı ki ruhu yıkamak çamaşırı yıkamaktan daha iyidir? buyurdu.

(24) Yine Sâhib Şemseddin naklettik ki: Şeyh – ül – İslâm Şihabeddin Ömer Suhreverdî (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) Dar – ül -Hilâfe (Bağdad) den Rum Sultanının hizmetine gelince, Seyyid hazretlerini ziyaret etmek istedi. Sâhib, Seyyid hazretlerinin yanına geldiği vakit, onu toprak üzerine oturmuş bir halde gördü. Seyyid hiç kımıldamadı, Şeyh, uzaktan başkoyup oturdu. Aralarında hiçbir söz geçmedi. Şeyh Şihabeddin Suhreverdi ağlıyarak kalkıp gitti. Müritleri ona: “Sizin aranızda hiçbir sual ve cevap vâki olmadı. Aranızda bir kelime de geçmedi. Sebep ne idi” diye sordular. Şeyh: “Hal ehli yanında, “kal” dili değil “hal” dili lâzımdır” dedi.

Şiir:

“(Hakikati) görenin huzurunda susmak sana faydalıdır. Bundan dolayı (Kuran – ı Kerimde) “susunuz” (K., VII, 204) hitabı varit oldu.(Mesnevi, C. IV, s. 399/2072.)

O halde git itaat etmek üzere bir şeyhin, bir üstadın emri gölgesinde sus. “(Mesnevî. C. IV, s. 476/3349)

Zira o “hal” olmaksızın yalnız “kal” ile gönlün müşkülleri çözülmez.

Sâhib Şemseddin ve arkadaşları şeyhten (Sühreverdi’den): “Onu nasıl gördünüz” diye sordular. O da: “O mânâ incileriyle ve Muhammed hazretlerinin hakikat suiariyle dolu, apaçık (olmakla beraber) son derecede de gizli ve çok dalgalı bir denizdir ve zannetmiyorum ki, bütün dünyada Mevlânâ Celâleddin hazretlerinden başka biri, onun hakikatine ulaşsın ve onu anlasın” dedi. Tanrı doğruyu daha iyi bilir.

rumi-motif

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Mevlâna hazretlerinin (Yüce Tanrı bizi onun aziz olan sırrı ile kutlasın)

 görülebilen menkıbelerinden bir kısmının bildirilmesi hakkındadır.

(1) Haberleri rivayet edenler ve hakikatleri iyi bilen sırtaşıyıcıları şöyle rivayet ettiler ki: Mevlânâ hazretleri beş yaşında iken çoğu kez yerinden sıçrar ve heyecan geçirirdi. O derecede ki, Bahâ Veled’in müritleri onu ortalarına almak zorunda kalırlardı. Çünkü onun gözlerine gayb âleminden ruhanî suretler ve görünmiyen gizli şekiller görünürdü. Yâni gelenler meleklerdi (insanların iyi ve kötü amellerini yazan melekler), mümin cinler ve Tanrı kubbeleri altında bulunan velilerdi. Nitekim hallerinin başlarında, Tanrı’nın yakını olan melekler, Peygamber hazretlerine; Cebrail Meryem’e ve dört melek de Lût’a, Halil’e ve diğer Tanrı elçilerine (selâm üzerlerine olsun) gözükmüşlerdi. Sultan – ül – Ulemâ: “Bu sana görünenler, gayb âlemindendirler. Kendilerini sana gösteriyorlar, maksatları seni Tanrı’nın lütuf ve inayetine mazhar etmektir. Onlar, o âlemden sana, görünen, görünmiyen hediyeler ve armağanlar getirmişlerdir” diye gönlünü alırdı. Bu türlü haller ve mesttik ona sık sık gelirdi. Hudâvendigâr sözü de Bahâ Veled’indir (Tanrı ondan razı olsun).

Mevlânâ hazretleri, 6 rebiü’l – evvel 604 (30 eylül 1207) de Belh’de domuştur.

(2) Hikâye: Şeyh Bedreddin-i Yavaş-i Nakkaş el-Mevlevî şöyle rivayet etti ki: Ben Sultan Veled hazretlerinden işittim, dedi ki: Bahâ, Veled’in mübarek el yazısiyle bir sahifede: “Belh’te, benim Celâleddin Muhammed hazretleri altı yaşında iken cuma günleri bizim evlerin damları üzerinde dolaşır, daima Kur’an okurdu. Belh’in büyüklerinin oğulları da her cuma hazır bulunur, onunla sohbet eder ve kaynaşırlar namaz vaktine kadar onun yanında kalırlardı. Bir gün onların arasından bir çocuk ötekine: “Gel de bu damdan öteki dama atlıyalım” der ve bunun için bahse tutuşurlar. Mevlânâ hazretleri dudak altından gü-lümsiyerek: “Ey kardeşler! bu tür hareketi, kedi köpek ve diğer canlılar yapar. Yüceltilmiş insanın böyle şeylerle uğraşması yazık olmaz mı? Eğer ruhani kuvvetiniz ve candan isteğiniz varsa, geliniz göklere uçalım ve Melekût âleminin menzillerini dolaşılım” diye cevap verdi ve hemen o anda o topluluğun gözünden kaybolmağa başladı. Çocuklar bu hal karşısında feryadedip çığlık kopardılar. Nihayet halk, o hali öğrendi. Biraz sonra Celâleddin’in rengi uçmuş, mübarek vücudunda da bir değişme olduğu halde tekrar döndüğünü gördüler. Bütün çocuklar başlarını açtılar, yüzlerini onun ayağı toprağına sürüp mürit oldular. Mevlânâ buyurdu ki: Sizinle konuştuğum o anda yeşiller giymiş bir topluluk beni sizin aranızdan aldı, feleklerin tabakaları ve göklerin burçları etrafında dolaştırdı, ruh âleminin görülmemiş şeylerini bana gösterdiler. Sizin çığlığınız kulağıma gelince tekrar beni buraya getirdiler” diye yazılıydı.

Derlek ki: Mevlânâ Celâleddin o yaşta, çok defa üç dört günde, bazen yedi günde bir yeme yerdi.

(3) Yine Seyyid Burhaneddin hazretlerinden nakledilmiştir: O derdi ki, Şeyhim Bahâ Veled hazretleri (Tanrı onun ruhunu kutlasın) ulu arkadaşlar arasında daima: “Benim Hudâvendigânm ulu bir nesildendir ve asîl bir padişahtır. Onun veliliği de asaletinden geliyor; çünkü onun büyük annesi, Şems – ül -Eimme -i Serahsî’nin kızıdır” derdi. Şems – ül -Eimme’nin şerif olduğunu söylerler. Anne cihetinden de nesebi müminlerin emîri Ali – i Mürtezâ’ya (Tanrı onun yüzünü kerim kılsın) ulaşır. Benim annem, Belh hükümdarı Hârizmşah’ın kızıdır, Dedem Ahmed Hatibî’nin annesi de Belh hükümdarı İbrâhîm Edhem’in kızıdır. Bu nesebi bildirmekten maksat, onun gözüken nesebini övmektir. Ta ki şecereciler ve bilgisiz münazara edenlere, onların ulu baba ve dedelerinin böyle bir dünya ve ahiret padişahları neslinden ve temiz unsurdan süzülüp gelmiş oldukları malûm olsun, Peygamberin: “Irk dessastır” sözü mucibince onların temiz olan bu ırkına itibar etsinler ve onu lâyık olduğu derecede yüceltsinler.

Şiir:

“Ulu padişahlardan süzülüp gelen bu nesep, onun o görünen nesebi olmuştur. O hazretin özü hakikatte nesepten uzak ve pâktir. O, Balıktan ta Siınâk Yıldızına kadar kimsenin cinsinden değildir. Âdem’e kadar ulaşan onun bütün selefleri şarap meclisinin ve savaşın en büyükleri idiler.”(Mesnevi C. I v.s. 339/ 1036- 1038.)

(4) Yine nakledilmiştir ki: Mevlânâ Celâleddin hazretleri bir gün: “Ben yedi yaşında iken sabah namazında daima “Biz sana Kevser’i verdik” (K., CVIII, 1) âyetini okuyup ağlardım. Birdenbire Tanrı Hazretleri esirgemediği rahmeti sayesinde bana gözüktü, öyleki kendimi kaybettim. Aklım başıma geldiği vakit hatiften: “Ey Celâleddin! Ululuğumuz aşkına, bundan böyle bir daha mücahede etme. Biz seni müşahede makamına eriştirdik” diye bir ses işittim. O inayetin şükranesi olarak son derece ibadetlerde bulunuyor ve: “Ben, şükreder bir kul olmıyacak mıyım” (K.,VIII, 3) âyetine icabet edip çalışıyor ve didiniyorum ki, arkadaşlarımı da o cemal, kemal ve hal derecesine eriştireyim” derdi. Nitekim buyurmuştur:

Şiir:

“Benim yüreğim ve canım Tanrı’yi görmek uğruna ipliğe döndü. Bundan sonra bana bir ip ucu göründü” Güç yolları aştık, sonuna ulaştık. Kendi halkımıza da yolları kolaylaştırdık (Mesnevi, c. III, s. 167/2947)

(5) Hikâye: Ulu arkadaşlardan nakledilmiştir ki: Bahâ Veled hazretleri yokluk âleminden varlık âlemine göçtüğünün ikinci senesinde Mevlânâ hazretleri, zahir ilimlerinde derinleşmek ve kemâlini mükemmeliyete ulaştırmak için Şam’a hareket etti. Derler ki, bu onun ilk seferi idi. o uğur ve bereketle Halep şehrine ulaşınca Ha-laviye medresesine indi. Babasının müritlerinden birkaçı da onunla beraberdiler. Bir müddet orada oturdular. Halep’in beylerbeyi (melik – ül – ümerâsı) olan Kemaleddin b. al Adîm, Halep ülkesinin hükümdarı (melik – ül – mülk) idi. Bu, faziletli, engin bilgili, iş bilir, gönül sahibi ve aydın ruhlu bir adamdı. Çok inancı olduğu için Mevlânâ hazretlerine pek çok hizmetlerde bulundu. Daima onun hizmetine bağlıydı. Çünkü Mevlânâ Celâleddin, Sultan – ul -Ulemâ’nın oğlu idi. Bu hükümdar, öğretimle meşgul oluyordu. Mevlânâ’nın zâtında büyük bir anlama ve zekâ kabiliyeti gördü. Bunun için Mevlânâ’nın terbiyesine hadsiz hesapsız gayret sarf ediyor ve ona diğerlerinden birkaç ders fazla veriyordu. Hükümdarın bazı yakınları, öğrencileri ve başkaları kıskançlıkları ve inkârları, yüzünden onun Mevlânâ’ya olan teveccühünden usandılar. Aynı zamanda medresenin kapıcısı da Tanrı hazretlerinin yakınlarından habersizdi. Birçok defalar hükümdarın naiplerine: “Mevlânâ gece yarısı hücresinden çıkıp kayboluyor, nerelere gittiğini de bilmiyorum. Asıl şaşılacak şey de medrese kapısını kapalı buluyorum. Artık bu, nasıl oluyor aklım ermiyor” diye şikâyet etti. Kemâleddin padişah, o kıt anlayışlı noksan insanların dedikodusundan tereddütte kalıyordu. Nihayet bir gece kapıcının hücresinde saklanıp durumu anlamak istedi. Gece yarısı olunca, Mevlânâ hazretlerinin kendi hücresinden çıkıp yürüdüğünü gördü. Mevlânâ medresenin kapısına gelince kapı kendiliğinden açıldı ve o dışarı çıktı. Kemâleddin padişah yavaş yavaş onun arkasından yürüdü. Mevlânâ şehrin kapısına gelince, bu kapı da öteki kapı gibi kendiliğinden açıldı ve o dışarı çıktı. Böylece Halil -ur – Rahman Mescid’ne kadar gittiler. Kemâlettin baktı: gayb âlemine mensup yeşiller giyinmiş insanlarla dolu beyaz bir kubbe gördü. Bütün ömründe onlar gibi nurlu insanlar görmemişti. Onların hepsi Mevlânâ hazretlerini karşılayarak bas koydular. Kemâleddin o heybet karşısında kendinden geçti. Kuşluk vaktine kadar kendinden habersiz bir halde orada uyuyup kalmıştı. Uyanınca baktı ki ne kubbe var, ne de o civarda bir insan. Kalktı ağlayarak ve bu cüretinden dolayı pişmanlık duyarak ucu bucağı olmıyan sahraya daldı. Bütün gün, gün batıncaya kadar yol aldı, göz yaşları döktü, hiçbir konak ve bayındırlığa tesadüf etmedi. Ayakları nazik olduğu için kabardı; çünkü bütün ömründe yaya yürümemişti. Bütün gece sabaha kadar bağırdı çağırdı ve Tanrı’dan günahlarının bağışlanmasını diledi.

Bu tarafta, padişahın yakınları onu iki gün iki gece görmeyince deli oldular. “Halep padişahı birdenbire kayboldu” haberi şehirde yayılınca padişahın hâcipleri durumu medrese kapıcısından anladılar. Sabahleyin bütün askerler şehrin kapısından dışarı çıktılar. Padişahı aramak üzere o sahraya dağıldılar. Birdenbire Mevlânâ hazretleri ile kaşilâştılar. Hepsi tam bir zilletle baş koyup ağladılar. Mevlânâ onların ağlamalarının sebebini öğrenince: “Kaybettiğinizi bulmak için Halil – ur Rahman Mescidi’nin yolunu tutun” diye buyurdu. Padişahın rikâbdarı bütün gün atını sürdü. Ni hayet bir sahrada, hükümdarı yorgun, bitkin, açlık ve susuzluktan kendi hayatından ümidini kesmiş bir halde buldu. Attan indi. baş koyup bir hayli ağladı. Yanında bulunan su ve yiyeceği ona verdi. Padişah: “Beni nasıl buldun” dedi. O da: Halep şehrinin askerleriyle padişahı aramağa çıkmıştık, ben kulunuz uzak bir mesafede Mevlânâ hazretlerine rasladım. Meseleyi ona arz ettim. O da bu tarafı gösterdi. Tanrı’ya hamdolsun, aradığımı buldum” dedi. Padişah hiçbir şey söylemedi, arap atına bindi, şehre ulaşınca büyük bir tören (iclâs) ve davet yaptı. Tam bir iradetle Mevlânâ’nın candan müridi oldu. Kıskananların hepsi utanıp mahcup1 oldular. Halep şehrinin kadın erkek bütün halkı da onun müridi ve muhibbi oldular. Halkın kendisine gösterdiği teveccühün haddi aştığını görünce şöhret bulma âfetinden kaçarak üçüncü günü kalkıp Şam tarafına hareket etti. Birkaç ay sonra meğer Rum ülkesinin padişahı îzzeddin Keykâvus, Mevlânâ’nın kendi şanlı makamına dönmesi için Melik – ül – üdebâ (Ediplerin sultanı) Bedreddin Yahyâyı elçilikle Halep hükümdarı Kemaleddin’e göndermişti. Kemaleddin, bu olan biteni Bed-reddin’e tamamiyle anlattı. Melik – ül – üdebâ Bedreddin Yahya da iradet getirerek bu hikâyeyi döndüğünde İslam sultanına ve onun yakın kimselerine anlattı. Bunun üzerine onların hepsi Mevlânâ’ya âşık oldu ve inandılar.

(6) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün şeyh Salâhaddin hazretleri (Tanrı ondan razı olsun) buyurdu ki: Bir gün Seyyid Burhaneddin – i Muhakkik’in (Tanrı onun zikrini yüceltsin) hizmetinde tam bir huzurla başımı önüme eğip oturmuştum.

O da Mevlânâ’nın büyüklüğünden bahsediyordu. Dedi ki: çocukluğunda o sultanın (yani Mevlânâ’nın) lalası ve atabeği idim. Miraç zamanlarında yirmi kereden fazla onu enseme alarak arşa götürmüşdüm. Nihayet bu yüceliğe ulaştı. Benin onun üzerinde hakkım vardır. Onun benim üzerimdeki hakkı ise benimkinin binlerce mislidir. Bu hikâyeyi Mevlânâ hazretlerine nakl ettiğim vakit, Mevlânâ “Öyledir ve yüz bin o kadar misli daha hakkı vardır. O hanedanın merhameti. İhsanı çok ve sonsuzdur” buyurdu ve şu beyti söyledi:

“İnsanlara iyilikte bulun ki, onların kalblerini kendine kul edesin, ihsan çok defa insanları kul eder.

(7) Hikâye: Yine keşif sahibi ulu kişilerden olan Akşehirli şeyh Sinaneddin şöyle rivayet etti ki: Mevlânâ hazretleri Şam tarafına, ilimleri elde etmek için hareket ettiği vakit kafile yolda Sis vilâyetinde bir mağarada konakladı. O mağarada dünyadan elini çekmiş kırk münzevi rahip vardı. Onlar riyazetle o dereceye gelmişlerdi ki, bu dünyanın bütün sırlarını keşfediyor, bu süfli âlemin gayıblanndan haber veriyor ve insanların içinde olanları söylüyorlardı. Etraftan da kendilerine hediyeler ve adaklar geliyordu. Mevlânâ hazretlerini gördüklerinde bir çocuğa işaret ettiler. Çocuk havaya zıpladı ve yerle gök arasında durdu. Mevlânâ hazretleri de mübarek başını önüne eğmiş murakabede idi. Birdenbire o çocuk: “Bana bir çare bulunuz, burada bağalanıp kaldım ve o murakıp şahsın heybetinden öleceğim” diye feryadetti. Onlar: “Aşağı in!” dediler. O da: “İnemiyorum, sanki beni buraya çivilemişler” dedi. Ne kadar çalıştılarsa da aşağı inemedi. Hepsi Mevlânânın ayaklarını öpüp: “Ey dinin sultanı! lütfet, görmemezlikten gel de bizi rüsva etme” dediler. Mevlânâ da: “Tevhit kelimesini söylemekten başka çare yoktur” dedi. Çocuk derhal “Tanrı’dan başka Tanrı yoktur, Muhammed onun kulu ve elçisidir” diye tevhit kelimesini söyledi (şahadet getirdi). Ve kolaylıkla aşağı indi. Onların hepsi söz birliği ile iman ettiler ve o hazretle arkadaş olup gitmek istediler. Mevlânâ müsaade etmedi ve: “Burada kalın, Tanrı ibadeti ile meşgul olun, bizi de hayır duadan unutmayın” buyurdu. Onlar da, orada tâat ve riyazetle meşgul oldular. Ulvi ve süfli mugayyebat onların tasarrufunda kaldı. Orada bir köşeye çekilerek gelip gidene hizmet ediyorlardı.

(8) Yine rivayet ederler ki: Mevlânâ hazretleri mübarek Şam’a ulaştığı vakit. Şam’ın bilginleri ve zamanın ululan onu karşılayarak Mukaddemiye medresesine indirip çok hizmetlerde bulundular. Mevlânâ tam bir riyazetle din ilmi ile meşgul oldu. Onun yedi seneye yakın. Şam’da kaldığını söylerler; fakat dört sene oturdu diyenler de vardır. İlk seferinde Seyyid – i Sırdan da Konya’dan onunla birlikte çıkıp Kayseri’de Sâhib İsfahâni’nin yanında kaldı. Mevlânâ hazretleri dönünce Seyyid – i Sırdan da onunla birlikte Konya’ya geldi.

(9) Yine nakledilmiştir ki: Mevlânâ hazretleri bir gün Şam’da bir meydanda dolaşıyordu. Kalabalık arasında siyah giyinmiş, başında bir külah bulunan ve dolaşan acayip bir şahısla karşılaştı. Bu adam Mevlânâ’nın yanına gelince onun mübarek elini öpüp: “Dünyanın sarrafı beni anla” dedi. Bu, Şemseddin – i Tebriz? hazretleri idi. Mevlânâ hazretleri onunla meşgul olmağa başlamadan o, kalabalık arasında kaybolup gitti. Az zaman sonra Mevlânâ hazretleri Rum’a hareket etti. Kayseri’ye ulaştıkları vakit, ulu bilginler ve arifler onu karşılamağa gittiler, ve ağırladılar, Sâhib İsfahânî Mevlânâ’yı sarayına götürmek istiyordu; fakat Seyyid Burhaneddin: “Büyük Mevlânâ Bahâ Veled’in âdeti medreseye inmekti” diyerek Mevlânâ’nın saraya gitmesine müsaade etmedi. Mevlânâ hazretleri kalabalıktan kurtulup yalnız kalınca Seyyid hazretleri inayet yolu ile “Tanrı’ya hamd ve minnet olsun ki bütün zahir ilimlerde babandan yüz misli ilerdesin, fakat ledün ilminin incilerini de açıklaman için bâtın ilimlerine de dalmanı istiyorum. Benim arzum, senin benim önümde bir halvet (çile) çıkarmandır” buyurdu. Mevlânâ, Seyyid’in bu isteğini samimiyetle kabul etti. Seyyid “Yedi gün halvet et” dedi. Mevlânâ: “Yedi gün azdır, kırk gün olsun” buyurdu. Seyyid bir hücre hazırladı, Mevlânâ’yi bu hücrede halvete oturttu; hücrenin kapısını da çamurla kapadı. Derler ki, hücrede bir ibrik su ve birkaç arpa ekmeğinden başka hiçbir şey yoktu. Kırk gün sonra Seyyid hücrenin kapısını açtı, içeri girince Mevlânâ’yi düşünce köşesinde tam bir huzur içinde, başını hayret yakası içine sokmuş, bâtın âleminin düşüncelerine yönelmiş, mekânsızlık âleminin şaşılacak şeylerini müşahede ile meşgul ve: “Nefislerinde de ibretler vardı, bunu görmezler” (K., LI, 21) sırrına dalmış bir vaziyette gördü. Şiir:

“Senin dışında, dünyada her ne varsa yoktur. Her aradığını kendinde ara. Çünkü her aradığın sendedir.”

Seyyid, Bir an hiç bakmadan durdu, yavaşça dışarı çıktı, hücrenin kapısını ördü. Nihayet ikinci çile de geçince tekrar içeri girdiği zaman baktı ki, Mevlânâ namaza oturmuş. Tanrı’ya yalvarıyor ve mübarek gözlerinden “onlarda akar iki pınar vardır.” (K., LV, 50) âyetindeki gibi göz yaşları akıyor. Mevlânâ, Seyyid’le hiç meşgul olmadı. Seyyid, tekrar dışarı çıktı ve kapıyı sıkıca kapadı. Sonra onun halini gözetlemekle meşgul oldu. Üç üncü çile de geçince Seyyid bağırarak hücrenin kapısını yıktı. Mevlânâ da gülerek onu karşıladı. Mevlânâ’nın mübarek gözleri mestlikten dalgalanan ilâhî bir denize dönmüştü.

Şiir:

“Onun iki gözünde ve gözlerinin şiyâhı içinde rakseden dostumuzun hayalini gör”.

Seyyid, şükranla başını secdeye koyarak hadsiz hesapsız ağladı, hassasiyet gösterdi. Mevlânâ’yı kucaklayıp yüzünü öptü, tekrar baş koydu ve: “Naklî, aklî, kisbî ve keşfî bütün ilimlerde eşi, benzeri bulunmıyan bir insan olmuşsun. Bu haline bâtın sırlarını bilmede, hakikat ehlinin siyretleri seyrinde, gayıbları keşifte ruhaniyette, gayıbların yüzünü görmekte Peygamberin ve velilerin parmakla gösterdiği bir kişi olmuşsun. Gerçekten şimdiye kadar gelip geçmiş bütün şeyhler ve hakikati görenler senin gibi bir padişahın huzuruna nasıl ulaşmak ve senin, vuslata nasıl eriştiğini öğrenmek için hasret ve şaşkınlık içinde gelip geçtiler. Dünya ve ahirette Tanrı’ya ham-dolsun ki zayıf ve nahif olan bu kul, bu ebedî saadet ve devlete erişip gördü. Bismillah (de) yürü de, insanların ruhunu taze bir hayat ve öl-çülemiyecek bir rahmete boğ, bu suret âleminin ölülerini kendi mânâ ve aşkınla dirilt” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri Konya’ya hareket etti. Zahir ilimlerin öğretimi ile meşgul olarak vaizlerin, nasihatlerin ve tezkiıierin kapılarını açtı. peygamberin: “Sarıklar, Arapların kaçtandır sözü gereğince sarığını bilginlere yaraşır (dânişmendâne) bir şekilde sardı, bir ucunu da taylesan bıraktı. Hakikati bilen bilginlerin giydikleri gibi kolu geniş bir hırka giydi. Bir müddet sonra Seyyid hazretleri fâni dünyadan Melekût âlemine göçtü. Mevlânâ hazretleri Kayseri’ye gitti ve yukarıda geçtiği gibi Seyyid’in mezarını ziyaret etti. Tekrar Konya’ya döndükten bir müddet sonra fakirlerin sultanı Şemseddin – i Tebriz? (Tanrı onun sırrını kutlasın) ikinci defa, 26 Cumada’- âhir 642 (29 Kasım 1244) de Konya’ya geldi.

(10) Hikâye: Mevlânâ Şemseddin – i Teb-rizî’nin (Tanrı onun zikrini yüceltsin) hikâyesi şöyledir: Şemseddin- i Tebrizî, Tebriz şehrinde sepet ve zanbil örücüsü Ebû Bekr-i Tebrizî’nin müridi idi. Ebû Bekr – i Tebrizî velilikte ve kalb sırlarım bilmede zamanın bir tanesi idi. Şemseddin-i Tebrizî hazretlerinin makamı ve mertebeleri o dereceye ulaşmıştı ki artık bunlarla kanaat etmiyor, daha yüksek bir makam arıyordu. Kendisini bu makama ulaştıran bu ulu kişinin sohbeti ile daha iyi, yüce olmak, en olgunluk derecelerine ulaşmak ve ilerlemek istiyordu. Bu arzu ile senelerce takatini tüketircesine dünyayı dönüp dolaştı, seyahatler etti. Nihayet bundan dolayı kendisine “Şems-i Perende = Uçan Şems” adını verdiler. Şems’in bir gece kararı elden gitti, heyecen içinde idi. Tanrının tecellilerine gömülüp mest olmuş bir halde münacatında: “Ey Tanrı! Kendi örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum” diye dua etti. Tanrı tarafından: “İstediğin gibi herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş can, Belh’li Sultan-ul-Ulemâ Bahâ Veled’in oğludur” diye cevap geldi. Bunun üzerine Şems: Ey Tanrı! Onun mübarek yüzünü bana göster” dedi. Tanrı tarafından: “Bunun şükranesi olarak ne verirsin” diye soruldu. O da: “Başımı” diye cevap verdi. Şiir:

“Tebriz’de, Şemseddin geldiği vakit bunun şükranesi olarak başını vereceğim diye ahdettim. Çünkü başımdan başka bir şeyim yoktur. “

Şems’e hakiki maksadına ve istediğin şeye ulaşman için Rum diyarına git, diye ilham geldi. Bunun üzerine Şems, ihlâs kemerini beline bağladı. Tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Rum diyarına hareket etti. Bazıları Şam’dan Rum’a geldiğini, bazıları da Tebriz’e gidip oradan Rum’a geldiğini söylerler. Konya şehrine ulaşınca meşhur olduğu veçhile Şeker – fıruşân “= Şekerciler” hanına indi. Bir hücre tuttu, hücrenin kapısına da halk kendisini büyük bir tacir sansın diye iki üç dinar kıymetinde nâdir bir kilit taktı. Anahtarını da kıymetli bir atkının ucuna düğümliyerek omuzuna attı. Halbuki hücrede kendisinin eski bir hasırından, kırık bir ibrik ve bir tuğla yastıktan başka bir şeyi yoktu. On, on beş günde bir, bir parça kuru ekmeği paça suyuna batırıp tirit yapar, onu yerdi.

(11) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün o ruh dünyasının sultanı, hanın kapısında oturmuştu. Mevlânâ hazretleri (Tanrı onun sırrını kutlasın) “Peenbefıruşân = Pamukçular” medresesinden çıktı. Rahvan bir katıra binmiş bütün öğrenciler dânişmendler de iki tarafında yaya olarak oradan geçiyorlardı. Birdenbire Mevlânâ Şem-şeddin kalktı, Mevlânâ’nın önüne koştu, katırın gemini sımsıkı yakaladı ve: “Ey dünya ve mâna nakitlerinin sarrafı Tanrı adlarının bilgini! söyle! Muhammed hazretleri mi yoksa Bayezid mi büyüktü?” dedi. Mevlânâ “Hayır hayır, Muhammed Mustafa bütün peygamber ve velilerin başbuğu ve reisidir. Hakikatte büyüklük ve ululuk onundur” diye buyurdu.

Şiir:

“Genç talih yardımcımız, can vermek de işimizdir. Kafilemizin başbuğu dünyanın kendisi ile övündüğü Mustafa ‘dır”.

Şems-i Tebrizî: o halde hazreti Mustafa: “Ya-rabbi seni her türlü eksikten an duru kılarım, biz seni lâyık olduğu veçhile bilemedik” buyurduğu halde Bayezid: “Ben kendimi her türlü eksikten an duru kılarım. Benim şanım ne kadar büyüktür. Ben sultanların sultanıyım” diyor” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen katırından aşağı indi. Bu sorunun heybetinden bir kere bağırıp kendinden geçti. Bir saat kadar o halde kaldı. Oradaki halk bi-ribirine gitdi, bir kıyamettir koptu. Mevlânâ uyanıp ayıldıktan ve kendine geldikten sonra, Mevlânâ Şemseddin’in elini tuttu, yaya olarak kendi medresesine götürdü. Her ikisi bir hücreye girdiler. Tam kırk gün hiç kimseyi içeri sokmadılar. Bazıları tam üç ay bu hücreden dışarı çıkmadıklarını söylerler.

(12) Nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ: “Şems benden bunu sorduğu vakit başımın tepesinden bir delik açıldı ve oradan bir duman çıktı, ta Arş’ın tepesine kadar yükseldi” buyurdu. İşte o andan itibarendir ki Mevlânâ, medresede ders vermeği, minberlerde va’azetmeği. yüksek makamlara geçip oturmağı bıraktı. Ruh sahifeleri üzerinde yazılan sırları okumakla meşgul olmağa başladı. Nitekim buyurmuştur: Şiir:

“Utarit gibi defterler ve kitaplarla meşguldüm. Bütün ediblerin üstbaşında oturmuştum. Fakat sakinin alın levhasını gördüğüm vakit kendimden geçtim, elimdeki kalemleri kırıp attım.”

(13) Yine Mevlânâ’nın Şems ile o sohbetleri ve halktan tamamiyle alâkasını kesip yaptığı halvetleri haddi aşınca, bütün Konya halkı ayaklandılar. Mevlânâ’nın bütün dost ve muhibleri kıskançlıklarından biribirlerine girdiler. Hiç kimse bu adamın kim olduğunu ve neden geldiğini bilmiyordu. Sonunda hepsi birleşerek bu büyük adamın aleyhine yürüdüler. Dostlar arasında büyük bir çözüntü oldu. 21 Şevval 643 (9 Mart 1246) perşembe günü Şems kayboldu. Bir ay kadar kendisini aradılar. Fakat ne olduğuna ve nereye gittiğine dair hiçbir iz elde edemediler. Bunun üzerine Mevlânâ buyurdu, kendisine hindiban denilen kumaştan bir fereci yaptılar. Başına da bal renginde yünden yapılmış bir külah geçirdi. Hindibandan yapılmış elbiseyi o vilâyette matemlilerin giydiklerini söylerler. Bu devirde gâşiye giydikleri gibi eskiler de hindibarî elbisesi giyerlerdi.

Mevlânâ, gömleğinin önünü açık giydi, mevlevî çizmesini ve ayakkabısını ayaklarına geçirdi, sarığı da şekerâvizle sardı ve rebabı altı haneli yapmalarını emretti; çünkü Arap, rebabı öteden beri dört haneli idi. Mevlânâ: “Bizim rebabımızın altı köşeli olması dünyanın altı cihetinin sırlarını açıklamasındandır. Elif gibi olan teller de ruhların allanın elifi ile beraber olduğunu gösterir” dedi.

Mısra:

“Eğer senin bir kulağın varsa işit, bir gözün varsa gör.”

Bundan sonra semâ’in temelini attı. Âşıkların aşkı ve şevki ile dünyanın her tarafı doldu. Aşağı ve yüksek tabakadan insanlar, kuvetliler, zayıflar, fakirler, fakîhler, bilginler ve cahiller, müslümanlar ve kâfirler, padişahlar, her mezhepten kimseler ve tarikatçılar hep Mevlânâ’ya yöneldiler. Herkes şiirler okumağa başladı, vecde ve mânevi neşeye kapıldı. Gece gündüz dâima sema ve vecitle meşgul oldu. Bir an karar ve sükûnet bulmadı. Hayli şeriat müptedileri ve tarikatten kovulmuş münkir, kıskanç, kendine tapan ve kendini beğenen kalbi kör ve kibirli basiretsizler etraftan dedikoduya başladı ve: “Bu ne kadar acayip bir şeydir.” (K., XI, 72) diyerek kötülük ağızlarını açtılar: Yazıklar olsun! böyle nazlı ve bilgin bir şehzade birdenbire delirdi. Semâ, riyazet ve açlıktan aklını kaçırıp deli oldu. Nasıl ki kâfirlerin uluları, Muhammed Muhtar hakkında da (böyle şeyler) demişlerdi. (Yine sözlerine devam ederek): “Bütün bunlar o Tebriz’li şahsın uğursuzluğu yüzünden oldu.” dediler. Ulu Tanrı, onların mağlup edilmeleri hususunda: “Sen Rabbin nimetiyle ne kâhin ve ne de delisin.” (K., LXIII, 2) âyetiyle güzel cevabım buyurmuştu. Mustafa da (Tanrı’nın selât ve selâmı onun üzerine olsun): “Kulun Tanrı’ya olan imanı, ancak cahil insanların ona delilik nisbet etmeleriyle tam olur” buyurmuştur.

Şiir:

“Eğer Eflâtun’a böyle bir delilik gelseydi, . elindeki tıp kitaplarını kanla yıkardı. Bende öyle bir delilik zuhur etti ki bütün deliler ana nasihat ediyorlar.”

O ulu kişinin hakiki durumu insanlara malûm olunca Tanrı’nın başarı ve yardımına mazhar olanlar ona kul ve mürit oldular, pişman olup Tanrı’dan mağfiret dilediler. Taşkınlık gösterenler, küfründe inadedenler az zaman içinde perişan ve bedbaht oldular, “Kâfirlere, küfürleri ancak hasar ve ziyan arttırır” (K., XXXv 39)

Şiir:

“Temiz insanları inkâr edenlerden olma, (tanrı’dan başka) kimseden korkmıyan insanların darbesinden kork; çünkü kendilerine yapılan eziyete sabredenlerin sabrı seni yok eder, yok.”

Eğer yalnız başına aziz olan Tanrı isterse, Mevlânâ Şemseddin’in faziletinin hepsinin menkıbeleri faslında zikedileceği umulur.

(14) Hikâye: Yine nakledilmiştir ki: Mevlânâ’nın eteğinin temizliği ve namusluluğu hususunda ikinci bir Meryem olan Kira hatun adındaki karısı rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri kışın ortasında Şemseddin-i Tebrizî hazretleri ile bir halvette oturmuşlardı. Mevlânâ, Şemseddin’in dizine dayanmıştı. Ben de: “Ne sırlar söylüyorlar ve aralarında ne geçiyor” diye hücrenin kapısı deliğine kulağımı koymuştum. Birdenbire evin duvarının açıldığını gayb âlemine mensup altı heybetli adamın içeri girip selâm verdiklerini, yeri öptüklerini, bir deste gülü de Mevlânâ’nın önüne koyduklarını gördüm. Tam bir huzur içinde takriben öğle namazına kadar oturdular. Şöyle ki: hiçbir kelime konuşmadılar. Mevlânâ hazretleri Şemseddin’e: “Namaz kılalım imamlık edin” diye işaret etti. Şemseddin: “Siz olduktan sonra kimseye imamlık düşmez” dedi. Mevlânâ imamlık etti. Namaz bittikten sonra o altı ulu kişi büyük bir saygı ve ikramla kalkıp tekrar geldikleri duvardan gittiler. Ben de bunun heybetinden kendimden geçmişim. Kendimi topladığım vakit baktım ki Mevlânâ dışarı çıktı ve o bir deste gülü de muhafaza edilmek üzere bana verdi. Ben o gülden birkaç yaprak alıp “bu ne cins güldür, biz hiç görmemişiz. Bu nerenin gülüdür ve adı nedir?” diye attar dükkânlarına gönderdim. Bütün attarlar o gülün tazeliğinden, renginden ve kokusundan şaşa kaldılar ve: “Kış ortasında bu garip gül nereden geldi” dediler. O attarlar içinde itibarlı, daima ticaretle Hindistan’a giden, görülmedik ve nadir mallar getiren Şerefeddin-i Hindî adında bir tacir vardı. Gülü ona gösterdikleri vakit O: “Bu gül Hindastan gülüdür. Hususiyle orada, Serendip havalisinde yetişir. Şimdi bunun Rum ikliminde ne işi var? Benim, bunun nasıl olduğunu ve bu hediyenin Rum’a nasıl geldiğini anlamam lâzımdır” dedi. Kira hatunun hizmetçisi yaprakları alıp tekrar eve geldi ve hikâyeyi anlattı. Kira hatun hazretlerinin şaşkınlığı bir iken bin oldu. Birdenbire Mevlânâ hazretleri içeri girdi ve: “O gül demetini sakla, nâmahrem bir kimseye gösterme, çünkü Hindistan’ın kutuplan olan mübarek İrem bağının bahçıvanları ve kerem hareminin örtüleri onu can dimağını ve gözünü kuvvetlendirsin diye armağan getirmişler. Aman! Aman! iyi muhafaza et de fena bir göz değmesin” buyurdu.

Derler ki: Kira Hatun son nefesine kadar o yaprakları sakladı. O yapraklardan sadece birkaçını sultanın karısı Gürci Hatun’a vermişti. Bu da Mevlânâ’nın müsaadesi ile olmuştu. Her kimin gözü ağrısaydı ağrıyan göze gülün bir yaprağını sürerlerdi, o göz iyileşirdi. Misk kokulu o azizlerin bereketi ile o gülün de rengi ve kokusu hiç değişmezdi.

(15) Yine Kira Hatun hazretlerinden (Tanrı ondan razı olsun) nakledilmiştir ki: Bizim evde bir adam boyunda bir şamdan vardı. Mevlânâ akşamdan şafak sökünceye kadar ayakta durarak Bahâ Veled’in Maârifini mütalâa ediyordu. Bir gece bizim oturduğumuz yerin sakinleri olan cinler tayfasından bir grup bana: “Bizim mum ışığına tahammülümüz yoktur. Mumun ışığından çok zahmet çekiyoruz. Bu yüzden ev halkına bizden bir elem gelmesinden korkuyoruz” diye şikâyette bulundu. Kira Hatun bu şikâyeti Mevlânâ hazretlerine anlattı. Mevlânâ gülmesedi ve üç güne kadar da hiçbir cevap vermedi. Ondan sonra: “Bugünden itibaren üzülme; çünkü cinler bizim mürit ve mutekidimiz oldular. Çocuklarımızdan ve dostlarımızdan hiçbirine bir zahmet vermiyecekledir” dedi.

(16) Hikâye: Arkadaşların kendisi ile övündüğü ve Mevlânâ’nın eski müritlerinden olan Celâleddin-i Kassab (Tanrı rahmet etsin) dünyanın lâtif ve zarif bir kişisi idi. Onun âdeti, Arap atlarının taylarını satın alıp yetiştirdikten sonra büyüklere satmaktı. Onun tavlasında daima iyi atlar bulunurdu. Bu adı geçen şöyle rivayet etti ki: Bir gün gayb âleminden Mevlânâ hazretlerine bir ‘hal” geldi. Tam kırk gün mübarek sarığını Araplar gibi boynuna bağlıyarak dolaştı. Baktım ki birdenbire kan ter içinde büyük bir heybetle kapıdan içeri girdi. Ben bir zavallı gibi baş koyup hayrette kaldım. O: “Falan cins atı eyerle” diye buyurdu. Üç delikanlı hizmetçi ve yüzbin gayretle atı eylerleyip önüne getirdim. Ata binerek Kıbleye doğru hareket etti. Ben: “Hudâvendigârın bu kulu da gelsin mi?” dedim. O da: “Himmetinle bana yardım et” dedi. Geceleyin onun toz toprak içinde döndüğünü gördüm. O fil gövdeli iri yarı at da incelmiş, iki kat olmuştu. İkinci gün baktım ki tekrar geldi. Evvelkinden daha iyi bir at istedi ve binip gitti. Akşam namazında tekrar döndü. Arap atı zayıflamış, çengel gibi olmuştu. Ben de hiçbir şey diyemedim. Üçüncü gün yine geldi, başka bir ata binip gitti. Yine akşam namazında döndü. Atından indi, eve girip tanı bir huzur içinde oturdu ve şu şiiri okudu:

“Müjde ey birlik içinde yaşıyan güruh! o cehennem köpeği, yine Cehennem ‘e gitti. “

Ve: “Nefislerine zulmeden kavmin kökü kesildi Alemlerin Rabbi olan Tanrı’ya ham-dolsun” (K., VI, 45) dedi. Benim, Mevlânâ’nın heybetinden bu halin nasıl olduğunu sormağa mecalim kalmadı. Birkaç gün sonra Şam tarafından büyük bir kervan geldi. Moğol askerlerinin Şam şehrini çok sıkıştırdıklarını haber verdi. 655 H. (1257 M.) senesinde Bağdad’i kılıcı ile alanın ve halifeyi öldürenin Hülâgu Han olduğunu söylerler. Hülâgu, 657 H. (1258 M.) senesinde Şam üzerine yürüdü, Halep’i aldı ve Ketboğa’yı büyük bir ordu ile Şam’a kadar gönderdi. Moğol askerinin Şam’ı muhasara ettiği sırada, Şam halkı, Mevlânâ hazretlerinin oradaki İslâm askerinin yardımına geldiğini ve Moğol askerini kırdığını gözlen ile gördüler. Moğol askeri tamamen bozguna uğradı ve eline birşey geçmeden geri döndü.

Bu haberi veren diyor ki: Bu haberin sevinci iie neşelenerek Şam’ın durumunu anlamak için Mevlânâ hazretlerine geldim. Mevlânâ: “Evet, Celâleddin” dedi ve şu şiiri söyledi:

“Askere vardım eden o süvari kimdir? O yardım eden, din ehlinin görme sultanıdır. “

Bütün dostlar sevinçlerinden nara atıp fer-yadettiler. Halk arasında bir heyecan ve sevinç hu-suli geldi, bu keramet ve kudret yayıldı; bu suretle de onu sevenler müjdelendiler.

(17) Hikâye: Ulu arkadaşlar rivayet ettiler ki: İtibarlı, zengin ve niyazmend bir tacir Tebriz şehrinden gelip “Şekerfırûşan = Şekerciler” Hanı’na inmişti. O, bir gün Konya tacirlerinden: “Bu şehirde şeyhler ve bilginler kimlerdir” diye sordu ve: “Onları ziyaretle müşerref olayım, onların elini öpmek saadetine ulaşayım, onlarla sohbet edeyim, onların faydalı şeylerinden faydalanayım; çünkü dünya ariflerinin saferlerde çektikleri zahmetlerden ve kitapları mütalâadan maksatları, ulu bilginler ve dindar şeyhleri arayıp bulmaktır. Yoksa yalnız ticaret yapmak ve servet edinmek değildir” dedi. Nitekim denilmiştir.

Şiir:

“Tanrı, seferle nereye uğrarsan orada, bir Tanrı eri aramın lâzımdır dedi. “(Mesnevi. C. II. s. 370/2221.)

Bunun üzerine ona: “Şehrimizde-ulu şeyhler ve büyük bilginler çoktur, fakat, Şeyhü’I – İslâm ve zamanın biricik muhaddesi Şeyh Sadreddin’din. Bütün dinî ilimlerde ve yakîn ilmini bilen şeyhlerin tarikatinde onun eşi benzeri yoktur”dediler. Sonra şehrin bütün bilginleri onu alıp Şeyh Sad-reddin’i ziyarete gittiler. İki yüz dinar’a yakın kıymette bulunmaz armağanlar ve nadir hediyeler de beraber götürdüler. Tebriz’li tacir, şeyhin kapısına gelince bir sürü hizmetçi, maiyet erkânı, güzeller, köleler, hâcipler, kapıcılar ve harem ağalan gördü. Bunları adamakıllı gözden geçirdikten sonra sukutu hayale uğradı ve: “Ben bir fakirin değil, meğer bir emîrin evine gelmişim” dedi. Orada bulunanlar: “Şeyhin bu hali, şeyhe zarar vermez. Çünkü o, olgun bir ruha maliktir. Nitekim helva da doktora zarar vermez, fakat ateşli hastaya dokunur. (Bunun için) hastanın helva yemesi doğru değildir” dediler. Bunun üzerine hiç istemiyerek içeri girdi o ulu kişinin sohbetine nail olduktan sonra ona, arka arkaya uğradığı ziyanlardan dolayı şikâyette bulundu. Bundan kurtulmak için ondan himmet diledi ve: “Ben her sene ihtiyaç erbabına zekât verir, kendi gücüme göre sadakayı da esirgemem. Fakat şimdi gördüğüm bu zararların sebebi nedir?” diye sordu. Ne kadar yalvardı ise de. şeyh onun haline bakmadı. Yine eline birşey geçmeden müteessir bi vaziyette geri döndülür. İkinci gün bu tacir, Konya tacirlerinden: “Başka bir derviş ve aziz yok mudur? Onun sohbeti ile saadete erişebilelim ve bir maksada ulaşıp yardım istiyelim” diye sordu. Onlar: “Aradığın öyle bir adam ve iyi ata binen. Tanrı’dan gayrı şeylerin lezzetini terk etmiş, dünya ve ahiret dükkânını tekmeliyerek hiçe saymış, gece gündüz Tanrı’ya ibadetle meşgul, va’zetmekte ve ilâhî bilgiler saçmakta bir mânâlar okyanusu olan Mevlânâ Celâleddin’dir” dediler. Tebriz’li tacir büyük bir arzu ile: “Beni onun huzuruna götürmek için delâlet ediniz. Çünkü sadece onun halini işitmekle içimde bir sevinç baş-gösterdi.” diye yalvardı. Birkaç tacir onu Mevlânâ’nın bulunduğu medreseye götürmek için kılavuzluk ettiler. Tacir elli dinar altını da mendilin ucuna bağlıyarak beraber aldı. Mevlânâ’nın medresesine girdikleri vakit Mevlânâ hazretleri medresenin topluluk yerinde yalnız oturmuş, kitapları mütalâaya dalmıştı. Tacirlerin hepsi baş koyup kendilerinden geçtiler. Tebriz’li tacirin, Mevlânâ’nin bir mübarek bakışı ile aklı başından gitti ve pek çok ağladı. Mevlânâ: “Senin elli dinarın makbule geçti ve bu, bundan önce boşa giden o iki yüz dinardan daha iyidir. Tanrı sana bir belâ, kaza vermek istedi. Fakat o kazayı bu sohbete bağışladı ve son âfetten kurtuldun. Haydi ümitsiz olma. Zira bundan böyle bir daha zarar gör-miyeceksin, mazeretin de kabul edileck” dedi. Zavallı tacir, Mevlânâ’nın o misk kokulu nefesinden şaşkına dönmüş bir halde sevindi. Bundan sonra Mevlânâ: “Sana gelen bu zararın, bu bereketsizliğin ve bu felâketin sebebi şu idi: Bir gün batı (mağrib) Frengistan’nında bir mahalleden geçerken, bir çarşının başında uyuyan ulu velilerden bir frenk dervişin başına tükürdün ve ondan nefret ettin. O mübarek azizin gönlü senden incindi ve bu sebepten dolayı da başına bu kadar felâketler ve zararlar geldi. Git! Onu memnun et, ondan helâllik iste ve bizim selâmımızı da ona ilet” dedi. Zavallı tacir: “Bu nasıl bir padişalık kudreti ve ilâhî kuvvetidir” diyerek onun bu işaretinden serseme döndü. Mevlânâ hazretleri: “Bu anda onu görmek istiyorsan, bak” diye buyurdu ve mübarek elini duvara vurdu. Duvardan bir kapı açıldı. Tacir o adamın Frengistan’da bir çarşıda uyuduğunu gördü. Derhal baş koydu, elbiselerini yırttı ve o mest-likten deliye dönmüş bir vaziyette daşırı çıkıp hareket etti. O diyara ulaşınca, mahallede frenk tacirini aramak için dolaştı. Vaktiyle Mevlânâ’nın kendisine gösterdiği tam o yerde o dervişi uyur bir halde buldu. Uzaktan atından inerek baş koydu. Frenk dervişi: “Ne yapayım, Mevlânâ hazretleri bırakmıyor. Yoksa kendimi ve Tanrı’nın kudretini sana gösterirdim. Şimdi yakına gel” dedi ve taciri kucaklayıp öptü ve türlü itifatlarda bulundu. Derviş: “Şimdi şeyhim ve efendim Mevlânâ’yı görmen ve müşahede etmen -için bak” dedi. Tacir baktı.: Mevlânâ hazretlerinin medresede semâa daldığını ve şu beyitlerin zevkini tadarak raksetmekte olduğunu gördü.

Şiir:

“Tanrının öyle yüce bir ülkesi vardır ki, orada gereken her şey bulunur, ister yakut, ister lal, ister toprak, ister taş ol. Sen müminsen o seni arar. Kâfirsen seni küfründen temizler. O ülkenin burasına git, çok sadık ol, öteki tarafına git, frenk ol”

Tacir uğurla tekrar Konya’ya dönünce frengin selâm ve saygılarını Mevlânâ’ya ulaştırdı. Arkadaşlara hadsiz hesapsız hediyeler dağıttı. Konya’da yerleşti ve Mevlânâ’nın samimî âşıklarından oldu.

(18) Hikâye: Nakledilmişti ki: Bir gece Muineddin Pervane’nin sarayında büyük bir semâ oluyordu. Bütün dindar şeyhler ve seçkin bilginler orada idiler. O gece Mevlânâ hazretleri bir hayli bağırıp çağırdı, birbiri arkasından naralar attı. Sonunda evin bir köşesine gidip durdu. Az bir zaman sonra: “Artık kavvaller bir şey söylemesinler” buyurdu. Bütün büyükler hayrette kaldılar. Mevlânâ bir müddet murakabeye daldıktan sonra başını kaldırdı, iki gözü sanki iki kan çanağı olmuştu. Buyurdu ki: dostlar ileri geliniz, benim iki gözümde Tanrı nurlarının yüceliğini açıkça seyrediniz. Eşi, benzeri olmıyan o göze bakmak için kimsede takat yoktu. Kim ciddiyetle baktı ise, derhal gözleri kararıp kuvvetini kaybetti ve kendinden geçti. Arkadaşlar feryadederek yere kapandılar.

(19) Yine Mevlânâ hazretleri Çelebi Hü-sameddin’e bakarak: “Gel benim dinim, gel benim ruhum, gel benim sultanım. Sen hakiki padişahsın” dedi. Bunun üzerine Çelebi hazretleri naralar attı ve göz yaşları döktü. Pervane, Emîr Taceddin Mu’tez-i Horasânî’ye gizlice bakarak: “Acaba Mevlânâ’nın Çelebi Hüsameddin hakkında buyurduğu bu meziyetler onda var mıdır? ve o bu hitaplara lâyık mıdır? Yoksa Mevlânâ bunları bir cemile olarak mı söylüyor” dedi. Bunu duyan Çelebi Hüsameddin ileri atılarak Pervâne’yi sıkıca yakaladı ve: “Ey Emîr Muineddin! Bunlar bende mevcut olmasa bile, böyle huyurur buyurmaz bu meziyetlerin hepsini Mevlânâ bana o anda verdi ve bunları canımın yoldaşı yaptı”, dedi. “O bir şeyi istediği vakit, o şeye ol! der, olur” (K.XXXVI, 82), riza:

Mısra:

0nun işi “Kim favakûn = ol der, olur” (K.,XXXVI, 82) dur

O nedenlere bağlı değildir.

Şiir:

“Bakırın kimya ile altın olduğu meşhurdur. Bu nadir kimya, bakırı kimya yapmıştır.

Hüdavendigâr’ın dostlarına sevgi gösterebilmek ve kullarını okşamasından ve ıwii-ritseverliğinden bu gibi şeyler uzak değildir ve bunlar garip görünmez. Pervane derhal kendinden geçti ve kan ter içinde kaldı. Yere kapanıp özürler diledi, birçok hediyeler verdi.

(20) Yine o ulu hazretin kerametinden biri de şudur: hiçbir mahluk, gözlerindeki nurun parıltısının keskinliğinden ve heyecanın kuvvetinden onun gözlerine bakamazdı. Herkesin, nurun parıltısından saklanması ve yere bakması gerekirdi.

(21) Hikâye: Müderrislerin sultanı ve dostların ulularından olan, hikmet ve felsefenin her dalında parmakla gösterilen ve bu hususlarda üzerinde sözbirliği edilen Malatya’lı Mevlânâ Şemseddin rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ hazretlerinin refakatinde zamanın Ciineyd’i ve devrin Ma’rufu Çelebi Hüsameddin’in bahçesinde idik. Mevlânâ hazretleri de ayaklarını ırmağın suyuna sokmuş ilâhî bilgiler saçıyordu. Söz sırasında, fakirlerin sultanı Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî’nin medhi ile meşgul oluyor ve sonsuz medihlerde bulunuyordu. Kutupların makbulü ve arkadaşların ulularından olan Müderris oğlu (Veled -i Müderris) Berdeddin (Tanrı ona rahmet etsin) bunu işitince bir ah çekti ve: “Çok yazık, çok yazık” dedi. Mevlânâ: “Niçin yazık, neye yazık? Niçin hayıflanıyorsun? Hayıflanmanın sebebi nedir? Bizim aramızda hayıflanma ne demek oluyor?” diye buyurdu. Bedreddin utanıp baş koydu ve: “Mevlânâ Şemseddin – i Tebrizî hazretlerini idrâk edemediğim ve onun nurla dolu olan huzurundan fay-dalanamadığım için hayıflanıyorum. Bu kulun bütün eseflenmesinin ah u vah etmesinin sebebi de bu idi” dedi. Mevlânâ hazretleri bir an sususp hiçbir şey söylemedi. Sonra “Eğer Mevlânâ Şemseddin – i Tebrizî’ye (Tanrı onun zikrini yüceltsin) ulaşmadınsa, babamın kutsal ruhuna yemin ederim ki, saçının her bir telinde yüz bin Şems-i Tebrizî asılı bulunan ve onun sırrının sırrını idrâkte Şems-i Tebrizî’nin bile şaşakaldığı birine ulaştın” buyurdu.

Şiir:

“Şah ve dilber olan Şems- i Tebrizî bütün şahlığı ile bizim canımızın muhafızı (candâr) idi”

Arkadaşlar birdenbire neşelendiler ve semâa başladılar. Mevlânâ hazretleri de şu gazeli söylemeğe başladı:

Şiir:

“Ağzımdan birdenbire gül ve gül bahçesinin adı çıktı. (Bunun işitince) o gül yanaklı sevgili gelip ağzıma vurarak, benim, gül bahçesinin canı benim, benim gibi bir şahın yanında bulunduğun halde şunu bunu nasıl anıyorsun ? dedi”

Derler ki, Bedreddin bu olaydan dolayı kırk güne yakın bir süre, hastalanıp ayrı düştü; tövbe e istiğfarda bulunup sıhhat buldu. Tekrar şeyhin hususi inayetiyle müşerref oldu.

(22) Yine kendi çağındakilerden ve akranlarından ileride bulunan şeyh Mahmûd Sâhib Kıran şöyle rivayet etti ki: Konyalı rahmetli şehit kadı Mevlânâ İzzeddin, İzzeddin Keyhusrev’ın (Tanrı her ikisine rahmet etsin) veziri idi. Mevlânâ hazretleri için büyük bir cami yaptırmış, himmeti yüce bir kişi idi. (Bir gün) Mevlânâ hazretlerine: “Sizin zahiri ilimlerden elde ettiğiniz ilim fennini, biz de istidat ve içtihadımız nisbetinde kitapları okuyarak elde ettik. Bunu elde etmek için ölçüsüz zahmetler çektik, fakat sizce bilinen ve anlaşılan sırlardan bir şey elde edemedik. Bizim akıllarımız o mânaları katiyen îdrâk etmedi” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri gülümsiyerek: “Evet! Biz Tanrı ilmi olan ikbal ilminden bir iki yaprak mütalâa etmeşiz, fakat bu, size nasip olmamıştır. Bazısı okudu, bazısına da okuttular. “Bu Tanrı’nın kendi lûtfudur. Onu istediğine verir (K., V, 59)” buyurdu.

Şiir:

“Zühal’in dönmesinden meydana gelen aklın, bizim aklımızın önünde yeri yoktur. O, Utarit ve Zühal sayesinde bilgin oldu, biz ise, lütuf ve kerem sıfatlı olan Tanrı sayesinde bilgin olduk. “ “insana öğretti.,., “ (K., XCVl, 5) âyeti bizim tuğramızın kıvrımıdır. Bizim ereğimiz, Tanrı ‘nın yanındaki ilimdir” (Mesnevî. C.V. s. 166/2585 87.)

(23) Yine nakledilmişti ki: Kadı İzzeddin hazretleri başlangıçta semâı son derecede inkâr edenlerdendi. Bir gün Mevlânâ hazretleri büyük bir vecd ve heyecan içinde semâ yaparak medresesinden çıkıp kadı İzzeddin’in odasına girdi ve ona bağırdı. Yakasına yapışarak: “Kalk, Tanrı’nın meclisine gel” dedi ve çeke çeke onu âşıkların toplantısına getirdi ve onun havsalasına lâyık olanı gösterdi. Bunun üzerine kadı elbiselerini yırtarak semâa girdi, dönüşler yaptı, feryatlar etti, sonunda da iradet getirip tam bir doğrulukla mürit oldu.

(24) Yine nakledilmiştir ki: Konya kadısı İzzeddin, Amasya kadısı İzzeddin ve Sivas Kadısı İzzeddin (Yüce Tanrı onlara rahmet etsin) her üçü kendi asırlarının ulularından idiler. Bir gün Mevlâna hazretlerinden: “Yolunuz nedir” diye sordular. O da: “De ki bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanları basiret üzere Tanrı’ya davet ederiz” (K. XII, 108) dedi. Her üçü yere kapanıp mürit oldular.

(25) Yine arkadaşlardan bir topluluk rivayet etti ki: Kadı İzzeddin cuma mescidini Konya’da tamamlayınca onun şükranesi olarak büyük bir toplantı tertibetti. İlim erbabına, iyi amel sahiplerine ve büyük hafızlara altın paralar bağışladı. Mevlâna hazretlerinden de muhakkak bu yeni mescidde vaızda bulunmasını rica etti. Mevlâna bu davete icabet etti. Vaızdan sonra halka nasihatle meşgul oldu. Vaiz sırasında: “Filân iklimde bir kuşcağız vardı, başında tüy yoktu” diye bir hikâye anlattı. Kemâleddin Muarrif âferinlerde bulunup: “Ey gerçek sultanı! (sana) binlerce aferin! terbiye ve nezaketine kurbanım” diyordu. Kadı naibi Mevlâna Rükneddin, Mevlânâ’nın bu kelimede gösterdiği incelik yüzünden hemen onun müridi oldu. Meğer Kadı İzzeddin ve Ke-maleddin’in her ikisi de kel idiler. Başlarında hiç saç yoktu. Mevlâna bu hikâyeyi onların gönüllerine bir toz konmıyacak şekilde anlattı.

(26) Yine nakledilmiştir ki: Mevlâna hazretleri, bir gün, bir mahalleden geçiyordu. İki yabancı şahıs birbirleriyle atışıp çekişiyor ve birbirlerine sövüp sayıyorlardı. Mevlâna da uzakta durup birinin ötekine: “Bunu bana mı diyorsun? Tanrı’ya andolsun, Tanrı’ya andolsun ki eğer bana bir dersen, benden bin işitirsin” dediğini dinliyordu. Mevlâna (bunu işitince) ilerlerdi ve: “Hayır hayır” söyleme buraya gel! ne diyeceğin varsa bana de. Eğer bin desen benden bir tane bile işitmezsin” buyurdu. Bunun üzerine iki düşman baş koyup Mevlânâ’nın önünde barıştılar.

(27) Malatyalı Mevlâna Şemseddin (Tanrı rahmet etsin) rivayet etti ki: Bir gün son derecede derin bir bilgin, her şeyin bir delilini ariyan ve münakaşayı seven talebesiyle Mevlâna hazretlerini ziyarete gelmişlerdi. Onu. kendisinden bir şeyler sorup öğrenmek bahanesiyle imtihan etmek istiyorlardı. Kendi aralarında: ‘‘Bizim üstadımızın Arap dilindeki ilimlerde eşi yoktur, acaba Mevlânâ’nın Arapçası ne dereceye kadar kuvvetlidir.” dediler. Bu maksatla gelip Mevlânâ’nın yanına oturdula: Mevlânâ bir müddet ilâhî birçok bilgiler verip güzel şeyler söyledikten, sonra şöyle bir hikâyeye başladı: “Temiz yürekli bir fakih, zeki bir nahivci ile arkadaşlık etmişti. Yolda birlikte giderlerken, harabolmuş bir kuyuya ulaştılar. Fakîh kuyuyu göstererek: “Birun muattaletun (K., XXII, 45)” diye “bi’r”i hemzesiz söyledi. Na-hivcinin bundan canı sıkıldı ve fakîhe: “bir”i hemze ile okursan daha fasih olur” dedi. Bunun üzerine fakîhle nahivci arasındaki münakaşa uzadı. Bu hemze yüzünden bütün sarf ve nahiv kitaplarını karıştırdılar. Dâvalarını ispat için karşılıklı deliller getirmekten usandılar. Bu tartışma sonunda hiçbir konak ve bayındır yere ras-lamadılar. Gecenin karanlığına kalıp, konularında tam kızıştıkları sırada tesadüfen nahivci yolda bulunan derin bir kuyuya düştü. Kuyunun dibinden fakîhe: “Ey yoldaşım, ey şefkatli fakîh! Tanrı rızası için beni bu karanlık kuyudan kurtar” diye feryâd ediyordu. Fâkîh de : “Pek âlâ, kurtarırım, fakat (bi’r) kelimesindeki hemzeyi atmak şartiyle” diye cevap verdi. İlmine çok aldanmış olan bu zavallı nahivci “bir” kelimesindeki hemzeyi atmadıkça o kuyudan kurtulmadı. Sen de tereddüt hemzesini ve varlığını, hazret – i Hamza gibi kendi kendinden atmadıkça tabiat ve nefis kuyusu olan -ki Kur’an daki Gıyâbetu’l – cub (K., XII, 10) bundan ibarettir – hodbinliğin karanlık kuyusundan çıkamazsın ve: “Tanrı’nm arzı geniştir” (K., XXXIX. 10) sahrasının fezasına hiçbir zaman ulaşamazsın.” (Mevlânâ bu hikâyeyi anlattıktan sonra) bu bilginler bep birden sarıklarını başlarından çıkardılar, inkâr kemerini kopardılar, tam bir doğruluk ve samimiyetle Mevlânâ’nın candan müridi oldular.

Şiir:

“Nahivcinin hikâyesini çölde oturan arabin hikâyesinin ortasına, size nahvi öğretmesi için getirdik.

Bil ki burada nahv değil, mahv (yok olmak) lâzımdır. Eğer mahvolmuşsan korkmadan atını suya sür

Fıkhın fıkhını, nahvin ve sarfın sarfını (yani bu ilimlerin özünü) yok olmakta bulursun” (Mesnevi, C. 1. s. 175/2846)

(28) Hikâye: Yine nakledilmiştir ki:Bir gün arkadaşlardan bazıları Mevlânâ’nın yanında Mu-ineddin Pervane’nin adaletinden, hayrat ve hasenatından bahsederek: “Bu zâtın cömertlik timsali olan vücudu ile dünya rahata erişmiştir. Büyük bir emniyet, sonsuz bir feyiz ve berekete kavuşmuştur.- Onun zamanında bilginler, şeyhler ve fâzıllar medrese ve hânekâhlarda refah ve huzur içinde yaşıyorlar” diyor ve çok takdirlerde bulunuyorlardı. Mevlâna: “Evet, dostlarımız doğru söylüyorlar. Onun hayrat ve hasenatı bu dediklerinden yüz misli daha fazladır. Yalnız (burada dikkat edilecek) bir şey vardır: Bu sizin dediğiniz Kabe’yi ziyarete giden hacıların hikâyesine benziyor” dedi ve şu hikâyeyi anlattı:

Fakir bir adamın, bir çöl yolunda devesi hastalandı. Nekadar uğraştılırsa yerinden kalkmadı. Nihayet onun yükünü başka bir deveye yükledi, onu da orada bırakıp geçip gittiler. Bunlar, devenin yanından ayrılır ayrılmaz birçok vahşi ve yırtıcı hayvan onun etrafını çevirdi; fakat hiçbiri deveye yaklaşmadı. Bunu uzaktan gören hacılar kafilesi: ‘“Acaba bu vahşi hayvanlar niçin bu deveyi par-çalamıyor’da ondan çekiniyor” deyip şaşa kaldılar. Bunun sırrını anlamak için birisi kafileden arta kaldı. Devenin boyunda bir hamayilin bağlı olduğunu^ gördü. Hamayili devenin boynundan çıkarıp gidince yırtıcı hayvanlar hemen hücum edip deveyi parça parça ettiler. Şimdi biliniz ve haberdar olunuz ki bu dünya, işte o deve gibidir ve bu dünyada bulunan bilginler, emirler, fakirler v.s. de bu hac kafilesi gibidir. Bizim vücudumuz, bu âlem devesinin boynuna asılmış hamayile benzer. Bu hamayil onun boynunda oldukça işler yolundadır. Dünya kalifesi de selâmetle yoluna devam eder. Bu heykeli, “Ey tatmin edilmiş olan nefis, Rabb’ine sen ondan, o da senden razı olduğu halde dön” (K. LXXXIX, 27 – 28) mucebince dünya devesinin boynundan çıkardıkları vakit dünyanın ne olacağını ve insanların nereye gideceklerini, sultanların, bilgi ve kalem ve alem sahiplerinin nasıl yok olacaklarını görürsünüz. Dostlar, feryadedip çığlıklar kopardılar. Derler ki, Mevlânâ hazretlerinin öldüğü zamandan daha bir yıl geçmemişti ki dünyanın bütün sultanları, dinin ileri gelenleri, büyükler ve tacirler birbiri ardı sıra öteki dünyaya göçettiler. Rum ülkesi yetim ve devletsiz kaldı ve buyurdukları gibi dünya altüst oldu: Dirlik, düzenlik ve huzur izleri bütün dünyadan silindi.

(29) Yine Malatyalı Mevlânâ Şemseddin (Tanrı rahmet etsin) den rivayet edilmiştir ki: Sabahleyin erkenden Mevlânâ hazretleri’ne gitmiştim. Mevlânâ’yı medresenin sahanlığında dolaşırken gördüm. O, Arap diyarında kötü kadınların söyledikleri ve şakalaştıkları. şu açık şiiri okuyup tekrarlıyordu.

Şiir:

“İki oyluk arasına yarım danek veririm.

İki uyluğun ortası olursa iki danek, yalnız başı olursa bir danek veririm.”

Ben uzaktan yere kapandım ve (kendi kendime) “Bu şiiri söylemesinin sebebi nedir? Bunu ne ile tevil edecek” dedim. Derhal benim içimden geçen bu suale cevap olarak buyurdu ki: “Bu beytin mânası şöyledir: Her kim fakirlik dünyasına girmek istiyorsa evvelâ dünyanın dörtte birini terk etsin ve her kim fakirliğin sırrım anlamak ve orada dolaşmak istiyorsa dünyanın yansını terk etsin; her kim başını Muhammed’e yaraşır fakirliğin yakasından çıkarmak isterse, bütün dünyayı tekmeleyip bıraksın. Her kim Muhammed’in fakirlik halinin olgunluk derecesine ulaşmak isterse, dünya ve ahireti terk etsin ki, sonunda Tanrı hazretlerine ulaşabalsin ve hâlis bir kul gibi yüce Tanrı için Tanrı’dan başka şeyler terk edince de dünya, ahı-ret ve onların içinde ne varsa böyle hâlis ve muhlis bir kula feda olur.” (Ondan sonra) şu şiiri okudu:

“Eğer beka istiyorsan dünyayı, lika istiyorsan, ııkbayı bırak. Eğer Tanrı ‘yi istiyorsan dünyayı da, ukbayı da, bütün kevn ü mekânı da bırak, öyle bize gel. “

(30) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri semâda büyük bir vecit gösterip sonsuz hallerde bulundu ve o halde: “Hiçbir şey görmedim ki Tanrı’yı onda görmemiş olayım” buyurdu. Birdenbire gönül sahibi bir devriş nâra atarak ilerledi ve: “Her ne kadar küstahlıksa da, mestlerin kusuruna bakılmaz. Bu (fî) lâfzını kullanmak caiz değildir; çünkü böyle olursa onun kap (zarf) içinde veya dünyada bir kap ve O’nun da kap içinde bulunan şey (mazruf) olması gerekir ki, bu halde Tanrı bu zarfın mazrufu olur. (Halbuki) bu hal, tanrı için bir noksandır. Çünkü bu takdirde bir şeyin onu çevrelemesi, Tanrı’nın da bir şeyin ve bir mekânın içinde bulunması lâzım gelir” dedi. Mevlânâ hazretleri: “Eğer sen mestsen, biz de uyanık bir mestiz. Bu söz tam ve mükemmel olmasaydı biz bunu söylemezdik. Evet zarf ve mazruf ayrı ayrı iki şey olursa o zaman Tanrı’ya eksiklik atfedilmiş olur. Nitekim sıfat âlemi, zât âleminin zarfı olup her ikisi de bir şeydir, başka başka şeyler değildir. Fakat mademki bu iki gözüken, hakikatte birdir, o halde Yüce Tanrı’nın iç ve dışı çevrelemesinde eksiklik nasıl olabilir? zira içi çevrelemez dersek, o içi çevreleyici olmaz, halbuki o bütün eşyayı çereleyicidir. Bütün eşyanın kıvamı ve aykata durması Vâcibü’l – vücud’un (varlığı gerekli olan) varlığı ile dir. Demek ki, zarf da mazruf da O olunca onun bütün varlıkları çevrelmesi lâzım gelir. (Nitekim Kur’an’da) “O her şeyi çevreleyicidir” (K. XLV, 54) buyurulmuştur” dedi. Devriş darhal baş koyup mürit oldu.

(31) Yine nakledilmiştir ki: bir gün Mevlânâ hazretleri şeyh Selâhaddin – i Zekrûb’un (Tanrı ondan razı olsun) dükkânında oturmuştu. Dostlar da dükkânın çevresinde halka olmuş ilâhî bilgiler ve sırlarla meşgul oluyorlardı. Birdenbire ihtiyar bir adam göğsünü döverek ve ağlayıp sız-lıyarak içeri girdi. Mevlânâ’nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve: “Yedi yaşında bir çocukcağızım vardı. Onu çaldılar. Kaç gündür baş açık ve yalın ayak aramaktan dermansız bir hale geldiğim halde onu bulamadım” dedi. Bunu üzerine Mevlânâ büyük bir hiddetle: “Tuhaf şey! bütün varlıklar Tanrı’yı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun? (Senin gibi) bir ihtayar kendi çocukcağızının hasretiyle harap ve rüsva oluyor. Neden bir an Tanrı’yı aramıyor ve yardım istemiyorsun ki, kaybolmuş Yusuf’unu Yakup gibi bulasın.” buyurdu. Derhal çaresiz kalan ihtiyar tövbe etti ve göğsünü kapamağa başladı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğunu gelip haber verdiler. O gün kadar insan âşık ve mürit oldu ki hesaba gelmez.

(32) Yine nakledilir ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri bir toplantıda mânalar ve hakikatlar saçıyordu. Birden bire itibarlı bir genç içeri girdi ve bir ihtiyarın üst tarafına oturdu. Bir müddet sonra Mevlânâ: “Geçmiş zamanda Tanrı’nın emri şöyle idi: İhtiyarların üst tarafına oturan her genç derhal yerin dibine giderdi. O milletin kısası öyleydi. Şimdi bu devirde yeni yetişen gençler kork-maksızın ve çekinmeksizin yolda bulunan ihtiyarları tekmeliyor ve akıbetlerinin kötüleşeceğini, içlerinin şekilden sekile girereceğini de düşünmüyorlar’ dedi ve ilâve etti: “Tanrı’nın yenilmez Aslanı Ali b. Ebi Tâlib (Tanrı onun yüzünü kerim kılsın) sabah namazını kılmak üzere, Peygamber’in mescidine gidiyordu. Yolun ortasında ihtiyar bir yahudinin ilende gittiğini gördü. Müminlerin emîri, civanmertliği, insanlığı ve ahlâkının iyiliği dolayısiyle o ihtiyara saygı gösterdi. İleri geçmeyip yavaş yavaş onun arkasından yürüdü. Peygamber’in mescidine ulaştığı vakit, Mustafa hezretleri (Tanrı’nın selâmı üzerine olsun) birinci rekâtın rükûuna varmıştı. Derhal yüce Tanrı’nın emriyle Cebrail geldi ve Ali-yi Mür-tezâ’nın sabah namazının birinci rekâtını kılmak sevabından mahram olmaması için elini. Peygamberin mübarek sırtına koydu. Çünkü ilk rekât namaz yüz senelik ibadetten daha makbuldür. Peygamber: “İlk rekât namaz dünya ve dünya içinde bulunan her şeyden daha iyidir” buyurmuştur. Mustafa hazretleri (Tanrı’nın selât ve selâmı üzerine olsun) namazı, virdleri ve duayı bitirdikten sonra Cebrail- i Emînden “Bugün vâki olan bu halin sırrı ne idi” diye sordu. Cebrail de: “Ali mescide gelirken ihtiyar bir yahudiye rasladı. Onu yüceltip ağırladı. Ondan ileri adım atmadı. Her türlü eksikten arı duru olan Yüce Tanrı Ali-yi Mekkî’nin sabah namazı sevabından mahrum kalmasını uygun görmedi de böyle inayet buyurdu. Şimdi Ali-yi Mürtezâ gibi bir adam kâfir bir ihtiyara saygı gösterdiğinden ötürü bunun karşılığında Tanrı’dan böyle bir lütuf ve inayete maz-har olursa, Tanrı yolunda kocalmış, İslâm dininde sakalını ağartmış, mânâ kocalmışlarının sohbetine ulaşıp Tanrı’nın makbul kulları arasına geçmiş olan âşık ve sâdık bir ihtiyara saygı gösteren, onu ağırliyan bir kimseye Tanrı’nın ne lûtuflarda bulunacağını var kıyas et. Hakikatte Kur’anda buyurulduğu gibi “İzzet, Tanrı’nın peygamberlerin ve bütün müminlerindir” (k. LXIII, 8). Eğer sen daima talihinin genç kalmasını istersen ruhanî bir ihtiyarın eteğine yapış. Çünkü böyle bir doğru ihtiyarın yardımı olmadan hiçbir genç ihtiyarlamadı ve ruhanî ihtiyarların yardımlarına ulaşmadı” buyurdu.

Şiir:

“Piri seç (bir pire mürit ol); zira pirsiz bu sefer çok âfet, korku ve tehlike ile doludur.

“Bu genç olan bahtıma pir adını vermişim. Çünkü o, günlerin gelip geçmişiyle değil, Tanrı tarafından pir olmuştur.(Mesnevi. C.l. s. 181/2943.)

“Ben, bundan böyle esirin yolunu aramıyorum.

Pîr arıyorum, pîr, pîr….

“O, bu dünyada zamanın piri değil, doğru yolun piridir. Tanrı doruyu daha iyi bilir. “(Mesnevî, C. VI, s. 510/4124, 4121)

(33) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ mübarek medresesinde mânalar saçıyordu. Buyurdu ki: “Tanrı Kur’an – ı Mecidi’nde “En çirkin ses eşeğin sesidir” (K. XXXI, 18) buyuruyor. Bununla bütün hayvanlar arasında en çirkin ve tiksinilen sesi eşeğe nispet ediyor. Acaba dostlar bunun mânasını biliyor mu?” Dostlar baş koyup bunun açıklanmasını kendisinden istediler. Bunun üzerine Mevlânâ: “Her hayvanın kendine mahsus bir iniltisi, bir zikri ve bir teşbihi vardır ki bununla yaratan ve rızk veren Tanrısını zikreder. Nitekim devenin böğürtüsü, arslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların oğultusıı v. s. i, göklerde de meleklerin ruhanîlerin teşbihleri ve zikirleri olduğu gibi, insanların da teşbihi, tehlili, bâtını ve bedenî, türlü ibadetleri vardı. Halbuki, biçare eşek ise (sadece) iki muayyen zamanda anırır: biri cinsî yakınlık is-tedegi vakit, diğeri de aç kaldığı vakit. Nitekim şöyle denilmiştir. Şiir:

“O, huysuz bir eşek gibidir. Onu doyurduğun vakit, insanları teper; aç bıraktığın vakitte anırır.”

“Binaenaleyh, eşek daima tenasül aletinin ve boğazının esiridir. Böylece ruhunda Tanrı derdi ve aşk sesi olmıyan, kafasında bir sevda ve sır bu-lunmıyan kimse Tanrı’nın yanında eşekten daha aşağıdır. “Onlar hayvanlar gibi, belki daha çok sapıklıktadırlar” (K., VII, 179). Ondan Tanrı’ya sığınırız.

Şiir:

“Bil ki, bu hayvanı nefis, erkek eşek gibidir.

Onun altında bulunmak daha çok utanmaya neden olan bir şeydir (Mesnevi, C. V. s. 89/1392.)

“Eğer sen doğru yolu bilmiyorsan eşeğin istediği yolun aksini tut. Çünkü doğru yol budur. (Mesnevî. C.I, s. 182/2955.)

Bundan sonra yine buyurdular ki: “Geşmiş zamanda padişahın biri diğer bir padişahı imtihan için üç fena şey istedi ve bunlardan daha fena şey olmasın, dedi. (Bu üç şey de şunlardı:) yemeklerin en fenası, insanların en fenası. Bu padişah yemeklerden peyniri, insanlardan ermeni kölesini, hayvanlardan da eşeği gönderdi. Bunlarla birlikte gönderdiği mektubun başına da “seslerin en çirkini eşek sesidir” (K.,XXXI, 19) mealindeki âyeti yazdı.

(34) Yine naklolunur ki: Bir gün Mevlânâ, bütün arkadaşlarla Hüsameddin Çelebi’nin bağına gidiyordu. Kendisi bir eşeğe binmişti. Buyurdu ki: “Eşek, salih kulların bineğidir. Şiş, Uzeyr, Mesîh ve Muhammed hazretleri (Tanrı’nın selâmı onların üzerine olsun) gibi birçok peygamberler eşeğe binmişlerdir.”

Şiir:

“Ey geveze! Çıplak eşeğe bin! Tanrı’nın elçisi çıplak eşeğe binmedi mi?”(Mesnevî. C. II. s. 286/725)

İlâhî dost Şihabeddin – i Gûyende de bir eşeğe binmişti, birdenbire bindiği eşek anırmağa başladı. Şihadeddin hiddetinden eşeğin başına birçok kez vurdu. Onu gören Mevlânâ: “Seni taşıdığı, sen binici o da taşıyıcı olduğu içn şükredecek yerde bu biçare hayvanı niçin dövüyorsun. Tanrı göstermesin, eğer iş aksine olsaydı, o zaman ne yapacaktın. O yalnız iki şey için anırır: ya boğaz derdinden veya cinsî yaklaşma arzusundan. Bunda ise, bütün canlı varlıklar müşterektir. Hepsi bu iki işi düşünürler ve hevs tohumunu bunun içine ekerler. O halde herkesin kafasını vurmak ve herkesin kafasına kakmak lâzımdır” dedi. Şihabeddin yaptığına pişman olup eşekten aşağı indi, eşeğin tırnaklarını öpüp okşadı.

(35) Yine nakledilmiştir ki: biri malının azlığından, fakirliğinden bahs ve şikâyet ediyordu. Mevlânâ hazretleri: “Git! Bugünden sonra beni sevme de dünyanı elde edesin” buyurdu.

Şiir:

“Ey ay yüzlü, gel benim gibi ol. Ne devlet ne de nimet ara. Çünkü eğer İblis böyle olsaydı, padişah ve alem sahibi olurdu. “

(36) Yine buyurdu ki, bir gün sahabeden biri Peygamber hazretlerine (Selâm onun üzerine olsun): “Seni seviyorum” dedi. O da: “O halde ne duruyorsun? demir zırhını giy belâları karşıla ve yokluğa hazırlan. Çünkü belâ, sevenlere ve âşıklara verilen hediyedir.” dedi.

Şiir:

“Tanrı “Ben rabbiniz değil miyim” dedikte sen “Evet (= belâ) sen bizim rabbimizsin” de. Bu belânın sırrı nedir? Bu sır belâ çekmektir. “

Yine buyurdu ki: Bir arif, bir zenginden: “Malı mı, yoksa günahı mı seviyorsun?” diye sordu. Zengin de: “Malı seviyorum” dedi. Bunun üzerine arif: “Doğru söylemiyosun, belki günah ve vebali daha çok seviyorsun. Çünkü malı bırakıp vebal ve günahı ölürken beraber götürdüğünü ye Tanrı’nın yanında da kınanacağını görmüyor musun? Eğer ersen, malı günahsız olarak beraberinde götürmeğe çalış. Eğer malı seviyorsan, onu kendinden önce Tanrı’nın yanına gönderirsin, o mal, Tanrı’nın huzurunda senin için iyi işler yapar, çünkü “Nefsiniz için evvelce gönderdiğiniz her hayrı Tanrı’nın yanında bulursunuz” (K. LXXIII, 20) buyurulmuştur.

(37) Hikâye: Yine- soylu kişiler (ahrâr) Kâbesinin ihramına bürünmüş ve onun sırdaşı olan dostlar (Tanrı’nın rızası onların üzerine olsun) şöyle rivayet ettiler ki: Bir gün Muineddin Pervane (Tanrı onun derecesini yüceltsin) kendi sarayında uluları toplamıştı. Bütün bilginler, şeyhler, fütuvvet erbabı, münzeviler ve muhtelif iklimlerden gelen misafiler o toplantıda hazırdılar, îlerigelenler sedirleri işgal etmiş oturuyorlardı. Pervane’nin içinde “Mevlânâ hazretleri de nurla dolu olan huzuru ile buraya şeref verseydi ne olurdu? Bu bizim için ömrümüz sürsince bir şeref olurdu” diye bir arzu uyandı. Bunun üzerine Pervane’nin damadı, Mevlânâ’nin müridi ve ona inananlardan olan, faziletlerle dolu ulunan Mec-deddin – i Atabek kalkıp Mevlânâ’yi davet etmeğe gitti. İleri gelenler ve büyükler arasında: “Mevlânâ gelirse nereye oturacak” diye bir karışıklık ve mırıldanma oldu. Hepsi birden: “Biz hepimiz lâyık olduğumuz yerlere oturmuşuz. O da istediği yerde otursun” dediler. Mecdeddin – i Atabek beliğ bir ifade ile elçiliğini yerine getirince Mevlânâ hazretleri, Çelebi Hüsameddin’i ve dostlarını top-lıyarak hareket etti. Dostlar birbiri önü sıra gidiyorlardı. Mevlânâ da onların ardı sıra geliyordu. Çelebi Hüsameddin hazretleri, Pervane’nin sarayına ulaşınca, bütün büyükler onu ağırlayıp sofanın üst başında ona yer verdiler. Ardından Mevlânâ geldi. Pervane ve devlet erkânı ileri koştular: Pervane Hudavendigâr hazretlerinin elini öptü ve: “Hudavendigâr hazretlerine zahmet, fakat biz kullarına ise rahmet oldu, lûtuflar buyurdular” diye özür diledi. Saraya girince sofanın aşağı ve yukarısında mevki sahibi büyüklerin oturduklarım gördü. Selâm verdikten sonra o da yere oturdu. Hüsameddin hazretleri kalkıp aşağı tarafa geçti ve Mevlânâ’nin yanına oturdu. Bu büyük adamların bir çoğu da Hüsameddin’e uyarak bulundukları yerden inip aşağı tarafa gelip oturdular. Fakat her türlü ilimde âdeta birer kütüphane sayılan ve nifak çıkarmak hususunda söz birliği eden şeyh Na-sireddin, Şeyh Şerefeddin – i Herîve, Seyyid Şe-refeddin ve bunlara tâbi olan akılsızlar ne yapacaklarını şaşırdılar.

Derlerki, Şeyid Şerefeddin filosof mizaçlı, kelâma (mütekellim) atılgan ve kötü hareket eden bir adamdı. Bütün büyüklerin Hüsameddin’e uyarak inip Mevlânâ’nın yanına oturduklarını, Mevlânâ’nın, ayakkabıların çıkarıldığı yerde oturmakla orayı öyle şerefli bir yer haline getirdiğini, şeref mevkiinde oturanların hepsinin oraya koştuğunu ve meclisin baş köşelerinin boş kaldığını görünce: “Baş köşe neresidir? tarikat ehlinin mezhebinde baş köşe nereye derler” diye sordu. Kadı Siraceddin: “Bilginlerin medreselerinde baş köşe (sadr) sofanın ortasıdir. Çünkü müderrisin oturduğu yer burasıdır” dedi. Şeyh Şerefeddin – i He-rive: “İtikat ehlinin ve Horasan pirlerinin tarikatinde zaviye köşesi, baş köşedir.” dedi. Şeyh Sadreddin ise: “Sofilerin mezhebinde sadr (baş köşe), hânekâhkardaki ayakkabı çıkarılan yerdir” buyurdu. Ondan sonra imtihan etmek ereği ile Mevlânâ hazretlerinden: “Sizin âdetinizde baş köşe neredir” diye sordular, o da buyurdu:

Şiir:

“Mânâ âleminde baş köşe ve eşik nerededir?

Ben ve siz yârimizin olduğu yerdeyiz- “(Mesnevi, C. I, s. 109/1784)

Baş köşe yârin bulunduğu yerdir. Seyyid Şerefeddin: “O halde yar nerededir” dedi. Mevlânâ hazretleri: “Körsün, görmüyorsun” buyurdu.

Şiir :

“Gözün yok ki onu göresin; yoksa başından tırnağına kadar hepsi odur”.

(Sonra) hemen kalkıp semaâ’a başladı. Semâ öyle hararetlendi ki bütün büyükler elbiselerini yırttılar. Mevlânâ’nın ölümünden sonra Seyyid Şe-refeddin Şam’a gidince gözleri kör oldu. Çok zamanlar dostları Seyyid Şerefeddin’i görmeğe giderlerdi. O da: “Yazık, yazık bana neler oldu” diye ağlar, sızlar ve: “Mevlânâ hazretleri bana bağırdığı anda gözlerimin önüne siyah bir perde çektiler. Artık eşyayı anlayamaz ve bir şeyin rengini göremez oldum. Fakat benim gibi zavallı aklanmış bir kimseye onun inayet edeceğini ümidediyorum. Çünkü velilerin lütufları sonsuzdur” diye anlatırdı. Nitekim o ulu kişi buyurmuştur:

Şiir:

“işlediğin cürümden ötürü ümitsizlerime: Çünkü kerem deryası tövbe kabul eder. Senin günahını tesbit ve taate çevirir. Zira onun tövbe kabul etmede eşi ve benzeri yoktur”.

(38) Yine dostların ileri gelenlerinden bazıları şöyle rivayet ettiler ki: Bu macera Celâleddin Karatayî zamanında olmuştur: Celâleddin Karatayî kendi medresesini tamamlayınca büyük bir toplantı yapılmasını, emretii. O gün büyük bilginler arasında: “Baş köşe hangisidir” diye bir bahis geçti. O günü Mevlânâ Şemseddin – Tebrizi de yeni gelmiş ayakkabıların çıkarıldığı yerde bulunan halkın arasına oturmuştu. Orada bulunanlar hep birlikte, Mevlânâ’dan: “Baş köşe, nereye derler” diye sordular. Mevlânâ: “Bilginlerin baş köşesi sofanın ortasıdır. Ariflerin baş köşesi bir evin köşesidir. Sofilerin baş köşesi ise, sofanın kenarıdır. Aşıkların mezhebinde ise, baş köşe, dostun kucağıdır” diye cevap verdi ve kalkıp Şemseddin – i Tebrizî’nin yanına oturdu. Derler ki, Mevlânâ Şemseddin – i Tebrizî, Konya halkı arasında o gün meşhur oldu. Bu olay, Pervane’nin zamanında ikinci defa vuku buldu.

(39) Yine nakledilmiştir ki: Muineddin. Pervane, Mevlânâ hazretlerine bir semâ ter-tibetmişti. Bütün bilginler ve arifler hazırdılar. Semain harareti gece yarısına kadar sürmüş bütün yemekler de soğumuş, ve bayatlamıştı. Pervane Şeyh Muhammed Hadim’i yanına çağırıp yemek meselesini anlattı Şeyh Muhammed Hadim de onun dediğini kinaye yolu ile Mevlânâ hazretlerine söylemek istedi. Mevlânâ: “Su yolcu başı (emîr – i âb) suları kesmeden değirmen nasıl durur, sükûn ve karar bulur” dedi. Bunun üzerine Pervane baş koyup göz yaşlan dökerek yemekleri yağma etmelerini emreti ve yeniden yemek yaptılar.

(40) Hikâye: Nakledilmiştir ki: Zamanın Hipokrat’ı Rum hekimlerinin ulularından olup benzeri bulunmıyan Mevlânâ Ektneleddin Tabib (Tanrı onun toprağını iyi etsin, Mevlânâ’ya mürit olmadın önce bir gün Mevlânâ hazretlerini ziyarete gelmişti. Mevlânâ, Ekmeleddin’e on yedi seçkin dost için müshil ve haplar hazırlamasını emretti. Ulu dostlara da perhize hazırlanmalarını emretti. Ulu dostlar da perhiz ile uğraşıyorlardı. İlâçların içileceği gün sabahleyin erkenden Mevlânâ hazretleri. Ekmeleddin’in evine gitti. Hekime haber verdiler. O da dışarı çıkıp Mevlânâ’nın önünde ba.ş koydu. Mevlânâ haz- , retleri içeri girdi. Ekmeleddin’in hazırladığı on yedi kâseyi birer birer içti ve her defasında da: “Âlemlerin rabbi olan Tanrı’ya hamdolsun” dedi. Ekmeleddin bu halin heybetinden şaşakaldı ve hiçbir şey söyliyemedi. Mevlânâ ondan sonra medresesine gitti. Bütün müritlere bu hali bildirdiler. Onların hepsi Mevlânâ’nın riyazetten incelmiş mübarek ve hoş vücudunun ne olacağını düşünerek şaşırıp kaldırdılar. Mevlânâ bir süre vaiz ve nasihatlere meşgul oldu. Mestlikler gösterdi. Ekmeleddin hazretleri de çaresiz, durumu anlamak üzere kalkıp medreseye geldi. Mevlânâ’nın güneş gibi medresenin mihrabına dayanmış hakikatleri açıklamakla ve ince şeyleri genişletip aydınlatmakla meşgul olduğunu gördü. Ekmeleddin yere kapanıp: “Mübarek mizacınız ve tabiatınız nasıldır” diye sordu. Mevlânâ da şaka ile: “Altından nehirler akıyor” (K., II, 25 266) buyurdu. Ekmeleddin: “Mevlânâ hazretleri sudan perhiz etsinler” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ derhal buyurdu, buz getirdiler. Buz parçalarını yemeğe başladı. Anlatılamiyacak derecede yedi. Ondan sonra da semâa başladı. Üç gün üç gece sema yaptı. Öyle ki Ekmeleddin sarığını yere vurarak figan ediyor, naralar atıyor ve: “Bu hal beşerin kudreti dışındadır. Bu kudreti velilerin hiçbiri göstermemiştir” diyordu. O anda çocukları ve akrabaları ile birlikte Mevlânâ’ya mürit ve kul oldu. Hikâyeyi devrin filosoflarına ve doktorlarına da söyledi. Hepsi tam bir samimiyetle mürit oldular ve: “Bu er oğlu er, Tanrı tarafından kuvvetlendirilmiştir. Bu, sıfatları pek yüce bir zât ve Tanrısal hakîmdir dediler.

Şiir:

“Eğer veli bir zehir yese, o zehir ona sâf bal olur. Eğer talip yese, aklını kaybeder ve gönlü kararır” (Mesnevi, C. I.s. 160/2603.)

“Ondan dolayı Faruk’a bir zehir zarar vermedi

Çünkü onun farukluğu onun için tatlı bir tiryak oldu. “(Mesnevi C. V.s. 269/4238.)

(41) Yine o günlerde şehrin hekimleri ve zamanın bilginleri arasında: “İnsanın nefsi kanla mı yoksa başka bir şeyle mi yaşar” diye büyük bir bahis olmuştu. Doktorlar umumiyetle: “Muhakkak kanla yaşar, yoksa insanın kanı tamamiyle giderse derhal ölür” dediler ve fakîhleri susturdular. Bilginler, sözbiriği ile Mevlânâ hazretlerine gelip bu meseleyi arzettiler. Mevlânâ: “İnsanlar muhakkak kanla mı yaşarlar?” buyurdu. Onların hepsi “Hü-kema mezhebinde bu böyledir” dediler ve bunun için, birçok felsefî deliler ve akla uygun kanıtlar (burhanlar) ileri sürdüler. Fakat Mevlânâ: “Fi-losofların mezhebinin o kadar kıymeti yoktu. İnsan kan ile değil, Tanrı ile yaşar.” dedi. Bunun üzerine hiçbirisinin “Niçin ve bunu kabul edemiyoruz” demeğe mecali kalmadı.

Şiir:

“Filozofun söz söylemeğe kudreti yoktur. Eğer lâf ederse, din ehli onu perişan eder. “( Mesnevi C.l. s. 131/2151.)

Bundan sonra bir hacamatçının getirilmesini emretti. Hacamatçı gelip hemen iki mübarek kollarının damarlarından neşter vurup kan aldı. O kadar kan akmağa bıraktı ki, neşter vurulan yerde bir sarı sudan başka bir şey kalmadı. Mevlânâ hekimlere dönerek: “Nasıl insan kanla mı, yoksa Tanrıyla mı yaşıyor”? diye sordu. Bunun üzerine hekimlerin hepsi baş koyup Tanrı erlerinin kudretine iman ettiler. Mevlânâ da kalkıp derhal hamama girdi ve oradan çıkınca semâa başladı.

(42) Yine Malatyalı Mevlânâ Şemseddin (Tanrı rahmet etsin) şöyle rivayet etti ki: “Bir gün Mevlânâ hazretlerine gitmiştim. Kendisinin medresenin toplantı yerinde yalnız başına oturmuş olduğunu gördüm. Ben de baş koyup oraya oturdum.

Mevlânâ: “Yakına gel” buyurdu. Ben biraz daha ilerledim. O birkaç defa yine: “Yakına gel” diye buyurdu. Ben de sürünerek o kadar yaklaştım ki dizim onun mübarek dizine değdi. Dehşet v korkudan içimde bir ürperme hâsıl oldu. Mevlânâ: “Öyle otur ki, dizin dizine yapışsın” buyurdu ve bu esnada Seyyid Burhaneddin hazretlerinin menkıbelerinden ve Şemseddin – i Tebrizî hazretlerinin (Tanrı her ikisinin sırrını kutlasın) kerametlerinden o kadar bahsetti ki, ben kendimden geçtim. Ondan sonra Mevlânâ: “Sultanımız Peygamber hazretleri “sâlihlerin anıldığı yerde rahmet yağar” buyurmuştur. Fakat bizim anıldığımız yerde Tanrı yağar” dedi.

(43) Yine naklolunur ki: Mevlânâ hazretleri hamama gittiği vakit karısı Kira Hatun (tanrı ondan razı olsun) Mevlânâ’ nın dostlarına: “Mevlânâ’ya dikkat ediniz; o tamamiyle kendinden geçmiş bir adamdır” diye tenbih ederdi. Dostlar beraberinde halı ve yaygı götürürler, onları hamamın soğukluğuna sererlerdi. Mevlânâ arada bir, burada istirahat eder, dostlar da onu oğarlardı. Mevlânâ bir gece şiddetli bir kışın ortasında hamama gitmişti. Dostlar eski âdetleri veçhile yine halı ve yaygı götürüp hamamın soğukluğuna serdiler. Mevlânâ soyunduktan sonra içeri girdi, bunları görünce fırlayıp tekrar dışarı çıktı. Aradan epeyi zaman geçti. Dostlar merak edip onun arkasından dışarı çıktılar. Bir de baktılar ki, Mevlânâ bir parçası üzerine oturmuş, başına da diğer bir buz parçası koymuş duruyor. Dostlar fer-yadetmeğe başladılar. Mevlânâ: “Nefsim bana fena şeyler öğretiyor ve küstahlanıyor. Tanrı’ya hamdolsun ki, biz dervişleriz, Firavun ailesinden değiliz. Biz, fakirlerin sultanı olan pa-dişah”ailesindeniz buyurdu, sarık ve cübesini alıp giydi ve çıkıp gitti.

(44) Yine bir gün sultan Veled nakletti ki: Babam daima: “Ben beş yaşında iken nefsim ölmüştü derdi. Gençlik ve orta yaşlılık zamanında tam bir ciddiyetle riyazet eder, gece sabahlara kadar ibadetle meşgul olurdu ve riyazette çok mübalâğa ederdi.” Ben, kendisine: “Siz bir gün bana böyle buyurmuştunuz. Bugün nasılsınız? Gece ve gündüz hiç durmuyor, hâlâ riyazete devam ediyorsunuz” dedim. Bunun üzerine Mevlânâ: “Bahâeddin! nefis, kuvvetli bir hilekârdır. Allah etmesin birden bire onun yine dirilip akıl şiicâeddin’ini (= din yiğidini) mağlup ve ha-rabetmesinden korkuyorum” buyurdu.

Şiir:

“Bırak nefsini hüngür hüngür ağlasın. Sen ondan can eriten kadehi al. Nefsin riya kitabına itiınadetnıe ve onunla sırdaş ve arkadaş da olma.”

(45) Hikâye: Yine Çelebi Nüsameddin hazretlerinden (Tanrı onun aziz olan ruhunu kutlasın) nekledilmiştir ki: Seyyid Şerafeddin’ın Konya büyüklerinden bir dostunun Yusuf gibi son derecede güzel yüzlü bir oğlu vardı. Çoğu halk onun güzelliğine aşık olmuştu. Bu çocuk candan ve gönülden Mevlânâ hazretlerinin delice âşıkı idi. Daima onu anar ve yemin ettiği vakit de onun ayağının toprağına yemin ederdi. Her ne kadar babası onu bundan vazgeçirmek istiyorduysa da, muvaffak olamıyordu. Bilâkis gocuğun Mevlânâ’ya olan aşkı ve samimiyeti iki kat artıyordu. Bir gün babasına: “Eğer beni seviyor ve istiyorsan Mevlânâ’yı bir gün bizim »ve çağırır, bir semâ ter-tibeder, beni de ona kul ve mürit yaparsın. Yoksa ben kendimi öldürür veya seterden çıkar, deli gibi başıboş dolaşırım” dedi. Bu biçare adam, oğluna olan sevgisinden dolayı ister istemez buna razı oldu. Seyyid Şerefeddin’e gelip bu hali anlattı. Seyyid Şerefeddin ise kendini beğenmişlerden biriydi. İnkâr yolu ile bu zâta şöyle talimat verdi: Eğer oğlun mürit olursa, sen Mevlânâ’dan : “Bıa benim oğlum cennetlik midir? Tanrı’nın yüzünü görecek mi?” diye sor bakalım Mevlânâ ne cevap verecek . Bu zât şehrin bütün bilginlerini ve ileri gelenlerini çağnp büyük bir semâ tertibetti. Semâ bittikten ve yemek yendikten sonra bu zât, oğlunu Mevlânâ’nın önüne getirdi ve ona mürit yaptı.

Mevlânâ’dan bu suali sormadan önce Mevlânâ: “Bu talihli çocuk cennetliklerdendir. O Tanrı’nın yüzünü görmeğe lâyıktır ve O’nun rahmetine gark olmuştur. Bu gibi çocuklar bu şehirde pek çokturlar. Niçin bize rağbet etmiyor ve mürit olmuyorlar” dedi. Bu zât: “Tanrı bunu böyle yaptı” diye cevap verdi. Mevlânâ: “Şimdi sen söylemeden önce o Tanrı’yı gördü ve Tanrı da onu bize gönderdi. Eğer Tanrı istemeseydi ve onu kabul etmeseydi, bize gelmezdi ve Tanrı’nın ilhamı onun yardımcısı ve mürşidi olmazdı” buyurdu. Zavallı zengin, hemen Mevlânâ’nm önünde baş koyup onun müridi oldu ve Tanrı’ya ulaşmış âşıklar sırasına girdi.

(46) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Muineddin Pervane (Tanrı rahmet etsin) kendi sarayında divânda: “Hüdavendigâr hezretleri, eşi olmıyan bir padişahtır. Onun gibi bir hakikat sultanının asırlar boyunca gelmiş olduğunu sanmıyorum. Fakat müritleri çok mânâsız ve fena insanlardır” der. Muineddin bu sözü söylediği sırada meğer Mevlânâ’nın muhiblerinden biri de orada idi. Muhib, bundan çok fazla alınarak bu sözü Mevlânâ’ya iletir. Mevlânâ’nın bütün müritleri de bu sözden alınırlar. Mevlânâ hemen bir tezkere yazarak Pervane’ye gönderdi. Bu tezkere’de: “Eğer benim müritlerim iyi insan olsalardı, ben onların müridi olurdum. Kötü insan olduklarından ahlâklarını değiştirip iyi olmaları, iyiler ve iyi amel eden insanlar sırasına girmeleri için onları müridliğe kabul ettim” diyordu.

Şiîr

“Ben kör değilim fakat; bende (bakırı altın yapan) bir kimya var. Ben onun için bu kalp direıni alıyorum.”

Yine buyurdu ki:: “Bahamın temiz ruhu hakkı için şuna kaniim ki, Tanrı onları rahmetine mazhar edeceğini üzerine almasaydı ve makbul kullar sırasına sokacağına kefal olmasaydı, onlar kabule mazhar omıyacklar ve Tanrı kullarının temiz kalblerinde yer etmiyeeeklerdi.

Şiir:

“ Tanrı ‘nın rahmetine mazhar olmuşlar, kurtulmuşlar; fakat lanetine uğramışlar tedaviye muhtaç hastalardır.

“İşte biz bu lânetlikleri rahmetlik yapmak için dünyaya geldik.”

Pervane Mevlânâ’nın bu kıymeti pek yüce olan tezkeresini mütalâa edince, onun Mevlânâ hakkındaki inancı bir iken bin oldu. Hemen kalkıp yaya olarak Mevlânâ’ya geldi, özürler diledi, istiğfarda bulundu ve arkadaşlara birçok hediyeler verdi.

(47) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Ebü’l-Hayrât Sâhib Fahreddin: “Mevlânâ hazretleri büyük bir padişahtır. Fakat onun müritleri arasn-dan çekip almak ve müritlerini öldürmek lâzımdır” demişti. Bu söz, Mevlânâ’ya ulaşınca gülerek: “Acaba bunu yapabilirler mi?” buyurdu. Sonra: “Bu bizim müritlerimiz neden dünya ehli nazarında bu kadar kızgınlık ve düşmanlığa neden oluyor. Bu hal, müritlerin Tanrı’nın inayet nazarına mazhar olmuş ve onun indinde kabul edilmiş ve sevilmiş olmalarından ileri gelse gerek. Çünkü biz, bütün insanları kalburdan geçirdik. Dünya bilsin bilmesin bizim cismimiz müritlerimizin canı ve müritlerimizin cismi de dünyanın canıdır” dedi.

(48) Hikâye: Yine Mevlânâ’nın sohbetinde bulunan pirler ve hizmet eden dostlar şöyle rivayet ettiler ki: Mevlânâ’nın medresesi civarında ticaretle meşgul olan bir genç vardı. Bu genç Mevlânâ’nın müridi ve onun hanedanının muhibbi olmuştu. Mısır’a gitmeğe kalktı. Dostları onu bundan alıkoymak istediler. Bu sadakatli gencin bu niyeti Mevlânâ’ya malûm olunca, o da: “Mısır’a gitme, bu seferden vazgeç” dedi. Fakat bu genç bu arzusunu bir türlü yenip rahatlamadı. Bunun üzerine bir gece şehirden çıkıp Şam yolunu tuttu. Antakya’ya ulaşınca gemiye bindi. Fakat Tanrı’nın kaza ve kaderi icabı olarak onun gemisi Frenkler ülkesinde korsanların (= kisdânî (?) eline düştü. Bu genci esir edip bir kuyuya kapattılar. Her gün ölmiyecek kadar yiyecek verirledi. Kırk gün kadar orada kaldı; gece gündüz ağlayıp sızıyor ve gıyaben Mevlânâ hazretlerine: “Bu benim cüretimin cezasıdır; çünkü ben sultanımın emrini dinlemedim, uğursuz nefsime uydum” diye yal-vanyordu. Kırkıncı gece Mevlânâ’yi rüyasında gördü. Mevlânâ ona: “Ey filân, yarın bu kâfirler senden ne sorarlarsa biliyorum diye cevap ver, ta ki bu belâdan kurtulasm” buyurdu. Genç, uykudan deli gibi uyandı. Tanrı’ya şükürler etti, secdeye kapandı ve bu rüyanın çıkmasını bekledi. Birdenbire Frenklerden bir grubun geldiğini gördü. Birinin tercümanlığı ile gençten: “Sen felsefe ve doktorluktan hiç anlar mısın?” diye sordular ve “Bizim emîrimiz hasta oldu” dediler. Genç: “Evet” dedi. Bunun üzerine genci hemen kuyudan çıkartıp hamama götürdüler. (Yıkandıktan sonra) ona güzel bir elbise yiydirip hastanın evine götürdüler. Bu zavallı genç, Tanrı’nın ilhamı ile buyurdu, yedi çeşit meyva getirdiler. Genç (bunlardan) lezzetle içilebilir bir ilâç hazırlayıp içine biraz da mahmude koydu ve üç defa Mevlânâ’nın adını anarak şerbeti hastaya içirdi. Frenklerin emîrî, Tanrı’nın inayeti ve Tanrı erlerinin himmetli ile bu şerbeti üç defa içmekle iyi oldu. Bu hazretin himmet ve inayeti bu genç ile beraber olduğu için o tamamiyle cahil bir adam olduğu halde erenler onu felsefe ve tıp ilmi sahibi yaptılar ve yardımlarını esirgemediler.

Şiir:

“Dünyada mazlumların feryat ve figanı yükseldiği vakit, Tanrı aslanlarının yardımı yetişir.” (Mesnevi, C. II. s. 352/1933)

Frenk emîrî yataktan kalkıp tamamiyle iyileştikten sonra bu gence: “Dile benden ne dilersin” dedi. Genç: “Vatanıma gitmem ve şeyhimin sohbetine ulaşmam için senden, beni serbest bırakmanı istiyorum” dedi ve Mevlânâ’nın büyüklüğünden, bahsetti, bu seferi ve rüyayı anlattı. Öyleki (bunu işiten Frenkler) Mevlânâ’yı görmeden ona muhib ve âşık oldular. Bundan dolayı, o gence birçok hediyeler ve yeter derecede eşya verip yolcu ettiler. Genç, Konya başkentine gelir gelmez, kendi evine gitmeden Mevlânâ’yı ziyarete koştu. Mübarek yüzünü uzaktan görür görmez secdeler ederek (ona yaklaşıp) ayaklarına sarıldı, birçok kez öpüp yüzüne gözüne sürdü ve ağladı. Mevlânâ da bu gencin yüzünü öperek: “Bu frenk’i hastalıktan kurtardığına iyi ettin. Bir kere gittin. Bundan sonra otur da helâl para kazanmakla meşgul ol ve kanaat et; çünkü deniz yolculuğuna, gemi sallantısına, esirliğe ve kuyudaki zulmetin zahmetine nespetle kanaatin zahmeti, bizzat rahmettir”dedi.

(49) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ’nın sohbetinde bulunan arkadaşlar: “Zamanın büyükleri ve emîrleri, şehrin şeyhlerine sık sık gidiyorlar da sizin ziyaretinize az geliyorlar, acaba bunun sebebi nedir? Yoksa bunlar (Sendeki) bu büyüklüğü görmüyorlar mu? Bu sırlara karşı gözleri kapalı mıdır” dediler. Mevlânâ: “Siz on-lann (yalnız) gelmemesini görüyor, bu taraftan sürülmelerini görmüyorsunuz. Çünkü eğer onlara da bizim tarafımıza yol vermiş olsak sohbetimize susamış olan dostlarımıza yer kalmaz” buyurdular. Hemen ertesi sabah Sâhib Fahreddin, Muineddin Pervane, Celâleddin Müstevfî, Emineddin Mikâil, Taceddin Pervane, Celâleddin Müstevfî, Emineddin Mikâil, Taceddin Mu’tez, Hatîr oğulları (Evlad-ı Hatir), Melik-üs-Sevâhil Bahâeddin, Cica’nın oğlu Nureddin, Mecdeddin Atabek v.s. (Tanı onların topraklarını iyi etsin) gibi şehrin bütün emîrleri hep birden Mevlânâ’nın ziyaretine geldiler. Medresenin sofası ve sahnı öyle doldu ki, hiçbir yer kalmadı; arkadaşların hepsi dışarı çıktılar. Mevlânâ o gün bunlara o kadar ilâhî bilgiler, lâtif ve zarif şeyler nakletti ki, sahifelere sığmaz. Bunların susuzluklarını öyle giderdi ki hepsi Tanrı’nın şarabından mest oldular. O gün arkadaşlara hiç iltifat etmedi. Bundan dolayı dostlar tarif olunamaz derecede incindiler. Emirler gittikten sonra dostlar feryadederek Mevlânâ’nın ayaklarına kapandılar ve: “Biz bugün bilgi ve hakikat rızkımızdan mahrum kaldık” diye şikâyette bulundular. Mevlânâ merhamet buyurup onların gönüllerini aldıktan ve dindirdikten sonra: “Sa-dakalarsa fakirler ve muhtaçlaradır…” (K., IX, 61) âyetini okudu ve: “Bizim ilâhî bilgi ve sırlarımız da gerçekte doslarımızın nasibidir. Öyleki bunlar, başkalarının başına da dostlarımızın uğuru sayesinde taşar. Nasıl ki koyunun sütünü de başkaları, (ancak) kuzunun asalağı olarak içerler. Bu durum da, yine dostlarımızın, emirlerin ziyaret etmemelerini hoş görmemelerinden oldu. Eğer emîrler de bizim ziyaretimize sık sık gelseler dostlarımız buna dayanamaz ve razı olmazlardı. Binaenaleyh bize lâzım olan, onların halkın işleriyle meşgul olmaları ve dervişlere zahmet vermemeleri için dua etmektir. Ta ki, bu (mânevi) helâl rızk ve (Tanrı’nın) yücelik ve ululuk nuru yalnız bizim dostlarımızın hakkı olarak kalsın” buyurdu..

(50) Hikâye: Nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ, bir şeyhin posta oturtulması törenine raslamıştı. Kıra’at-ı seb’a hafızlarından olan Sâineddin de bu sırada “Ve’d-duhâ” (K.I.XCIU) suresine gelmişti ve onu sonuna kadar imale ile okumağa başladı. Bundan Mevlânâ’nın canı sıkıldı. Hüsameddin Çelebi mazeretler beyan etmeğe başladı ve: “Bu hafız, Kisaî’nin kıraati üzere okuyor. Efendimiz onu mazur görsün” dedi. Mevlânâ:. “Evet, Çelebi doğru buyuruyor. Bunlar tıpkı (anlatacağım hikâyedeki) seferden gelen şu Türk fakîhine benziyor: Bir Türk fakîhi seferden gelmişti. Bir nahivci ondan: “Nereden geliyorsun” diye sordu. Fakîh’ min Tus (=Tus’tan) diyecek yerde min Tîs dedi. Nahivci: “Vallahi, ben ömrümde böyle bir memleket adı hiç işitmemişim” dedi. Fakîh: “Sen “min” in harf-i cer olduğunu bilmiyor musun? “min”, “Tus” un evveline geldiği için”Tus”u “Tîs” yaptı” dedi. Nahivci: “Benim nahivde okuduğuma göre “min” yalnız harfi cerr eder. Onun koca bir şehri de altüst ettiğini hiç işitmedim” dedi. Bunun üzerine bu hafız (mukri) başını açtı kul ve mürit oldu.

(51) Yine bir gün Mevlânâ arkadaşlara ilâhi bilgiler saçıyordu. Söz sırasında misal olarak şu hikâyeyi anlattı: “Bir nahivci kuyuya düşmüştü, bir gönül sahibi derviş de kuyunun başına geldi. Kuyunun içinde bir adamın bulunduğunu görünce, “risman = ip” ve “duvl = kova” getirin de nahivciyi kuyudan çıkaralım” diye bağırdı. (Bilgisiyle) gururlanan nahivci bunu işitince: “‘resen de delv de” dedi. Bunun üzerine Derviş, nahivciyi kurtarmaktan vazgeçti ve ona: “Ben nahiv öğreninceye kadar bekle” dedi. Buna göre, taliat ve mansıp kuyusunda esir olmuş olan bir topluluk, daima kendi bilgisinin kanadlariyle uçmak isterse, kafasındaki bu kuruntu ve güvendiği bilgileri terk edip velilerin önünde başını yere koymazsa, bu kuyudan kurtulamaz ve: “Tanrı’nın arzı geniştir” (k.,XXXXIX, 10) sahrasında salma salına dolaşıp her ereğine (maksadına) erişemez. (İşte bu hususta) bu kadar söz kâfidir.

(52) Hikâye: Yine nakledilmiştir ki: Şeyh Selâhaddin hazretlerinin (Tanrı onun zikrini yücelişin) tacir ve zengin bir müridi vardı. Mevlânâ’ya çok sadık bir muhipti. İstanbul’a gitmek istedi. Şeyh Selâhaddin’le birlikte izin almak ve yardım dilemek üzere Mevlânâ’nın hizmetine geldiler. Mevlânâ’nın elini öpmek şerefiyle şereflendikten sonra Mevlânâ: “İstanbul civarında bayındır bir kasaba vardır. Orada bir papaz oturur. Bu papaz kendi manastırına çekilmiş ve bütün insanlardan ilgisini kesip kendisiyle yetinmiştir. Bizden ona selâm söyleyip hatırını sorasın buyurdu. Tacir baş koyup (huzurdan çıktı) ve yola koyuldu. O sınıra gelince papazı sorup onun bulunduğu köye gitti. Tam bir edeple manastırdan içeri girdi. Orada hazine gibi bir köşede başını koltuğunun altına sokup oturmuş ve nurları siyah cübbesinin altından gözdeki siyhın içindeki nur gibi paıiıyan bir şahıs gördü. Tacir bu hâli görünce kendinden geçti,, sonra Mevlânâ’nın selâmını söyleyince papaz hemen yerinden fırladı ve: “Tanrı’mn , selâmı senin ve “Tanrı’nın seçkin kullan üzerine ‘ olsun” (K., XXVII, 59) deyip baş koydu ve uzun zaman secdede kaldı. O sırada tacir başka bir köşeye bakınca Mevlânâ hazretlerinin aynı elbise ve sarıkla o kesede mürakaba halinde oturmakta olduğunu gördü. Tacire bir hal geldi, bir hıçkırk tutup yere düştü. Bir müddet sonra papaz tacirin gönlünü aldı ve: “Eğer sen, hür insanların (ahrâr) sırlarıyle içli dışlı olursan iyilerin iyisi olursun” diye buyurdu. Sonra Tekfur’a: “Bu tacirin bizimle ilgisi vardır. Onu koru da yol muhafızları ve valiler (ummal) ona zorluk çıkarmasınlar” diye bir mktup yazdı. Tacir şehre gelip papazın mektubunu Tekfura göndericice, Tekfur emretti: Ona yemekler götürdüler ve az çok ne işi varsa tamamlayıp sağ salim yolcu ettiler. Tacir dönüşte de papazı ziyaret etti. Papaz: “Konya’ya gittiğin vakit, bu ben biçarenin selâm ve saygılarını Hudâvendigâr hazretlerine iletesin. Bu niyazla dolu olan muhtacı sonsuz lütuf ve inayetinden unutmıyacakları umulur” buyurdu. Bir müddet sonra genç tacir Konya’ya gelip bu hâli şeyh Selâheddin’e anlatınca Şeyh Selâhaddin: “Veliler hakkında ne söylerlerse hepsi gerçektir ve hepsi seksiz şüphesiz vâki olur.” dedi.

Şiir:

“Ben, veliler hakkında ne söylerlerse yarabbi bana da bu feyzi ihsan et, peygamberler hakkında ne söylerlerse iman v tasdik ederiz, derim. “

“Fakat bu meseleyi ehli olmıyan bir kimseye söyleme” dedikten sonra kalkıp taciri Mevlânâ’ya götürdü. Tacir, Mevlânâ’nın huzuruna girip baş koydu ve papazın selâmını bildirmeğe başladı. Mevlânâ: “(Şuraya) bak, acayip şeyler göreceksin” dedi. Tacir bir de baktı ki, Mevlânâ, manastırda görmüş olduğu gibi medresenin toplantı salonunun bir köşesinde aynı şekilde murakabe halinde oturuyor. Bunun üzerine feryadedip elbiselerini yırttı. Mevlânâ onu kucakladı ve: “Sen bundan sonra bizim sırlarımızın mahremisin, fakat basiret sahiplerinin sırlarnı değersiz kötü kişilerden koru” buyurdu.

Şiir:

“Sen sultanın sırrını kimseye söylemeyesin ve şekeri de sineklerin önüne dökmeyesin.

Susen gibi yüz dilli olduğu halde dilsiz olan-kimsenin kulağı celâl sırlarını, işitebilir. “(Mesnevi. C.NI. S. 4/20 . 21)

Tacir bütün varını yoğunu müritlere feda etti, semâ meclisleri yaptı, hırka giydi ve dünya işlerinden tamamiyle el çekti.

(53) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri ulu arkadaşlarla birlikte Meram mecidinden şehre dönüyordu. Birdenbire ihtiyar bir rahip karşılarına çıkıp önlerinde baş koymağa başladı. Mevlânâ ona: “Sen mi yaşlısın, sakalın mı?” diye sordu. Rahip: “Ben, sakalımdan yirmi yıl daha büyüğüm, o daha sonra çıktı” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: “Ey zavallı! O, senden daha sonra çıktığı halde erişti ve kemale erdi. Sen evvelce nasıl idiysen şimdi de siyahlık, perişanlık ve hamlık içinde yüzüyorsun. Eğer değişmez ve ol-gunlaşmazsan yazıklar olsun sana! buyurdu. Zavallı rahip hemen zünnarını kopardı ve iman getirerek inançlı müslümanlardan oldu.

(54) Hikâye: Meğer rahip ve papazlardan bir gurup Mevlânâ hazretlerine rastladılar. Daha uzaktan dostlar onları görünce, onlardan tiksinerek: “Ne kadar gönülleri kara ve hoş olmayan insanlardır” dediler. Mevlânâ: “Bütün dünyada onlardan daha cömert insan yoktur; çünkü onlar hem bu dünyada îslâm dinini, temizliği ve türlü ibadetleri bize vermişler, hem de öteki dünyada ebedî cennetten, hurilerden, köşklerden ve temiz cennet şarabından bağışlayıcı Tanrı’nın yüzünden mahrum edilmişlerdir. Çünkü: “Tanrı dünya ve âhireti kâfirlere haram etmiştir” (K., VII, 50). Bu kadar nankörlüğü, karanlıkları ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler. Tanrının inayet güneşi birdenbire onların üzerinde parladıkta onlar derhal nurlanacak, yüzleri ak olacaktır” buyurdu.

Şiir:

“Yüz yıllık kâfir, eğer seni görse secde eder ve çabucak Müslüman olur”.

Daha yakına geldikleri vakit rahipler ve papazlar baş koydular. Mevlânâ hazretleri ile meşgul olup tam bir doğrulukta iman getirerek Müslüman oldılar. “Onların kötü şeylerini iyi şeylere tebdil eder.” (K.,XXV. 70). Hudâvendigâr dostlara dönerek:

Şiir:

“ Yüce Tanrı, kendisine gizli lütuf sahibi demeleri için zehrin içine tiryakı gizledi’’(Mesnevi. C. VI, S. 524/4344.)

buyurdu. Yüce Tanrı siyahlığı beyazlıkta gizliyor, beyazlığa da siyahlıkta yer veriyor. Arkadaşlar baş koyup sevindiler.

(55) Hikâye: İyi insanların kendisine uydukları cisimleşmiş melek Mevlânâ İhtiyâreddin Fakîh (Tanrı onun ruhunu rahat ettirsin), Mevlânâ’nın ermiş müritlerindendi. Bir cuma mescidinden geç çıktı. Mevlânâ hazretleri, İhtiyâreddin’i camiden gelinciye kadar birçok defalar aradı. İhtiyâreddin camiden gelince Mevlânâ: “İhvan – üs – Sefa’ya (temiz kardeşlere) ne mâni oldu da geç geldiler” diye sordu. İhtiyâreddin: “Vaiz Hucendî hazretleri mimberde halka nasihat ediyordu. Bu kulunuz da kalabalığın dehşetinden tutulup kaldım. Dışarı çıkmak için imkân bulamadım” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ “O halde Hucendî ne söyledi ve neler anlattı, nelerden haber verdi” diye sordu. İhtiyâreddin: “Hucendî va’zı sırasında “Tanrı’ya hamd ve minnet olsun ki bizi hidayete eriştirdi (K., VII, 42) de kâfirler zümresinden yaratmadı, bizi herhalde onlardan daha iyi yarattı, dedi. Meclis halkı da hüngür hüngür ağladı” dedi. Mevlânâ gülümsiyerek: “Sapık ve herkesi sapıtan bu biçare kendini Gebrlerin terazisine koyup tartıyor ve onlardan bir danek daha ağırım diye sevinip böbürleniyor ve övünüyor. Eğer erkekse gelsin peygamberlerin ve velilerin terazsinde tartılsın da kendi noksanını görsün ve erlerin olgunluğunu anlasın” dedi.

Şiir:

“Onun yücelik şerefesinin üstünde melekler, Peygamberler avlıyan ve Tanrı yakalıyan erler vardır.”

Bunun üzerine dostlar hemen semâ’a başladılar.

(56) Hikâye: Ediblerin sultanı ve İbn – i Âyinedar – is – Sivasî (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) diye tanınan Hüsameddin, halifelerin ulularından ve kendi şeyhi olan Amasya’lı Mevlânâ Alâ’addin’den şöyle rivayet etti ki: Mübarek türbenin mimarı olan Bedreddin – î Tebrizî türlü ilimler ve övünülecek sıfatlarla vasıflanmıştı: Astronomi, Aritmetik, Simya v Kimya, Hasselerin halli, Nârincât ve sihir ilimlerini bilirdi. Bu adam bir gün ulu arkadaşlar arasında hikâye etti ki: Mevlânâ hazretleriyle birlikte Hüsameddin Çelebi’nin bağında idim. O gece sabah ezanına kadar büyük bir semâ oldu. Ondan sonra Mevlânâ hazretleri, dostlar bir miktar dinlensinler diye merhamet ederek semâ’a son verdi. Bütün arkadaşlar dağıldı, her biri bir köşede ve bir çukurda uyudu. Ben de iki tümsek arasında uyuyormuşum gibi yaparak “Mevlânâ hazretleri ne yapıyor” diye gizli gizli bakıyordum. Hazret, kutsal tecellilere gark olup hayret âlemine dalmıştı. İçimden: “Hazret – i Musa, İsa, İdris, Süleyman, Lokman, Hızır ve sair peygamberlerin (Selâm onların üzerine olsun) mucizlerinden başka yüz bin hünerleri vardı. Meselâ Musa’nın Kimya yapması, İsanın boyacılığı, Davud’un zırh yapması gibi. aynı şekilde olgun velilerin de aklın alacağı şeyler (mâkulat) dışında türlü kerametleri ve olağan üstü halleri olmuştur. Acaba böyle bir Tanrı filozofunda da bunlardan var mıdır, yoksa yok mudur? Hâşâ ki, olmasın, belki var da göstermek istemiyor, şöhret âfetinden kaçıp gizleniyor” diye geçti. Ben bu düşüncede idim, birdenbire Mevlânâ kükremiş aslan gibi üzerime atılıp: “Bedreddin, kalk benimle gel” dedi ve sağ elini uzatarak bir taş aldı, sol eline koyup bana verdi ve: “Tanrı’nın sana verdiğini al ve şükredenlerden ol” (K., VII, 144) buyurdu. Ay ışığında bu taşa baktım, bu sert taşın yakut olduğunu gördüm. Son derecede şeffaf ve parlaktı. Hiçbir padişahın hazinesinde onun gibisini görmemiştim. O heybetle benden öyle bir çığlık yükseldi ki, bütün müritler uyandı, hepsi benim üzerime üşüştüler ve: “Bu ne vakitsiz çığlıktı. Hepimiz bu saatte uykuya dalmıştık. Bedreddin, semâ vaktinde imişsin gibi nâra attın. Sende sanki on kişinin sesi vardı” dediler. Çok ağladım ve bu hikâyeyi arkadaşlara anlattım. Hepsi yere baş koyup istiğfarda bulundular. Ben de o küstahça düşünceden ötürü tövbe ettim.

Mevlânâ hazretleri merhamet buyurdular. Ben o yakut parçasını Gürcü Hatun’a armağan götürdüm ve onun nasıl elde edildiğini tekrar anlattım. O da ona seksen yüz bin direm-i sultanî tutarında bir kıymet koydu. Bu fiyatı verdi ve bana elbiseler giydirdi. Ayrıca mürilere de o kadar bağışta bulundu ve hediyeler gönderdi ki anlatılamaz. Yine Mevlânâ hazretleri bana Mesnevî’deki “Yeşil dalları altın dallar haline getiren dervişin hikâyesi”n\ okumadın mı? Gerçekten başkaları hakkında söylemiş olduğumuz bu hikâye ve işaretlerin hepsi bizim dostların halini gösterir. Geçmişteki ululan, Kimya ilmini cisimlerde ve cesetlerde kullanırdı ve buna şaşılmazdı. Fakat Kimya’nın akıl ve ruhlara da tatbik edilmesi şaşılacak şeydir.

Şiir:

“Kimyanın bakırı altın etmesine şaşılır, fakat şu bakıra bak ki her an kimya yapıyor”.

buyurdu.

(57) Hikâye: Seriyy-i Sakatî’nın sırrı olan Malatyalı Mevlânâ Şemseddin (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) şöyle rivayet etti ki: Şeyh Sey-feddin – i Baherzî’nin oğlu Müzhirüddin Konya’ya gelince bütün ulular ve faziletli kişiler onun ziyaretine gitti ve onu son derecede ağırladılar. Tesadüfen o günü de Mevlânâ hazretleri bütün dostlarla birlikte Meram mescidine gitmişlerdi. Şeyh Müzhirüddin der ki: Acaba benim Konya’ya geldiğim haberi Mevlânâ’nın mübarek kulağına gitmemiş mi? Çünkü “(Bir şehire) gelen ziyaret edilir” denilmiştir. Meğer Mevlânâ’nın arkadaşlarından bir dânişmend, onun bu sözünü işitti. Öte tarafta Mevlânâ hakikatleri takrir sırasında birdenbire: “Ey kardeş, gelen biziz, sen değilsin. Sen ve senin gibilerin bizi ziyaret etmeleri ve bizimle müşerref olmaları lâzımdır” demeğe başladı. Mecliste bulunanlar: Mevlâna hazretleri nereye ve kime hitap ediyor, diye bu nükte ve işarete şaştılar. Ondan sonra Mevlânâ: “Biri Bağdad’tan geldi, öteki kendi ev ve mahallesinden dışarı çıktı. Hangisini ziyaret etmek daha iyi olur?” diye bir misal getirdi. Orada bulunanlar: “Bağdad ülkesinden geleni ziyaret etmek daha iyi olur. Onu ziyaret edip ağırlamak vacip olan şeylerdendir” dediler. Mevlânâ: “Hakkikatte biz mekânsizlık Bağdad’ından geldik. Bu aziz şeyhzade ise, bu dünyanın bir mahallesinden geliyor. O halde ziyaret edilmeğe ve ağırlanmaya o değil, biz daha hâyıkız.”

Şiir:

“Biz, ruh âlemi Bağdad’ında, Mansur’un (dâr ağacına çekilmesi) gürültüsünden önce ene‘ hak diyorduk.”

Bunun üzerine, müritler sevindi ve şürkettiler. (Bu) hikâyeyi rivayet eden buyurdu ki: Şehre geldiğim vakit Müzhirüddin’in müritlerinden: “Şeyhzâdeniz bugün ne anlattı?” diye sordum. Onlar, olduğu gibi bu hâdisenin hikâyesini anlattılar. Bu haberi işitince aklım başımdan gitti. Bunu şeyhzadeye bildirdiler. Kalkıp yaya olarak Mevlânâ hazretlerini ziyarete geldi ve başını açarak hakkı teslim etti. Mevlânâyı candan sevenlerden oldu ve ona: “Babam senin hakkında: “Demirden çarık giy ve eline demirden bir asâ al, Mevlânâ’yı aramağa git; çünkü o ulu kişinin sohbetine nail olmak farzlardan biridir.” diye tenbih ederdi. Babamın bu sözü gerçekten doğru imiş: Mevlânâ’nın yüceliği babamın söylemiş olduğunun yüz bin katdır.

Şiir:

“Senin olgunluğunu tasfetmek içti ne söyledilerse, yine de bir şey söylemiş değillerdir. Sen söylediklerinden yüz şu kadar daha fazla kemal sahibisin.“ dedi.

(58) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri şeyh. Muhammed Hâdim’e işaret ederek: “Git filân işi tamamla” buyurdu. Şeyh Muhammed de: “inşallah” dedi. Mevlânâ hazretleri bağırarak: “Ey aptal! Söyliyen kimdir’?” diye sordu, Şeyh Muhammed derhal düşüp kondinden geçti, ağzından köpük çıkmağa başladı. Dostların hepsi başlarını açtı ve: “Şeyh Muhammed dervişlerin hizmetçisidir ve çok da gereklidir, artık küstahlık etmez” deyip secde ettiler. Mevlânâ derhal inayet nazarı ile şeyh Muhammed’e baktı, Şeyh Muhammed kendine gelip tövbe etti.

(59) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mu-ineddin Pervane büyük bir toplantı yapmıştı. Bütün ileri gelenler bu toplantıda hazırdılar. İslâm sultanı Rükneddin de gelmişti. Semâ, gündüzden gece yarısına kadar sürdü. Sultanın beline ağrı geldi. Gizlice Pervane’nin kulağına: “Semâ dur-saydı da dinlenseydim” dedi. Hüdâvendigâr hemen semâ’a son verip oturdu. Yalnız Şeyh Ab-durrahman Şeyyad daha heyecanlar gösteriyor ve naralar atıyordu. Sultanın bundan çok canı sıkıldı, Pervane’nin kulağına: “Bu derviş ne utanmaz bir kişidir. Hâlâ oturmuyor, sanki hâl, ona Mevlânâ’dan daha çok galebe etmiş gibi de sükûnet bulmuyor” dedi. Sultanın bu söylediği Mevlânâ’ya mulûm oldu. Buyurdu ki: “Siz, sadece içinizde oynıyan ve sizi kulağınızdan tutup aşağılık ülkesine çeken küçük bir kurt sebebiyle bu kadar kaynaşıyor, huzur bulamıyor, bir an bile velilerin sohbetine tahammül edemiyorsunuz; bir kimsenin içinde ağzı açık bir ejderha bulunursa ve bu ejderha yüce âleme yükselmek isterken, o kimseyi de en yüksek yere sürüklemek isterse, o kimse nasıl rahat edebilir?” buyurdu. Dostlar hep birden nara atarak sevindiler. Sultan Rükneddin bu yüce kerameti iki defa müşahede edince tam bir samimiyetle baş koyup mürit oldu ve şahlara yaraşır hizmetlerle bulundu.

(60) Hikâye: Yine arkadaşların en gözdeleri rivayet ettiler ki: Selçuk oğulları devletinin yıkılmasının ve yok olmasının sebebi şu idi: Sultan Rükneddin Mevlânâ hazretlerine mürit olup onu kendine baba yaptıktan bir zaman sonra eşi benzeri olmıyan büyük bir toplantı (iclâs) yaptırdı. Derlek ki o zamanda Şeyh Baba-yı Merendî denilen ihtiyar bir adam vardı. Riyazet sahibi, zahit ve bilgin (müteressim) bir adamdı. İnsan yüzlü birtakım şeytanlar bu şeyhle arkadaş olmuşlardı. Bunlar, sultanın yanında bu şeyhi o kadar övdüler ki sultan onun sohbetini büyük bir arzu ile istedi. Nihayet emretti, sarayın holünde (Taşthane) bir semâ tertibedip tam bir ikramla Şeyh Baba-yı Mer-dendî’yi getirdiler. Bütün büyükler onu kar-şılıyarak çok izaz ve ikramla başköşeye oturttular. Sultan da bir kürsü koyarak kendi tahtının yanında oturdu. O sırada Mevlânâ içeri girdi, selâm verip bir köşeye çekildi. Kur’an-ı Mecid’in okunmasından sonra muarrifler fasıllar okudular. İslâm sultanı: “Mevlânâ hazretlerine malûm olsun: Bu hâlis kul. şeyh Baba hazretlerini baba edindi, oda beni oğulluğa kabul etti” dedi. Orada bulunanların hepsi: “Aferin, mübarek olsun” dediler. Hudâvendigâr hazretleri, kıskançlığından “Gerçekten Sa’d çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Tanrı da benden daha kıskançtır. Eğer sultan onu baba edindi ise, biz de kendimize, başka birini oğul ediniriz” dedi ne nara atarak yalınayak çıkıp gitti.

(61) Yine Çelebi Hüsameddin hazretleri rivayet etti ve dedi ki: Mevlânâ hazretleri dışarı çıkınca sultanın tarafına baktım, sultanın başsız oturduğunu gördüm. Hemen, darbe yedi. Bilginler ve şeyhler, Mevlânâ’nın arkasından koştularsa da o dönmedi. Daha birkaç gün ancak olmuştu ki emîrler söz birliği ederek Tatarlara karşı koymak için konuşmak üzere sultanı Aksaray’a davet ettiler. Sultan kalkıp yardım dileyip hareket etmek üzere Mevlânâ hazretlerine geldi. Mevlânâ: “Git-mesen iyi olur” dedi. Arka arkaya haberler gelince gitmeğe mecbur oldu. Sultan, Aksaray’a ulaşınca onu tenha bir yere götürdüler, boyununa yayın kirişini geçirip boğdular. Sultan, boğdurulduğu sırada: “Mevlânâ, Mevlânâ” diye bağırıyordu. Mevlânâ hazretleri de o sırada mübarek medresesinde semâ’a gark olmuştu. İki şehadet, parmağını kulaklarına sokarak zurna ve beşaret getirmelerini emretti. Zurna ve beşareti kulaklarına koyup naralar attı ve bu gazeli okumağa başladı.

Şiir:

“Sana, senin bildiğin benim oraya gitme demedim mi?. Bu yokluk serabı içinde hayat çeşmen benim “.

Arkasından da şu gazeli okudu.

Şiir:

“Sana oraya gitme, başına bir belâ getirirler demedim mi? Onlar çok eli uzun kimselerdir, ayaklarını bağlarlar ilh…”

Semâ, sona erince ferecisini mihraba atarak: “Cenaze namazı kılalım” dedi ve tekbir getirdi. Bütün dostlar ona uydular. Namazdan sonra ulu arkadaşlar Sultan Veled hazretlerinden. Mevlânâ’nın bugünkü işaret ve hallerinin neye delâlet ettiğini anlaması için ricada bulundular. Sultan Veled hazretleri daha sormadan Mevlânâ: “Evet Bahâeddin! biçare Rükneddin’i boğuyorlardı. O da, boğulurken bizim adımızı söyleyip bağırıyordu. Tanrı’nın takdiri böyle idi, böyle oldu. Onun sesinin kulağıma gelip beni rahatsız etmesini istemiyordum; bü yüzden mahsus zurnanın ucunu kulağıma soktum ki onun sesini işitmiyeyim. Fakat öteki dünyada Rükneddin’in durumu iyi olacak.” buyurdu.

(62) Yine ulu arkadaşlardan nakledilmiştir ki: Bu olayın vukunundan önce Mevlânâ hazretleri bir azizin semâ’ında sabahleyin erkenden ta gece yarısına kadar heyecanlanıp coşuyordu. Çelebi Hüsameddin’i uyku bastırmıştı. Mevlânâ mübarek ferecisini yastık yaparak: “Çelebi, biraz başım koysun da dinlensin” dedi. Çelebi Hüsameddin, onun emirlerine uyup başını yastığa koydu ve uykuya daldı. Çelebi Hüsameddin uyku ile uyanıklık arasında görür ki beyaz iri bir kuş gelir, kendisini yakalayıp dünya gözünde bir hardal tanesi gibi gö-zükünceye kadar yükseltir. Sonunda meyvalı, çiçekli ağaçlarla dolu olan bir dağın tepesine indirir. Çelebi yemyeşil ve neşe ile dolu olan o dağı ta-maşa eder. Sanki yüce Tanrı o dağı yeşil zümrütten yaratmıştı. Bir de bakar ki dağın tepesinde insan başı gibi bir baş var. O kuş, Çelebinin eline bir kılıç verir ve: “Bu dağın başını vur, zira Tanrı’nın emri böyledir” der. Çelebi hazretleri: “Sen kimsin, adın nedir?” diye sorar. O da: “Ben Namus-u Ekber’im, meleklerin tavusu Cebrail-i Emîn’im” der. Çelebi Hüsameddin, o kılıçla dağın başını gövdesinden ayırır. Kuş onu tekrar kaldırıp aynı yere getirir. Çelebi hazretleri o rüyanın heybetinden gözlerini açınca karşısında Mevlânâ hazretlerinin durduğunu görür. Kalkıp baş koyar. Mevlânâ: ‘“Sen, gördüğün o rüyanın tâbirini hemen bugün ayniyle göreceksin” der. Sultan Rük-neddin’in semâ tertibederek Şeyh Baba’yı Mevlânâ’nın huzurunda baba edinmesi o günde idi. Hüsameddin Çelebi, Rükneddin’i başı kesik ve ayaklarından asılmış bir vaziyette görür. Mevlânâ’nın tarafına bakınca, Mevlânâ: “O rüyanın tâbiri bu gördüğündür” buyurdu.

Şiir:

“Senin göze görünmiyen gözün, görünen gözün gibi gayba ait – olan işleri ve sırları müşahede ve keşfeylemede üstattır. Bu dünyadan ve bu dünya halkından bu müşahede ve vergi eksik olmasın.”

Ve o anda kalkıp hareket etti.

(63) Yine seçkin insanların kendisine uydukları şeyh Mahmud – ı Neccâr (Tanrı rahmet etsin) şöyle rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri ilâhi bilgiler saçıyordu. Bütün arkadaşlar hazır ve nazır idiler. Birdenbire ins ve cinnin müftüsü, fıkhın Ebû Hanifesi, ilmin ummanı olan Şemseddin – i Mardinî medresenin kapısndan içeri girdi. Mevlânâ hazretleri: “Gel, gel, iyi ki geldin. Bugüne kadar Tanrı’dan gıyaben bahsediyorlardı ve sen de dinliyordun. Bugünden sonra doğrudan doğruya Tanrı’dan dinle” buyurdu ve sözüne devamla: “Her ne kadar bütün kategorilerde ve devirlerde hakiki şeyh Tanrı ise de, onun. kullarına vasıtasız olarak şeyhlik etmesi için epey zaman lâzımdır ve daha tuhafı şudur ki: Şeyh de odur, mürid de o. Gerçek olarak biliyorum ki bu, o zamandır” dedi ve şu beyti okudu:

Şiir:

“O ulu padişah kapıyı kendi üzerine sıkıca kapamış kimseye gözükmüyordu. O, bugün insan hırkasını giyerek kapıda gözüktü. “

(64) Yine şeyh Mahmud rivayet ettiki Bir gün Muineddin Pervane Şeyh Sadreddin’in zaviyesinde büyük bir toplantı tertibetmişti. Mevlânâ hazretleri de bu toplantıda bulunuyordu. Senıâ’a başladıkları vakit. Mevlânâ’nm hararet ve heyecanının yüceliğinden bir kıyamettir koptu. Mevlânâ istiğrak âlemine dalmıştı. Mahfil emîri Kemaieddin, Per-vane’nin yanına oturmuştu: “Mevlânâ’nm müritleri acayip insanlardır. Çoğu aşağı tabakadan ve zanaat sahibi kimselerdir. Onun etrafında şehrin ileri gelenleri hemen hemen yok gibidir. Her nerede bir terzi, bir bakkal varsa onu müridliğe kabul ediyor” diyerek arkadaşları kötülemekle meşgul oluyordu. Birdenbire o, haberdar olan sultan, semâ arasında öyle bir bağırdı ki hepsi kendinden geçtiler. Sonra: “Ey kahpenin kardeşi! bizim Mansur, hallaç değil miydi? Şeyh Ebubekr-i Buhârî dokumacı değil miydi? ve şu öteki kâmil insan camcı değil miydi? Onların sanatları kendi marifetlerine ne ziyan getirdi ki, Tanrı’nın rahmeti üzerine olsun diyorsun?” buyurdu.

Pervane, o heybetten ötürü takati kalmamış bir vaziyette Kemaieddin’le birlikte başını açıp tövbe etti.

(65) Yine başka bir gün Kemâl – ı Muarrif bir şemâ’da sofilere saygı göstererek sırtını arkadaşlara çevirmiş onlara iltifat etmiyordu, mevlânâ hazretleri ona bağırarak: “Ey Kemâl – i Nakıs! dikkat et, sırtını olgunluğun (kemâlin) olgunluğuna (kemâline) çevirmişsin” dedi. Bunun üzerine Kemâl birdenbire düşüp başı yarıldı ve kalkıp Mevlânâ’nın ayağına sarıldı, çok niyaz ve ricada bulundu, Mevlânâ inayet buyurarak ferecisini ve sarığını ona bağışladı. O da, inkâr zünnarını koparıp tam bir doğrulukla Mevlânâ’nm kulu ve müridi oldu.

(66) Yine akıllılar rivayet ettiler ki: Mevlânâ hazretleri birisinden incinince ve o kimsenin inadı da haddi aşınca ona: “Gerhâher = kahpenin kardeşi” der ve onu berbat bir hale getirirdi. Çünkü Horasanlı’ların küfür ıstılahı bu sözdü.

(67) Yine arkadaşların ulularından nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri yokluk, kırılma ve tevazu hakkında vaizda bulunuyor, aklî. nakli ve keşfî deliller getiriyordu. Misâl olarak buyurdu ki: Çam, servi, şimşir ve kavak gibi meyvasız ağaçlar baslarını daima yukarıda tutarlar ve dallarını da yukarıya doğru çekerler. Meyvalı oldukları vakit ağaçların bütün dalları aşağı doğru sarkar, alçakgönüllü ve zelil olurlar. Bu yüzden Peygamberniz (en iyi selâm onun üzerine olsun) son derece alçakgönüllü idi. Çünkü onun vücudunun ağacı eskiler ve yenilerin meyvasını toplamıştı. Hiç şüphesiz Peygamber, bütün peygamberler ve velilerden daha çok alçakgönüllü, fakir ve sabırlı idi. Nitekim o: “Ben halka boyun eğmek ve onlara iyi huyla maamele etmekle emredildim. Hiçbir peygember benim kadar eziyete mâruz kalmamıştır” buyurmuştur. Mübarek başını yardıkları ve mübarek dişlerini kırdıkları vakit sonsuz olan keremi yüzünden: “Ey Tanrım, kavmime doğru yolu göster. Çünkü onlar bilmiyorlar” buyurdu. Diğer peygamberler her zaman kendi ümmetlerine ne lanetler ettiler. Peygamber (Tanrı’nın selât ve selâmı üzerine olsun) herkesten önce selâm veirdi. Zira selâm vermede Tanrı’nın elçi sini hiç kimse geçememiştir.

Şiir:

“İnsan oğullarının hamuru topraktandır. Eğer insan toprak gibi (alçak gönüllü) olmazsa Âdem oğlu değildir”.

(68) Yine o hazretin övülen huylarından biri de şu idi: Herkese, çocuklara ve dul kadınlara alçak gönüllülük gösterir, kendisini küçültür ve onlara dualar ederdi;. Kendi önünde secde edenlere kâfir de olsa secde etlerdi. Bir gün Taniel adında bir Ermeni kasabı Mevlânâ’ya rasîadi, onun önünde yedi defa baş koydu. Mevlânâ da kasabın önünde baş koydu.

(69) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ bir mahalleden geçiyordu. Çocuklar yolda oynuyorlardı. Uzaktan Mevlânâ’yı görünce hepsi birden koşarak başkoydular. Mevlânâ da baş-koydu. Yalnız çocuklardan biri uzakta idî, “ben de geliyorum” diye bağırdı. Mevlânâ, çocuk işini bitirip gelinceye kadar bekledi.

(70) Yine o zamanda Mevlânâ’ya an-latılamıyacak kadar itiraz etti, ve hareketini inkârda bulundular, aleyhine fetvalar yazdılar, semâ’ın ve rebabın haram olduğuna dair bütün bapları ve fasılları karıştırdılar da Mevlânâ lütuf ve kereminin çokluğundan bunların hepsine tahammül etti. Sonunda hepsi mahvolup gittiler, hiç dünyaya gelmemiş gibi oldular. Halbuki onun tarikatı ve nesli artacak kıyamete kadar devam edecektir.

(71) Yine bir gün Pervane, Mevlânâ için bir semâ tertibetmişti. Mevlânâ. Pervane’nin sarayımın kapısına geldiği vakit, bütün dostlar içeri girsinler diye kapıda uzun müddet bekledi. Arkadaşların hepsi içeri girdikten sonra Mevlânâ da girdi. Semâ halkı dağıldıktan sonra Mevlânâ o gece orada kaldı. Pervane haddinden fazla hizmetlerde ona bulundu ve böyle bir padişah, kendisinin misafiri olduğu için Tanrı’ya çok şükretti. Çelebi Hüsameddin, Mevlânâ’nın kapıda beklemesinin sebebini sordu. Mevlânâ: “Eğer biz evvel saraya girmiş olsaydık, bizden sonra gelen arkadaşlarımızın bazılarının içeri girmelerine kapıcılar engel olurlardı ve onlar bizim sohbetimizden mahrum kalırlardı. Eğer biz bu dünyada onları bir emîrin sarayına veya bir vezirin evine sokamazsak, kıyamette Ukba sarayına ve Cennet – i Âlâya ve Tanrı’nın huzuruna nasıl sokabiliriz?” buyurdu. Dostlar böyle bir inayete inaz-har olduklarından dolayı Tanrı’ya şükrettiler ve secdeye kapandılar.

(72) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri cinayet işliyen ve bir arkadaşın evinde gizlenen bir şahsa şefaat etmesi için Pervâne’ye bir mektup gönderdi. Pervane cevabında “‘Bu mes’ele, başka meselelere benzemiyor, bu bir kan meselesidir” diye yazdı. Bunun üzerine Mevlânâ da “Kaatile Azrail’in oğlu derler. Azrail’in oğlu kana girmesin, adam öldürmesin de ne yapsın?” diye cevap verdi. Pervane bu cevaplan son derecede memnun oldu ve buyurdu, kaatili serbest bırakdılar. Düşmanlarını da. öldürülenin kan pahasını vererek memnun etti.

(73) Yine nakledilmiştir ki: Malatya’lı Şemseddin hazretleri dedi ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri medresesinde mânalar saçıyordu. O arada: “Ben Şemseddin’i çok seviyorum, fakat onun bir aybı vardır. Yüce Tanrı’nın o aybı da ondan kaldıracağını ve onu (bu ayıp sayılan) arzusundan vazgeçireceğini ümidederiz” dedi. Bu kul, baş koyup ondan: “Acaba bu ayıp nedir?” diye son derecede yalvararak sordu. Mevlânâ: “bu senin her varlıkta Tanrı’nın bulunduğunu tasavvur etmen ve bu hayalin peşinden koşmandır” dedi.

Şiir:

“Çok insan yüzlü şeytan olduğundan her ele el vermek doğru değildir.

“Sende insanın içini gören göz olmadığından her varlıkta hazine bulunduğunu zannediyorsun “.

Bunun üzerine hemen, tam bir doğrulukla bu halimden ötürü Tanrı’dan mağfiret diledim. Tanrı da bana büyük bir iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırdetme kabiliyeti verdi. Nihayet en yakın ve candan dostlardan oldum. Sulûkiimün başlangıcında, bütün uluların, şeyhlerin, münzevilerin, dervişlerin etrafını dolaşmak, onlardan medet ve yardım dilemek âdetimdi. Sâdık bir talip olduğum için bunları dolaşırdım. Mevlânâ hazretleri olmamışı i bana gösterecek gözümü açtığı için onların hepsinin sohbetinden el çekip Tanrı hakikatini olduğu gibi gördüm. O hakikatin sırrı da bana açıklandı. O günü Hudâvendigâr hazretleri bu beyti tekrarlıyor ve dostlar hatırlarında tutsunlar diyordu.

Şiir:

“Bu attarlar pazarında işsizler gibi her tarafa gidip gelme. Öyle bir kimsenin dükkânında otur ki dükkânında şeker bulunsun. “

(74) Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlânâ bir mahfilde bilgi saçıyordu. Ariflerin sultanı Bâyezid (Tanrı’nın rahmeti üzerine olsun) acayip bir söz söylemiştir. Bu son derecede güzel olan sözü de şudur: Ben Tanrı’nın elçisi Muhammed hazretlerine, ay’ı ikiye böldüğü, taşı parçaladığı, ağaçların toplandığı, bitki ve keseğin kendisiyle konuştuğu için inanmıyorum. Ben, yalnız hikmetinin kemalinden dolayı eshabına ve ümmetine şarap içmeyi menettiği ve haram kıldığı için inanıyorum. Mevlânâ bunu anlattıktan sonra: “Vallahi her kim fazla yaparsa daha fazla ağlar ve daha fazla ağlar ve daha fazla pişman olur. Eğer şarapta bir tat, lezzet ve fayda olsaydı önce Peygamber içer, başkalarını da içmeğe teşvik ederdi. O, Tanrı’nın has öğrencisi olduğu için Tanrı’dan işittiğini yaptı ve söyledi” buyurdu. Şiir:

“Eğer bir iki gün bu içmeği terk edersen ağzını cennet şarabiyle doldurursun.”

“İnsanların çoğu kötü ve hoşa gitmiyen bir karakterde olduğu için hepsine içkiyi haram etmişlerdir.”

(75) Hikâye: “Tekrim edilmiş kâtiplerdendir” (K., LXXXII, 117 mesabesinde olan arkadaşlar şöyle rivayet ettiler ki: Bir gün Mevlânâ, hazretleri Pervâne’nin evinde acayip mânalar ve garip bilgiler saçıyordu. Söz sırasında: “Bir gün müminlerin emîri Osman b. Affân (Tanrı ondan razı olsun)., Mustafa’nın (Selâm onun üzerine olsun) yanında kendi servetinin çokluğundan şikâyet edip nefret gösterdi ve: “Ne kadar zekât veriyor, sadaka dağıtıyor ve fazlasiyle harcıyorsam da servetim daha fazla oluyor. O ilgilerin engellerinden tamamiyle kurtulamıyor ve kayıtsız olamıyorum. Gerçekten can huzurunun ve din olgunluğunun fakirlik âleminde olduğunu biliyorum ve: “Hafifletilmişler, kurtuldular” sözündeki (hikmet) de fakirliktedir. Nihayet Peygamber hazretleri, bu hususta nasıl bir çare düşünüyor” dedi. Peygamber hazretleri: “Ey Osman, git, Tanrı’nın verdiği nimet için yaptığın şükürde kusur et ve bir zaman onun verdiği nimete karşı nankörlükte bulun ki malın azalsın ve çabucak fakir olasın, hiç de bereketin kalmasın” buyurdu. Bunun üzerine Osman “Ey Tanrı’nın elçisi! Tek olan Tanrı’ya ve onun sonsuz nimetlerine şükretmek, benim canımın enisi ve dilimin virdi olmuştur. Ona alışmışım, nasıl olur da şükretmiyeyim?” dedi. Hazreti Mustafa (Selât ve selâm onun üzerine olsun) buyurdu ki: “Kur’an-ı Mecid’te : “Eğer şükrederseniz nimetinizi arttırırım” (K., XIV,7) âyetini okumadın mı? Yani her türlü kusurdan arı duru olan yüce Tanrı Kelâm-ı Kadim’inde Tanrı şükredenlerin şükrüne fazlasiyle vaitte bulunmuştur ve : “Şükür, nimeti avlamak için bir vasıta, elde bulunan nimeti korumak için de bir bağdır” sözü de benim sözümdür.

Şiir:

“Nimete şükretmek, nimetini arttırır. Nimete küfretmek ise, nimetini avucundan çıkarır. Çünkü nimete şükredene fazla nimet verileceği vadedilmiştir. Nitekim secdenin mükâfatı, Tanrıya yakınlıktır.”

O halde ey Osman! Senin için bu zenginlik ve servetten kaçınmak imkânsızdır. Senin malına da asla bir hasar, ziyan ve noksanlık gelmiyecektir. Osman, bu müjdenin şükranesi olarak siyah gözlü, kıvırcık tüylü üçyüz deveyi, üç yüz gaziye gereken teçhizatla birlikte Peygamberin gazilerine feda etti. Peygamber hazretleri (Tanrı’nın selât ve selâmı onun üzerine olsun), mübarek kaldırarak Osman’a dua etti ve: “Ey Osman! Senin verdiğini ve sakladığını Tanrı mübarek etsin” dedi. Bundan sonra Mevlânâ bu hikâyeyi Pervane için söylediğini buyurdu ve: “Tanrı’ya hamd ve minnet olsun ve kuvvet ve kudret de onundur. Zamanımızda da Emîr Muineddin Süleyman, Osman gibi, yüce Tanrı’nın verdiği nimetlere tam bir ciddiyetle şükrediyor, bütün bilginleri, fakirleri, sâlihleri ve arifleri besliyor. Ümmetin bütün müstahak olanlarına türlü yardımlarda bulunuyor ve: “Şefkat, Tanrı’nın mahlûku içindir” sözü gereğince halkı korumayı kendine vâcıp biliyor; daima gönüller Kabe’sinin etrafını dolaşıyor, velilerin makamlarının hücretleri olan bu Arafat’ta güzel gayretler gösteriyor. Şüphesiz o da bunların dua ve himmetinin bereketiyle ne tarafa dönse ve nereye el atsa muzaffer ve galip oluyor. Her türlü kusurdan arı duru olan yüce Tanrı da, onun şükrüne karşılık günden güne ona nimet üzerine nimet, devlet üzerine devlet veriyor. O ne kadar lütuf ve inayette bulunsa o nispette nimete mazhar oluyor ve ilerliyor” buyurdu. Pervane, Mevlânâ’nın bu müjde ve iltifatı üzerine sevincinden ayaklarına kapanıp onları öptü ve secdeler edip şükürlerde bulundu. Arkadaşlara iki bin dinara yakın bağışta bulundu. Emretti, bütün bilginlere, şeyhlere ve sâlihlere gümüş paralar verdiler. Şehirde bulunan bütün yetim ve fakirlere elbiseler ve gömlekler yaptılar.

(76) Yine dostların ileri gelenlerinden olup Şemseddin-i Muallim diye tanınan fakir kelama rivayet etti ki: Bir gün Hudâvendigâr hazretleri arkadaşlara bakıp (şöyle) buyurdu: Peygamberimiz Tanrı’nın elçisi Muhammed (Selâm onun üzerine olsun) buyurmuştur ki: Bir suya taş attığın vakit su nasıl açılırsa, Tanrı’nın nuru bir müminin kalbine indiği vakit, onun kalbi de öyle açılır, genişler, hoş ve lâtif bir sahra olur. Bunun üzerine ashap: “Ey Tanrı’nın elçisi! eğer tabiatın ve şehvetin uğursuzluğu sebebile Âdemoğlunda, kalbinin açıldığını görecek olan göz perdeli ve tozlu olursa, kalbinde bir genişlik ve açıklık peyda olduğunu nasıl anlıyabilir” diye sordular. Peygamber: “İman eden, kalbinin genişlediğini, bütün dünya ahlinin, dünya mal mülk ve lezzetinin gönlünde soğuması ve tatsız bir hale gelmesi, dünya dostlarından ve kendi ahbaplarından sebepsiz ve garesiz bir yabancılık duymağa başlaması ile anlar” buyurdu.

(77) Yine nakledilmiştir ki: Mevlânâ hazretleri (Tanrı bizi onun yüce sırrı ile kutlasın) bir gün bir pazar yerinde durmuş, ilâhî bilgiler ve mânalar saçıyordu. Bütün şehir halkı etrafına toplanmıştı. Mevlânâ mübarek yüzünü bunlardan dıvara çevirerek devam etti. Ortalık kararıp akşam namazı oldu. Gece basınca pazarın bütün köpekleri Mevlânâ’nın etrafında halka olmuşlardı. O, gözlerini onlara dikerek sözlerine yine devam etti. Köpekler kafalarını ve kuyruklarını sallıyorlar ve yavaş yavaş zav zav diye ses çıkarıyorlardı. Mevlânâ: “Varlık âleminde kendinden başka kudretli ve kahredici olmıyan yüce, kuvvetli olan Tanrı’ya yemin ederim ki, bu köpekler bizim bilgilerimizi anlıyorlar. Bundan sonra siz bunlara köpek demeyiniz. Zira bunlar Eshab-ı Kehf in köpeği ile akrabadırlar.

Şiir:

“Eshab-ı Kehf’te bulunmak feyiz ve kabiliyeti verildiğinden bu köpeklerin önünde bütün dünya aslanlarının başı eğildi. “

Tanrı’yi tesbih eden bu kapılar ve dıvarlar sırları anlarlar.

Şiir

“Kapıdan ve dıvardan başlarını çıkaran ruhları gören göz nerede?

Kapılar, dıvarlar, nükteler söylüyor, ateş su ve toprak hikâyeler anlatıyor. “

Birdenbire her taraftan dostlar üşüşmeye başladılar. Mevlânâ hazretleri buyurdu:

Şiir:

“Geliniz, geliniz de sevgili gelip ulaşmıştır.

Geliniz, geliniz de gül bahçesi yeşermiştir.”

Bundan sonra dedi ki: “Tanrı sadaka bağışlıyordu. Sadaka alanlarımız nerede idiler?” Bunun üzerine bütün dostlar baş koydular ve böylece bilgiler saçarak ve semâ ederek medreseye geldiler. O gece sabaha kadar baş ağrısız semâ oldu. Mevlânâ: “Tanrı’ya tekrar tekrar yemin ederim ki. bu biçare mahlûkların ileri gelenlerinin, peygamberler ve velilere dair besledikleri itikad, bir tere satıcıya bile lâyık değildir. Bu, ancak velilerin inayet ve merhametiyle olur” buyurdu.

(78) Hikâye: (Tanrının) gizli velisi ilâhi (semedânî) arif ve Mevlânâ’nın terbiyesiyle yetişen Mesnevi hân Sıraceddin (Tanrı onun toprağını iyi etsin) rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri: “Onlar kıyameti uzak görürler. Biz onu yakın görürüz” (K., LXX, 6-7) âyetinin mânası hakkında bilgi veriyordu. Buyurdu ki: Tanrı’nın bir sürme kutusu vardı. İstediğinin iç ve dış gözüne bu kutudaki sürmeden çeker. O da bununla bütün kâinatın sırlarını anlar, gayb-ül-gayb’ın gayıpları ona keşfolunur ve ayn-ül yakın ile Tanrı’nın hazineleri ve gizli şeylerini olduğu gibi görür. Eğer o sürmeden o kimsenin gözüne çekmezse, bütün sırlar onun dış gözünün önüne gelse de o, hiçbirini görmez ve bilmez.

Şiir:

“Hakk’ın ve Hakk’ın has kullarının inayetleri olmadan melek de olsa onun sahifesi siyahtır. “

“Bu inayet olmadan o. gözünü nasıl açabilir?

Bu inayet olmadan o (Tanrı’nın) gazabını nasıl yatıştırabilir:“

Ondan sonra: “Ya şeyhin nazarında nur ol veya dûr (uzak) ol”buyurdu.

Şiir:

“Nur istiyorsan, nura hazırlıklı ol, uzaklığı istiyorsan, kendini gör de uzak ol”

(79*) Yine Mevlânâ Sıraceddin Mesnevi-hân (Tanrı’nın rahmeti üzerine olsun) rivayet etti ki: Bir gün. Çelebi Hüsameddin’in bahçesine gitmiştim. Bir mendil kırmızı gül toplayıp uğur sayarak eve getirdim Meğer Mevlânâ hazretleri de Çelebi’nin evinde imiş. Ben bilmiyordum. Birdenbire içeri girip baş koydum. Bir de baktım ki, bütün ulu arkadaşlar evin alt ve üst köşelerini doldurmuş oturuyorlar,, Mevlânâ da ortada dolaşıyor manzum, mensur bilgiler ve latifelerden her ne söylüyorsa arkadaşlar yazıyorlardı. Ben son derecede dehşet ve hayretimden mendili unutup kapının dibinde bir yere çekilip uzakta oturdum. Mevlânâ benim tarafa bakarak: “Bahçeden gelen, teberrüken gül, helvacı dükkânından gelen de, bir parça helva getirir” buyurdu. Bunun üzerine ben mübarek ayaklarına başımı koydum gülleri döktüm. Dostlar naralar atarak gülleri yağma ettiler ve hemen başladı.

(80) Yine Sıraceddin hazretleri dedi ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri buyurdu ki: Bütün dünya bir şahsın cüzleridir ve: “Ey Tanrım benim kavmime hidayet et çünkü onlar bilmiyorlar” hadîsi de bundan ibarettir. Benim kavmim demek, benim cüzülerim demektir; çünkü kâfirler onun cüz’ü olmasalardı, bütün olmazdı.

Şiir:

“Bütün iyi ve kötü, dervişin cüzüdür. Eğer böyle olmasaydı derviş olmazdı. “

(81) Yine bir gün Müineddin Pervane hazretleri Sultan Veled hazretlerine: “Mevlânâ hazretlerinin bana halvette bilgiler saçmasını ve bu kulu hakkında hususi bir inayette bulunmasını mutlaka istiyorum” diye yalvardı. Sultan Veled, Pervane’nin bu dileğini Mevlânâ hazretlerine arzetti. Bunun üzerine Mevlânâ: “O, bu yüke tahammül edemez” buyurdu. Sultan Veled üç defa ısrar etti. Mevlânâ “Ey Bahâeddin kırk kişinin kuyudan çektiği kovayı bir kişi çekemez” dedi. Bunun üzerine Sultan Veled baş koyup: “Eğer bunu söylemeseydim, böyle bir sözü nereden işitirdim” dedi.

(82) Yine bir başka gün Pervane , Sultan Veled hazretlerini şefaatçi tutarak: “Konya’nın bütün ileri gelenleri Mevlânâ hazretlerinin vaazda bulunmasını çok arzu ediyorlar. Bir meclis ihsan buyursa ne olur? Hayat suyuna susayanları doyurur ve halka da büyük bir rahmette bulunmuş olur” dedi. Sultan Veled hazretleri bu meseleyi Hazret’e söyledi. Mevlânâ: “Bahâeddin, dalları meyva bolluğundan yere kadar inen ağaçtan, bahçıvana küfran-i nimette bulunarak, meyva toplıyamıyan, koparıp yiyemiyen ve Tanrı’nın bu nimetine şükretmiyen kimseler, dalları Sidret-ül Müntehâ’ya erişmiş ve kendisi de yükselmiş olan ağaçtan nasıl faydalanabilir, nimetlenebilir ve o nimetin meyvasının lezzetine nasıl erebilir? buyurdu.

(83) Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir ki: Bir gün Pervane, Mevlânâ hazretlerinden kendisine nasihat etmesi için ricada bulundu. Mevlânâ bir zaman düşündükten sonra mübarek başını kaldırıp: “Emîr Muineddin, Kur’an’ı ezberlediğini duydum” dedi. O da: “Evet” diye cevap verdi. Mevlânâ: “Ayrıca hadîsler hakkındaki Câmi’-ül – Usûl’ü de Şeyh Sadreddin hazretlerinden dinlediğini duydum” buyurdu. Pervane yine: “Evet” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: “Mademki, Tanrı ve onun elçisinin sözlerini okuduğun, gerektiği gibi bahsettiğin ve bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyorsun ve hiçbir âyet ve hadîsin muktezaınca amel edemiyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona nasıl uyarsın? dedi. Pervane ağlayarak kalkıp gitti. Ondan sonra iyi amel işleme, adalet ve ihsan ile meşgul oldu, hayratta bulundu ve böylece dünyada bir tane oldu. Mevlânâ, semâ’a başlamayı emretti.

(84) Hikâye: Sözlerine güvenilir râviler şöyle rivayet ettiler. O asırda her biri muhtelif ilim ve hikmetlerde birer kutup olarak kabul edilen şehrin bilginleri, tam bir sözbirliği ile insanların hayırlısı Kadı Sıraceddin-i Urmevî’nin (Tanrı rahmet etsin) yanında toplandılar. Haram olduğu halde insanın rebabı dinleme arzusundan ve halkın semâ’a rağbetinden şikâyette bulundular ve: “Bilginlerin reisi, faziletli insanların başbuğu, Peygamber şeriatinin mesnedi ve Peygamberin vekili Mevlânâ hazretleridir. Neden böyle bir bid’at alsın yürüsn ve bu tarikat revaç bulsun. Bu kaidenin yakında yıkılması ve bu gidişin çabucak ortadan kalkması umulur” dediler. Bunun üzerine Kadı Sıraceddin: “Bu kişi Tanrı tarafından kuvvetlendirilmiştir. Bütün zahir ilimlerde de eşi benzeri yoktur. Onunla pençeleşmeğe gelmez. Onu, o ve Tanrısı bilir.

Mısra:

“Her koyun kendi bacağından asılır” dedi.

Bilgin geçinen birkaç mânâsız adam fıkıhtan, hilâfiyâttan, mantıktan, usuleynden, arapça ilimlerden, hikmetten, nazar ilminden, meâni ve beyândan, tefsir ve nücumdan, tıptan, tabiiyattan, ilahiyattan ve daha başka ilimlerden çıkarılmış müşkül meseleler hakkında bir kâğıt üzerine bazı sorular yazıp Mevlana’ya götürmesi için bir Türk fakîhin eline verdiler. Türk fakîh sora sora ve korka korka hendek civarında bulunan Sultan kapısında Mevlânâ hazretlerini buldu. Onu, bir kitabı mütalâa ile meşgul olurken gördü; üzerinde sorular bulunan kâğıtları Mevlânâ’nın eline verip uzakta durdu. Mevlânâ hemen bu kâğıtları gözden geçirmeden mürekkep ve kalem istiyerek her mesele ve nüktenin cevabını tafsilâtiyle altına yazdı. Bütün meselelerin cevaplarını da hazık bir doktorun birkaç ilâcı birbirine katıp çok kolay hazmedilen bir macun tertibetmesi gibi iyice toplayıp bir mesele haline koydu. Türk fakîh kâğıdı tekrar mahkemeye getirdi. Bu soruları tertibedenlerin hepsi, müşküllerin izahını ve onların cevaplarını öğrenince keder bulutlarına gömüldüler. Mevlânâ’nın o meselelerin delillerini, burhanlarını ve her birinin dayandığı noktaları göstermekte ve muarızlarını susturmaktaki kudreti karşısında hepsi hayran ve çaresiz kalıp bu hareketlerinden utandılar. Mevlânâ arkasından hemen: “Dünya bilginleri! malûmunuz olsun: Ben dünyada ki paranın, gerdanlıkların ve muhtelif şeylerin verdiği lezzetleri, “…. süslenildi” (K. III, 14) âyetindeki her şeyi, medreseleri ve hânekahları, ileri gelenlerin hizmetine bıraktım. Bunlardan hiçbir mansıpta gözüm yoktur. Dünyaya ve dünyadaki her şeye artık hiç bakmıyorum ki bu efendilerin servetleri bol olsun ve dünyalık lezzetleri artsın. Biz kendimizi bunlardan uzak tuttuk. Bir köşede inzivaya çekildik. Şöhretten kaçınma evine sığındık. Hattâ haram ve mennettikleri o rebap, azizlerin işine yarasa ve gerekseydi, biz ondan da elimizi çeker, onu din ilerigelenlerine verirdik. Acizlik ve ilgisizlikten ötürü garip rebâbi biz çaldık; çünkü gariplere rağbet, din erlerinin ve ilm-i yakîn peygamberi İbrahim’in işidir” diye ikinci bir mektup yazdı ve derhal rebâp gazeline başlayıp buyurdu.

Şiir:

“Rebâbın neden bahsetiğini biliyor musun?

O, göz yaşından ve yanmış ciğerden bahsediyor ilâh..”

Bütün bilginler, Kadı Sırâceddin’in huzurunda pişmanlık getirip töbeler ettiler ve Mevlânâ’nın Halil peygambere yaraşır yumuşaklığıyla ve iyi ahlakıyla insafa geldiler. Onlardan nazarî ilimlerde üstat olan beş bilgin kişi ve fetva veren müderrisler Mevlânâ’nın kulu ve müridi olup dediler:

Şiir:

“Bu talih gökten geldi, toprak âleminden değil

Bu ikbal ve yıldız işidir, bazu işi değildir. “

(85) Hakâye: Hikâye râvileri ve âyet ezberliyenler şöyle rivayet ettiler ki: İtibarlı hacılardan bir grup Kabe’den gelmişti, şehrin şeyhleri ve münzevilerini ziyarete gidip her birini idrâk ettiler. Şehir halkı hacılara semâ’lar teribetmiş ve sevgi gösterilerinde bulunmuşlardı. En sonunda meğer bir dost Mevlânâ hazretlerini ziyaret etmeleri için hacılara irşatta bulundu. Hacıların hepsi kulluk ihramını can beline bağlıyarak o canlar Kâbesini ziyarete gittiler. Medresenin kapısından içeri girdikleri vakit. Mevlânâ hazretlerini mihrapta gördüler. Hep birden tekbir getirerek kendilerinden geçtiler. Bir müddet sonra kendilerine gelince Mevlânâ hazretleri: “O, sizden gizlenmiş veya sizin tarafınızdan benzetilmiş olabilir, çünkü insan insana çok benziyebilir” diyerek özür dilemekle meşgul oldu. Hepsi feryad ettiler ve: “Mevlânâ hazretleri ne kadar üstü kapalı konuşuyor’ dediler. Ulu arkadaşlar o durumu ve o özür beyan etmenin sebebini hacılardan sordular. Hacılar hep birden: “Yüce Tanrı’ya ve onun Kelâm-ı Kadîm’ine yemin ederiz ki, bu adam Kabe’yi tavafta, ihrama bürünmüş olduğu halde bizimle idi. Arafat vakfesinde, Merve ve Safa arasındaki Sây’de haccın bütün menâsik ve daha başka yerlerinde. Peygamberin (Selâm üzerine olsun) Medine’deki mezarını ziyarette hep bizimle beraberdi. Fakat hiçbir gün bizimle sofraya oturmadı ve bizimle bir kabdan yemek yemedi. Tıpkı bu şekilde ve bu elbise içinde haccın ibadet edilen ve kurban kesilen birçok yerlerini bize bildirdi. Şimdi kapalı konuşuyor ve kendisini gizliyor” dediler. Dostlar bağırdılar. Sonra büyük bir semâ oldu. Hacılar başlarını açıp mürit ve âşık oldular.

(86) Yine arkadaşların ileri gelenlerinden nakledilmiştir ki: Mevlânâ hazretlerinin şehirin ileri gelenlerinden ve ticaret erbabından bir müridi vardı. Bu adam, Kabe-i Muazzama’ya gitmişti. Bu tacirin karısı Kurban bayramı arifesi gecesinde çokça helva yaparak fakirlere, zavallılara, ve komşulara birer birer sadaka olarak dağıttı. Şekerli helva ile dolu büyük bir siniyi de müritler yesinler ve kocasına hayır dua etmekle yardım etsinler diye Mevlânâ hazretlerine gönderdi. Mevlânâ hazretleri: “O hanım bizim çok candan dostumuzdur. Bütün arkadaşlar bu helvadan yesinler ve uğur sayarak bundan götürsünler de” buyurdu. Bütün arkadaşlar gerektiği gibi büyük bir zevkle yedikleri ve götürdükleri halde sini yine dopdolu idi. Mevlânâ hazretleri siniyi kaldırıp medresenin damına doğru yöneldi. Dostlar: “Mevlânâ ne yapacak” diye şaşakaldılar. Mevlânâ hemen o anda damdan sinisiz indi ve : “O helvayı, o adam da yesin diye siniyi götürdüm” dedi. Dostların hayreti bir iken bin oldu. Tasadüf öyle oldu ki, hacıların sağ salim şehre ulaştıkları haberi de geldi. Şehir halkı şenlikler yaparak hacıları karşıladılar. O gönlü aydın tacir de henüz yol tozu üzerinde olduğu halde. Mevlânâ’yı ziyarete gelerek şükürlerde bulundu. Hudâvendigâr sevgiler gösterip evine gitmesine müsaade etti. Tacir eve geldi, aile efradını kazasız, belâsız selâmette buldu. Tacirin geldiği gece hep birlikte otururlarken köleler eşya arasından bir sini çıkardılar. Hanım: “Bu sini bizimdir, onun sizde ne işi var. Onda tarih ve efendinin adı yazılmış” dedi. Tacir’ “Ben de hayretteyim, bu sininin benim yanımda ne işi var” dedi. Hanım meseleyi tekrar sordu. Tacir: “Arafat dağında, arife gecesinde hacılarla birlikte çadırımda oturmuştuk. Çadırın bir köşesinden bir elin içeriye girdiğini ve bu siniyi helva ile dolu olarak önümüze koyduğunu, sininin de bizim sini olduğunu gördüm. Ancak oraya nereden geldiği belli olmadı. Kullar dışarı çıktılar, kimseyi görmediler.” dedi. Bu çok sadakatli hanım derhal baş-koyup bu helva müşkülünü çözdü ve olan biteni tekrar anlattı. Zavallı tacirin, o kudret ve yücelik karşısında kararı gitti. Sabahleyin erkenden erkek ve kadın Mevlânâ’nın huzuruna geldiler. Başlarını açıp ağladılar. Mevlâna hazretleri: “Bütün bunlar sizin itikadınızın ve doğru tabiatınızın bereketi ile oldu da Tanrı kendi kudretini bizim elimizle gösterdi, “Şüphesiz fazilet Tanrı’nın elindedir, onu istediğine verir” (K., III, 66; LVII, 29).

(87) Hikâye: Eski dostlardan rivayet olunmuştur ki: Mevlânâ hazretleri (bir) cuma günü Kale Mescidi’nde va’zediyordu. Meclis çok hararetliydi. Birçok ileri gelen adamlar da orda idiler. Mevlânâ âyetlerin inceliklerinde harikalar gösteriyor, âyetlere uygun şiirler, hikâyeler, meseller yağdırıyordu. Her taraftan takdir sesleri, âferinler ayyukun tepesine çıkıyordu. Meddahlar rubailer söylüyorlar, güzel sesli okuyucular da sesleriyle herkesi sihirliyorlardı. Yalnız bir fakîh kalbindeki illetten ötürü: “Vaizlerin çoğu Kur’an’dan zemin ve zaman uygun birkaç âyet seçerler ve onları mukriler okurlar, vaizler de o hususta hazırlanarak her kitap ve tefsirden garip sözler sayarlar. Bu da halkın hoşuna gider, fakat asıl mânaları sel gibi akıtmağa ve latifeler yaratmağa muktedir ve her fende mahir olan vaizler hafızların düşünmeden birdenbire okudukları herhangi bir âyeti alır, onun derinliklerine dalar ve değerli faydaları ile dünya bilginlerine kendilerini sevdirirler” dedi. Mevlânâ, tam bulunduğu istiğrak âleminden bu fakîhe dönerek: “Haydi bakalım, Kur’an-ı Mecîd’den aklına gelen bir sureyi oku da duyulmadık şeyler işit dedi. Sultan, emîrler ve diğer halk onun bu işaretine hayran kaldılar. O mânâsız fakîh: “Ve’d-Duha” (k., XCIII) suresini okudu. Mevlânâ hazretleri: “Tanrı’nın kalblerin casusları olan has kullarının sohbetine ulaştığın vakit gönül huzuru ve tam bir doğrulukla bulun ki ebedî saadetten nasipsiz kalmıyasın.

Şiir:

“Ey süvariyle yarış eden inatçı piyade! başını kurtaramıyacaksın. Ayağını tut (ilerleme). “Ey fare! Sen kendin gibi farelere inadet ve karşı gel. Farenin deve ile sözü olmaz. (Onunla başa çıkamaz) “.

buyurduktan sonra: “Ve’d – Duha” suresini tefsir etmeğe ve incelemeğe başladı. O kadar mâna ve ince şeyler beyan etti ki, anlatılamaz. Bu toplantı akşam namazına yakın bir zamana kadar sürdü. Mevlânâ ise, hâlâ “Ve’d – Duha” nın yemin vavı (vav-ı kasem) hakkında işitilmedik nadir şeyler anlatıyordu. Toplantıda bulunanların hepsi mest oldular. O sırada bu münkir olan fakîh ayağa kalktı, başını açıp elbiselerini yırttı, ağlıya sızlıya gelip minberin basamağını öptü, tam bir itikat ve doğrulukla Mevlânâ’nın kulu ve müridi oldu. O gün bütün ileri gelenler mürit oldular Umumi bir kıyamet koptu. Bunun Mevlânâ’nın son va’zı olduğunu söylerler. Bundan sonra va’zetmediler. Başka bir şekilde vaiz ve takrirle meşgul oldular.

(88) Yine nakledilmiştir ki: O zamanda şehrin ileri gelenlerinden bir büyük ölmüştü. Bütün Konya halkı bu toplantıya gelmişlerdi. Yalnız Mevlânâ, cenazeyi evden çıkarıncaya kadar ölenin evinin dışında seyrediyordu. Kemaleddin Muarrif de ayakta durmuş: ‘‘Bismillah Hoca Sadreddin, merhaba Ahi Bedreddin, bismillah Emîr Kemaleddin, hoş geldin Mevlânâ Seyfeddin, hoş geldin Şeyh İzzeddin” tarzında şehrin ileri gelenlerinden birçok kimseleri tanıtıyordu. Cenazeyi evden çıkarıp gömmek için tabutu mezarın kenarına koydukları vakit, Mevlânâ geldi, telkin verenler gibi mezarın başına dikilip: “Kemaleddin Muarrif i çağırın” dedi. Kemaleddin gelip baş koydu. Bütün bilginler ve şeyhler: “Mevlânâ ne yapacak” diye bakıyorlardı. Mevlânâ: “Eğer bunlar hâlâ Sadreddin, Bedreddin iseler çıksınlar, kimlerden oldukları anlaşılsın, korkuyorum ki, Sadreddin’in göğsünde (sadr) din, Bedreddin’in “bedr = dolunay” inde nur kalmamış, Kemaleddin’in Kemâli de eksik gelmiştir ve Seyfeddin de din kılıcını (seyf) kendi nefsine çekmemiş, Münker ve Nekirin satırına esir, İzzeddinin de değeri gitmiş, değersiz olmuştur” dedi. Halkın içinden bir çığlık yükseldi. Kemaleddin kendinden geçti. Birçok eski münkirler de imanlarını yenilediler ve zünnarlarını kopardılar.

(89) Hikâye: Mevlânâ’nın sohbetinde ve hizmetinde bulunan dostlar şöyle rivayet ettiler ki: Mevlânâ hazretleri her yıl ulu arkadaşlar ve sesleri çok güzel gûyendelerle birlikte arabalara binerek ılıcaya giderlerdi. Kırk elli güne yakın orada kalırdı. (Bir gün) dostlar ılıcanın gölü kenarında halka olmuşlar, Mevlânâ hazretleri de beka kadehiyle mest olmuş ve lika nurlarına gömülmüş bir vaziyette mânâlar seçiyordu. Dostlar naralar atıyor, çığlıklar koparıyorlardı. Tesadüfen o gölün kurbağaları hep birden vak vak ederek büyük bir gürültü yaptılar. Mevlânâ hazretleri onlara korkunç bir şekilde: “Bu ne gürültüdür, ya siz söyleyin, ya biz” diye bağırdı. Bunun üzerine kurbağaların hepsi susup hiçbir ses çıkarmadılar. Orada bulundukları müddetçe hiçbir canlı nefes alıp gürültü etmedi. Yumn ve uğurla hareket edeceği zaman Mevlânâ, gölün kenarına geldi ve: “Bundan sonra kendi halinizle meşgul olabilirsiniz” diye işaret etti. Derhal kurbağalar tam bir gürültüyle bağırmağa başladılar. Bu nadir keramet sebebiyle tevhidi inkâr eden o kadar kimse iman getirdi ki, söylenemez. İki bine yakın erkek ve kadın mürit oldular.

(120) Yine bir gün Mevlânâ, Bahâ Veled’in türbesini ziyârete gidiyordu. Tesadüfen şehirin kasâpları, kurban etmek üzere bir öküz satın almışlardı. Öküz ipi koparıp kasapların elinden kaçtı; Halk, öküzün. arkasına düşmüş bağırıp çağırıyorlardı. (Fakat) hiç kîmsenin biraz ilerleyip onu yakalamaya cesareti yoktu. Öküz; birdenbire Mevlânâ’nın karşısına! çıktı ve hemen durdu. Sonra yavaş yavaş Mevlânâ’nın önüne gelerek “hâl” ehlinin anlayacağı bir hâl dili ile aman diledi  ve yalvardı. Mevlânâ ilerliyerek öküzü tuttu. Mübarek eliyle onu okşadı ve merhamet buyurdu. Mevlânâ: “Bunu kesmek doğru değildir, serbest bırakın” buyurdu. Kasaplar öküzü tam mânasiyle serbest bıraktılar. Bunun üzerine öküz geçip gitti. Bir müddet sonra ulu arkadaşlar, arkadan Mevlânâ’ya yetişince onlara: “Kasapların kesmek istediği bu hayvan birdenbire kurtulup kaçtı, bize geldi. Tanrı, nihayetsiz inayetinden ve bizim bereketimizden onu kesilmek ve parça parça edilmekten kurtardı ve o da serbest oldu. Eğer insan da candan ve gönülden Tanrı erlerine yönelir ve mürit olursa Tanrı onları, Cehennem kasaplarının ellerinden kurtarır ve ebedî Cennet’e ulaştırırsa buna hiç şaşmamalıdır” dedi. Bunun üzerine dostlar raksedip dönmeğe başladılar. Sabahtan akşama kadar semâ ile meşgul oldular. Kavvallere o kadar sarık ve elbise verdiler ki, hesaba gelmez. Derler ki, o serbest bırakılan öküzü bir daha hiç kimse bir yerde görmedi. Konya sahrasında kaybolup gitti.

(91) Yine ebrârın kendisiyle övündüğü Şeyh Sinaneddin – Neccâr (Tanrı ruhunu rahatlandırsın)’dan rivayet olunur ki: Bir gün Mevlânâ: “Tanrı âşıklarını sevginin tatlılığı, dünya halkını da kadın ve altından ayrılmak zehri öldürür. Mademki Tanrı bu varlık âlemini sırf yokluktan yaratmıştır; o halde senden bir şey yapıp vücuda getirmeleri için yok olman lâzımdır” buyurdu.

(91 – a) Yine Şeyh Sinaneddin rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ Kutbeddin-i Şirâzî (Tanrı rahmet etsin), Mevlânâ’yı ziyarete gelmişti. Mevlânâ kerim olan babasının Maârifi’yle hararetlenmişti. Birdenbire medresenin kapısından bir araba geçti. Bir grup kimse bu sese kulak verdi. Mevlânâ, buyurdu ki: “Bu, bir araba sesi midir, yoksa dünya işi midir?” Bunun üzerine bütün cemaat baş koydu. Bundan sonra Kutbeddin Mevlânâ’ya: “Yolunuz nedir?” diye sordu. Mevlânâ: “Yolumuz, ölmek ve nakdimizi göklere götürmektir; Ölmeden ermezsin. Nitekim Peygamber: “Ölmeden götüremezsin” buyurmuştur. Kutbeddin: “Ah ne yapayım” dedi. Mevlânâ da: “benim yaptığımı yap” dedi. Bundan sonra semâ esnasında şu rubaiyi buyurdular:

Şiir:

“Ne yapayım, dedim. O da işte bu ne yapayımı düşün dedi. Ona bu ne yapayımdan daha iyi bir çare düşün dedim. Bunun üzerine o yüzünü bana çevirip ey din talibi sen, daima işte bu ne yapayımı düşün dedi”.

Kutbeddin bunun üzerine hemen mürit oldu.

(92) Arkadaşların ileri gelenlerinden birisi ölmüştü. Mevlânâ hazretlerine gelip: “Bunu tabutla mı yoksa tabutsuz mu mezara koyalım” diye danıştılar. Mevlânâ: “Dostlar nasıl uygun görürlerse (öyle yapın)” buyurdu. Bunun üzerine ilâhî arif, nur madeni, makam ve basiret sahiplerinden olan Bektemür oğlu Kerimeddin (Tanrı rahmet etsin): “Tabutsuz koymak daha iyidir” dedi. Dostlar: “(Bunun daha iyi olduğunu) hangi delile dayanarak söylüyorsunuz” diye sordular. Kerimeddin: “Çocuğa ana kardeşten daha iyi bakar”; çünkü insanın cismi topraktandır ve tabutun tahtası da toprağın çocuğudur. Tabut insanla kardeş sayılır. Toprak ise şefkatli anadır. Binaenaleyh ölüyü şefkatli ananın kucağına bırakmak daha doğru olur” dedi. Mevlânâ hazretleri bu sözü çok beğendi ve “Bu mâna hiçbir kitapta yazılmamıştır”, buyurdu.

(93) Yine nakledilmiştir ki: Kadı İzeddin’in mescidinde bir vaiz, vaiz veriyordu. Mevlânâ hazretleri de orada idi. Vaiz, âyetlerin takririnde ve halka vaızda çok mübalâğa ediyordu. Mevlânâ hazretleri yüzünü arkadaşlara çevirerek bilgiler saçmağa başladı ve şu garib hikâyeyi anlattı: Belh’te çok zengin, servet sahibi bir tacir vardı. Birdenbire öldü. Bu adamın hayırsız, kibirle dolu bir oğlu vardı. Bu çocuğa, emlâk ve ev eşyası dışında yüz bin altına yakın bir servet miras kaldı. Bu oğlan bir kadına âşık oldu. Bütün bu paraları onunla yedi, hiçbir şey kalmadı.

Şiir:

“Mirasyedi, mal kıymetini ne bilir? Rüstem mal için can çekişti ve Zal o malı meccanen buldu. Nakit gitti, ev gitti ve o baykuşlar gibi viranelerde kaldı.”

Nihayet bu oğlanın hiçbir şeyi kalmayıp bir ekmeğe muhtaç olunca yalancı sevgilisi de ondan yüz çevirdi. Ne kadar çalıştı ise kadın kendisine boyun eymedi. Aralarına sığmıyan kıl onun gözünde diken oldu. Oğlan bir öpücük istese küfür yağmuruna tutulurdu. En sonunda oğlan, o fahişeye: “Senden bir isteğim var. Ondan sonrasını sen bilirsin” dedi. Sevgilisi de buna razı oldu. Oğlan: “Tebevvül ettiğin esnada avret yerine bakmak istiyorum” dedi. Sevgilisi: “Bu olabilir” dedi. Oğlan, tebevvül esnasında orayı gördüğü vakit bağırdı ve hüngür hüngür ağladı. Ona ağlamasının sebebini sordular. O da: “Yolunda kaybettiğim mallar, mülkler ve atlardan burada hiçbir şey göremiyorum. Hepsi bu günahla dolu yerde kaynayıp gitmiş bunlardan hiçbiri kalmamış ne kadar baktımsa da onlardan bir eser göremedim” dedi.

İşte bu bizim vâzimiz ve kendini gören zahir bilginler, her ne kadar peygamberlerden, kutuplardan ve velilerden dem vuruyor ve kendilerinde de onlardan bir eser olduğunu iddia ile övünüyorlarsa da: “Kalblerinde olmıyanı dilleri ile söylerler” (k. XI, 11) onların hallerinden ve makamlarından kendilerinde hiçbir şey yoktur. Fakat onlar her şeyin kendilerinde olduklarını tasavvur ediyorlar.

Şiir:

“Aşıklık dâvasında bulunmak kolaydır, fakat ona delil ve burhan lâzımdır”.

Gerçekte bunlarda, iddia ettiklerinin hiçbiri yoktur. Kendilerinde olan da dıştan gelmedir, içten bitme değildir. Sonunda bunlar da onu anlarlar. Fakat o zamanda fayda etmez” dedi. Mevlânâ bunları buyurduktan sonra kalktı ve yalınayak çıkıp gitti.

(94) Hikâye: Kadıların, hakîmlerin sultanı, ve Rum kadılarını ulularından olan Kemâleddin-i Kâbi (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) rivayet etti ki: 656 H. (1258.M) yılında Dânişmendiye vilâyetinin işlerini tamamlayarak emir ve fermanlarla (emsile ve ferâmîn) dönmek üzere sultan İzzeddin Keykâvus’u görmek için Konya’ya gitmiştim. Yüce Tanrı’nın yardımiyle bütün işler çabucak olmuştu. Hareket etmek istiyordum. Şemseddin-i Mardinî, Efsaheddin, Zeyneddin-i Râzî, Şemseddin-i Malatî, (Tanrı onlara rahmet etsin) gibi şehrin ileri gelenlerinden bir grup dost, Mevlânâ hazretlerini ziyaret etmem için beni teşvik ve tahrik etti. Mevlânâ’nın güzel şöhretini halkın ağzından işitmiştim. Fakat mevkiimin yüksekliği, servet edinmek arzum ve mânevi hayata olan inançsızlığım o ulu kişiyi arayıp sormama mâni oluyordu. Nihayet Tanrı’nın uygulaması canımın yoldaşı oldu. Ben de tam bir arzu ve o padişahın (Mevlânâ’nın) içten çekmesi ile o topluluğun refakatinde Mevlânâ hazretlerini ziyaret etmek şerefi ile müşerref oldum. Mübarek medresenin kapısından içeri ayak atar atmaz, Mevlânâ’nın salına salına biz kullarını karşılamak üzere geldiğini gördüm. Sadece mübarek yüzüne bir bakmakla aklım başımdan gitti. Öylece hepimiz birden baş koyduk. Mevlânâ o arada ben kulunu yanına çekti ve buyurdu:

Şiir:

“Sen her zaman bizim işimizden kaçıyorsun. (Gördün mü?) ben seni işlerin ortasında nasıl buldum.”

Ondan sonra: “Tanrı’ya hamdolsun, bizim Kemaleddin yücelik olgunluğuna doğru yönelip dinin en olgun kişilerinden oldu” buyurdu ve kendi içindeki İlm-i Ledün’den öyle bir dille bahsetti ki, böyle bir bahsedişi bütün ömrümde hiçbir şeyhin, kutbun ve bilginin ağzından işitmemiş, hiçbir kitapta da mütalâa etmemiştim. Kendi istidat ve idrâkim nispetinde onun yüceliğine vâkıf olunca, yüz bin iradet ve samimiyetle hâlis müritleri sırasına girdim. Oğlum Kadı Sadreddin ve Mecdeddin Atabek’i de ona mürit yaptım. Bu kadar büyüklerin oğulları ve diğer asîl kimseler (âzâdegân) de onun müridi ve kulu oldular. Deli gibi yerime döndüğüm vakit, can doğanın bedenimde durmadan uçtuğunu gördüm. Aziz dostlarla müşavere ettim ve: “Mevlânâ hazretlerine semâ verip mutlaka onun müritliğini kazanmak istiyorum” dedim. Bütün Konya’da aradılar, otuz zembil hâlis nebet şekerinden fazla bulamadılar. Birkaç sepet nebet daha kattılar. Çünkü o tarihte herkes emniyet içinde olup toplantıların, semâ’ların ve şenliklerin çokluğundan hiçbir nimet Konya halkına ve onun mülhakatına kâfi gelmiyordu. Kalktım sultanın karısı olan Tokatlı Gumac hatunun yanına gidip durumu anlattım. Gumac hatun on zembil nebet şekeri daha verdi. Ben öyle bir toplantının ihtiyacını bu kadar şeker şerbetinin nasıl karşılıyacağını düşünüyordum. Sonra, ayak takımı için bal şerbeti yapmalarını düşündüm. Ben bu düşüncede idim ki. Mevlânâ hazretleri kapıdan içeri girdi ve: ““Kemaleddin! daha fazla misafirler gelince şerbetin yetmesi için suyu arttırırsın” buyurdu ve bir hatifin ilhamı ve çakıp kayıp olan bir şimşek gibi kayboldu. Arkasından ne kadar koştularsa da bir izine rastlamadılar. Bunun üzerine bütün şekerleri Karatay medresesinin havuzuna doldurarak birkaç büyük küp şerbet daha yaptım ve sulu olmasın diye sultanın şarapçısına gönderdim. Sık sık tadına bakmak gerekiyordu. Bir tas doldurup bana verdi. Şerbetin, dili ve boğazı çok yaktığını gördüm ve: “Daha su lâzımdır” dedim. Birkaç testi su daha ilâve ettiler, tekrar tattım, bu sefer evvelkinden daha tatlı idi. Böylece havuzdan başka on küp şerbet daha doldurdular, fakat yine tatlı idi. Bunun üzerine bu büyük keramet o hazretindir, diye feryadettim ve samimiyetim bir iken bin oldu. Türlü yemekleri de hesapsız şeker şerbetine kıyas etmek gerekir. O gece bütün sultanları ve din ulularını davet ettim. O kadar büyük kimseler geldi ki anlatılamaz. Mevlânâ öğle namazından gece yarısına kadar semâ’da idi. Veliliği kuvvetiyle ve hidayet kudretiyle meydanı tamamiyle yiğitlerin elinden almış ve kimsede dönmeğe mecal ve hareket imkân bırakmamıştı. Ben ayakkabıların çıkarıldığı yerde hizmet kemerini can beline bağlamış, semâ’da susayanlara şerbet sunuyordum. Miuneddin Pervane hazretleri ve sultanın naipleri bu kula uyarak mum gibi yüz bin niyazla titriyerek ayakta durmuşlardı. Acayip fikir ve endişeler içimden geçiyordu. Mevlânâ hazretleri hemen kavvâlleri yakalayıp şu rubaiyi söyledi:

Şiir:

“O telâş ve âşıklara yaraşır bir heyecan içinde geldi. Onun ruhu doğruluk gül bahçesinden bir koku alınıştı.

Kaadi – i Kâh hayat suyunu aramak yolunda bütün kadıları geçti.

Semâ, tekrar, olduğundan daha fazla kızıştı. Beni de kendi yanına çağırdı ve kucaklayıp gözlerimi ve yüzümü öptü, sonra bir gazele başlayıp buyurdu:

Şiir:

“Beni bilmiyorsan gecelerden, sararmış yanağımdan ve kurumuş dudağımdan sor”.

Bu uzun ve büyük bir gazeldir. Ben derhal başımı açarak elbiselerimi yırttım, onun aşkının müridi oldum. İşte bunun üzerine benim durumum ve emirliğim gittikçe terâkki ederek çocuklarım ve haleflerim sayısız oldu. Benim içime attığı ve bana tattırdığı şeyler dille anlatılamaz. Bunu anlatmak için göğsüm daralır ve dilim âciz kalır. Nitekim buyurmuştur:

Şiir:

“Bana kul olan, saadet mülkünü götürür. Kim kapımı seçerse, dünya ve ahiretin şahı olur. “

(95) Yine talihli arkadaşlar şöyle rivayet ettiler ki: Bir gece Muineddin Pervane, şehrin büyüklerine semâ vermişti. Her biri beraberinde yarım batmanlık (men) bir mum götürmüş, kendi önlerine koymuştu. Nihayet Mevlânâ hazretlerini davet etti. O da bu davete icebet etti. Çünkü Mevlânâ hazretlerinin âdeti, bütün büyükler toplandıktan sonra gelmekti. Mevlânâ hazretleri, dostlara birlikte küçük bir mum getirmelerini emretti. Aziz arkadaşlar o mumun küçüklüğüne şaştılar. Mevlânâ hazretleri, Pervâne’nin sarayına girince bir köşeye çekildi, o mumcuğu da önüne koydu. İleri gelenler ve ulular alttan alta birbirine bakıyor, şaşkınlık gösteriyor ve bir kısmı da bunu Mevlânâ’nın deliliğine hamlediyorlardı. Mevlânâ hazretleri: “Bütün bu mumların canı bizim bu hakir mumcuğumuzdur” buyurdu. Sadık arkadaşlar baş koyup onu tasdik ediyorlardı. Bir kısmı da inkârları yüzünden başlarını sallıyor ve bunun imkânsız olduğunu sanıyorlardı;. Mevlânâ: “Eğer inanmıyorsanız…” dedi ve bin “hu” çekti. O mumcuk söndü ve o aydın mumlar da hep birden söndüler. Hepsi karanlıkta kaldı. Dostlardan bir feryat yükseldi. Mevlânâ onların şaşakaldıklarından biraz sonra bir ah çekti. Bütün mumlar olduğu gibi yeniden yandılar. Semâ başladı, bütün; bilginler ve emîrler nara atarak baş-koydular. Seher vaktine kadar semâ oldu. Bütün o mumlar yanıp bitti,, fakat Mevlânâ’nın nefesinin bereketi sayesinde o küçük mumcuğun yanması, sabaha kadar devam etti. Orada bulunanların hepsi Mevlânâ’nın kulu ve müridi oldular.

(96) Hikâye: Müderrislerin sultanı Kayseri’li Şerefeddin (Tanrı selâmı onun üzerine otsun) kendi asrında ikinci İmam Şafiî, Numan ve mümtaz müritlerindendi. Şöyle ki: Taceddin Mu’tez hazretleri Aksaray şehrinde onun için bir medrese yaparak buna müderris olarak Mevlânâ hazretlerinden Kayseri’li Şerefeddin’i istedi. İşte bu Kayseri’li Şerefeddin hikâye etti ki: Bir gün Mevlânâ’nın hizmetinde idim. Buyurdu ki: “İsterse Kabe’de olsun müride şeyhin huzurunda namaz kılmak caiz değildir. Nitekim Bahâ Veled de (Tanrı ondan razı olsun) bir gün ilâhî bilgilerle meşguldü. Namaz vakti oldu, müritlerinden bir grup şeyhin huzurunu ve onun saçtğı bilgileri dinlemeyi bırakarak namaza başladılar. Bir kaç mürit şeyhin huzurunda öyle dalmış ve şeyhin nuru içinde öyle yok olmuşlardı ki, yüce Tanrı onların basiret gözüne namaz kılanların yüzlerinin Kıble’ye taraf olmadığını ve namazlarının bâtıl olduğunu göstermişti. Bundan başka: “Kamil bir şeyhe semâ beş vakit kılınan namaz ve ramazan orucu gibi farzdır. Hâlis ve ikbal sahibi müritlere güçleri nispetinde semâ mubahtır. Şeyh ve mürit olmıyan ayaktakımına ise, haramdır” buyurdu ve tekrar: “Bütün peygamberler ve veliler Tanrı’nın hakikati hakkında hiçbir şey söylemediler ve bir şeye de karar vermediler. Ben Muhammed’in canının nuru sırrına (selât ve selâm onun üzerine olsun) istinad ederek diyorum ki, Tanrı tamamiyle zevktir ve her kim tatmızsa anlamaz. Ben, o zevkim ve o zevke tamamiyle gömülmüşüm. Halkın zevki bu zevkin aksidir. Çünkü iman tamamiyle zevk ve şevktir” buyurdular ve nara atıp semâ’a başladılar.

(97) Yine buyurdu ki: Ben âşıkların nazarında bakılan cisim değilim. Belki ben sözümüz ve ismimizi işitince müritte hâsıl olan o zevk ve hoşluğum. Allah! Allah! O anı bulduğun ve o zevki canında duyduğun zaman bunu ganimet bil ve şükürler et. Çünkü ben o zevkim.

Şiir:

“Ömründen nasibin, kendini; sevgiliden mutlu bulduğun andan ibarettir..”

“Aman bu anı ganimet bil; çünkü öyle bir anı az bulursun”.

Bundan başka bir mânâ daha buyurdu: Helâl lokmaya ve helal kazanca göz dikmek doğru değildir. Çünkü bu lokma ve kazanç, aslında bir gelir ve giderden ibarettir. Sonradan nereye gideceği belli değildir. Ne kadar helâl lokmalar vardır ki, tembellik, kusur ve alçaklıktan başka meyva vermez. Bil ki, senin canında şevki, zevki arttıran ve seni öteki âleme teşvik eden, peygamberlerin ve velilerin yoluna götüren lokma, helâl lokmadır.

Mısra:

“Bu, bilinecek, fakat söylenmiyecektir. Sus! “

Eğer bu helâl lokmadan, yukarda söylenilenlerin aksine, insanda fena şeyler husule gelirse, bu lokmanın tamamen haram olduğunu bil.

Şiir:

“insanın nurunu ve kemâlini arttıran bir lokma helâl kazanılmış bir lokmadır. Eğer bir lokmanın içinde hile ve kıskançlılık görürsen ve ondan cehalet ve gaflet doğarsa, o lokmanın haram olduğunu bil. İlim, hikmet, aşk ve rikkat helâl lokmadan doğar.

Lokma bir tohumdur, meyvası düşüncelerdir. Lokma bir denizdir, cevheri düşüncelerdir.

Helâl lokmadan ruhta, ibadet meyli ve öteki dünyaya gitmek kararı doğar.”

Yine buyurdu ki: Lokmayı yiyebildiğim kadar ye, fakat kendini dünya işlerine harcamamaya dikkat et ve mutlaka hikmet, yoluna peygamberlerin ve velilerin sözlerini dinlemeğe harcanacak bir cehit göster; yoksa lokma seni yer. Nitekim Mustafa hazretleri (Tanrı’nın selât ve selâmı onun üzerine olsun) müminlerin emîri Ömer (Tanrı ondan razı olsun) hakkında: “Ömer’in yediği gibi yeyiniz, çünkü o erkekler gibi yiyor ve erkekler gibi amel ediyor” buyurmuştur. Ondan sonra Mevlânâ şu şiiri okudu:

“Mademki lokma sende cevher oluyor, O halde nefes almadan yiyebildiğin kadar ye.

“Mademki lokmadan senin temiz, miden pisleniyor, o halde boğazına bir asma kilit as, anahtarını da gizle.

Her kimde lokma celâl nuru haline gelirse, o kimse ne isterse yesin, ona helâldir. “

(98) Hikâye: Sözlerine değer verilir ve güvenilir dostlar şöyle rivayet ettiler ki: Şemseddin Muallim semâ’da daima Mevlânâ hazretlerinin karşısında şaşkın şaşkın dururdu. Diğer arkadaşlar neş’e, sevinç ve eğlence ile meşgul oluyorlardı, Mevlânâ, bir gün, Şemseddin Muallim’e: “Niçin karşımda durup dikkatli dikkatli yüzüme bakıyor, semâ yapmıyorsun” buyurdu. Şemseddin Muallim baş koydu ve: “Dünyada senin mübarek yüzünden başka bakılıp seyredilmeğe değer bir yüz var mıdır? Bu kul, Hudâvendigâr’ın mübarek yüzünü temaşa etmekte bulduğu zevk ve memnuniyeti başka hiç kimsenin yüzünde bulmamıştır” diye cevap verdi. Mevlânâ: ‘Çok iyi, mübarek olsun! fakat bizim diğer bir gizli yüzümüz daha vardır ki, sen ona bu gözlerinle göremezsin. O yüze teveccüh etmeğe ve o yüzü görmeğe cehdet. Bu gözüken yüz kaybolunca o gizli yüzü görür ve derhal tanırsın” buyurdu.

Şiir:

“Nuru perdesiz görmeğe cehdet. Perde kalkınca körlük azalır.”

Allah! Allah! Güneş kursuna keskin keskin bakılmaz. Çünkü güneş gözü ve basireti körletir ve ondan sonra göz hiçbir şey göremez.

Şiir.

“Ey dertle dolan göz, onun gölgesinde otur! sakın bu durumda onun yüzüne bakma “

Ondan sonra Şemseddin semâ ibadetine başladı.

(99) Hikâye: Sırlar kâtibi, engin bilgili (nehri) Bahâeddin-i Bahrî (Tanrı’nın rahmeti üzerine olsun) şöyle rivayet etti ki: Bir gün Mevlânâ hazretlerinden: “Dillerde dolaşan şeyhlerin illeti (illet-ül-meşâyih) hangisidir? Acaba dahilî mi, yoksa haricî bir illet midir?” diye sordum. Mevlânâ: “Haşa ki, şeyhlerde öyle fena bir illet bulunsun. Fakat bâtınî cesaret ve zahirî pervasızlık yüzünden tarikatten kovulmuş olanlar sonunda o illete tutulurlar.” buyurdu. Nitekim Mevlânâ zamanında, makbul, ilim sahibi bir şeyh vardı. Ona meşhur Şeyh Nâsıreddin derlerdi.Tabsıra sahibi idi. Bütün ilimlerde Şeyh Sadrettin ile atbaşı giderdi. İtibarlı müritleri de vardı. Bir gün Mevlânâ birkaç dervişle birlikte adı geçenin hânekâhı civarından geçiyordu. O da müritleriyle birlikte köşkünde oturmuştu. Birdenbire Mevlânâ’nın, müritleri ile birlikte uzaktan geçtiğini gödü. Müritlerine: “Bakınız, Mevlânâ’nın duman renginde sarığı ve mavi ferecisiyle ne karanlık bir şekil ve anlaşılmaz bir yolu vardır. Bu adamın ne karakter taşıdığını, ne yol tuttuğunu ve onun tarikat silsilesinin kime ulaştığını hiç bilmiyorum. Onda bir nur olduğunu da sanmıyorum” dedi. Mevlânâ hazretleri uzaktan onun köşküne bakıp sertçe: “Ey ayırdetme kabiliyetinden mahrum olan namert!” buyurdu. Şeyh Nâsıreddin hemen o anda bir ah edip düştü. Müritleri feryadederek onun üzerine üşüştüler ve “Bu ne hâldir?” diye sordular. Nâsıreddin: “Yazıklar olsun! terbiyesizlikte bulundum ve küstahlık ettim. Mevlânâ hazretleri bana bir darbe vurdu. Ben, onun veliliğinin yüceliğinden habersizdim. Burada konuşmuş olduğum her şeyi gayıb âleminden olanlar onun kulağına ulaştırdılar, benîm hâlim başkalaştı ve talihi tersine döndü” dedi.

Şiir:

“Her ne kadar kimse ondan o sözü işitmediyse de, o söz Tanrı katından olan bir kulağa gitti.

“O Muhammed, yatmış ve eline dayanmış (olduğu halde) sır gelip onun etrafında dolaştı.

“Peygamber, “gözlerim uyur, fakat kalbim insanların halinden uyumaz “ dedi.

Nâsireddin’in hemen o anda erkekilği zail olup hadım oldu. Bundan Tanrı’ya sığınırız. Bu tarafta arkadaşlar: “ Mevlânâ kime küfrediyor” diye her tarafa baktılar, fakat hiç kimseyi görmediler. Şaşkınlıkları bir iken bin oldu. Hüngür ağlıyarak küfür hâdisesini sordular. Mevlânâ: “Dinsiz Nâsıreddin hadım oldu. Kendi yüce makamında şeytan kardeşler arasında oturmuş, bizim şeklimiz hakkında birşeyler söylüyordu. Şüphesiz erkekliği zail oldu. Yüce Tanrı gayretinden ötürü o zavallıyı âleme ibret yaptı ki, erkeklerin erliği ve donuk kalblilerin namertliği, sırları bilen dostlara malûm olsun” buyurdu. Nihayet Nâsıreddin o hale geldi ki kendisini kullanmaları için kölelere para veriyordu. Konya şehrinde şeyhlik illeti ile meşhur oldu. Bazı ayaktaki ve pis insanlar onun etrafında dolaşır, ondan birşeyler koparırlar ve hakkında: “O vakit bâtıl ehli ziyan eder” (k., XI., 78) âyetini okurlardı.

Şiir:

“Kötü iş yapan insanlar daima kötü zanlı olurlar. Kendi ayıplarını dostlarına da isnadederler.

“Zina mahsulü ve zina işliyenlerden olanlar. Tanrı erlerini de kendileri gibi sanırlar.”

Müritleri bir gece ilâç verip onu o namussuzluktan ve sıkıntıdan kurtardılar.

(100) Hikâye: Mevlânâ’nın en yakın ve makbul müritlerinden, Şeyh Bedreddin-i Nakkaş şöyle rivayet etti ki: Bir gün müderrislerin sultanı Sirâceddin-i Tatarî (Tanrı rahmet etsin) ile birlikte gezmeye gitmiştik. Birdenbire Mevlânâ’nın, yalnız başına uzaktan gelmekte olduğunu gördük. Biz de ayağımızı uydurarak uzaktan onu takibettik. Ansızın geriye bakıp biz kullarını gördü ve: “Siz arkadan yalnızca geliniz, zira kalabalıktan hoşlanmıyorum. Benim halktan kaçışım, onların el öpmek ve önümde eğilip secde etmek belâsından ötürüdür” buyurdu. (Gerçekten) Mevlânâ, herkesi onun elini öpmesinden ve önünde baş koymasından (ruhça) son derecede incinirdi. Aşağı tabakadan olan insanlara ve talihsiz kimselere karşı bir gönül alçaklığı gösterir, secde bile ederdi. Bundan sonra Mevlânâ yoluna devam etti, biraz ilerleyince bir viraneye geldik. Orada birkaç köpek birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş uyuyorlardı. Mevlânâ Sirâceddin-i Tatarî: “Bu, biçareler arasında ne kadar güzel bir birlik vardır, ne güzel uyuyorlar ve birbirleriyle ne kadar da güzel sarmaş dolaş olmuşlar” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: “Evet Sirâceddin! Eğer bunların arasındaki dostluğu ve birliği anlamak istiyorsan, onların aralarına bir leş veya takım ciğer atıver. O zaman bu dostluğun nasıl bir dostluk olduğunu görürsün. İşte bu gördüğün dünya ehli ve dünya malına tapanların aralarındaki (dostluk da) böyledir. Aralarında bir menfaat ve karşılık olmadıkça birbirlerinin dostudurlar; fakat dünyalık önemsiz bir şey araya girince, nice senelik namus ve şereflerini havaya verirler ve aralarındaki tuz ekmek hakkını bir tarafa bırakırlar. İşte böylece nifak ehlinin birleşmesinin bir kıymeti yoktur. Şimdi gördüğün bu misalde olduğu gibi.

Devam edecek…