ANNEMİN HİKÂYESİ ve SEYR-İ SÜLÛK DEFTERİ

A+
A-

Doğrusunu söylemek gerekirse sizlere annemi tanıt­mak veyahut onun ardından bir anma yazısı (nekroloji) yazmak gibi bir niyetle almadım kalemi elime. Esas niyetim vefatından sonra evine girdiğimde kitapları arasında bulduğum yirmi küsur sayfalık Osmanlıca notları belki tasavvuf araştırmacılarına bir faydası olur diye yeni harlere geçirip yayınlamaktı. Ama o defteri hazırladıktan sonra başına annem hakkında kısa bir malumat versem fena olmaz fikriyle beraber zihnime hücum eden hatıralar, rivayetler, resim kareleri ortaya böyle kırkambar bir yazının çıkmasını sağladı. Batıda yaygın olan bir nevi “aile tarihi” de diyebiliriz buna. Balkan Savaşlarından 70’lerde ivme kazanan dindarlaşma sürecimize, tasavvuftan Kovid-19’a kadar yakın dönem tarihimize mikro pencereden bakan bir yazı oldu. Zaten epeyce bir zamandır anılarımı yazmam konusunda dostlardan teşvik ve tazyik görüp duruyor­dum. İşte bu yazıyla küçük bir pencere açma denemesi yapmış oldum. Baba tarafımın ve bilahare bendenizin hikâyesini ne zaman yazarım bilmiyorum ama işte size annemin hikâyesi ve benim o hikâyeden çıkardıklarım:

Melâhat Hanım

2020 Mart başında, vazifeli olarak bulunduğum ül­keden bir toplantı için kısa süreliğine memlekete çağrıl­dım. Uçaktan iner inmez salgından dolayı toplantının son dakikada iptal olduğu haberini aldım. Vardır bir hikmet, dedik. Ertesi gün annemi görmek maksadıy­la yanına gittiğimde bana, “Aman oğlum artık otur oturduğun yerde, ne işin var uzak diyarlarda!” diye o bildik sitemini yaptı. Kendisine verdiğim, “Ne yazılmış­sa onu yaşıyoruz anne, bize de bu yazılmış” şeklindeki cevabımı duysa da duymazdan geldi. O günlerde üze­rinde bir ağırlık olduğunu ve sürekli uyumak istediğini söyledi. ‘Doktor’, ‘hastane’ kelimelerine karşı fobisi vardı, bunları konuşmak dahi istemezdi. Durumunu pek beğenmeyince ertesi gün kendisini zar zor ikna ederek hastaneye götürdük. Bir ilaç yazarlar hemen döneriz, dedim. Kandırmak için değil, gerçekten öyle sanıyordum. Nere­den bilebilirdim bunun son görüşmemiz olacağını. Ateşi yoktu ama halsizdi. Acil serviste kendisini içeri alıp bizi apar topar dışarı çıkardılar. Kovid-19 salgının yeni başladığı günlerdi ve her yerde bir be­lirsizlik vardı. Ertesi gün görüştüğümüz doktor, “Teyze bizi çalıştırmıyor. Bağla­dığımız kabloları, serumları söküp atıyor. ‘Bir şeyim yok, çıkarın beni buradan’ di­yor” dedi. Peşinden de, “Doğrusunu söy­lemek gerekirse bu bir bakıma iyi bir şey. Canlılık göstergesi. Diğer hastalar gibi değil. Ama işimizi yapmamıza müsaade etmiyor. Uyutmak zorundayız. Bilginiz olsun” dedi. Nereden bilebilirdik bunun onun son uykusu olacağını. Ve o uykudan uyanamadı. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” der Hz. Peygamber (sas). Yani bu gözle bakarsanız, uykuda olan aslında biziz, o ise uykusundan uyandı şimdi.

Toplam 21 gün kaldı hastanede. O süre zarfında bizi içeri almadılar, hiç görüşe­medik. Aralıkla üç kere test yapıldığını öğrendik, hepsinde de sonuç negatif de­nildi. Tek başlarına, yanında hiçbir yakını olmadan o hastaların neler yaşadıklarını ancak Allah bilir. Sonunda vefat etti dediler ve ölüm raporunu pozitif olarak verdiler. “Nasıl oldu?” dedik. Modern tıbbın da kesin bilgiye ulaşamadığının göstergesi olan, “Şöyle de olmuş olabi­lir, böyle de olmuş olabilir” gibisinden cevaplar aldık. Yani yoktu birbirimizden farkımız, pozitif bilim de yakîne ermiş değildi, hâlâ arıyordu. Ama o günler televizyon kanalları bilime mutlak inanmanın farziyetinden bahseden din adamı jargonlu bilim adamları kaynı­yordu. Bu türün yobazlarının en rahatsız edici tavırları ise artık uluslararası bilim camiasında da terk edilmiş olan bilimi dine alternatif olarak sunmalarıydı. Oysa bütün dünyada bu iki sahanın uzmanları insanlığın hayrına el ele kol kola beraber çalışıyorlardı. Bulunduğum ülkelerde buna birebir şahit oluyordum.

Hâsılı muhterem validem Hacı Melâhat Kılıç’ı alın yazısındaki nefes sayısı o kadar olduğu için 87 yaşına girmesine iki ay kala 9 Nisan 2020 Perşembe günü ikindi vaktinde toprağa verdik. Tam da salgının zirve yaptığı günlerde. Defin izni de buna göre verildi, ancak üç beş yakınımızla ifa etmek şartıyla. Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabristanına sırladık. Eğer Türkiye’de 9 Nisan günü Kovid-19’dan vefat edenler olarak ilan edilen 96 kişiden birisi de annem idiyse “Salgın hastalıktan ölenler şehittir” nebevî fermanınca şehid oldu diye teselli buluyoruz. Hususen benim için ikinci bir teselli kaynağı da son anlarında yanında ve de defin hizmetinde bulunmam oldu. Taziyede bulunan bazı dostların, “Toplantı bahane annen seni ayağına çağırmış” demeleri de o hüzün­lü günde gönlüme bir ferahlık vermedi değil. Kim bilir belki hayırsız oğlunu bu sayede afeder diye içime bir ümit düştü. Aksi takdirde uçuşlar durdurulduğu için o uzak diyarlardan gelebilmem mümkün olamayacaktı. Nitekim Kanada’da yaşayan biraderim cenazeye gelemedi, abi-kardeş sarılıp birbirimizi teselli dahi edemedik. Yakınlarını koronavirüs nedeniyle toprağa verenlerin bir gazeteye anlattıkları gibi; hastalığın en ileri safasında yanında ola­mamayı, son nefesini vermeden içinizde kalan bir şeyi onunla paylaşamamayı, arkasından normal bir cenaze töreni düzenleyememeyi ve tâziyesinde kimseyle kucaklaşamamayı bizzat yaşadım. Bu vesi­leyle böylesi zor ve manidar süreçte bütün vefat edenlere Allah’tan rahmet, yakınla­rına sabırlar niyaz ederken bizzat yaşayıp atlatan herkese de geçmiş olsun deriz.

Balkanların makûs tarihi

Merhumenin yukarıya doğru aile tarihine bir göz atalım. Her ne kadar Bursa do­ğumlu ise de anne tarafım aslen Bulga­ristan Türklerinden. Babası da annesi de

Kırca Ali’nin Merkez Camii avlusunda bulunan mezarı veyahut makamı.

Doğu Rodop dağlarındaki Ustra (Ustren) karyesinin Hacılı mahallesinden. Kırcaali’nin yaklaşık 30 km güneyindeki, bir zamanlar çok fazla hoca ve hafız yetiştiren bu beldede bugünlerde ancak 250 kişi yaşıyor. Ahalinin tamamı Müslüman. Cebel (Dzhebel) kasabasına bağlı. Cebel de Kırcaali şehrine. Arda Boyları türkü­sünün geçtiği yerler buralar. Cebel’in eski adı Şeyh Cuma. Kurucusu aynı adlı bir veli. Tıpkı Kırca Ali gibi… Şimdi küçük bir kasaba görüntüsünde ama tarihte İpek Yolu üzerindeki duraklardandı, kalesi dahi var. 1892 tarihli Salnâme’ye göre Edirne vilayeti, Gümülcine sancağına bağlıymış. Onun için eskilerin nüfus kütüklerinde doğum yerleri hep Gümülcine (hatta Gümürcine) olarak yazılıydı. Her ne kadar şimdi Bulgaristan topraklarında ise de Kırcaali ve havalisi arada sınırın olmadığı eski dönemlerde gerek idarî ve gerekse kültürel olarak bugün Yunanistan topraklarında olan Gümülcine’ye bağlıydılar. Biz hepsine birden Batı Trakya diyoruz. Bizimkilerin atalarının oralarda ne aradıkları belli değil. Rivayet odur ki Germiyanoğullarından, yani Kütahya ve çevresinden oraya iskân edilenlerdenler. Kim bilir?

Annemin annesinin babası, yani dedesi Hâfız Saîd Hoca (mahallî söyleyişle Sayit Hoca). Annem hep hiç görmediği, ilim ve irfan ehli bir âlim olan bu dedesini çok sevdiğini söylerdi. Ramazan ayında irşad için gittiği bir Pomak köyünde vaaz esnasında vefat etmiş. Bunun üzerine Pomaklar hocayı burada defnedeceğiz demişler, cenazeyi vermemişler. Mezarı­nı bulmayı, başında bir Fatiha okumayı annem de ben de çok istemiştik. 2007 yılında bölgeye yaptığım bir ziyarette Cebel cânibinden kendisine bir Fatiha gönderirken annemi arayıp telefonda, “Hadi sen oradan ben buradan beraber okuyalım” deyince sesi titremişti. İnşallah dualarımız kendisine ulaşmıştır.

Annemin babaannesi -ninem- Cemile nine 1864 doğumlu. Allah uzun ömür nasip etti ve 101 yaşına kadar yaşayıp 1965’de vefat etti. Çocuk halimle kendi­sinin yatalak halini hatırlıyorum. Bir de kendisini yatakta doğrultmaya çalışan oğ­luna, ama benim için ise 80’ine merdiven dayamış dedeme tıpkı küçük bir çocuk azarlarcasına kızışını şaşkınlıkla seyre­dişimi hatırlıyorum. Annelerin gözünde çocukları hiç büyümez derler ya aynıyla vaki. Annemin annesi -anneannem- Hacı Fatma hanım 11200 doğumlu ve dedem­den iki yıl sonra 1975’te vefat etti. Çilekeş ve saliha bir kadındı. “Muharrem ayında cam bardaktan su içme oğlum” demişti bir keresinde bana, unutmuyorum. Mânâsını çok sonraları anladım.

Annemin babası -dedem- Hacı Tahsin Efendi ise 1886 doğumlu. Sülalenin merkez kişisi olduğu için onun hayatına biraz daha etrafıca bakınca Balkanların makûs tarihiyle karşılaşıyoruz. Ma­lum olduğu üzere Kırcaali ve çevresini müdafaa eden Osmanlı müfrezesi Bulgar ordusu karşısında büyük zayiat vererek yenilince Bulgarlar 21 Ekim 1912 saat 16.00’da şehre girdiler. Kaçabilenler ya dağlara veyahut güneye doğru kaçtılar. O gün bugündür 21 Ekim gününü Bulgar milliyetçileri “Kardzhali Zaferi” olarak kutlarlar. Aynı gün Türkler ve Pomaklar da Kırcaali Merkez Camii’nde o savaşta katledilen Müslümanlar anısına mevlid okurlar. Seneler sonra, hatırlarsınız, bu sefer dönemin baskıcı ve şöven komünist rejiminin Bulgarlaştırma politikalarına karşı da ilk direniş 19 Mayıs 1989 tari­hinde yine yiğit Cebel halkının başlattığı bir yürüyüş ile olacaktı. Cebel halkının yaktığı bu kıvılcım daha sonra bütün ülkeye yayılacak ve 35 yıllık zulüm reji­min çökmesinin başlangıcı olacaktı. Bu direniş Türkler tarafından her yıl binlerce kişinin katılımıyla Özgürlük Meydanı’nda (Bursa Belediyesi yaptırdı) Cebel Günü olarak kutlanmaktadır.1 Bu arada “Naim” filmini izlemenizi tavsiye ederim.

1912’de Kırcaali’nin düşmesi esnasında 16-17 yaşlarında olan dedem ve ailesi önce daha güneye, eyalet merkezi olan Gümülcine’ye doğru hicret ederler. Artık direnişin merkezi bu şehirdir. Enver Paşa’nın burada mücadeleyi örgütlemesinin büyük faydası olur. Teşkilat-ı Mahsusa’dan Kuşçubaşı Eşref ’i sivil halktan gönüllü fedailer grubu oluşturmakla görevlendi­rir. Zira gayr-ı nizami savaş veren Bulgar çetelerine karşı ancak bu şekilde karşı konabilecekti. İmparatorluğun parçalan­ması ve yıkılması için birleşen bütün dış güçler her yerden saldırmaya başlamış­lardı. Millî direniş örgütü mânâsına gelen Kuvâ-yı Milliye adı da ilk defa burada, Batı Trakya’da kullanılmaya başlandı ve sonra bölge bölge yayıldı. O fedaiyan içe­risinde dedemin de olduğunu biliyorum.

Bu serdengeçtiler Kırcaali dahil kaybedilen yerleri tek tek geri almaya başladılar. Kuşçubaşı Eşref hatıratında, Kırcaali’yi ele geçirdiklerinde Müslüman halkın üzerine gaz dökerek canlı canlı yakan Bulgar alayını nasıl köşeye sıkıştırıp esir aldıklarını ve sonra yargılayıp tamamını infaz ettiklerini anlatır. Büyük bir gerilla harbi ile kaybedilen yerler bir bir geri alın­maya başlanınca moraller zirve yapar ve mücadele daha da kuvvetlenir. Ne var ki zaferin zirvesinde iken alınan diplomatik bir karar bu ateşi söndürecektir. O sırada imparatorluk içeride ve dışarıda çok zor günler geçirmekteydi. Tesbih taneleri ya­vaş yavaş kopmaya başlamıştı. İstanbul’da İttihat ve Terakki hükümeti vardı. Mücahidlere, “Bulgarlarla ve diğer güçlerle an­laşma yaptık, oraları onlara terk etmemiz gerekiyor” mesajı gönderdiler. Sahadakiler ve masa başındakiler ayrımı bir kere daha yüzünü gösterecek ve tıpkı birçok yeri masa başında verdiğimiz gibi buradaki mücadelemiz de zoraki olarak sonlandırılacaktı. Fakat göğüs göğüse çarpışarak ve yüzlerce şehit vererek aldıkları yerleri yenilerek değil de ikram ederek Bulgar’a ve Yunan’a hediye etmek fikri sahadakilere çok ağır geldi. Can pahasına aldıkları yer­leri geri vermeye gönülleri bir türlü razı olmadı. İstanbul’un kararına itiraz ettiler. İşler karıştı, âsi durumuna düştüler.

Hülle devlet

Bunun üzerine İstanbul hükümeti onları ikna için Cemal Paşa’yı Gümülcine’ye gönderdi. Uzun tartışmalar sonunda fedailer kendisine, “Madem öyle, Bulgarlara onlar bizim kontrolümüzden çıktılar, laf dinletemiyoruz, bizden bağımsız hareket ediyorlar falan deyin” derler. Hatta onları yalancı çıkarmamak ve bu sayede İstanbul’u rahatlatmak için de akıllarına bir taktik gelir. Cemal Paşa’yı yolcu eder etmez, 31 Ağustos 1913 tarihinde bu topraklarda müstakil bir devlet kurarlar, yani Batı Trakya Bağımsız Cumhuriyeti’ni ilan ederler. Tabir caizse ‘hülle’ devlet de diyebiliriz buna. İşler düzeldikten sonra anavatana katarız diye bir ara formül olarak düşünürler. Daha Türkiye’de cum­huriyet ilan edilmeden 10 yıl evvel burada cumhuriyet ilan ederler. Bizzat Kuşcubaşı Eşref, “Silahımıza sarılıp Allah’a ve kelâ­mına güvenerek Garbi Trakya Hükümet-i Mustakille’sini bugün ilan ediyoruz. Muvafakiyet Allah’tandır” sözleriyle devleti ilan eder. Devlet başkanı olarak Hoca Mehmet Salih’i seçerler. Yeşil beyaz zemin üzerine ayyıldızlı devlet bayrağını bütün resmî dairelere çekerler. Pul dahi bastırırlar. Gümülcine başkent yapılır, ül­kenin sınırları belirlenir. Bugün için yarısı Bulgaristan, yarısı Yunanistan toprağın-dadır bu sınırların. Hatta Yunanistan bu devletin kurulmasına ses çıkarmamıştır, zira durduramadığı Bulgarların Ege deni­zine kadar inmesini istemiyordu. Dahası Dimetoka’yı da bu devletin içine alın diye bizzat kendileri teklif ettiler. Devletin Ge­nelkurmay başkanı Süleyman Askeri Bey olur ve 30 bin kişilik devlet savunma gücü kurar. Askeri Bey bir de millî marş yazar:

Trakya Bağımsız Cumhuriyeti’nin bayrağı (sağ üstte) ile kurulduğu dönemde Kırcaali eşrafı ve milisler.

Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düş­manlar bayılır.
Ey şirin Batı Trakya!… İşte nihayet esaret­ten kurtuldun,
Ey düşmanlar!… Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Şu bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!
Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak, yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!

Batı Trakya Cumhuriyeti’nin sınırlarını gösteren bir harita

Ama işler marşta yazıldığı gibi olmadı. Her şey başarılı devam ederken İstan­bul hükümeti onlara, “Derhal bundan vazgeçin, bu hükümeti lağvedin ve bütün subay, asker ve sivil fedailer İstanbul’a dönün. Gelmeyenler vatan haini ilan edilecek ve idam edileceklerdir” ültima­tomunu gönderdi. Merkezden gelen bu baskıya fedailer daha fazla dayanama­dılar ve şeriatın kestiği parmak acımaz fehvasınca gözyaşları içerisinde iki aylık cumhuriyetlerini, 25 Ekim 1913 tarihinde feshetmek zorunda kaldılar. Ardından subaylar, askerler ve fedailer geri çekilip İstanbul yollarına düştüler. Bu olaydan sonra bu devletin kuruluşundaki baskın rolünden dolayı Teşkilat-ı Mahsusa ile siyasî irade arasında bir soğukluk oldu. Özellikle teşkilatın iki baş elemanı Eşref ve Askeri beyler sonradan bu tavırlarının ceremesini çektiler.

İşte İstanbul’a gelen bu kafile arasında genç mücahid dedem de vardı. Listede ‘Tahsin’ diye kayıtlı. Bu kişiyi Tahsin Paşa ile karıştırmamak lazım. Ömrü kifayet edip annesi gibi uzun yaşasaydı ona neler sorardım neler. Ama ben 15 yaşımda iken vefat etti. Batı Trakya davasına gönül verenlerin yakından tanıdığı ve babası dedemle dava arkadaşı olan Mustafa İmamoğlu (d. 1934) ağabey, “Deden bize çok yardım etti” dedikten sonra, “Ama efe adamdı, bir hikâyesini anlatayım sana” dedi. Gümülcine’de aileden bir kızı bir delikanlının kaçırdığı haberi ulaşır dede­me. Dedem silahını aldığı gibi hiddetle çocuğun evini basar. Niyeti bozuktur. Fakat karşısında halim selim, müeddeb ve hâfız bir delikanlı görünce silah elinden düşer. “Karşı çıksaydı vuracaktım ama o halini görünce dayanamadım, verdik kızı” demiş. Bir de Mustafa ağabey, “Sen dedene benziyorsun” demişti, bununla ne kasdettiğini hâlâ düşünüyorum.

Dedemin Cebel’de başlayan hayatı evvela Gümülcine’ye, oradan Bursa’ya ve nihayetinde İstanbul’a doğru devam eden bir muhâceret hikâyesidir. Diğer kardeşi Besim amca ise hayatını Bursa’da sürdürmeyi tercih etti, İstanbul’a gelmedi. İşte böyle bir ailenin kızı olarak annem 1934’te Bursa’da Çatalfırın semtindeki Kâdirî-Eşrefî yolundan Numâniye Dergâhı’na yakın bir evde dünyaya gelmiş. Yıl­lar sonra bir Ramazan bayramının ikinci günü Balıkesir’e giderken kendisini oraya götürmüş ve dergâhın son mümessillerin­den Safiyyüddin Eşrefoğlu Bey’in tertip ettiği Eşrefî köfe çorbası gününe iştirak etmiştik. O sokağa uzun uzun bakmış ve orada geçen çocukluğunu hatırlamıştı.

‘Hacıanne’ benim annemmiş meğer

Dedem İstanbul’a yerleşince Sultanah­met’te oturup Sirkeci’de otelcilik yapmaya başlar. İbn-i Kemal Caddesi 34 numarada bulunan Balkan Palas Oteli’nin sahibi idi (Şimdiki sahipleri Safir Hotel adını vermişler). Daha çok tüccarların kaldığı bu esnaf otelinde özellikle Batı Trakya’dan gelenler konaklardı. Zaman zaman Batı Trakya davasına gönül verenlerin toplantı mekânı da olmuştu. Cumartesi günleri bu otelde toplanırlardı.

Evleri Sultanahmet’te Akbıyık Camii’ne doğru inen Amiral Tafdil sokaktaki 23 numara idi. Sonradan el değiştiren bu ev şimdi dört yıldızlı bir otel oldu (Ferman Hotel). O evde maşinga sobada yapılan börek, kurban bayramlarında yapılan gömlek pilavı, munbar dolması görüntü­leri ile arka odada kurumaya terk edilmiş tarhananın kokusu ve evin önünden geçen trenin sarsıntısı ve sesi hâlâ hafızamdadır.

Ön tarafa nefis bir Marmara denizi manzarası vardı. Şöyle ki havanın berrak olduğu günlerde ta Bursa’daki Uludağ’ın silueti bile görünürdü. Şimdiki hava kali­tesinde artık bu mümkün değil. Evin arka balkonunda ise muhteşem bir Sultanah­met Camii manzarası vardı. Ramazan’da minarelerinde kandillerin yanması ve bahçesinde atılan topların ardından oku­nan segâh ezan ile oruçlar açılırdı.

Yaz gecelerinde akşam ezanından 45 dakika sonra gerçekleştirilen Sultanahmet ses ve ışık gösterisini bazen o balkondan izler, bazen de tam izleyebilmek için yu­karıya caminin önüne çıkardık. O yıllarda televizyon tek kanaldı ve henüz her eve girmemişti. Dedemlerde de yoktu. Cami­nin kuzey cephesi devasa hoparlörlerden yükselen sesin eşliğindeki ışık oyunlarıyla yarım saatlik muazzam bir gösteriye ev sahipliği yapardı. Her gece iki defa, önce yabancı dilde sonra Türkçe tekrarlanırdı. Otuz seneye yakın devam eden bu gösteri 2000’in başlarında nedense sonlandırıldı.2

Dedem Hacı Tahsin Efendi ve hanımı anneannem Hacı Fatma Hanım.

Dedemin evinin alt katında dayımlar otururdu. Giriş katında ise kiracıları Muşlu Melik (Şengül) amcalar. O ailenin bazı gecelerde toplanarak yaptıkları yüksek sesli Rıfâî zikri hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır. Çocuk olduğumuz için “Burhan” faslında bizi içeri almadıklarını hatırlıyorum. Dedem ahir ömründe Şem-seddin Yeşil Efendi’nin (ö. 1968) sohbetle­rine gitmeyi tercih etmiş. Makaralı teybini alıp vaazlarını kaydetmiş. O makaralı ses bantları şimdi bende. Dedem 1973’te vefat etti ve Sakızağacı’na defnedildi. Asistanlık yıllarımda Batı Trakya’nın Sesi dergisinde “Gümülcineli Üç Mutasavvıf ” (6 (49), s. 14-15, 1993) diye bir yazı yazmıştım. Ken­disine okutmak nasip olmadı. Mekânı âlî olsun. Annem Sultanahmet’teki bu baba evinden Fatih’e gelin gittiğinde çok uzak­lara gitmemiş oldu. Dedemin ve anane­min vefatlarına kadar (1975’ler) her hafa ailecek kendilerini ziyarete gidip ellerini öpmek bir aile geleneğimizdi. Sonrasında da uzun yıllar aynı evde oturan dayımı ziyarete devam ettik.

İstanbul Müfülüğü tarafından yılda iki sayı yayınlanan Din ve Hayat dergisinin Ekim 2017 tarihli 32. sayısına kapak konusu olarak “İbnü’l-Vakt: İslam’da Zaman Kavramı” konusunu seçmişti.

Yayın yönetmeni beni arayarak bu konuda bir söyleşi yapmak istediklerini belirtti. Olur dedim, bir yerde oturduk, konuş­tuk. “İrfan Geleneğinde Zaman” başlıklı konuşmam söz konusu sayının 50-54. sayfaları arasında yayınlandı. Dergi elime geçince garip bir şey oldu. Kendi yazıma baktıktan sonra sayfaları karıştırıyor ve bazı yazılara daha dikkatli bakıyordum. İstanbul merkez vaizelerinden Fatma Bayram hoca hanımın bir yazısına gözüm ilişti. Bir yerden tanıdık geldi o yazıda bahsi geçen ‘Hacıanne’ ve söyledikleri. Okumaya başlayınca bir de ne göreyim, o sayı için ‘Eski zamanlar’ üzerine kendi­siyle söyleşi yapılan ‘Hacıanne’ benim annemmiş meğerse. Annem bunu bana söylememişti, ben de ona benimle yapılan söyleşiden bahsetmemiştim. Güzel bir tesadüf olarak ana-oğul ikimizin de söy­leşisinin aynı sayıda buluştuğunu görünce bu işe o da şaşırdı ben de. Hatta “Sizin gibi âlim değiliz amma biz de kendimizce bir şeyler biliyoruz işte” diye de takılmadan edememişti. Benim felsefesini yapmaya çalıştığım “zaman” kavramını annem “âhir zaman ve gelenekten kopuş” olarak yorumlamış. Birbirini tamamlıyor aslında.

Büyükhanımların zamanı

Aynı derginin 96-100. sayfaları arasında Fat­ma Bayram hoca hanımın dilinden yayınla­nan “Büyükhanımların Zamanı” başlıklı o yazıdan bazı kesitleri aşağıya aldım:

“Melâhat Hanım teyze; herkesin hacı annesi. Onu genelde bahçenin serin bir köşesinde başında beyaz namaz örtüsü ile görürsünüz. Ya Kur’an okuyor, ya tesbih çekiyor, ya da misafirleriyle sohbet ediyordur. Bir insanın daima mütebessim çehresinde, bu tebessümün telkin ettiği rahatlıkla beraber saygı uyandıran bir vakarı aynı anda nasıl taşıyabileceğinin canlı timsalidir adeta. Benim had bilmez­liğimle Melâhat Hanım teyze dediğime bakmayın; o herkesin hacı annesidir. Onunla konuşurken bu vakarı ilk gençlik yıllarından beri taşıdığını gösteren bir lakabını daha öğrendik. Ondan biraz sonra bahsedeceğim. Gelir geçerken onu bahçede görür müyüz diye göz ucuyla bakar, oradaysa mutlaka selam verir, hatırını sorarız. Çocuklara yıllarca yazları Kur’an okutmuştur; üzerimizde emeği vardır yani. Evleri her zaman kalabalıkla­rı ağırlar. Çaylarını, kahvelerini içmemiş, sofralarına oturmamış insan yok gibidir etrafa. Bu sene birden aklıma onunla konulu bir sohbet etmek ve kaydını düşürmek geldi. Önce biraz çekindim, birkaç gün gelip geçerken hep fırsat kolladım, sonunda dün Nurgül Hanım’a (kızı) bu isteğimi açma fırsatım oldu, onlar da âlicenaplık gösterdiler; kabul ettiler.

Benim onunla konuşmak istediğim şey çocukluğundan başlayarak etrafında gördüğü hanımların -eski zaman hanım­larının- vakitlerini nasıl kullandıkları idi. Ama bütün muktedir insanlar gibi o da bana benim onunla konuşmak istedikle­rimden çok kendi konuşmak istediklerini anlattı… Bütün sohbet onun vermek istediği mesajlara vesileler bulmasıyla benim kendi konuma geçiş için vesileler arayışım şeklinde geçti. Sohbet bittiğin­de ben hâlâ arıyordum; o ise söylemek istediklerinin çoğunu söylemişti. Sohbet boyunca en çok değinilen konuların başında ‘edeb’ geliyordu. Ömrünün elliye yakın senesini tasavvuf terbiyesiyle geçiren birinin her sözünü edebe getir­mesinden daha doğal ne olabilirdi? Biz vakti konuşalım dedikçe Melâhat Hanım teyze (işte şimdi söylüyorum; kayınva­lidesinin ona taktığı isimle Albay) sözü edebe, irfana, şeriata, takvaya getiriyor ve her sözü kendi davasını anlatacak şekilde yeni bir mecraya sokuyordu.

Kendisinden bahsetmekten pek hoşlan­madığını söz oraya geldiğinde verdiği kaçamak cevaplardan anladığımız, ‘Keramete rağbet yok; illa istikamet’ diyen Melâhat Hanım teyzenin hayat hikâyesinde benim o gün gördüğüm şey baştan ayağa bir öz disiplindi. Boşuna mı güngörmüş kayınvalide gelinine ‘Albay’ diye isim takmıştı? Vaktini planlaması, evinin düzeni, bütün dikişlerini kendisi­nin dikmesi, dinî hayatı baştan sona bir disiplinle yaşaması, çocuklarını yetiştir­me tarzı vs. bütün hayatının temelinde bu öz disiplin vardı. Çocuklarını namaza başlattığı yaştan itibaren (ılıştırılmış abdest sularını önceden hazırlayarak) hiç acımadan her sabah namaza kaldırmış olmasında da… Her lafın arasında ‘Ömrü boşa geçirdik, davetlerle, sofralar­la harcadık zamanımızı’ diyerek geçmişin muhasebesinden mutsuz olması kendin­den bir türlü hoşnut olmayan, yaptıkla­rını hiçbir zaman yeterli görmeyen o di­siplinli ve yüksek hedefi insanların tipik serzenişleriydi. Bu disiplin ve kararlılığa bir örnek olmak üzere, otuz üç yaşında Hacca gidip döndükten sonra kendisine bir arkadaşının ‘Kırk gün sokağa çıkmazsan her gün melekler ziyaretine gelir’ demesi üzerine bunu tatbik ettiğini ve akabinde de tasavvufî sohbetlere iştirak etmeye başladığını söyledi.

Çocukluğunda namaza başlama hikâyesi­ni ise (şöyle anlattı): Bir gün mahalleden arkadaşları ile evlerinin bahçelerinde oynarlarken bahçedeki çeşmenin açık kaldığını duyan annesi içeriden ‘Çeşmeyi kapayın!’ diye seslenmiş. Meğer o sırada mahallede ayyaş olarak bilinen bir ba­banın kızı olan içlerinden biri çeşmeden abdest almaktaymış. O kızcağız Melâhat teyzenin annesine ‘Ben abdest alıyorum’ diye seslenince annesi Fatma hanım, ‘Ay­yaşın kızı abdest alıp namaz kılıyor, benim kızım neden kılmaz!’ diye ağlamaya başla­mış ve kendisini namaza başlatmış. O gün bugündür abdest ve namaz konusunda çok hassasmış Hacı Anne. Yukarı da da geçtiği gibi abdestsiz bir yudum su içmez, namazsızların elinden yemek yemezmiş. Kendisinden bahsetmesini istediğimiz her seferinde; ‘Aman kızım ben geri kafalıyım’ dese de aslında o doğru bildiğini çekin­meden dile getiren, bunu da sırf şer’a muhalif düşmemek için yapan biriydi ve Rabbinin rızası bizlerin takdirinden önce geldiğinden çağa uygun olup olmamak umurunda bile değildi.”

Bu vesile ile bütün mütevefa anneleri­mize Allah’tan rahmet diliyorum. Allah onların da bizlerin de taksiratını afetsin.

O’ndan O’na sefer eyledi

Engin ilminin yanı sıra tarih düşürmesi ile de bilinen Bursa’dan muhterem Prof. Dr. Mustafa Kara hocamız sağolsunlar anne­min vefatına şu tarihi düşmüşler, lütfedip gönderdiler. Bir yâdigâr olarak buraya almanın uygun olacağını düşündüm:

Mahmûd Erol Kılıc’ın vâlidesi vâh
Korona illetinden şehîd oldu vâh
Geldi bir şehîd şehâdetin söyledi
Rahmetli Melâhat Kılîc annemiz vâh
(1441/2020).

Ayrıca Üsküdar İbrahim Hakkı Kon­yalı Kütüphanesinin eski müdürle­rinden Mustafa Özdamar üstadın da gönlüne şu muhammes şiir düşmüş, o da lütfedip gönderdiler:

Melâhet kılıncı göçtü dünyâdan
Çoktan geçmiş idi zâten sivâdan
O’ndan O’na sefer etti Melâhet
Bize selâm yollasın o ukbâdan
Bizi de kollasın dâim ukbâdan!

Her dâim çok masivâdan ıraktı
Her alanda Habîbine çıraktı
M….. …l gibi fetâ bıraktı
Bize selâm yollasın o ukbâdan
Bizi de kollasın dâim ukbâdan!

Gel berû emrine imtisal eden
Hakk râzı olsun bu güzel özneden
Beklentimiz şudur ancak anneden
Bize selâm yollasın o ukbâdan
Bizi de kollasın dâim ukbâdan!

Bir devrin mühim siması, eski Millî Eği­tim Bakanlarımızdan Hasan Âli Yücel’in (1897-1961) Geçtiğim Günlerden isimli hatıratını okuduğumda orada naklettiği (s. 18-19) kendi aile geleneği ile benim burada nakletmeye çalıştığım aile gelene­ğim arasındaki dünya görüşü benzerlik­leri dikkatimi çekmişti. Birçok darbeye rağmen gerileyerek de olsa düşe kalka uzun yıllar daha yaşamaya devam eden bu fikrî-manevî miras bence tam yüz yıl sonra artık ruhunu teslim etmek üzere. Hasan Âlî Bey hatıratının bir yerinde diyordu ki:

“Anneannem … okuryazardı. Şimdi kıymetli kitaplarım arasında sakladığım Mevâkıb Tefsîri’ni her gün okurdu… Türkçesi biraz çetrefil bu tefsiri beraber okuyarak, belki de mahsus, beni Allah kelamına o alıştırmıştır. Kocaman bir kitabı daha vardı Muhammediye… Kâdirî dervişi idi. Cerrahpaşa Basmakçı Tekkesi şeyhi Baba Efendi ve sonra oğlu Mehmed Ali Efendi’ye mensuptu. Sabahları, yazın beyaz kışın devetüyü seccadesine oturur namazı bitirdikten sonra taneleri iri beş yüzlük kuka tesbihini alır ‘Lâ ilâhe illâl-lah’ çekerdi. Gözleri kapalı, başında namaz bezi, bu zikri yarı uykuda, yatağım­dan seyretmeye bayılırdım. Of ne tuhaf, bu satırları yazarken onun vecdli, coşkun sesini duyuyorum… Tekkeler kaldırıldığı zaman evleri arayacaklar, dervişlik eşyası bulurlarsa sahibini hapse koyacaklar diye onu korkutmuşlar, zavallı kadıncağız da bu beş yüzlük tesbihi dağıtmış, doksan dokuzlusunu bırakmıştı. O şimdi bende­dir. İtina ile saklarım. Arada bir çıkarır, o kocaman taneleri çeker, geçmiş günleri gelecek günlere bağlarım.”

Hasan Âlî Bey’i bilmem ama ben tıpkı tesbihin imâmesi gibi mâzî ile âtîyi birbi­rine bağlayan ‘gelenek’ kırılınca devam­lılığı nasıl sağlayacağımızı bilemiyorum. Her ne ise, annemin vefatından sonra evine girdiğimde karşılaştığım manzara da yukarıdakinden çok farklı değildi. Kur’an’ı, tesbihi ve gözlüğü her zaman oturduğu koltuğun önündeki sehpada öylece duruyordu. Rahmetli çok Kur’an okurdu. Ömrü hayatında 700 hatim indirdiğini söylemişti. Ama maalesef tesbihi plastiktendi. Çünkü annesinden kalan kuka tesbihini ziyaretine gelen bir kadının cebine koyup götürdüğünü daha evvel hayıfanarak anlatmıştı. Onun da kütüphanesi az ve öz, kendince temel eserlerden meydana geliyordu: Kur’an-ı Kerim, Rûhu’l-Furkan Tefsiri, Tergib ve Terhib Tercümesi, Muhammediye ve Delâilü’l-hayrât… Yüzlerce kitaptan meydana gelen bendenizin kütüphanesini her gördüğünde de hep, “Kitap yüklü merkepler” (Cum’a, 5) ayetini okumadan edemezdi. Âmenna.

Bir ev hanımının Seyr-i Sülûk Defteri

Nihayet gelelim bu yazıyı yazmaktaki ilk maksadım olan, annemin o mütevazı kitapları arasında bulduğum eski yazı bazı notların bulunduğu iki ince dosyayı yeni harfere çevirmeye. İkisi de aynı olan bu dosyalardan bir tanesinin iç kapağında; “Muhterem ahret kardeşim deferime sa-hib ol emi, Bülbül Gani” diye bir not var. Öyle anlaşılıyor ki annemin ahiret ve tari­kat kardeşi Bülbül teyze Hakk’a yürüme­den evvel bunları ona teslim etmiş. Diğeri ise annemin kendi nüshası. Ganiler aslen Ohrid Arnavut’u bir aile idiler. Abdullah amca evde tulumba tatlısı yapar, sokakta el arabası ile satardı. Balipaşa Caddesi’nde bir bodrum katındaki evlerine her gitti­ğimde evin sahanlığına koydukları tüp üzerindeki tencere kazanda fokurdayan tatlıdan bir tane kürdana takar, sıcak sıcak bana ikram ederdi. Muttaki bir insandı. Beyi vefat edince Bülbül teyze Balipaşa Camii karşısındaki bizim eve taşındı. Bu­rada vefatına kadar kız çocuklarına Kur’an öğretmeyi sürdürdü.

Annemin eliyle yazıp yastığımın altına koyduğu tebliğ kâğıtlarından biri

Validem 70’li yıllarda intisap ettiği bir Nakşi şeyhine ömrü boyunca bağlı yaşadı. Onun oraya bağlılığı ve üslubu aile ve sülale içerisinde zaman zaman bazı tartışmalara yol açtıysa da o bildiği yoldan hiç dönmedi. Feminen teolojide sık rastlanan korkmak ve korkutmak eksenli din zevki onda da baskındı. Kendisinden hep cehennem ve azab ayetlerini dinle­yerek büyüdük. Ağabeyimle ben zebânileri anlatmaktan hûrilere ne zaman sıra gelecek diye bekler dururduk. Gençken zaman zaman yastığımızın altına tebliğ kâğıtları koyduğunu da hatırlarım. Ya bir takvim yaprağında okuduğu veyahut bir yerde duyduğu bir sözü yazıp koyardı. Bir tanesini saklamışım: “Elbisen sade, yoldaşın derviş, mayan ilim, evin mescid, dostun Allah olsun!” diye kendi elleriyle yazmış. Okuduğu bir yerde görmüş olmalı Abdülhâlik-i Gucduvânî’nin bu sözünü.

Bize de duyurmak için öyle bir yöntem seçerdi. Akşam yatmadan evvel bir muhasabe yapmamız için olsa gerek.

Hadis gibi nakledilen bir bilge sözü -Edeb aklın sûretidir.-

Muhammediye kitabının yaprakları arasında da Arapça hatla yazılı ve “Kâle’n-Nebî” diyerek başlamasından hadis olduğu intibaı veren bir kâğıt vardı. Sayfa ayracı olarak kullanmış zannedersem. Üzerinde ( الآداب صورة العقل ) “Edeb aklın suretidir” yazıyor. Aslında bir hadis değil. Bir bilge sözü, kelâm-ı kibâr… Kitapların arasından bulduğum benim için bir başka mühim şey ise İngiltere ve Mısır’da bulun­duğum 80’li yıllarda kendisine gönder­diğim bazı mektuplardı. İletişim imkân­ları o yıllarda kısıtlı olduğundan halimi, vaziyetimi mektupla aileme bildirirdim. Bu mektupları da atmamış, saklamış, o deferlerin arasından çıktı. 40 sene sonra okuyunca bir garip oldum.

Esas olarak bu yazıyı yazmama sebep olan deftere gelince bunun sayfa sayfa yazılmış ve sonra ciltlenmiş Nakşi yolu dervişle­rine ait ders kâğıtları olduğunu gördüm. Her ne kadar eski harflerle yazılmışsa da kullanılan kelimelerden çok eski zamanlı bir telif olmadığı intibaı veriyor. Yer yer cümle düşüklükleri de var.

Her tarîkin seyr-i sülûkunu takip edenler için muayyen rehber risaleler hazırlandığı malumdur. Pek çoğu sadece o yola sâlik olanları ilgilendirdiği için umumi bir neş­re pek mevzu olmazlar. El yazısı halinde müride verilir ve iyi muhafaza etmesi istenilir. Bazı şeyhler bunların nâmahrem eline geçmesini uygun görmezlerken ba­zıları da mesele sadece kâğıtta yazılanlar değildir, onunla beraber müride yüklenen himmet olmazsa bunların hiçbir hükmü yoktur görüşündedirler. Bendeniz de bu ikinci görüşe meylettiğimden neşrinde bir mahzur görmedim. Zaten okuyunca görüleceği gibi bu tatbikat içerisinde olmayan birisi için bir mânâ ifade ettikleri söylenemez. Hatta değil hâriçte kalanlar, bu ders kâğıtları kendilerine tevdi edilen içerdeki mürîdan -mesela annem- bura­da geçen yüksek irfânî kavramlardan ne anlamışlardı, kendilerine açıklaması nasıl yapılmıştı bilmiyorum. Mesela metin­de geçen mevhum vücûd ne demekti? Yani bir vücud bir kere vücudsa, yani varsa nasıl mevhum olurdu? Mevhumsa zaten ona vücud denir miydi? Bunları o yolun yetiştirmiş olduğu erkek veyahut hanım ârifere sormak isterdim. Tabii ki günümüzde kaldılarsa. Büyük sûfî İbn Arabî’nin bu konulara değinen Meşâhid isimli eseri üzerine yüksek metafizik içe­ren bir şerh yazan da bir kadındı mesela, Bağdatlı Acem Kızı (Sittü Acem). Çok yüksek seviyeli açıklamaları var. Fakat maalesef günümüz tasavvuf yolları aslî maksatlarından inhiraf ederek metafizik ve irfanî konulardan uzaklaşıp sosyolojik ve hukukî konulara indirgendiler. Böylece tarikat vasıfarını yitirip cemaat oldular. Onun için bugün adı her ne kadar tarikat olarak zikredilen yapılar varsa da aslında bunlar birer cemaattirler. Zira Hak sohbe­ti, irfan sohbeti ve tevhid dersleri ile seyr-i sülük yapılmayan yere tarikat denemez.

Her neyse, bu mevzuların hallini erbabına bırakarak annemin hikâyesinden benim çıkardığım mühim bir hususa dikkat çekmek istiyorum. O da geleneğimizde bir insanın, hem de bir ev hanımının bir Seyr-i Sülûk Deferi’nin olması gerçeğidir.

Tıpkı Asiye Hatun’un Rüya Deferi’nin ol­ması gibi… Şimdiki neslin ne dindarında ne dindar olmayanında böyle bir deferin bir anlamının kaldığını zannetmiyorum. Çünkü ‘Olgunlaşma Enstitüleri’ de yok artık olgunlaşmak isteyen de. Hataları ve sevaplarıyla annelerimizin temsil ettiği ocak gören, meydan gören kadın örneğin­den televizyonlardaki aile programlarında sergilenen kadın örneğine geçiş çok büyük bir dönüşümün, bir çöküşün yansımaları bence. Liseli kızların çeteleri üzerine dizi­lerin revaçta olduğu bir ülkede ‘Bâcıyân-ı Rûm’ artık bir lokum markasından başka bir şey ifade etmez olur. Aslında gerek devletin bekası ve gerekse toplumun huzuru bakımından çok ciddi tehlike çanlarıdır bunlar. Demek ki maalesef her ‘değişim’, ‘dönüşüm’, ‘ilerleme’, ‘devrim’ -vaizlerinin iddialarının aksine- mutlak mânâda pozitif yönde olmayabiliyor.

Hâsılı söz konusu metni tasavvuf araştır­macılarının dikkatlerine getirmek mak­sadıyla makalemin peşinden yeni harfere naklederek neşrediyorum. Muhtevasını anlayan ve tahakkuk ettiren varsa bizden de onlara selâm olsun…

Dipnotlar:

  1. Balkanlardaki Müslüman ahalinin uğradığı zulüm üzerine az sayıda çalışma var. Bunlar­dan biri de Macar gazeteci Gyula Meszaros’un (1883-1957) 1913’te Budapeşte’de yayınladığı Balkan Savaşlarındaki Mezalimler kitabıdır. Bu eser yakın zamanda Prof. Melek Çolak tarafın­dan Türkçeye de tercüme edildi, Muğla 2020.
  2. O yıllardaki Sultanahmet ses ve ışık gösterisi­nin nostaljik bir anlatımı için bkz. http://wow-com/forum/viewtopic.php?t=101762

Seyr-i Sülûk Defteri ’nin aslından bir sayfa ve bunun M. İhsan Oğuz Efendi (1887-1991) tarafından şemalaştırılmış hali (Bkz. Ârifler Silsilesi, c. 4, s. 269).

Bismillahirrahmanirrahim

Tarîkat-ı aliyyemizin birinci dersi Latîfe-i Kalb’ten ibârettir. Sâlik tenhâ ve temiz bir mahalde teşehhüd kâdesi üzere kıbleye müteveccih ve gözleri ka­palı oturup evvela Peygamber efendimizin beyân eylediği sayılardan 100 defa istiğfâr eder. Yâni cemî hatâlarımızdan “Estağfirullâh” deyip yüzüncüde “El-Azîm ellezi lâilâhe illâ huve’l-hayyu’l-kayyum ve etûbu ileyh” dedikten sonra 1 Fatiha-i şerîf, 3 İhlâs-i şerif ve Kul eûzuları okuyup “Hâsıl olan sevabı evvela peygamberimiz sallallahu teala aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin mübarek rûh-ı şerifine, sâniyen Mevlânâ Ebûbekiri’s-Sıddık radiyallâhu anhû hazretlerinin rûh-ı şerifine, sâlisen Mevlâna Şâh-ı Nakşbend Muhammed Bahâuddîn kuddise sırrûhunun ruhuna, râbian Mevlâna Aliyyü’l-Haydar el-Ahıshevî kuddise sırruhunun ruhuna hediyye eyledim vâsıl eyle Yâ Rabbî” deyub ellerimizi yüzümüze süreriz. Ba’dehû Muhammed Bahâuddîn kuddise sırruhu hazretlerine 10-15 dakîka râbıta üzere kalırsın. “Kabul eyle bu fakîri” diye gönülden ricâ edersin. Onun nûru sizi ihâta eylemiş farz edersin ve o sizi kabul etti ve Peygamber Efendimize teslim ettiğini mülâhaza ederek 100 defa “Essalâtu vesselâmu aleyke Yâ Resûlallah” deyub 10-15 dakika miktarı huzûrunda kalarak gönülden şefâat talep edersin. Peygamber Efendimiz de “Ben dünyadan ahirete göçtüm seni sağ olan halîfeme ısmarladım” diyerek mürşidimize havale ve teslim etti mülahaza eder­sin. 10-15 dakika mürşidimizin huzûrunda râbıta ile onun nûru sizi ihata ettiğini mülâhaza ve itikad ile iki kaşı arasına hayalî bir bakışla nazar ederek dilimizi damağımıza, dudaklarımızı birbirine yapıştırarak lisanımızla değil ancak kalp ile “Allah” diyeceğiz. Her gün 24 saat zarfında lâ ekal en az 5000 ism-i celâl okuyacağız. Yani “Allah” diyeceğiz. Her 100 başında “Lâilahe illallah Muhammed  resûlullah, İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” okuyacağız. Vaktimiz müsaid olursa daha ziyade ihtimam etmeli. Ve minellahittevfik. Âmin.

Ders 1: Mecmu-ı letâif ondur

Beşi âlem-i emirden, âlem-i halktandır. Her birinden beyan olunacak tertible aynen kalpteki âdâb üzere lâ ekal 1000’er ism-i zât zikriyle meşgûl olunur. Birincisi latîfe-i Kalb’tir: Bunun mahalli sol memenin iki parmak kadar aşağısındadır. İkincisi Rûhtur: Bunun mahalli sağ memenin iki parmak aşağısındadır. Üçüncüsü Sır’dır: Bunun mahalli sol memenin iki parmak üstündedir. Dördüncüsü Hafî’dir: Bunun mahalli sağ memenin iki parmak üstündedir. Beşincisi Ahfâ’dır: Mahalli göbekten çene altına değin sadr dediğimiz mevzidir. Altıncı­sı Latîfe-i Nefs’tir: Mahalli iki kaş arası ve muhâzisi olan alındır. Bundan sonraki letâifler âlem-i halk­tan olan anâsırımızın letâifleridir. Yedincisi latîfe-i Türâb, sekizincisi latîfe-i Ma’, dokuzuncusu latîfe-i Nâr, onuncusu latîfe-i Havadır. Bu dört latîfenin mecmuuna birden “Letâif-i Küll” itlak ederler. Bunların mahalli tepeden tırnağa mecmu-ı be­dendir. Rabıta ve zikir ol vecihle olacaktır. Sâlikin isti’dâdına göre bir miktar fâsıla ile yâhud cümlesi­ni birden tâlim câiz olur. Her letâife 1000’er ism-i Zât zikriyle meşgul olur. Vesselâm. Yapabileceği ziyâdeyi münhasıran bu letâif-i küll’e verecektir.

Ders 2: Habs-i nefes

Sâlik nefesini yutkunup ağzından burnundan ne­fese yol vermeyip göbeği altında habs ederek târif olunacağı uslûb ve âdâb ile kalben kelime-i tevhide devâm eder. Şöyle ki Kelime-i Tevhîd: ‘Lâ ilâhe illâ Allâh’tan ibâret 4 kelimedir. Evveli nefî, sonrası isbâttır. Üç hareket ile îfâ ve ikmâl edilecektir.

Birinci hareket göbekten tepeye, ikinci tepeden sağ omuza, üçüncü sağ omuzdan kalbe olacaktır. Mesela, şu halde: ‘LÂ yı göbekten koparıp yukarı baş tepesine kadar nûrânî bir hat ile çıkarıp ondan İLÂHE’ kelimesini sağ omuz tarafına atıp İLLÂ ile ondan kasd ile dönüp ALLAH’ ism-i celilini kalb-i sanevberiye (kalp kozalağına) darb ve tah­mil itmeli. Şöyle ki harâret ve te’sîri cemî-i a’zâya münteşir ola. İşte bu cihetle bu işâretle tasarrufan cesed-i sâlikte ‘LÂ kelimesinin şekli mâkûsen şu ( لا ) şekli çizmiş ve nakş ve tab’ itmiş olur ki bu ve bunun hassâsı şu târif ve tâlim veçhile dikkat ve riâyete mütevakkıfır ve lâbuddur. Bu vecihle zikri tekrar ederken nefi tarafından yani (LÂ İLÂHE) derken kendi vücuduyla beraber cemî-i muhdesât ve mümkinâtın vücudunu yok yâni mahv, adem ve metruk mülâhaza ve kasd edecek. İsbât tarafında yâni İLLALLAH’ derken Hak Subhânehu ve Teâlâ’nın vücûdunun vâcib, bekâ ve maksûdi-yeti nazarıyla mülahaza edecektir. Nefes alacağı zaman mesela 7-9-11-13-21-25 gibi mutlaka tek bir aded üzere tenefüs edip ‘MUHAMMED RESÛLULLAH), (Velâ maksûde illallah, İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî) deyup yine baştan başladığı gibi devâm edecek. Bu zikri kalpten katiyen bırakmamak lazımdır tâ ki gönülde karar tuta. İla âhirihi. Veminellahitevfik. Elâ bizikrillahi tatmeinne’l-kulûb.

Ders 3: Murâkaba-i ehadiyyet

Bu ders ihsân olunan sâlik kendini âlem-i imkân­dan zât-ı ehadiyyet dâiresine kabul olunduğunu ve bu makâm ehline hâs olan Feyz-i Sübhânî kendine dahi her an îtâ kılınmakta, nuzûl ve vürûd etmekte olduğunu mülâhaza ve îtikad ve muhafazasına dikkat ve îtinâ üzere bulunacak. Zikir ve murâkabesini de o hal üzere îfâ ve ityân edecek. Ve bu makâm ehline ihsan olunan feyzin menşei bilcümle noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddes ve cemî kemal sıfatlarıyla muttasıf olan Vâcibu’l-Vücûd hazretlerinin âsâr, efâl, sıfât ve esmâsı tecelliyâtındandır. Kalilen-mâ tecelli berkî tarikiyle Zât-ı Pâk’tan dahi ihsan buyurulduğu olur. Bu feyzin mevridi sâlikin latîfe-i kalbidir. Ke­lime-i Tevhîde iştigal âdâb-ı sâlife ve râbıta üzere bulunarak letâiferini bir miktar ism-i Zât zikriyle mâsivâllahı havâtır ve işgâlinden temyiz ve tenhâ edip bu vecihle feyz ve huzûra muntazır olup kal­ben, lisânen ve hafiyyen tecvidine riâyet üzere her 24 saat zarfında lâ ekal 5000 kelime-i tevhîd’den noksan kalmayıp ziyâde ihtimâm edilecektir. Ve her 100 başında “Muhammed Resûllullah ve lâ maksûde illallah” denilecektir. Ve bu vecihle vazife dâima âdâtta ve cemî ahvâlde adedli adedsiz la­zımdır. Bu dersin murâkabasına şöyle mülâhaza ile durulacaktır: Cemî kemâl sıfatlarıyla muttasıf ve cümle noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddes olan Vâcibu’l-Vücûd Allahu zül-Celâl hazretleri­nin âsârından, efâlinden, sıfâtından, esmâsından on kerre tecelli berkî tarikiyle Zât-ı Pâk’tan feyz benim latîfe-i kalbimde vârid ve nâzil oluyor mülâhazası ve itikadıyla bunun devam ve izdiyâdını taleb ve temennâda ve bilfiil kalbine vurûd ve vukûunu müşâhede ediyor gibi muhkem bir îtikâd ile ila mâşâ Allahu Teâla mahv ve mustagrak olup kalacaktır.

Ders 4: Murâkaba-i maiyyet

Bismillahirrahmanirrahim,  (وهو معكم اين ما كنتم) bu âyet-i celîlenin hulâsa-i mânâsı: Sizi halk eden Allah’ınız her dâim, her halde sizinle berâberdir ve birliktedir.  (انّ افضل ايمان المرأ ان يعلم انّ الله معه حيث كان ) bu hadîs-i şerifin de hülâsa-i mânâsı: Efendimiz sallallâhu teâla aleyhi ve sellem hazretleri bir insanın yani ehl-i îmânın îmanının en âlâ ve efdâl derecesine vusûlü ancak her nerede ve ne halde olursa olsun Allah’ının her dâim her hâlinde kendi ile beraber ve birlikte olduğunu unutmamak ve buna dikkat ve devâm ile müyesser olur. Bu derste sâlik kendini âlem-i melekûtta maiyyet dâiresinde mülahaza ve îtikâd üzere bulunarak her gün yânî 24 saat zarfında lâ ekal 5000 kelime-i tevhîd vazifesini lisânen hafiyyen îfâ ve ikmâl ve ziyadeye ihtimâm ve her yüz başında “Muhammed Resûlullah velâ maksûde illallah” demeye dikkat ve devâm edecektir. Murâkabaya dahi şu mülâhaza ve îtikâd ile beraber cemî ahvâlde her ân ve her dâim ve bütün mahlûkâtının ve kâinatının her zerresiyle ve benim ile de beraber ve birlikte olan Zât-ı Vâcibu’l-vücûd’dan feyz benim kalbime vârid ve nâzil oluyor hayâl ve tasavvurunda intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda lâ ekal 24 saat zarfında 1,5 – 2 saat bu vecihle murâkıb bulunacak­tır. İlâ mâşâ Allahu Teâlâ mustegrâk kalacaktır.

Ders 5: Murâkaba-i akrabiyyet

Bismillahirrahmanirrahim ( وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ) ,

(وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ )  Bu âyet-i kerîmeleri okuyup şu yolda mânâları mülâhaza ve tefekkür olunarak kendini âlem-i ceberût’ ta Akra­biyyet dâiresinde mülâhaza ve îtikâdı üzere olup 5000 kelime-i tevhîd’ini ikmâl ve her 100 başında ‘Muhammed Resûlullah ve lâ Mâbûde illallah diyecektir. Bu mâkamda dâimâ tahâret üzere bulunarak yemek, içmek, görüşmek, konuşmak ve uyku taklîl edilecek. Tilâvet-i Kurân-ı azîmu’ş-şân, nâfile ibâdet ve zikrullah teksir edilecek. Murâkabaye dahî şu mülâhaza ve îtikâd ile beraber, bana benden ve rûhumdan daha yakîn ve karîb ve kezâlik bütün malûkâtına da böylece yakîn ve muhît olan Zât-ı Azîmu’ş-şân’dan feyz benim latîfe-i nefsime ve ondan dahî âlem-i emr letâiferimin kâfesine vârid ve nâzil oluyor diye mülahaza ve tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennî ve niyâzda ilâ mâşa Allahu Teâla mütevakkıf ve mahv ve müstagrak kalır. Ve minellahi’t-tevfîk.

Ders 6: Murâkaba-i muhabbet

Âdâb-ı sâlifeye riâyetle başlayarak bu derse gelince kendinizi âlem-i lâhût’ta dâire-i muhabbette mülâhaza ve îtikâd üzere olacaksınız. Ve bu vecihle lâ ekal her 24 saat zarfında 5000 kelime-i tevhîd okuyacaksınız. Ve her 100 başında ‘Muhammed Resûlullah ve lâ mevcûde illallah okuyacaksınız. Murâkaba hâli bu esnâda zuhur etmeye başlarsa kendinizi ona havâle ve teslim edersiniz. Ve illâ şu mülâhaza ve îtikâd ile beraber kendisi beni seven ve kendini bana sevdiren ve muhabbetini ihsân eden sevdiğim Zât-ı Vâcibu’l-Vücûd hazretle­rinden feyz benim latîfe-i nefsime ve ondan sâir latîfelerime vurûd ve nuzûl ediyor mülahaza ve tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâla nahv ve müsteğrak olup kalırsınız. Ve minellahi’t-tevfîk ve’l-hidâye.

Ders 7: Murâkaba-i velâyet-i hassâ-yı Muhammediyye (aleyhi ve alâ âlihil-kemâlit-tahiyye).

( هو الأول واآخر والظاهر والباطن وهو بكل شيء عليم)  Sâlik bihamdihi ve keremihi Teâlâ kendini âlem-i lâ­hut’ta velâyet-i hâssay-ı Muhammediyye dâiresine kabul olduğunu mülahaza ve îtikadı üzere her 24 saat zarfında 5000 Tevhîd vâzîfesini ikmâl ve mümkün mertebe ziyâde ihtimâm ve itmâm eder. Murâkaba vazifesini aynı mülahaza ve itikad ile beraber esma-i hüsnâ’dan ez-Zâhir ism-i şerifinin müsemmâsı olan Zât-ı Pâk-ı Sübhân’dan feyz un-sur-ı türâbının gayrı olan anâsır-ı selâsesi yâni Ma’, Hava, Nâr üzerine vurûd ve nüzulünü tahayyül ve intizârda devâm ve izdiyâdını temennî ve niyâzda âdâb-ı sâlife vechile ilâ mâşa Allahu Teâlâ mahv ve müstegrak olup kalır.

Anâsır: Unsur kelimesinin cemîdir. Burada zikr olunan anâsırdan murâd biz insanların görülen şu fâni cesedlerinin hamurunun aslı ve eczâla­rı demektir. Bu da 4 şeyden: Turâb, Ma’, Havâ, Nâr’dan ibarettir. Hazreti Mevla kudretiyle bunları bil-i’tidal hamur ve terkib edip yaratmış letâif-i külden ism-i Zât dersinde zikr olunan işte bu 4 unsurun latîfeleri idi.

Ders 8: Murâkaba-i velâyet-i mele-i â’lâ

(هوالاول والآخر والظاهر والباطن وهوبكل شيء عليم ) Sâlik bu derste kendini âlem-i lâhûfta velâyet-i mele-i â’lâ dâiresinde farz ve mülâhaza ve bu makâma kabul buyurulduğunu îtikâd üzere bulunarak kelime-i tevhîd zikrini kemâ fi’s-sâbık ikmâl eder. Murâkabaya dahi bu mülâhaza ile beraber el-Bâtın ism-i şerîfini yâd ederek müsemmâsı olan Zât-ı Azîmu’ş-Şân’dan Feyz’in unsur-ı türâbın gayrı olan anâsır-ı selâsesi üzerine vurûd ve nüzulünü tahay­yül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâla mahv ve müstegrak olup kalacaktır.

Ders 9: Murâkaba-i kemâlât-ı nübüvvet

Sâlik kemâ fi’s-sâbık âdâb üzere kendini âlem-i Lâhût’ta kemâlât-ı nübüvvet dâiresinde farz ve mülâhaza ve bu makâma kabûl buyurulduğunu îtikâd üzere bulunarak kelime-i tevhîd zikrini ikmâl eder. Murâkabaya dahi bu mülâhaza ile berâber kemâlât-ı nübüvvetin menşei olan Zât-ı Baht’tan Feyz’in unsûr-ı turâbının üzerine vurûd ve nüzûlunu tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve mustegrâk olup kalacaktır. Ve minallahittevfik.

Ders 10: Murâkaba-i kemâlât-ı risâlet

Bu makâmda sâlik bil-cümle âdâb ve usûl-i sâlife­ye riâyetle Kelime-i Tevhîd’e ve şu vecihle de murâ­kabaya devâm eder. Kemâlât-ı Risâlet’ in ve cemî’-i kemâlâtın menşei olan Zât-ı Azîmü’ş-Şân’dan feyz heyet-i vahdâniyyeme, vücûd-ı mevhûbeme vârîd ve nâzil oluyor mulâhaza ve niyâzında kemâ fî-es-sâbık intizârda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv u müstegrak ve mutevekkıf olur.

Ders 11: Murâkaba-i kemâlât-ı ulul-azm

Bu makâm-ı ihsândır. Îmân – İslâm – İhsân sırası geldikçe îzâh olunmuştur. Kemâ fi’s-sâbık bu makâma münâsib âdâb ve mülâhaza üzere ve feyz’in Kemâlât-ı Ulu’l-Azm’ın mebdei ve menşei olan Zât-ı Pâk-ı Sübhâniye’den heyêt-i vahdâniyye üzerine vurûd ve nüzûlünü mülâhaza ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve mustegrak ve mutevakkıf olur.

Ders 12: Murâkaba-i hakîkatü’l-Kabetü’l-Muazzama

Estâizu billah. (ولله يسجد ما في السماوات وما في الارض), (الم ترا ان الله يسجدو له من في السماوات ومن في الارض), (و ان من شيء الا يسبه بحمده) bu derse de kendini âlem-i lâhutta Kâbe-i Muazzama hakikati dâiresinde bu makâm-ı muallâya kabul olduğunu ve bu makâm ehline ihsân olunan Feyz kendine dahi ihsân buyu-rulmakta olduğunu muhkem îtikâd ve mülâhaza ile ve bu ni’met-i uzmâya hamd ve şükr ile bu Feyz’in heyet-i vahdaniyyesine vürûd ve nuzûlünü tahayyül ve intizâr ve devâm ve izdiyâdını recâ ve niyâz üzere bulunarak âdâb-ı sâbık vechiyle zikr ve murâkaba vazifelerine meşgul ve ila mâşâ Allahu Teâla mahv u mustagrak olur. Bu derste menşe-i feyz yâni bu mâkamda salike Feyz hazret-i Zât-ı Ulûhiyyete hâs olan azamet ve kibriyâ sürâdikatı-nın yani hicâblarının mebde-i müntehâsı Kâbe-i Muazzama’nın hakîkati ve cemî mevcûdâtın mescûdu yani bütün kâinatın alel-itlâk secdesi kendine hâs ve vâkî ve ancak secde olunmaya lâyık ve müstehâk olan Zât-ı Pâk-i Sübhânî’den gelir. Bu derste menşe-i Feyz bu veçhile mülahaza olunacaktır. Mevrîd-i Feyz kemâ fî’s-sâbık sâlikin heyet-i vahdaniyyesidir ki buna vucûd-ı mevhûb dahi ıtlak olunur. Sâlikin sa’yi zikr ve murâkabesi şu mülâhaza ve îtikâd ve intizâr ve niyâz üzere olursa vâfî-i Feyz ve terakkîye nâil olur. Ve’l-Tevfîk mine’llahi Teâl.

Ders 13: Murâkaba-i hakîkatü’l-Kura-nü’l-mecîd

(ليس كمثله شئ) âyet-i kerimesini tilâvet ve tedbirle sâlik kendinin âlem-i lâhut’ta hakîkatü’l-Kurâ-nü’l-azîmu’şşân dairesine kabul buyurulduğunu îtikâd üzere bulunarak kelime-i tevhîd zikrini ik­mâl eder. Sâlik murâkabaya şu vecihle duracaktır: Hakîkatü’l-Kur’ânu’l-Mecîd’in mebdei ve menşei olan Zât-ı Pâk-ı Subhânî’ nin vüsât-i lâ-misâliyyesinden Feyz heyet-i vahdaniyyesine vârid ve nâzil olduğunu tahayyül ve intizârda devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve müstegrak olup kalacaktır.

Ders 14: Murâkaba-i hakîkat-ı salât

Sâlikin kendini Âlem-i Lâhût’ta hakîkatu’s-salât dâiresinde mülâhaza ve îtikâd üzere Tevhîd vazîfesini îfâ eder. Murâkabeye dahi şu mulâhaza ve îtikâd ile berâber hakîkatü’s-salât’ın menşei olan Zât-ı Ulûhiyyet’ in kemâl-i vüs’at ve tenezzüh-i lâ-misliyyesinden Feyz’in heyet-i vahdâniyyesine vurûd ve nüzûlünü müşâhede eder gibi tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv u müstegrâk bulunacaktır.

*Bundan evvelki dersler bu dersin cüzleri mesâbe­sindedir. Bu ders onları câmîdir. Binâenaleyh bu dersin feyzi ve bereketi o nisbette vâfî ve mühim olduğunu bilip ona göre devam ve ihtimâm etme­li…. Vesselâm.

Ders 15: Murâkaba-i mâbûdiyyet-i sırf

Sâlik kendini âlem-i lâhût’ta Mâbûdiyyet-i Mahsâ dâiresinde bilip bu mulâhaza ve bu îtikâd üzere bulunacak, velâ-ekal 5000 kelime-i tevhîd oku­yacaktır. Murâkaba vazîfesini de bu mulâhaza ve îtikad ile beraber Mâbûd-ı bil’-Hakkın Zât-ı Pâk-ı Subhâniye’sinden Feyz’in heyet-i vahdâniyyesine, vücûd-ı mevhûbuna vurûd ve nüzûlünü mülahaza ve müşâhede ediyor gibi tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temenni ve niyâzda ilâ mâşa Allahu Teâlâ mahv u mustegrak olup kalacaktır. Ve minellahi’t-tevfîk.

*Mâbûdiyet-i sırf dâiresi demek, sâir murâkabalar ve dâireler gibi bu dahi ancak kulların hâlikları Hak Subhânehu ve Teâlâ hazretlerine tekarrubları ve tekarrublarının derecât ve merâtibi bilmek için taayyün ve îtibâr olunan merâtib-i subhâniyye’den bir mertebedir.

Ders 16: Murâkaba-i hakîkat-ı İbrâhimiyye

Kâle Allahu azze ve celle (والتخذ الله إبراهيم خليلاً). Bu makâm-ı halîliyye makâmıdır. Ve hakîkatü’l-İbrâ-himiyye diye makâm-ı hullete ıtlak ediyorlar. Sâlik âdâb-ı sâlife veçhile kendini âlem-i lâhût’ta, hakîkatü’l-İbrâhimiyye dâiresinde tahayyül ve îtikâd edip tevhidini ikmâle cid ve ihtimâm edecektir. Murâkabeye bu mülahaza ve îtikâd ile berâber hakikat-i İbrâhimiyye’nin menşei olan Zât-ı Akdes’ten Feyz’in heyet-i vahdaniyyesine vurûd ve nüzûlunu tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve mustegrâk olacaktır.

Ders 17: Murâkaba-i hakîkat-ı Mûseviyye

Sâlik âdâb-ı sâlife veçhile kendini âlem-i lâhutta hakikat-ı Mûseviyye dâiresinde tahayyül ve itikad edip tevhidini ikmâle cid ve ihtimâm edecektir. Murâkabaya bu mülahaza ve itikad ile beraber hakikat-i Mûseviyye’nin menşei olan Zât-ı Pâk-i Subhanî’den Feyz’in heyet-i vahdaniyyesine vurûd ve nüzûlunu tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve mustegrâk olacaktır.

Ders 18: Murâkaba-i hakîkat-ı Muham­mediyye

Sâlik âdâb-ı sâlife vechile kendini âlem-i lâhût’ta hakîkat-ı Muhammediyye dâiresinde tahayyül ve îtikâd edip tevhîdini ikmâle cid ve ihtimâm edecektir. Murâkabaya bu mulâhaza ve îtikâd ile berâber Hakîkat-ı Muhammediyye’nin menşei olan Zât-ı Pâk-i Subhânî’den Feyz’in heyet-i vahdâniyyesine vurûd ve nuzûlünü tahayyül ve intizârda devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ murâkıb ve mahv u müs­tegrâk olacaktır.

Ders 19: Murâkaba-i hakîkat-ı Ahmediyye

Sâlik âdâb-i sâlife veçhile kendini âlem-i lâhutta hakikat-ı ahmediyye dâiresinde tahayyül ve itikad edip tevhidini ikmale cid ve ihtimâm edecektir. Murâkabaya bu mülahaza ve itikad ile beraber hakikat-ı ahmediyyenin menşei olan Zât-ı Pâk-i Subhânî’den Feyz’in heyet-i vahdâniyyesine vurûd ve nüzûlunu tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve mustegrâk olacaktır.

Ders 20: Murakaba-i hubb-ı sırf

Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbabtü en u’refe. (وما خلقت الجن والانس الا ليعبدون) Ey li ya’rifûn. Cenâb-ı Hak kendisini bildirmek ve sevdirmek murad etti. Kendisini bilecek ve sevecekleri halk etti. ‘Fe ka-baztü kabzaten min nûrî fekultu kün Muhammeden fe kân… ila âhir’. Hadis-i şerifin manası: ‘Ben kendimi sevdirmek murad ettim. Mahbublarımın başında habibime nûrumdan ol dedim oldu’. Sâlik bu derste de âdâb-ı sâlife vechile kendini âlem-i lâhutta hubb-ı sırf dâiresinde tahayyül ve itikad edip Tevhidini ikmale cid ve ihtimam edecektir. Murâkabeye bu mülahaza ve itikad ile beraber hubb-ı sırfın menşei olan Zât-ı Pâk-i Subhânî’den Feyz’in heyet-i vahdaniyyesine vurûd ve nüzûlunu tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve mustegrâk olup kalacaktır.

Ders 21: Murâkaba-i lâ-taayyün

‘Kânelalhu velem yekun maahu şeyun’. Sâlik adab-ı sâlife veçhile kendini âlem-i lâhutta La-taayyün dairesinde tahayyul ve itikad edip tevhidini ikmale cid ve ihtimam edecektir. Murâkabaye bu mülaha­za ve itikad ile beraber bilcümle taayyün, tealluk, takyid ve tekayyuddan münezzeh olan Zât-i Pâk-i Subhânî’den Feyz’in heyet-i vahdaniyyesine, vucûd-i mevhûbuna vurûd ve nüzûlunu tahayyül ve intizârda ve devâm ve izdiyâdını temennâ ve niyâzda ilâ mâşâ Allahu Teâlâ mahv ve mustegrâk olup kalacaktır.

 

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.