ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİNDE MEVLÂNÂ’NIN ROLÜ – Âmil ÇELEBİOĞLU

A+
A-

ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİNDE MEVLÂNÂ’NIN ROLÜ

Prof.Dr. Âmil ÇELEBİOĞLU

Mevlânâ’nın yaşadığı devirde, yani XIII. asırda, sadece Anadolu değil bütünüyle İslâm âlemi, Moğol istilâsı ve zulmü dolayısıyla maddî olarak mustarip olduğu kadar bilhassa Selçuklu Türkiye’si, Kalenderi, Hayderi, Babaîi vs. gibi muhtelif Haricî, Rafizî, Bâtınî tarikatler, mezhepler mücadelesi ve tehlikesiyle de çalkalanmakta, aynı zamanda manen de ıstırap çekmekteydi. Herhalde Haçlı seferlerinin hatıraları dahi unutulmuş olmamalıdır ki Mevlânâ’nın:

Kudüs’e benzeyen gönlünde domuz görürsen bil ki Kudüs’ünü Frenk ele geçirmiştir”ii benzeri ifadelerinde, bu hususun izlerini tespit edebiliyoruz.

Mevlânâ, Moğolların ve Bâtınî cereyanların meydana getirdiği her iki yangına, her iki sele de sed ve bend teşkil etmeye çalışmış, Sünnî ve Hanefî bir îman, tefekkür ve heyecanla İslâm’ın özünün müdafii, ruhî çöküntülere, za’fa, gevşeklik ve her türlü ümitsizliğe karşı tükenmez bir teselli ve güç kaynağı olmuştur. Onun bu hususiyeti yalnızca kendi sağlığı ve asrıyla sınırlı kalmamıştır. Her devirde ve dünya çapında tesirleri devam ettiği kadar, istikbâlde dahi bu tesirlerin devam edeceği tahmin edilebilir.

XIII. yüzyılda Anadolu’da, Konya ve çevresinde, nüfusun ekseriyeti Türk ve Müslüman olmakla beraberiii muhtelif kavimler, Hıristiyanlar, az da olsa Yahûdîler, müşrik ve Şaman Moğollar yaşamaktaydı. Bunların Türkleşmesinde, aynı zamanda İslâmlaşmasında Mevlânâ, bir mıknatıs gibi merkez teşkil edip zengin-fakir, devlet ricali- ayak takımı-esnaf, Müslüman, Hıristiyan her seviyeden insanları çevresinde cezbetmiş, sadece sözüyle değil bizzat nefsinde yaşadığı haliyle de tesirini artırmıştır. Başarısında, bilgisinin, belagatının, girift meseleleri basitleştirmesinin, muhataplarının seviyesine göre hitap etmesinin, ilmî, tasavvufî, dinî yorumlarının, kuvvetli mantıkî kıyaslarının yanında Mü’min-kâfir, küçük-büyük, kadın-erkek demeden herkese müsamaha ile bakmasının, bilhassa âcizlere, düşkünlere, yoksullara, hak sahiplerine merhametli ve yardımcı olmasının, büyük bir tevazu ile davranmasının rolü büyüktür. Başka bir ifadeyle Mevlânâ’nın bu yöndeki muvaffakiyetinin sırrı, onun Peygamber sünnetini, İslâm ahlâkını yaşamış, Hakk’ın en şerefli mahluku olan insana her halükârda değer vermiş, hiç bir şart altında onu hor ve hakir görmemiş, yalnız insanlara değil hayvanlara bile muhabbet ve merhametle bakabilmiş, muamele edebilmiş olmasındadır. Bu hususları, bazı görüşlerini, gaye ve karakterini yer yer kendi dilinden de açıkça tespit etmek mümkün olmaktadır:

Benim bir huyum var, kimsenin benden incinmesini istemiyorum. Sema ederken bazı kimseler bana çarpıyor ve yarandan bazısı, onların bu hareketine manî oluyorlar; işte bu benim hiç hoşuma gitmiyor ve yüz kere: ‘Benim yüzümden hiç kimseye bir şey demeyin!’ dedim. Ben buna razıyım, yanıma gelen yârânın sıkılmaması, üzülmemesi için o kadar gönül almağa çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum. Yoksa ben nerede, şiir söylemek nerede!”iv

İpi yapanın ayrı, çadır direğini yapan marangozun ayrı, kazık yapanın ayrı, çadır bezini dokuyan dokumacının ayrı ve çadırda oturup eğlenen, içen velîlerin ise ayrı bir teşbihi vardır. İşte bu topluluk bizim yanımıza geliyor. Eğer susacak olursak incinirler. Bir şey söylesek, onlara göre söylemek lâzım geldiğinden, o zaman da biz inciniriz. Çünkü gidip: ‘Bizden sıkıldı, usandı ve bizden kaçıyor’ diye dedikodu ederler.”v

Biz de sözü herkesin anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz. Çünkü Peygamber: ‘İnsanlarla, onların akılları nispetinde konuş’ buyurmuştur”vi

Hz. Osman, “Sizin için faal îmanı olmak, çok söyleyen bir îman olmaktan daha hayırlıdır” buyurdu. Bunu doğru söylemiştir. Çünkü söz söylemekten maksat bir fayda vermek, kalbe tesir etmek, ahlâkı değiştirmek ve incelikler göstermektir”vii.

“Yine bir gün, Hudâvendigâr hazretleri, bir mahalleden geçerken çocuklar yere kapanıyorlardı. O çocuklardan biri su dökmekle meşguldü. O: “Hudâvendigâr sabret, ben de gelip elini öpeyim” dedi. Hudâvendigâr hazretleri, o boşalıp gelinceye ve elini öpmek şerefine nail oluncaya kadar bekledi. Hudâvendigâr’ın yüksek ve alçak tabakadan insanlar hakkındaki güzel huyunu buna göre değerlendirmek gerekir”viii.

“Yine o Hazretin, övülen huylarından biri de şu idi: Herkese, çocuklara ve dul kadınlara alçak gönüllülük gösterir, kendini küçültür ve onlara dualar ederdi. Kendi önünde secde edenlere kâfir de olsa secde ederdi. Bir gün Taniel adında bir Ermeni kasabı Mevlânâ’ya rastladı. Onun önünde yedi defa baş koydu. Mevlânâ da kasabın önünde baş koydu”ix.

Hiç bir kâfire hor bakmayın; çünkü o, Müslüman olarak ölebilir.”

Cenab-ı Hak, fâsık ve putperest olsan da beni çağırınca sana icabet ederim buyurdu”x

Biliyorum karışık bir zamandayız… Fitne ateşini de hayır suyundan başka bir şey söndürmez”xi

“Sultan Veled buyurdu ki bir gün babam bana: “Bahaeddin, senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur. Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi dilden de gönle yol vardır. Tanrı’nın sevgisini de O’nun aziz olan isimleriyle elde etmek mümkündür.”xii

“İlâhî dost Şihâbeddin-i Gûyende de bir eşeğe binmişti. Birdenbire onun bindiği eşek anırmağa başladı. Şihâbeddin hiddetinden eşeğin başına birkaç defa vurdu. Onu gören Mevlânâ: ‘Seni taşıdığı, sen binici o da taşıyıcı olduğu için şükredecek yerde, bu biçare hayvanı niçin dövüyorsun? Tanrı göstermesin, eğer iş aksine olsaydı, o zaman ne yapacaktın? O yalnız iki şey için anırır: Ya boğaz derdinden veya cinsî yaklaşma arzusundan. Bunda ise bütün canlı varlıklar müşterektir. Hepsi bu iki işi düşünür ve heves tohumunu bunun için ekerler. O halde herkesin kafasına vurmak ve herkesin kafasına kakmak lâzımdır’ dedi. Şihâbeddin, yaptığına pişman olup eşekten aşağı indi, eşeğin tırnaklarını öpüp okşadı.”xiii

Anadolu’nun Türkleşmesinde, İslâmlaşmasında âlim, mürşid, mutasavvıf ve bir Hak şairi olarak büyük bir tesiri ve rolü olan Mevlânâ’nın, Türk kelimesini kullanışına, Türkler hakkındaki görüşlerine ve kendisinin Türklüğüne dair kısaca temas etmek istiyoruz.

Mevlânâ’nın bütün eserlerinde doğrudan doğruya Türk kelimesi çok geçtiği gibi Bulgar, Çiğil, Hıtay, Kıpçak, Katu, Oğuz, Taraz, Türkmen ve Yağma misâli Türk boy adları da zikredilmiştir. Kavim haricinde bunlar yer yer, “sevgili, güzel, parlak, gündüz, beyaz savaşçı” vs. gibi mecazî mânâlarda kullanılmış olsalar bile herhalde Türk kelimesinin dikkat çekecek kadar fazla kullanılmış olmasının da bir mânâ ifade etmesi gerektiği kanâatine katılıyoruzxiv. Hatta bu mânâdaki diğer kelimelerle birlikte Türk sözünün, Fars, Arap ve diğerlerinden daha ziyade geçtiğini tahmin ediyoruz. Örneklerden de anlaşılacağı üzere bazen da bu kelime, hem kavim karşılığında hem de mecazî mânâlarda kullanılmıştır denebilir:

“Gökyüzü Türk’ü, öküz burcunu kovmaya koştu; sefere gidiyorum diye dünyaya bağırdı”xv.

“Neşe Türküyle gam Hindûsu, o yandan bu yana gelir gider; gelip gitmeleri daimîdir de yol ortada yoktur, belirmez de”xvi.

“A kara yüzlü tabiat, yürü gene Hind diyarına git. A Türk’e benzeyen aşk, at sür, Cend şehrine yürü!”xvii.

“Aşk Türk’ü, bir solukcağız, ortadan vasıtayı kaldırsaydı da önüne gelip otursaydı, “Ey Çelebi, kimsin?” deseydi”xviii.

“Ezel sarhoşu oldun mu ebed kılıcını al, bir Hind’liye benzeyen varlığı Türkçe’sine yağmaya koyul”xix.

Aynı zamanda bu beyitte, eski Türklerde ziyafet sonrası uygulanan yağma âdetine de telmihte bulunulmuştur.

“Hindlilerin arasındaki Türk, gece içinde bir gündüzdür âdeta. Geceleyin gürültüyü bırak, çünkü o Türk çadıra girdi artık”xx.

“Bahar çağı, bütün Türkler, yaylaya yüz tutmuş, varlarını-yoklarını kışlaktan yaylağa taşıma zamanı gelip çattı”xxi.

“Ama Türk ilinden, Rum ülkesinden olup da çocukluğunda tutsak edilerek Zengibar’a götürülen kişinin yüzündeki karalık zenciliğinden değildir”xxii.

“O Hıta Türkü’nün saçından gelen koku, ne Tatar diyarındaki miskte var, ne laden anberinde”xxiii. Çok kere Rum, Anadolu, bir evvelki örnek de görüleceği üzere Rum ülkesi, Türk ili; Rûmî de Anadolulu, yani Türk karşılığında olup Hıta veya Hoten de Türkistan, bazen Moğolistan mânâsındadır.

“Hamdolsun Allah’a, ay gibi bir Türk’e kulum ben. Öylesine güzel ki gökyüzü güzelleri bile güzelliği ondan elde etmişlerxxiv.

“A padişah, Türk’sün sen, ne diye yabancı gibi duruyorsun? Dünyanın canısın sen, neden hastasın?”xxv.

Türk ve Terzi hikâyesinde olduğu gibixxvi Türk sözüyle bazen da Moğol kastedilerek “kaba, görgüsüz, anlayışsız” vs. gibi menfî nitelendirmelerle karşılaşmak mümkünse de kavim olarak müspet değerlendirmeler de az değildir.

“Türk ona derler ki köy, onun korkusundan haraçtan emin olsun. Türk ona demezler ki tamahından her kutsuzun sillesini yer durur”xxvii.

“Gece geçti gitti de başımızdan gecenler bitmedi. Anlatamadık onları, tamamlanmadı, fakat çaresiz tamamlamamız, hepsini bir bir anlatmamız gerek…

Fakat neredeyse tamamlandı-tamamlanacak gibi görünüyor. Hani Türk de yol soran yolcuya ahancık (işte) der ya, tıpkı onun gibi.

Türk’ün ahancık (işte) demesinden maksadı ne? Yolun bitmek üzere olduğunu, varılacak yerin yaklaştığını anlatarak sana hız vermek, güç-kuvvet vermek.

Madem ki yol alınacak, durmak ölümdür sana. Bu böyleyken artık seni, “Gel, gir otağa” diye nasıl konuklayabilir?

Öylesine bir mürüvvet sahibidir ki canını bile esirgemez senden. Fakat tuttu da seni yoldan alıkoydu mu belâlara uğradın gitti.

Türk hakkında kötü bir zanna kapılma, onu töhmet altına alma, Hindu gibi inada düşme, yürü ey yol arkadaşı, koş!”xxviii. Ayrıca:

“Ben Türk’üm, sarhoşum, Türkçe’sine silâh kuşandım, köye girdim de köy ağasına dedim ki esenlik sana”xxix.

Veya:

Yabancı tutmayın beni, bu köydenim ben.

Sizin köyünüzde evimi arıyorum ben.

Düşman yüzlüysem de düşman değilim,

Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür”xxx

gibi mısralarından Mevlânâ’nın Türklüğü, yahut:

“Arkadaşların ileri gelenleri (Tanrı onların kadrini yüceltsin) şöyle rivayet ettiler ki: Bir gün Mevlânâ hazretleri, gerçeklerin gerçekliğini (Hakikati) ve gizli sırları açıklamada coşmuştu. Tam o sırada: “Yüce Tanrı’nın Rum halkı hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddîk-ı Ekber’in duasıyla da bu halk bütün ümmetin en merhamete lâyık olanıdır. En iyi ülke de Rum ülkesidir. Fakat bu diyarın insanları, Mülk sahibinin (Cenab-ı Hakk’ın) aşk âleminden ve derûnî zevkten çok habersizler. Müsebbibi’l-esbab (Allah) (şanı aziz olsun ve saltanatı yücelsin) hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik âleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Rum vilâyetine çekip getirdi. Haleflerimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki ledünnî iksirimizden, onların bakır gibi olan vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya, irfan âleminin mahremi ve dünya ariflerinin hemdemi olsunlar” buyurdu.

Nitekim demiştir: Şiir:

Beni Horasan’dan çekip Rumların içine getirdin ki onlarla haşir-neşir olup hoş bir mezhep vücuda getireyim.”

Onların hiç bir surette doğru yola meyletmediklerini ve İlâhî sırlardan mahrum kaldıklarını görünce insanların tabiatına uygun düşen şiir ve sema yolu ile o mânâları onlara lâyık gördük. Çünkü Rum halkı, zevk ehli ve şirin sözlüdür. Meselâ bir çocuk hasta olur ve tabibin verdiği ilâçtan nefret edip mutlaka şerbet isterse hazık doktor ilâcı, bir şerbet testisine koymak suretiyle çocuğa verir. Çocuk onu, şerbet zannıyla seve seve içer, dertlerinden kurtulur, sıhhat bulur ve onun bozulmuş olan mizacı düzelir.”xxxi

sözleriyle en azından Türklüğü benimsediği, Türkleştiği söylenebilir. Yukarıdaki satırlarda görüldüğü üzere Mevlânâ, sadece Türkleri ve Anadolu’yu övmekle kalmamış, Horasan’dan gelişlerini, bu halkı irşad için İlâhî bir vazife; şiir ve semayı sırf çevresinin mizacına uygun düşmekle irşadda bir vasıta olarak telakki ettiğini belirtmiştir.

Netice olarak o günün şartları ve telakkileri de hatırlanırsa Mevlânâ’nın Türk olup olmaması kanâatimizce hiç de mühim değildir. Cihanşumüllüğü yanında o, her şeyden önce bizimdir. Bizde yaşamış olmakla, mezarı bizde, aynı zamanda gönlümüzde bulunmakla, hemen her devirde kültür ve edebiyatımıza kaynaklık etmekle dili, hangi dil olursa olsun MevlânâTürk’tür.

Ayrıca bu hususu, merhum hocamız Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan (1898-1978)ın bir hatırası, veciz bir şekilde yansıtmaktadır:

“… İki konferans vermek üzere İran’a gitmiştim. Şîraz’da oranın en mutena oteli Park-ı Sa’dî’de bir akşam yemeği ziyafetinde Şîraz’ın belli başlı ilim adamları ile görüştüm. Sohbet esnasında bir zat, Mevlânâ hangi millete mensuptur? Sizin bu husustaki kanaatiniz nedir? diye sordu.

Şöyle cevap verdim:

Mevlânâ’nın yetiştiği saha, bir çok ırkların beraber yaşadığı bir muhittir. Ancak galip ırk Türk ırkıdır. Dilinin Farsça olması bir şey ifade etmez. Çünkü Farsça, Şarkın (İslâm âleminin) umumî edebiyat dili idi. Türk hanedanlarının kurdukları devletlerde resmî dil de Farsça idi. Mevlânâ’nın dili Farsça idi, ama şiirin ruhu ve bünyesi İran edebiyatı sisteminde değildi. O devirde Müslümanlık bütün ırk farklarını ortadan kaldırmıştı. Irken Türk oldukları halde Farisî ile şiir yazan şairler o kadar çoktur ki… Onların hepsini İran ırkına mensup göstermek imkânsızdır.

Siz Mevlânâ’ya Mevlevi diyorsunuz. Mevlevi, bir mânâda Mevlâ’ya mensup demektir. Mevlâ’da ırk aranmaz! Bana kalırsa, biz İranlı veya Türk olduğu için değil, hepimiz insan olduğumuz için onunla iftihar ederiz. Zaten o beşeriyetin malı olmuştur.”xxxii.

İkinci bir hatıra da arkadaşımız Prof. Dr. Kemâl Yavuz’la ilgilidir.

Erzurum’da, 1985 Aralık’ında Atatürk Üniversitesi’nde tertip edilen Hz. Mevlânâ’yı anma töreninde, davetliler arasında bulunan Erzurum İran konsolosunun, yanında oturmakta olan Prof. Dr. Kemâl Yavuz’a, “Siz Mevlânâ için Türk diyorsunuz ama eserleri Türkçe değil ki nasıl olur?” suali üzerine Prof. Dr. Kemâl Yavuz, “Evet, Yavuz Sultan Selim’in de dîvanı Farsça’dır, öyleyse onun da Türk padişahı değil, İran şahı olması gerekir” karşılığını vermiştir.

Mevlânâ’nın en yakın çevresinde Türkler bulunmaktadır. Meselâ bunlardan, Tebrizli Şemseddin ve Yağıbasanoğlu Kuyumcu Selâhaddin Türk’türxxxiii.

Tebrizli Şems, Türklerin padişahıdır. Padişah çadırda değil şimdi, yürü ovaya git.”xxxiv beyti, Mevlânâ’nın bir bakıma mürşidi, can dostu olan Tebrizli Şems’in Türklüğüne işaret olarak alınabileceği gibi Tebriz’de Türklerin çok olması ve oradan Konya’ya bir hayli tacirin gelip yerleşmesi de bu hususu teyid edebilirxxxv.

Mevlânâ’nın bir özelliği de İslâm’ın özü olan tevhid akidesine bağlı olarak çevresini, bütün halkı, beşeriyeti daima birliğe, birleşmeye, uzlaşmaya, anlaşmaya, sulha ve sevgiye; bunlar için de müsamahaya, affediciliğe bıkmadan, usanmadan çağırmış olmasıdır.

Türk daima Türklükte bulunur, Tacik Tâciklikte. Bense bir an gelir Türk olurum; bir an olur Tâciklik ederim”xxxvi.

Konuştuğun bir râfızî ise Ali’nin lütfundan dem vur; Sünniyse Ömer’in adaletinden söz et”xxxvii.

A Hâşimî yüzlü, Türk başlı, Deylem’li saçlı, çene topağı Rum ülkesi halkının çene topağına benzeyen dost!.”xxxviii

gibi beyitleri onun bu yönünü dahi açıklamaktadır.

“Mevlânâ’nın zuhuru her tarafa yayılınca Buhara’nın ve Deşt’in bilginleri ve şeyhleri, ardı arası kesilmeden Rum’a geliyor, Hazret-i Mevlânâ’yı ziyarette bulunuyor ve mânâlar denizinden, inciler elde ediyorlardı. Derler ki bir gün Buhara ve Semerkand’dan yirmi kişi gelip mürid oldu ve Konya’ya yerleşti”xxxix.

“Âşıkların aşkı ve şevki ile dünyanın her tarafı doldu. Aşağı ve yüksek tabakadan insanlar, kuvvetliler, zayıflar, fakihler, bilginler ve cahiller, Müslümanlar ve kâfirler, her mezhepten kimseler ve tarikatçılar hep Mevlânâ’ya yöneldiler”xl.

Böylece onun Anadolu’yu Türkleştirmedeki, aynı zamanda İslâmlaştırmadaki rolü, kanâatimizce tahmin edilenden fazla olmalıdır. Menâkıbü’l-Ârifîn’de, muhtemelen on sekiz bin âleme de telmihen (nitekim Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin, bizzat eliyle yazdığı ilk on sekiz beyti de aynı şekilde tefsir edilir) on sekiz bin kâfiri Müslüman ettiği rivayet edilmesi, mübalağalı görülse bile asırlardır bu yönde devam eden tesirler; bilhassa Anadolu haricindeki, Rodos, Girit, Balkanlar ve benzeri yerlerdeki Mevlevi tekkelerinin ihtida vasıtası olduktan da dikkate alınırsa bu tesirin ehemmiyeti daha iyi tebarüz eder.

Mevlânâ:

Aşkla her şey değişir Aşk, Ermeni’yi bile Türk yapıverir.”xli derken Türk ile aynı zamanda Müslüman’ı ifade etmektedir. Nitekim daha sonraki yüzyıllarda Avrupa’da İslâm karşılığında Türk sözü de benimsenmiştir. “Osmanlılar zaten Fransa’da, Osmanlılar olarak değil de Türkler olarak tanınmaktaydılar. İslâm âleminin başında bulunmalarından dolayı da gündelik dilde, Türk kelimesinin kullanılması Müslüman kelimesi yerine tercih edilen bir eşanlamlı kelime olmuştur. Aynı şekilde, Osmanlı padişahı da ‘Büyük Türk’ diye adlandırılmakta, “Müslümanlığı kabul etmek” tabiri yerine de ‘Türk olmak’ tabiri kullanılmaktadır.”xlii. Hatta bugün bile Balkanlar’da, Müslüman olan kişi için “Türk oldu” denilmektedir.

Nihayet günümüzde de Mevlânâ, doğudan, batıdan, dünyanın her tarafında nicelerini hidayete erdirmektedir. Bizce dikkat çeken tarafı, Mevlânâ vasıtasıyla Müslüman olanlar, şahsî müşahedelerimize göre İranlı veya Arap olmamakta, daha çok Türkleşmektedirler.

Mevlânâ, Moğollardan, Türklerin aksine hoşlanmaz. Böyle olmasını da tabiî görmek icab eder.

“Devamlı Türk göçleriyle tamamen Türkleşen, Selçuklu Türkiye’si döneminde, 1192-1256 yılları arasında birliğini ve merkezîleşmesini tamamlayan Anadolu, Avrupa ile Asya arasında en büyük mübadele yolu olmuştur. Bu sebepten dolayı, X1H asırda memleketimiz çok zenginleşmiş, bütün yollan hanlarla ve kervansaraylarla süslenmiş, zengin ve mamur şehirler kurulmuş ve şehirlerimiz de her cinsten âbidelerle donatılmıştır. Bu servet ve refahın neticesi olarak memlekette ilim ve edebiyat hayati canlanmış ve İslâm dünyasının her tarafından bir çok âlimler ve edipler, Anadolu’ya geldiği gibi bizzat memleketimizde de mühim ilim ve edebiyat adanılan yetişmiştir.

Moğol istilası, bütün İslâm dünyası gibi Anadolu için de bir felâket olmuştur. İstila bilhassa Anadolu’nun şark tarafında mühim tahribat yapmış, büyük ve mamur şehirlerden bir kısmını viraneye çevirmiş ve o havalideki halkın mahvına veya öteye beriye dağılmasına sebep olmuştur. Moğollar evvelâ Anadolu sultanlığını müstakil bırakarak yalnız kendilerine bir miktar vergi verir bir vaziyette tutmuşlarsa da sonraları siyasî müdahalelere başlamışlar ve ilk önce nüfuzları ve sonra da himayeleri altına alarak yavaş yavaş tâbi devlet haline getirmişler, bir taraftan Selçuklu şehzadelerini birbirlerine rakip çıkarıp memleketi aralarında taksim ederek, diğer taraftan devletin erkân ve ümerasını, kendilerine bağlı adamlardan seçerek devletimizi içinden çürütmeye çalıştıkları gibi, yavaş yavaş ordumuzu da inhilâl ettirip dağıtarak yerine Moğol askeri ikame etmeğe başlamışlar ve nihayet sultanları azil ve tayin edecek bir durum elde etmişler ve daha sonra XIV. asrın başında saltanatı büsbütün ortadan kaldırmışlardır.

Bir taraftan Moğol işgal kuvvetlerinin halkımıza yaptıkları itisaflar (yolsuzluklar, haksızlıklar), diğer taraftan Moğolların Anadolu’ya getirdikleri ekserisi İranlı olan yabancı memurların irtikâp ve ihtilasları, Anadolu’da sükun ve asayişi bozmuş, şehirlerdeki iktisadî ve içtimaî ahengi altüst etmiş ve bu yüzden pek çok âlimler ve zenginler, Suriye’ye ve Mısır’a hicret etmişlerdir. Bu istilanın verdiği içtimaî sefalet, Anadolu’nun yalnız servet ve kültür bakımından inhitatına sebep olmamıştır; aynı zamanda içtimaî teşekkül bakımından da çürümesine yol açmıştır. Fethin başlangıcından beri Anadolu’da teşekkül etmiş olan asilzade “sınıfı mahvolmuş, şehirlerdeki büyük aileler dağılmış, ordu inhilâl etmiş ve bu suretle Anadolu’ya yeniden bir birlik verecek kuvvetler ortadan kalkmıştır”xliii.

Bir çok göçlere de sebep olduğu gibi babası Sultanü’l-Ulema Bahaüddin Veled’in de Belh’den Konya’ya gelmesinde Moğol istilasının da muhtemelen tesiri olmakla ayrıca Mevlânâ, asrını dolduran hayatıyla bilhassa Anadolu sultanlığının kemâl ve zevalini bizzat içinde yaşamakla devamlı olarak Moğolları tenkid etmiş, daha doğrusu Türkleşmeyen, Müslümanlaşmayan Moğolları, çeşitli menfî sıfatlarla nitelendirmiştir:

Şehir tezeğe tapanlarla doldu”xliv derken Moğollara telmihte bulunulmaktadır.

Yaşlılara hürmet, Mustafa’nın sünnetlerindendir. Aşağılık kişilerin hükmettiği bu devirdeyse halk, yaşlıları iki yerde öne geçirir. Ya ateş gibi yemeğe buyur derler, yahut bakımsızlıktan yıkılacak dereceye gelen köprüde ileri sürerler”xlvbeyitlerinde de yine “Aşağılık kişiler”le Moğollar kastedilmiştir.

Tatar askerinin dünyaya saldığı şu ateşin dumanından nicesin nasılsın?”xlvibeyti de onların, bütün İslâm âlemini yakıp yaktığını ifade etmektedir.

Aşağıdaki satırlarda da Moğolların münafıklığına, herhalde Müslümanları aldatmak veya onlara daha rahat hâkim olabilmek için Müslüman göründüklerine, her dâvanın bir şahidi ve delili olmak lâzım geldiğine, dedikleri gibi olmadıklarına, inandıkları gibi yaşamadıklarına küçük bir fıkrayla dikkatimiz çekilmektedir:

“(Biri): Tatarlar da kıyamete inanıyorlar ve: ‘Elbette bir sorgu-sual günü olacak’ diyorlar dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Yalan söylüyorlar. Kendilerini Müslümanlarla bir göstermek istiyorlar. Yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz demek istiyorlar. Deveye: ‘Nereden geliyorsun?’ diye sormuşlar, ‘Hamamdan geliyorum!’ karşılığını vermiş. ‘Ökçenden belli!’ demişler. Bunun için eğer onlar kıyamet gününe inanıyorlarsa bunun delili hani?”xlvii.

Tatar dünyayı savaşla yıkmış, kırıp dökmüştür. O, yağmacıdır, çapulcudur. İnsanı harap eden gam, keder gibidir:

“Tatar dünyayı savaşla yıktı ama yıkık yerde senin definen olur. Ne diye gönlümüzü sıkalım, ne diye daralalım?”

Dünya kırıldı-döküldü, sen de gönlü kırılmışların dostusun. Senin sarhoşun, nereden utanacak bu çeşit kırılmadan, dökülmeden?”xlviii.

“Tatara benzeyen gamın, kızar da yağmaya-çapula başlarsa, ben tıpkı otağ gibi aşkla, sabırla kemerimi kuşanmışım, ayak direr dururum”xlix.

“(Biri) dedi ki: Moğollar ilkönce buraya gelince çırçıplaktılar. Binek hayvanları öküzdü. Silâhları odundandı. Şimdi haşmet ve azamet sahibi oldular, karınlan doydu. En güzel Arap atlan ve en iyi silâhlar onların elinde bulunuyor. (Mevlânâ) buyurdu ki: Onların gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Tanrı yalvarmalarını kabul ve onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar muhteşem ve kuvvetli oldukları şu anda halkın (fakirliği), zayıflığı vasıtasıyla yüce Tanrı onları yok edecektir”l.

“Adalet, bir şeyi yerli yerine koymaktır.”li veya “Adalet, bir zalimin şerrini, bir mazlumdan gidermektir. İhsan, müstehak bir mahrumun elini tutmaktır”lii diyen Mevlânâ, bir mektubundaki “Bununla beraber bu duacı hakkındaki yardımınız padişahlığınız duyulduğundan duacınızı, şefaatçi yapıyorlar”liii satırlarından da anlaşılacağı üzere daha çok o, halkın isteği ve hakkın, adaletin tahakkuku için bazı idarecilere ve devlet ricaline ilgi göstermekte, zaman zaman onlara bu mahiyette mektuplar yazmaktadır.

Bir bakıma irşad ve tebliğ görevi yönünden sistemli ve yerinde olmak sarayla herkese karşı büyük bir müsamaha gösteren Mevlânâ’nın Moğol idarecilerine de ilgi göstermesini daha doğrusu, onların Mevlânâ’ya olan alâka, sevgi ve bağlılığını müsbet karşılamasını tabii telakki etmek icap eder. O:

Halk, Tatar (Moğol)dan kaçıyor, bizse Tatar’ı yaratana tapı kılalım.

Kaçmak için yüklerini, develere yüklediler. Bizim yükümüz yok ki, biz ne yapalım?

Halk kopup kaçıyor. Biz de dama çıkalım da halkın develerini sayalım bari!”livderken onlardan korkmadığını dile getirmektedir. Ayrıca daha önce de zikrettiğimiz gibi Mevlânâ’nın, oğlu Sultan Veled’e hitaben:

“Senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur. Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi dilden de gönle yol vardır.”lv şeklinde nasihati, onun, yer yer işaret ettiğimiz umumî tutumunu da izah etmektedir. Bu itibarla Mevlânâ’nın, hatta oğlu Sultan Veled’in, Moğol idarecilerine karşı sadece sempatileri olduğunu söylemek yanlıştır. Ancak mevcut ilgiyi, onların haksızlıklarını, halka zararlarını, zulümlerini engellemek veya asgarî hadde indirmek mânâsında değerlendirmek, dolayısıyla bu hususu bir hizmet olarak da kabul etmek mümkündür. Ayrıca bu nevi bir davranışla bir kısım Moğolların da Müslüman oldukları, Türkleştikleri unutulmamalıdır.

Mevlânâ’nın çevresini Türkleştirmesi derken, bu ifadeden aynı zamanda İslâmlaştırması mânâsına mefhum olarak yer yer Türk ile Müslüman müsaviliğine daha önce temas etmiştik. Başka bir cihetten de Türk ile İslâm münasebeti dikkat çekicidir. Nitekim: “Güney Rusya yolu ile Avrupa’ya akın eden Türk kabileleri Hıristiyan olmuşlar, İran üzerinden ön Asya’ya gelenler ise İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. Fakat bir kaynaktan çıkıp, iki ayrı istikamette seyreden bu kolların tâlii, birbirine tamamıyla zıt neticelere bağlanmıştır. Garbdekiler, bilhassa Frank kralı Büyük Karl’dan itibaren her şeyi Hıristiyanlık zaviyesinden görmeye başlayan Avrupa camiasında süratle eriyip kaybolurken, Yakın Şarka göç edenler bilâkis İslâmiyet’in, sırasıyla, taraftan, müdafii, kurtarıcısı ve bayraktan oldular. Görünüşe göre Türkler, Müslümanlıkta daha müsait bir gelişme imkânına ermiş bulunuyorlar…

Dünyevî hâkimiyetle kültürel himayenin paralel olarak inkişaf ettirilmesi sayesindedir ki İslâmlık tekrar canlanmış, yeni kıt’alarda bütün beşerî faaliyetin mihrak noktası haline gelerek milletlerin hayatında idare edici mevkie yükselmiştir. Türkler bu andan itibaren artık Müslümanlığın ayrılmaz bir üyesi olmuşlar, ondan aldıktan kuvvet sayesinde… daima muvaffak ve muzaffer olmuşlardır”lvi.

Bununla beraber her zaman olduğu gibi Türkler, Selçuklular ve Osmanlılar, Müslüman olmayanlara, bilhassa Hıristiyanlara karşı İslâm dîninin önde gelen ve aslî hususiyeti olan hoşgörüyü hiç değiştirmeden uygulamış… Ve herkes şahsî inançlarında alabildiğine hür kalmıştırlvii.

Selçukluların Sünnî akideyi uygulamalarına rağmen, halk içinde dînî idareye ve bazı dînî kurallara karşı muhtelif Bâtınî zümreler ve hareketli bir tasavvufî kültür ve hayat mevcut olmakla gerek inanç gerekse tesir halkasını genişletmek gibi usûl cihetinden Mevlânâ’nın, İslâm ve Sünnî akidenin sınırlarını zorladığını düşünmek tamamen yanlıştır. Onun gayesi, kâfiri, hatta Mü’mini, herkesi Hakk’a davettir. Hâlle, tavırla, sözle, nasihatle insanlara faydalı olmak, kalbe tesir etmek, kötü ahlâkı güzelleştirmek; kimseyi kırmadan gönüller almaya çalışmaktır. Bizzat şiire merakından değil çevresine tesir edebilmek için şiir söylemiştir. Yolu, Kur’an yolundan, Peygamber sünnetinden başka değildir:

Bir gün Mevlânâ hazretlerinden, ‘Yolunuz nedir?’ diye sordular. O da: De ki: İşte benim yolum, ben (insanları) Allah yoluna çağırıyorum, Ben de, bana katılıp uyanlar da basiret üzereyiz (hakikat ışığını apaçık görüyoruz)lviii dedi”lix.

“Tanrı’dan baş çektin-gittin amma bir yol bulabildin mi hiç? Yola gel sersemce kaybolup gitme”lx.

“Lokmaya, paraya-pula düşeceğine Tanrı’ya düşseydin, O’nu arasaydın mezarda, bir hendek kıyısında oturmuş görmezdin kendini.”lxi gibi sözlerle herkesi Hakk’a, İslâm’a, sulha davet eden, birleştirici, uzlaştırıcı vasıfları ile çevresini irşad eden Mevlânâ, diğer bir ifadeyle Anadolu’ya İslâmlaştırmadaki rolünü bilerek ve üstlendiği vazifenin ehemmiyetini idrak etmiş olarak:

Hakk’ın rahmetine mazhar olanlar, kurtulmuşlar(dır). Fakat lânetine uğrayanlar, tedaviye muhtaç hastalardır.

İşte biz, bu lânetlikleri rahmetlik yapmak için dünyaya geldik”lxii.

Güneş gibi herkese can vermeye, böylesine bir işte bulunmaya gelmişiz

Gamlılara eş-dost olalım, toprağa döşenenleri, gül gülistan haline getirelim. Bunun için gelmişiz biz.

Dünyanın bedenine, can nedir, gösterelim; gözleri aydın edelim diye gelmişiz

Altın gibi, bir kaç kişinin öz malı değiliz biz. Deniz gibiyiz, madeı gibiyiz; herkesin malıyız, herkesin mülkü.

Yeryüzü gibi yağma yurdu değiliz. Gökyüzü gibi eminiz, hoşuz biz

Hıristiyan gibi korkup duranlara, îman gibi aman vermeye gelmişiz biz

Kendine gel, sus; bunlardan da üstünüz; söze dile sığmayız biz”lxiii.

“Biz ayırmak için değil birleştirmek için geldik” derken o, devamlı olarak birliğe, bilhassa gönül birliğine çağırır:

“Beri gel beri, daha da beri. Niceye bir şu yol vuruculuk? Madem ki sen, bensin, ben de senim, niceye bir şu senlik, benlik?

Tanrı ışığıyız, Tanrı sırçası. Kendi kendimizle bunca savaşımız, bunca inatlaşmamız da ne? Aydınlık, aydınlıktan ne diye kaçar böyle?

Hepimiz de tek bir olgun kişiyiz; fakat neden böylesine şaşıyız ki’ Neden zengin yoksulları böyle hor görür ki?

Sağ el, ne diye kendi solunu hor görür ki? Her ikisi de madem ki senin elin; uğurlu ne demek, uğursuz ne demek?

Biz hepimiz aynı mayadanız. Aklımız da bir, başımız da. Fakat şu beli bükülmüş göğün altında iki görür olmuş-kalmışız: Şu beşten altıdan pılını-pırtını çek birlik bucağına. Niceye dek usûl boylu birlik ağacının yalnız sözünü edip duracaksın?

Hadi şu benlikten geç, herkesle karış, kaynaş. Kendine kaldıkça bir habbesin, bir zerresin ancak, fakat herkesle birleştin, kaynaşan mı ummansın, madensin…

Dünyada nice diller var, fakat hepsi de anlam bakımından birKapları kırıp döktün mü su, bir olur gider.

Birliğe erer de gönülden sözü, sürer çıkarırsan can, her görüş sahibine haber gönderir, meramını anlatır”lxiv.

Aynı dili konuşmak dostluğa vesiledir. Aynı dili bilmeyince nasıl arkadaş olunur?

Hintli ve Türk, aynı dili bilip dost olan çoktur. Aynı lisanı bilmeyen iki Türk de sanki yabancı gibidir. Bilhassa gönül dili olursa, gönüldaşlık dildaşlıktan iyidir”lxv.

Yer yer Mevlânâ’nın eserleri, bilhassa Mesnevî’si tefsir özellikleri de taşır, denilir ki bir bakıma bu görüş doğrudurlxvi.

Mesnevî, mânâ ehli için hidayete vesiledirlxvii“Mesnevî vahdet dükkânıdır. Orada Bir’den başka ne görürsen puttur”lxviii. Veya:

“Ben yaşadıkça Kur’an’ın kölesiyim;

Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.

Kim, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse,

Ben ondan da o sözden de bîzarım.”lxix

yahut:

“Sevgili dediğin ‘Bir Hak’tır, bir de O’nun, ‘Sen benimsin, ben senin’ dediği (Hz. Peygamber)”lxx diyen hal sahibi talihlilerden olan Mevlânâ da, her türlü sevginin aslî kaynağı, Allah ve Resulünün sevgisidir. Bu itibarla sağlığında ve eserlerinde herkesi doğru yola, kâfiri hidayete, Mü’mini daha da Mü’min olmaya davet eden Hz. Peygamberin “Din nasihattir”lxxi düstûruna uyan ve bunda da başarılı olan Mevlânâ’nın esas kaynağının Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler oluşu tabiidir.

Mevlânâ bazen:

“Dinlerinizi sağlamlaştırmaya bakın. Ahidlerinizi araştırın. İmanlarınıza, yeminlerinize âşık olun, belki uzlaşırsın bizimle”lxxii.

“Rabb’im aç gönüllerimizi; Rabb’im göster dolunayımızı. Tapmayın uydurduğunuz yalancı Rab’lara”lxxiii.

“Yahudiler gibi korkak, töhmet altında yaşamaktasın. O halde Yahudiler gibi sarığının üstüne samurdan bir sarı bağ bağla da Yahudiliğin belli olsun. Yahut da Yahudilikten tövbe et, gözünün açılması için düşüncelerinin gözüne Mustafa’nın ayağının bastığı topraktan al da sürme gibi çek”lxxiv.

“Ne diye aklın başında ey kardeş? Şarapla dolu denizi gör. A kâfir, Müslüman ol; ne de tatlıdır kendinden geçiş”lxxv.

“Müslümanlıktan başka, gönülde hünerlere, bilgilere ait ne varsa hepsi de eğretidir. Müslümanlıksa gönüldeki hakikattir ve maksat da odur.”lxxvi gibi sözleri dini sağlamlaştırmayı, ahde vefayı, uydurma, yalancı şeyleri Tanrılaştırmamayı öğütlerken muhatabını, doğrudan doğruya, açıkça İslâm’a, Müslüman olmaya davet etmektedir. Bazen de “Biz”, “Dergâhımız” ve benzeri sözlerle İslâm’ı kastetmekte, “Bize gel” davetiyle “İslâma gel!” demektedir. Nitekim dikkat edilirse:

Yine gel, yine gel, her ne isen yine gel,

Eğer kâfir, ateşperest ve putperest isen de yine gel!

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!”lxxvii.

meşhur rubaisinde: “Bizim dergâhımız”dan maksat İslâm olup âyetle de sarih olduğu üzere Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez. Ayrıca ikinci mısrada sadece küfür ehline, kâfir, ateşperest ve putpereste işaret edilmiş olmakla Mevlânâ bunları, küfürden kurtarmaya dergâhına yani İslâm’a davet etmektedir ki bu tavrı, onun, umumi tebliğ ve irşad usûlüne de uygun düşmektedir. Bu rubai dolayısıyla dikkatlerden kaçan bir husus da vaktiyle Dr. Erkan Türkmen’in de temas ettiği üzere, “bâz âmeden” fiili, terk etmek, feragat etmek, vaz geçmek ve mecazen tövbe etmek mânâlarındadır. Bu fiilin emir şekli, “bâz â (y)” olup bu kelime, “yine gel” karşılığında olduğu gibi “terket, vaz geç, tövbe et” mânâlarına da gelir. “Tövbeye gel, tövbeye gel” ve benzeri hitaplarla bir çok Türkçe ilahîlerde de karşılaşmak mümkündür. Nihayet Türkçe’deki “vaz geçmek” fiilinin mazisi çok eski değildir. Bunun daha eski kullanılışı “vaz gelmek” olup aynen “bâz âmeden” karşılığındadır. Birinci kelimedeki “b” dudak harfi, bir diğer yan dudak harfi “v”ye değişmekle Farsça “baz”, Türkçe “vaz” olmuştur. Bu itibarla yukarıdaki rubai, eksik tercüme edilmiş olmakta, asıl mahiyetinden bizce yanlış olarak farklı anlaşılmaktadır.

Mevlânâ bazen, Müslüman’ı da tekrar Müslüman olmaya çağırır:

“A pervaneler, a pervaneler, çekinmeyin, çekinmeyin. A Müslümanlar, a Müslümanlar, Müslüman olun, Müslüman olun”lxxviii derken kelebek nasıl ışık veya ateş etrafında döner ve yanarsa hakîkî Müslüman da aşk ateşiyle yanabilmeli, yani âşık olmalıdır. Zira âşık, mâsivâdan (Hak’tan, sevgiliden gayri her şeyden) kurtulmuştur, kusursuzdur. Bu bakımdan Mevlânâ, âşık ile, mükemmel insan ile hakîkî Müslüman’ın müsaviliğini îma etmektedir. Ona göre îman, aşktırlxxix. Herhalde o günkü, belki de her devirdeki şartlarda insanları birliğe, huzura, iyiliğe ve güzelliğe davette en müessir vasıta sevgi ve ümit olmalıdır ki Mevlânâ da bundan faydalanmıştır:

“Sevgi, bi-teviye içten hizmet edip durmadır zaten. Dünyada sevgiden başka hiç bir hizmet, bi-teviye sürüp gitmez”lxxx. Sevginin sarayı gönüldür. Tevhid ve aşk sırrının mekânı da gönüldür. Gönüller avcısı Mevlânâ’nın gönle, kalbe hitabı, aşka, îmana, İslâm’a davetidir. Gönlü olmayan kişi mahrumdur:

“Kim bu gönül penceresinden gafil olursa zamanenin en üstün bilgini bile olsa nafile kördür, ahmağın biridir o”lxxxi.

Bu itibarla Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed (s.a.), aşk madenidir:

“Şanında sen olmasaydın gökleri yaratmazdım denen ne dedi bak; Ahmed-i Muhtar, aşk madenidir”lxxxii.

Aşk, dolayısıyla îman, Âb-ı hayat, edebî diriliktir. Küfür ise zulmet (karanlık) ve ölümdür:

“Aşk, Âb-ı hayattır, seni ölümden kurtarır. Kendini aşka atana ne mutlu”lxxxiii.

“Âb-ı hayata benzeyen îman da kara toprağa benzeyen küfür de her ikisi de senin ateşine karşı çer-çöptür sanki”lxxxiv.

Ezan bile bir aşk salaşıdır, davetidir:

“A âşık, şeriat sahibi Ahmed’in hırkasını al da her an Bilal’in canından aşk salasını duy”lxxxv.

Netice olarak âşık, aşka, maşukaya iktida eden, uyan ve bağlanandır. Müslüman da Hakk’a, Resulullah’a yani sevgiliye teslim ve tabi olan ve ihtida eden (hidayete eren), doğru yolu bulandır. Daha önce de işaret ettiğimiz üzere Mevlânâ’ya göre âşık ile Mü’min aynıdır. Her ikisi de kusursuz olmak durumundadır. Kendinden kurtulan, benliğinden, kibrinden, mâsivâdan geçen, sadece sevgiyle dolan zaten nakıs ve kusurlu olamaz. Onun için Mevlânâ’nın devamlı olarak aşka, âşıklığa daveti, aynı zamanda da tevhide, İslâm’a, iyi insan olmaya çağrıdır. Devrinden günümüze kadar onun Türkleştirmede, İslâmlaştırmada, birleştirmedeki başarısının sırrı bu noktadadır.

Mevlânâ’nın Müslüman ettikleri veya onun tesirinde kalarak İslâm’ı kabul edenlerle ilgili bir kaç hikâye ve ölümüyle alâkalı bir tasvirle sözlerimize son vermek istiyoruz.

“Bir gün Mevlânâ mübarek medresesinde oturmuştu. Birden bire Yahudi hahamlarından ve Hıristiyan papazlarından bir grup gelerek, tam bir samimiyetle baş koyduktan sonra, Tanrı’nın bu zayıf ümmeti hakkında Kur’an’da vârid olan şer’î tekliflerin hikmetini, emr ve nehiylerin sırrını anlamak ve bu hükümlerden maksadın ne olduğunu bilmek için soruda bulundular. Mevlânâ, bunlara inci gibi sözlerle şöyle cevap verdi: Tanrı, onanı şirkten, namazı kibirden temizlemek; zekâtı, rızka sebep olmak, orucu, halkın ihlâsını denemek; haccı, dîni kuvvetlendirmek; cihadı, İslâm dinini yükseltmek; emr-i marufu, âlemin, emr olunan şeylerinin elde edilmesine sebep olması; kötü şeylerden nehyi, sefihlere mâni olmak; akrabalığı gözetmeyi, onların adedini çoğaltmak; kısası, kan dökülmesini önlemek; cezalan, haram olan şeyleri halkın gözünde büyütmek; şarap yasağını, aklı korumak; hırsızlıktan çekinmeği, iffeti nimetlendirmek; zina terkini, nesebi temiz tutmak ve livata terkini, nesli üretmek; şehadeö, inkâr edenlere karşı koymak; lezzetlerin terkini, doğruluğu şereflendirmek; selâmı korkulardan emin kılmak; eminliği, ümmetin işlerini düzene koymak; tâati, imamlığa saygı göstermek için kullarına farz kılmıştır. Bu mânâları o kadar güzel bir tarzda anlattı ki, hep birden bellerindeki zünnarları koparıp atarak îman getirdiler ve Müslümanlar sırasına geçtiler ve candan mürid oldular. Naklettiklerine göre bu hazretin (Mevlânâ’nın) zuhurundan ölümüne kadar on sekiz bin kâfir, îman getirerek Müslüman ve mürid olmuştur ve hâlâ da olmaktadır”lxxxvi.

“Bir gün Mevlânâ hazretleri, ulu arkadaşlarla birlikte Meram mescidinden şehre dönüyordu. Birdenbire ihtiyar bir rahip karşılarına çıkıp önlerinde baş koymaya başladı. Mevlânâ ona: ‘Sen mi yaşlısın, sakalın mı?’ diye sordu. Rahip: ‘Ben, sakalımdan yirmi yıl daha büyüğüm, o daha sonra çıktı’ dedi. Bunun üzerine Mevlânâ: ‘Ey zavallı! O, senden daha sonra çıktığı halde erişti ve kemâle erdi. Sen evvelce nasıl idiysen şimdi de siyahlık, perişanlık ve hamlık içinde yüzüyorsun. Eğer değişmez ve olgunlaşmazsan yazıklar olsun sanal’ buyurdu. Zavallı rahip, hemen zünnarını kopardı ve îman getirerek inançlı Müslümanlardan oldu”lxxxvii.

“Rahip ve papazlardan bir grup Mevlânâ hazretlerine rastladılar. Daha uzaktan dostlar, onları görünce onlardan tiksinerek: ‘Ne kadar gönülleri kara ve nahoş insanlardır’ dediler. Mevlânâ: ‘Bütün dünyada onlardan daha cömert insan yoktur. Çünkü onlar, hem bu dünyada İslâm dînini, temizliği ve türlü ibadetleri bize vermişler; hem de öteki dünyada ebedî cennetten, hurilerden, köşklerden ve temiz cennet şarabından, bağışlayıcı Tanrı’nın yüzünden (cemâlinden) mahrum edilmişlerdir. Çünkü ‘Tanrı dünya ve âhireti kâfirlere haram etmiştir’lxxxviii. Bu kadar nankörlüğü, karanlıktan ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler. Tanrı’nın inayet güneşi, birdenbire onların üzerinde patladıkça, onlar derhal nurlanacak, yüzleri ak olacaktır’ buyurdu. Şiir:

“Yüz yıllık kâfir, eğer seni görse secde eder ve çabucak Müslüman olur.

Daha yakına geldikleri vakit rahipler ve papazlar baş koydular. Mevlânâ hazretleri ile meşgul olup tam bir doğrulukla îman getirerek Müslüman oldular. ‘Onların kötü şeylerini iyi şeylere tebdil eder’lxxxix. Hüdâvendigâr, dostlara dönerek: Şiir:

Yüce Tanrı, kendisine gizli lütuf sahibi demeleri için zehrin içine tiryaki gizledi, buyurdu. Yüce Tanrı, siyahlığı beyazlıkta gizliyor, beyazlığa da siyahlıkta yer veriyor”xc.

“Kostantiniye ülkesinde bilgin bir rahip vardı. Mevlânâ’nın ilmini, yumuşaklığını ve alçak gönüllülüğünü işitmiş, ona âşık olmuştu. Mevlânâ’yı görmek üzere Konya’ya geldi. Şehrin rahipleri onu karşılayıp i’zazda bulundular.Bu doğru rahip, o hazretin ziyaretini rica etti. Tesadüfen yolda karşılaştılar. Rahip üç defa Hüdâvendigâra secde etti. Secdeden başını kaldırınca Mevlânâ’nın da secdede olduğunu görüyordu. Derler ki Mevlânâ hazretleri, rahibin önünde otuz üç defa baş koydu. Rahip feryad edip elbiselerini yırttı ve ‘Ey dînin sultanı, bu ne alçak gönüllülük ve kendini hor görmektir?’ dedi. Mevlânâ: “Ne mutlu o kimseye ki Tanrı onu malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı ve o da bu malı ile cömertlik yaptı. ‘Güzelliği ile iffet sahibi, şerefiyle alçak gönüllü ve saltanatı ile de adalet sahibi oldu’ hadisini buyuran bizim sultanımızdır. Tanrı kullarına nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım?’ dedi.

Şiir:

(Hak) yolunun güneşi olan ve nefsini zelil eden kimseye ne mutlu dedi.

Onun kulluğu sultanlıktan iyidir, çünkü ben, daha hayırlıyım sözü, şeytanın ağzından çıkmış bir sözdür.

Bunun üzerine zavallı rahip, derhal arkadaşlarıyla birlikte îman getirerek mürid oldu ve fereci giydi. Mevlânâ hazretleri, mübarek medresesine geldiği vakit, Sultan Veled hazretlerine ve arkadaşlara: “Bahaeddin, bugün zavallı bir rahip bizim miskinliğimizi (tevazuumuzu) elimizden kapmaya niyet etti. Fakat Cenab-ı Hakk’a hamdolsun, O’nun uygulaması ve Peygamber efendimizin yardımı ile biz bu miskinlik ve küçüklükte ona galip geldik. Çünkü o tevazu, küçüklük ve miskinlik Müslümanlara, hazret-i Mustafa (s.a)den miras kalmıştır. Öyle bir devletin nisabı, yalnız onun ümmetinin miskinlerinin nasibidir” buyurdu”xci.

“Bir gün Mevlânâ hazretleri birkaç dostla birlikte Atpazarı kapısından çıkmış, Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled’in (Allah ondan razı olsun) mezarını ziyarete gidiyordu. Sayısız insanların bir şahsın etrafında toplandıklarını gördüler. Bu kalabalık içinden birkaç genç ileri koştu ve: ‘Allah aşkına, birini idam ediyorlar. Mevlânâ hazretleri şefaat etsin. O, taptaze genç bir Rumdur’ diye feryad etti. Mevlânâ: ‘O ne yapmıştır?’ diye sordu. Onlar: ‘Birini öldürmüştür, kısas yapıyorlar’ dediler. Bunun üzerine Mevlânâ ilerledi. Bütün celladlar ve şahne (polis)ler baş koyup uzakta durdular. Mevlânâ mübarek ferecesinin eteğini idam edilecek adamın üzerine örttü. Şehrin sahnesi, İslâm sultanına durumu arz etti. Sultan: ‘Mevlânâ hâkimdir, bir şehri istese ve bütün bir şehre şefaat etse buna nail olur. Hepsi ona feda olsun. Bir Rum da nedir ki…’ dedi. Arkadaşlar, Mevlânâ’nın kurtardığı bu Rum’u alıp hamama götürdüler. Hamamdan çıkartıp medreseye getirdiler. Nihayet Mevlânâ’nın elinde îman getirip Müslüman oldu. Hemen o anda onu sünnet ettiler ve büyük bir sema yaptılar. Mevlânâ hazretleri: ‘Adın nedir?’ diye sordu. O da: ‘Siryanus’, dedi. Mevlânâ: ‘O halde bugünden sonra Alâeddin Siryanus deyiniz’, buyurdu. Nihayet o hazretin hayat veren inayet nazarının bereketi sayesinde Alâeddin Siryanus o dereceye geldi ki ulu şeyhler ve hayırlı bilginler onun ilerlemesine ve marifetleri anlatmasına şaştılar. Onun latifelerinden hayrette kaldılar”xcii.

Netice ve son söz olarak kanâatimizce Mevlânâ’nın Türkleştirme yani İslâmlaştırmadaki rolü ve tesirinin, bir velî olarak yaşayabilme sırrının, sevginin, birlik ve beraberliğin zaferinin en güzel ve en veciz ifadesini cenazesiyle ilgili müteakip satırlarda bulmak mümkündür:

“… Sonra cenazeyi dışarı çıkardılar. Büyük küçük bütün insanlar başlarını açmışlardı. Kadınlar ve çocuklar da orada idiler. Büyük kıyamete benzer bir kıyamet koptu. Herkes ağlıyordu. Erkekler çıplaktılar, feryad ederek, elbiselerini yırtarak gidiyorlardı. Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, Türklerden vs. den bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri hazır bulunuyorlardı. Her biri, kendi âdetleri veçhile kitapları ellerinde önden gidiyorlar, Zebur’dan, Tevrat’tan, İncil’den âyetler okuyor ve hepsi de feryad ediyordu. Müslümanlar, sopa ve kılıçla bunları savamıyorlardı. Zira bu cemaat hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber büyük sultana, Sahibe ve Pervane’ye erişti. Bunun üzerine onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara: ‘Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır? Bu din padişahı, bizim başbuğumuz, imamımız ve rehberimizdir’ dediler. Onlar da: ‘Biz, Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin gerçeklerini, onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlânâ’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu, zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuştur:

Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz, bir perdeden yüzlerce ses çıkaran bir neyiz.

Mevlânâ hazretlerinin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakîkatlar güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır’ dediler. Bir Rum keşişi de: ‘Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü? Siz, onun kim olduğunu nereden bileceksiniz?’ dedi. Bunun üzerine büyükler, susup hiçbir şey söylemediler. Bir taraftan da tatlı sesli hafızlar vecd ile âyetler okuyorlar, tatlı nefesli Kur’an okuyanların sesleri, dertli ve acı feryadları göklere yükseliyordu. Güzel sesli müezzinler, halka, kıyamet yerine, bu kıyametin koptuğunu sala vererek bildiriyorlardı. Yirmi bölük gûyende de Mevlânâ’nın ölümünden önce söylemiş olduğu mersiyeleri okuyordu. Nekkarecilerin naraları, zurna ve beşaret, nefir vs. sesleri ‘İsrafil’in Sûrunun çalındığı zamanda…’xciiiâyetinde olduğu gibi kıyametler koparıyordu. Güneş doğarken mübarek medreseden tabutu alıp yola çıktılar. Tabut, yolda altı defa parçalandı. Her defasında başka bir tabut yaptılar. Nurlu türbesinin bulunduğu mezarlığa geldikleri vakit, karanlık basmış, gece olmuştu”xciv.

 Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, İstanbul, 19120, s. 223-248. Makale, yazarın Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları (MEB Yay., İstanbul, 1998, s. 5-24) adlı eserde yayınlandığı şekliyle buraya alınmıştır.

iDİPNOTLAR

Meselâ bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı, İstanbul, 1980.

ii Mevlânâ, Divan-ı Kebir, Terc. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1960, V/252.

iii Doç. Dr. Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara, 1985, 51, 127.

iv Mevlânâ, Fihi Mâfih, Terc. Meliha Ülker Tarıkâhya (Anbarcıoğlu), İstanbul, 1954, 111.

v A.g.e.,140.

vi A.g.e., 154.

vii A.g.e., 195.

viii Feridun bin Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, Risale, Terc.Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1977, 102. Ayrıca bkz. Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri,İstanbul, 1973, I/209.

ix Ahmed Eflâki, a.g.e., I/208.

x A.g.e., I/471.

xi Mevlânâ, Mektuplar, Terc. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1963, 23.

xii Ahmed Eflâki, a.g.e., I/310.

xiii A.g.e., I/183-184.

xiv Müjgân Cunbur, “Mevlânâ’nın Eserlerinde Türk Boyları ve Türk Kelimesinin Değerlendirilmesi”, Bildiriler, Mevlânâ’nın 700. Ölüm Yıldönümü Dolayısıyla, Uluslararası Mevlânâ Semineri, 15-17 Aralık 1973, Ankara, 55 vd.

xv Mevlânâ, Divan-ı Kebir, Terc. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1959, IV/347.

xvi Mevlânâ, a.g.e., İstanbul, 1958, II/336.

xvii A.g.e., II/401.

xviii A.g.e., IV/395.

xix A.g.e., II/156.

xx A.g.e., I/67.

xxi A.g.e., V/398.

xxii Mevlânâ, Mecalis-i Seb’a, Terc, Abdülbâkî Gölpınarlı, Konya, 1965, 17.

xxiii Mevlânâ, a.g.e., II/270.

xxiv A.g.e., VI/176.

xxv Divan, Terc. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1974, VII-VIII, 1972.

xxvi Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî-yi Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmesiyle Manzum Nahifi Tercümesi, Haz. Âmil Çelebioğlu, İstanbul, 1972, III (6)/64 vd.

xxvii Mevlânâ, Divan-ı Kebir, 1/69.

xxviii A.g.e., II/281. M. Cunbur’un tebliğinden başka ayrıca bkz. Aydın Taneri, Mevlânâ Ailesinde Türk Milleti ve Devlet Fikri, Ankara, 1987, 39 vd.

xxix Mevlânâ, Dîvan-ı Kebir, II/48.

xxx Mevlânâ, Rubailer, Terc. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul, 1982, 159.

xxxi Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Terc. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1973, I/246-247.

xxxii Âmil Çelebioğlu, Ali Nihad Tarlan, Ankara, 1989, 74.

xxxiii Ayten Lermioğlu, Hz. Mevlânâ ve Yakınları, İstanbul 1969, 28; Doç. Dr. Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Ankara, 1985, 105/dpn. 134.

xxxiv Divan-ı Kebir, V/I19.

xxxv Doç. Dr. Tuncer Baykara, a.g.e., 122.

xxxvi Divan-ı Kebir, I/113.

xxxvii A.g.e., II/166.

xxxviii A.g.e., IV/251.

xxxix Âriflerin Menkıbeleri, I/2120.

xl A.g.e., I/165.

xli Divan-ı Kebir, V/214.

xlii Louis Bazin, “Fransız Türkolojisinin Tarihine Bir Bakış”, M. Ü. Fen-Edebiyat Fak. Türklük Araştırmaları Dergisi, İstanbul, 1988, 4/21.

xliii Mükrimin Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İstanbul, 1944, 5-6.

xliv Divan-ı Kebir, V/181.

xlv Mesnevî, VI/194-195.

xlvi Divan, VI/438.

xlvii Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, Terc. Meliha Ülker Tarıkâhya (Anbarcıoğlu), İstanbul, 1954, 97-98.

xlviii Divan-ı Kebir, III/229.

xlix A.g.e., III/259-260.

l Fîhi Mâfih, 96-97.

li Mevlânâ, Mektublar, terc. A. Gölpınarlı, İstanbul, 1963, 78

lii A.g.e., 67.

liii Mektuplar, 173.

liv Divan-ı Kebir, V/159.

lv Âriflerin Menkıbeleri, I/310.

lvi İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul, 1953, Önsöz/VI-VII.

lvii Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Terc. Yıldız Moran, İstanbul, 1979, 60.

lviii Kur’an-ı Kerim, XII/108. Terc. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, 1934, 355.

lix Âriflerin Menkıbeleri, I/175.

lx Divan-ı Kebir, IV/358.

lxi A.g.e., III/203.

lxii Âriflerin Menkıbeleri, I/192.

lxiii Divan-ı Kebir, V/161.

lxiv Divan-ı Kebir, IV/423.

lxv Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, Mesnevî-yi Şerif Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifi Tercümesi Haz. Âmil Çelebioğlu, İstanbul, 1967, 1/49. Ayrıca dil birliği için bkz. Âmil Çelebioğlu, “XIII-XV (ilk yarım). Yüzyıl Mesnevilerinde Mevlânâ Tesiri”, Mevlânâ ve Yaşama Sevinci (III. Uluslararası Mevlânâ Semineri), Ankara, 1987, 111-113.

lxvi Feridun b. Ahmed-i Sipehsâlâr, Risale, Terc. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1977, 75.

lxvii Mesneviyi Şerif, a.g.e., III (6)/25.

lxviii Mesnevî, Veled İzbudak Terc. VI/123.

lxix Rubâiler, 152.

lxx Mesnevî, III/378.

lxxi Âmil Çelebioğlu, “Mevlânâ’dan Öğütler”, III. Milli Mevlânâ Kongresi, 12-14 Aralık 1988, Konya, 1989, 131-148.

lxxii Divan-ı Kebir, I/197.

lxxiii A.g.e., I/102.

lxxiv A.g.e., I/89.

lxxv A.g.e., VI/191.

lxxvi Mevlânâ, Mecâlis-i Seb’a, Terc. Abdülbâkî Gölpınarlı, Konya, 1965, 20.

lxxvii Rubâiler, 23.

lxxviii Divan, VI/166.

lxxix Divan-ı Kebir, V/330.

lxxx A.g.e., III/397.

lxxxi Divan-ı Kebir, II/323.

lxxxii A.g.e., V/145.

lxxxiii A.g.e., II/38.

lxxxiv A.g.e., II/69.

lxxxv A.g.e., III/236.

lxxxvi Âriflerin Menkıbeleri, II/73-74.

lxxxvii A.g.e., I/198.

lxxxviii Kur’an-ı Kerim, VII/50.

lxxxix Kur’an-ı Kerim, XXV/70.

xc Âriflerin Menkıbeleri, I/198/199.

xci A.g.e., I/356.

xcii A.g.e., I/293-294.

xciii Kur’an-ı Kerim, LXXIV/8.

xciv Âriflerin Menkıbeleri, II/60-61. Ayrıca bkz. Risâle, 113 vd.